KAHRAMANMARAŞ YÖRESİNDE KULLANILAN MAHALLÎ KELİMELER
sa: |
: |
1. Nazardan koruyacağına inanılan beyaz, kristal yapılı bir taş. 2. Sağ, yaşıyor. 3. Şap. 4. Sağ taraf. |
saba |
: |
1. Yarın. 2. Bölgemiz göçmen ağzında; sabah. |
saba:layın |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; sabahleyin. |
saba:nan |
: |
Sabahleyin. |
sabın |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; sabun. |
sabu |
: |
Aklı ermeyen küçük çocuk. |
sa:dıç |
: |
Gelin ve damadın yanında bulunan ve onlara yardımcı olan yakın arkadaş,sağdıç. |
Sadiyfe |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; Sadife. |
sa:fi |
: |
Tamamen. |
sa: |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; sağ. |
sah (seha, esah, sahden) |
: |
Gerçek. |
sahta |
: |
Sahte. |
sahTaḫar |
: |
Sahtekar. |
saksak |
: |
Yapış yapış. |
saksa:n |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; saksağan. |
sa:lam |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; sağlam. |
sa:le |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; Saliha. |
sa:lık |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; sağlık. |
Sali |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; Salı. |
sa:mag |
: |
Sağmak. |
samannık |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; samanlık. |
sa:men |
: |
Düğündeki erkek görevliler. |
sa:n |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında;sahan, tabak. |
sa:nanmag |
: |
Bir yere doğru akıp gitmek. |
sa:p |
: |
Sahip. |
sa:r |
: |
1. Hayal. 2. Sağır. |
sa:rmeg |
: |
Seğirmek. |
sa:rtmak |
: |
Seyirtmek, peşinden koşmak. |
sa:sı |
: |
Saksı. |
saba:nan |
: |
Sabah vakti, sabahleyin. |
sa: |
: |
1. Sağ, sağ taraf. 2. Sana “Düşümde gördüm düşümde Saat parlıyor döşünde Meryem sâ hizmet eder Mezerîn de başında” (Laedri L) 3. Sağ (Ölmemiş, diri anlamında). “Batdal Â, Batdal  Daha babam oğlu sâ Doktoru da götürücü Zilfaroğlu Ali Bê” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Veremden Ölen Hüseyin’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Hodul Emine (Gök-Aslan)) |
sa: |
: |
Sağ, sana. |
sa:b |
: |
Sahip. |
sa:lık |
: |
Sağlık. |
sa:men |
: |
Seğmen, düğün alayı. (Çoğu zaman ağıtlarda kullanılır ve cenazeye gelenler kastedilir.) |
sa:r |
: |
Herhalde, belki. |
sa:relik |
: |
Hastalık. |
sa:t |
: |
1. Bölgemiz göçmen ağzında; saat. 2. Sıhhat. “Muzuyu dersen de yerinde saati Gözelligden yâda diyemem kötü Dişleri inci de âzı bir gutu Âzının içinde dil hilal gimi” (Ahmet Caferoğlu, Anadolu Ağzı Derlemeleri, Maraş Bölümü, Kaynak kişi: Tokmaklı’dan Ehmet Kılıç) |
sa:t kaçı döğüyor |
: |
Saat kaç? |
saba |
: |
Sabah. “Bugün böyle ağlayım da Saba çıkartırım oyun Babası inek verip de Anası verecek koyun” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
saba: |
: |
Kuzeydoğudan esen tatlı ve hafif rüzgâr. “Baharın geldiğin neden bilelim Bir gül bitmiş yapracığı düzgündür Esen sabâ zülüfünden tel alır Deli gönlüm bir yörük’e vurgundur” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 619 |
saba durunca bir gün |
: |
Yarından sonraki gün, ertesi gün. “Saba durunca bir gün gelecek inşallah.” |
sabag |
: |
Bir öğrenimlik ders. |
sabağnan |
: |
Sabahleyin. |
sabağsıgün |
: |
Yarın. |
sabah |
: |
Yarın. “Ürüsdem’im arkasına Ağam varırdı düvene Efendim arar bulurum Sabah varırsam divana” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Üç Kardeşin Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Belkıse Gök (Ballı Hatın)) |
sabah gider kınacısı |
: |
Ağıtlarda kullanılan bir kalıptır. Ölen kişinin daha evlenmediği söylenmek isteniyor. Kınacı gitmesi, kızı alıp getirmeye gitmek. Düğünün sonu kına yakmayla gelir. |
sabah gider kınacısı |
: |
Andırın yöresi ağıtlarında kullanılan bir kalıptır. Kınacı gitmesi, kızı alıp getirmeye gitmek. Düğünün sonu kına yakmayla gelir. |
sabah sabah |
: |
Sabahın bu vaktinde. |
sabahaca: |
: |
Sabaha kadar. “Sabahaca: kandilleri yanardı Soytarılar fırıl fırıl dönerdi Ha deyince beş bin atlı binerdi Sana inip konan beyler nic’oldu” (Hacı Ali Özturan, Maraş Ağzı Köroğlu, Ukde Yay. Kahramanmaraş 2009) |
sabaha:cak |
: |
Sabaha kadar. “Askerler bağlar matıra Toplar yüklenmiş gatıra Sabahâcak yatamıyom Neler geliyor hatıra” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
sabahaça: |
: |
Sabaha kadar. “Kadan allım Telli Bibi Ben emmimden utanıyom Beliğimizi buz deşirdi Sabahaça: yatamıyom” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
sabahadar |
: |
Sabaha kadar. “Sabahadar heç yatmadı İtim herhal derdin beter İnek alır tosun satar Dik gulak Murtazi’ye benzerdi itim” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
sabahadar |
: |
Sabaha kadar. |
sabahan |
: |
Sabahın. |
sabahanan |
: |
Sabahleyin. “Sabahanan bir yel esdi Ağşamınan gâvır basdı Gâvırımış gâvır düşman Gız, gelin goymadı kesdi” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
sabahdan |
: |
Sabahleyin, yarın. “Sabahdan gaçanı erken dutallar Cezası olanı mapusa atallar Ben ölürsem nişannımı satallar N’olur Tahsin Beyim gıyma canıma” (Andırın’dan Döne Höbek) |
sabahınan |
: |
Sabahleyin. “Sabahınan er yürüdüm Üstümü bürüdü duman Yavrum böyle ölüm m’olur? Elin göçeceği zaman” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İmirze’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
sabahısı |
: |
Ertesi. “Sabahısı gün oluyor, gene varıyor padişahın yanına. İdsek daşının üsdüne oturuyor. Çağrıyor padışah bunu yanına.” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Yukarı Çukurova Masallarında Motif Ve Tip Araştırması) |
sabahlen |
: |
Sabahleyin. |
sabak |
: |
Ders, din bilgilerinin verildiği kitapların okunduğu ders. “Hocasına vardım sabakın okur Dostun bahçasında bülbüller şakır Ne İstanbul gerek ne Diyarbakır Sılam seni terk edeyim bir zaman” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 604 |
sabaktan |
: |
Yarın. |
saban |
: |
Kara saban, sapan. |
saban atımı |
: |
Ekime hazırlık olmak üzere toprağın sabanla sürülüp sabanın bir yana koyulduğu vakit. “Hamzanın saban atımında çıkıp gelmesi, çakırdikenliğe ateş verenlerin üstüne at sürmesi, sonra hemen kardeşinin karılarıyla evlenmesi, köylülere önceleri oyun gibi geldi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sabanan |
: |
Sabahleyin. “Sabanan seherinen Açtım bebeğin yüzünü Çağırdım da ümit eyledim Bakıdamadım gözümü” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Miyase’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Süleyman Duman (Çoban Sülo)) |
sabasü:n |
: |
Ertesi gün sabahleyin. |
sabatdan |
: |
Sabahleyin, yarın, daha sonraki günlerde. |
sabattan |
: |
Sabahleyin, sabah olunca, yarın, daha sonraki günlerde. “Oturmuş da Sultan ağlar Gene dumanlandı dağlar Sabattan da yaz gelişin Gapız’ın da suyu çağlar” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
sabattan |
: |
Sabahleyin, yarın, daha sonraki günlerde. |
sabı |
: |
Arapça “Henüz memeden kesilmemiş erkek çocuk” demek olan “sabi” sözcüğünün halk ağzında söylenişi,”küçük”, “günahsız” anlamında erkek ve kız çocukları için kullanılır. “Sabı çocuk, yürek dayanmaz.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006)
Sekseninde beratçığım yazıldı Doksanında kan damarım üzüldü Yüz yaşında âzalarım çözüldü Bir sabî mâsuma döndürdün beni Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.458 |
sa:bı |
: |
Sahibi. |
sabık |
: |
Acele. |
sabın |
: |
Sabun. “Sabınnı suyla doldu Ulu suyun adakları Döğüm Hacı’nın canına Hep gırılmıs edeleri” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Üç Kardeşin Ağıdı - 2, Kaynak Kişi: Döne Ekici) |
sabındırık |
: |
Kağnı arabalarında mazının yanmasını önlemek için sürülen bezir yağının, sabun suyunun konduğu teneke ya da boynuzdan yapılan kap. |
sabınnı |
: |
Sabunlu. |
sabi |
: |
Çocuk. |
sablıcan |
: |
Ateşli bir hastalık, zatürre. |
sabur |
: |
Sabır. |
sac |
: |
Ekmek pişirme aleti. |
sac altı kömbe |
: |
İki sac arasında, köz üstünde ve ateş altında pişirilen çörek, börek. |
saca: |
: |
Üzerinde yemek pişirmek için kullanılan üç ayaklı demir alet. |
saçag |
: |
Çıkıntı, püskül. |
saçak |
: |
1. Püskül. “Yarim yiğitler goçâ Bende ona dökdüm saçâ Bir bukle bakla çiçê Yariminen bana benzer” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hüseyin Ağa’nın Ağıdı (Halbur Ağıdı), Kaynak Kişi: Adil Gök),
İbrişim kuşak kuşanır Saçağı yere döşenir Uçkur çözmeye üşenir Çöz efendim deyip durur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.626 2. Bulaşık veya tahta bezi. 3. Kıldan yapılmış ipin çıkrıkta bükülmüş hali. 4. Sıcak tencereyi ocaktan indirmek için bez ya da yünden yapılma bir eşye, tutak. |
saçgıran |
: |
Saçı döken bir tür mantar hastalığı. |
saçı |
: |
1. Ruhları memnun etmek için yiyecek ve içecek dağıtan kimse. “Eski Türkler, olağanüstü güçlere sahip olduğuna inanılan iye ve ruhları memnun etmek, onların yardımını ve rızasını kazanmak amacıyla yiyecek-içecek dağıtırlardı. Bunlara “saçı” adı verilmiştir. Saçılar öz itibariyle “kansız kurban” niteliğindedir. İşte mezarların üstüne serpilen arpa, buğday, bulgur gibi yiyecekler de iyeleri memnun etmek amacını taşır. Kansız kurbanlar sayesinde kara iyeleri memnun ederek mezardan uzaklaştırmak ya da ak iyelerin yardımını kazanmak amacının güdüldüğü söylenebilir. Mezar üzerine arpa ya da buğday serpilmesindeki amaç; mezar başına gelen hayvanların bunları yemesi ve ölüye sevap kazandırmasıdır.” 2. Geleneksel düğünlerde gelin oğlan evine geldiği zaman başından, buğday-arpa, kuru üzüm, şeker ve bozuk para atılması. “Anadolu’nun hemen her yerinde olduğu gibi Adana ve çevresindeki geleneksel düğünlerde de gelin oğlan evine geldiği zaman başından, buğday-arpa, kuru üzüm, şeker ve bozuk para atılmaktadır. Serpilen buğday, para ve arpa ile gelinin yeni evine bereket getirmesi, kısmetinin bol olması, çocuklarının olması; üzüm ve şeker ile gelinin yeni evinde ağız tadının iyi olması; para ile de gelin ve damadın zengin olmaları amaçlanır. Bu saçıyı; çoğu kez kayınvalide ya da aile büyüğü bir kadın, gelinin arabası üstüne ya da indikten sonra başı üzerine serper.” (Prof. Dr. Erman Artun, “Çukurova Konar-Göçer Türkmenlerinin Halk Kültürlerinde Eski Türk İnançlarının İzleri” isimli makalesinden) |
saçını sakalını toplatmak |
: |
Traş olmak. “Saçını sakalını toplat guzum.” |
saçkın |
: |
Tutumsuz. |
saçma |
: |
Saman irisi. |
saçmak |
: |
Dağıtmak. |
sadaha |
: |
Sadaka. |
sadakat |
: |
Atın alnında kıvrık tüylerden meydana gelmiş bir nişan bulunursa bu nişana sadakat adı verilir. |
sadana |
: |
1. İhtiyar. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Öfkeli kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 3. Saf, avanak, budala, sersem, akılsız. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr. Ada.) |
saddırmak |
: |
Sattırmak. “Çok intizar edim dudduramadım Yakamı elinden pıddıramadım Cemakana koydum saddıramadım İpe sapa gelip düzülmüyor ki” (Kaynak Şahıs: Celil Çınkır, Şair: Karaozan Eshabil Karademir) |
sade fes |
: |
Dal fes, sarıksız fes. |
sadık |
: |
Doğrulukla bağlı olan. Ben terk eylesem de diyar-ı gurbet Âşıklar sâdıklar kavuşur elbet Dost ile bir saat yapsam muhabbet Sevdiğim gözüme tüter ayrılık Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.473 |
sadır |
: |
Gübre, hayvan gübresi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
sadırlı |
: |
Çişini tutamayan çocuk. |
sadırlık |
: |
Gübrelik. |
sadrazam |
: |
Osmanlı devletinde Başbakan. Seherden uğradım ben bir güzele Her ne dedim ise yoğ inen gider Uydurmuş yanına kendi menendin Sandım ki sadrazam tuğ inen gider Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.587 |
saf bağlamak |
: |
Dizilmek. |
sâfi |
: |
Tamamıyla, bütünüyle. Sâfi güzel olan şol bazı kötü Yiğidin densizi ey'olmaz zâti Gayet durgun ister silâhı atı Yiğit el çekmeyip veran olmalı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.419 |
safiye |
: |
Saflık, temizlik. “Sar’altını saymadın mı? Safiyesin giymedin mi? Gözü kör olası Fındık Emmin öldü duymadın mı?” (Kaynak: İbrahim Davutoğlu, Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72, S. 419) |
safralık |
: |
1. Kuşluk vakti. 2. Kahvaltıdan, yemekten önce atıştırılan yiyecek. 3. Ağır işlerde özellikle tarlada çalışanların kuşluk vakti yiyecekleri yemek. |
sag |
: |
Uykusu hafif. |
sagca |
: |
Saksağan. |
sa:ğ |
: |
Şap. |
sağantası |
: |
Altı yedi litre süt alabilen ve hayvanlardan süt sağmakta kullanılan madeni kap. |
sağar |
: |
1. Herhalde. 2. Sağır. “Emmi sağar baba sağar Bu iş getdi bize ağar Sultan gız biricik idi Bir dırnağı bin gız değer” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
sağcak |
: |
Üçgen şeklinde, üç ayaklı, ateşin içine konulan, yemek pişirmeye yarayan araç. |
sağıl |
: |
Sütü sağılacak hayvanlar. “Sabahınan sağıl geldi Godazları savışıyor Yol ver garlı dağlar yol ver Gız anaya gavışıyor” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Medine’nin Ağıdı, Derleyen: Canan Ceran) |
sağılmak, sağlamak |
: |
1. İyi olmak. “Sağılmıyor şu sinemin yarası Aha da İğde’nin kaşı karası Kirezdir dudakların arası Keferganiye’de şiren dürülür” (Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I) 2. Aşağı doğru akmak, süzülmek. “Kendini uçuruma aşağı atacakken bir sarsıldı, dizleri ağırlığını çekemedi. Kayanın üstüne sağılıverdi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sağım |
: |
Süt sağma işi. “...altın saçlı kızlar sağıma başladılar.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sağır ay |
: |
Eylül ayı. |
sağır ısıcak |
: |
Çok yakıcı, kavurucu, bunaltıcı sıcak, sarı sıcak, Çukurova sıcağı. |
sağıt |
: |
Methiye, övünç. |
sa:ğlemek |
: |
İp boyanırken kazana şap dökmek. |
sağmal |
: |
(Süt veren hayvanlar için) Bol sütü bulunan, süt veren, sağılmakta olan. “Dadaloğlu’m der ki, kolum yazılı Atım gök-kır attır yanım tazılı Gelir koyunları yanı kuzulu Karışmış sağmalı yozunan gelir” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yay. Dağ., İstanbul, 1984) |
sağmen |
: |
1. Düğün alayı, seğmen. “Eliŋ iti hovardalık eder, bizim it sağmen gezer.” 2. Cenazeyi defnetmeye gelenlere de sağmen denilir. “Hanı gelmedi mi Cennet Daha dünden öldü Memmet Yavrumun sağmeni gelmiş Emmileri etsin minnet” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Fadıma’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
sağmen gezmek |
: |
Boşu boşuna dolaşmak. |
sağnamak, sağınmak |
: |
Yumak, makara vb. çözülmek. |
sağnanmak |
: |
İp ve benzer şeylerin çilesini açmak,dolaşık bir şeyi açmak, dolaşık bir hȃle gelmek. |
sağnımda |
: |
Hayalimde. |
sağrı |
: |
1. Atın kalça tarafı. “Bucak’ta taban eğrisi Enmez Doru’nun sağrısı Üç kardeşim birden ölük Dayanamıyom doğrusu” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) 2. İnsanın bel bölgesi, sırt, arka. “On altıda kurt bilekli Yüreği Hakk’a dilekli Sağrısı yeşil örekli Esen poyraz yele benzer” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 595
“Bilmez ağrıyı, döver sağrıyı.”Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
sağsak |
: |
Belden aşağının pis olması. |
sah |
: |
Gerçek. |
sah geçmek |
: |
Gözden kaçırmak, atlamak, dalgınlıkla unutmak. |
saha |
: |
1. Saha. 2. Çeltik işçisi, özellikle çeltiğin su işini yapan kimse, saka. “Beyaz şalvarlı olurdu sahalar. Omuzlarında beli, ayaklarında cızması olurdu.” |
sahab |
: |
Sahip. |
sahabı |
: |
Sahibi. |
sahal |
: |
Sakal. |
sahan |
: |
Genellikle bakırdan yapılmış ve kalaylanmış yemek tabağı. Tek kişilik yemek konulan ve değişik şekilleri olan kaplardır. “Âşık Hüseyin ve arkadaşı bu teklifi kabul ederler. İçeri geçip otururlar. Kız bir bulgur pilavı pişirir. Bir sahana yoğurt koyar. Sofrayı serer.” (Aşık İmami) |
sahan örsü |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Kapların kenar kısmının yapılmasında kullanılan örstür. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 40) |
sahan tası |
: |
1. Süt, yoğurt, cacık gibi sıvı şeylerin konulduğutas biçimindeki büyük araç gereç. 2. İnek sağmak için kullanılan büyükçe bakır tas. |
sahametlig çıharmag |
: |
Kazaya neden olabilecek bir yanlışlık yapmak. |
sahap |
: |
Sahip. “Şurda da bir dağ gurulmuş Bizde de o yar varımış Gadanızı allım eller Sahapsızlık ne zorumuş” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
sahar |
: |
Aksi, ters işler yapan. |
sahardim ayı |
: |
Ağaçlara su yürüme ayı. |
sahat |
: |
1. Saat. 2. Özürlü, aksak. “Ula: çocû düşürün tama, âşam âşam bir sahatlık çıharın sôna serzenişi olmasa ellerini de bırakmak isterdi.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
sahba |
: |
Dar ağacı. |
sahde |
: |
Sahte. |
sahdien |
: |
Kayış. |
sahen |
: |
Sahan. “O bir sahen tene verirdi, ohi:cie.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
sahınmag |
: |
Sakınmak, kendini korumak. |
sahırga |
: |
Kene, sakırga. |
sahız |
: |
Sakız, çiklet. |
sahızlıg |
: |
Aşılandığında fıstık olan ağaç. |
sahlep |
: |
Yaban orkidesi. |
saho |
: |
Ceket, palto. |
sahra |
: |
1. Gezilecek yer, konulup bir süre kalınacak yer. Hani senin ile yiyip içtiğim Ulu sahralarda konup göçtüğüm Şimdi kâr eylemez benden kaçtığın Soyunup kounuma girmeye idin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.543 2. Susuz ve bitkisiz geniş ova. Mecnun'a dönmüşüm bilmem gezdiğim Dağlar mıdır sahra mıdır bel midir Dostumun bağına girip derdiğim Lâle midir sümbül müdür gül müdür Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.627 |
sahrıç |
: |
Su haznesi, sarnıç. |
sahtiyen |
: |
Çarpana. |
sahub |
: |
Sahip. |
sak |
: |
1. Uykusu hafif. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Gizli. 3. Uyanık, duyarlı. “Karac’oğlan der ki çile çekilmez Hozan tarlalara sümbül ekilmez Sak yabancı ile başa çıkılmaz İçinden sıdk ile yanan olmalı” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 419 |
sak durmak |
: |
1. Uyanık durmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Saklanmak, gizlenmek; dikkatli, tedbirli olmak. |
saka |
: |
1 Tarla sulayan, sucu, eskiden köylerde, uzak kuyulardan getirilen içme sularının doldurulduğu fıçıları at ve eşeğin sırtına rahatlıkla yükleyebilmek için kullanılan demirci işi heybeler. 2. Eşeğin sırtına semerin üstünden takılan fıçı taşımaya yarayan demirden veya tahtadanyapılan düzenek. 3. Ceket. |
sakadı:rak |
: |
Dengesiz kimse. |
sakal teği |
: |
Akran, yaştaş, yaşıt. |
sakalı ağarasıca |
: |
Gençler için çok yaşayasın, ömrün uzun olsun anlamında yaşlılarca alkış (dua) olarak kullanılan bir söz. “Sakalı ağırasıca.” |
sakalı boklu |
: |
Sövgü olarak, hakaret etmede kullanılan bir söz. “Gelme kardaşım, gelme sakalı boklu, gökgözlü ellisekiz.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sakalım yok ki sözüm dinlensin |
: |
Analarımız söyler bu sözü. “Sakalım yok ki sözüm dinlensin.” |
sakar |
: |
Alnında el içi büyüklüğüne yakın beyazlık olan. Sakar keçi, sakar inek vb. |
sakar |
: |
1. Vücuttaki beyazlık. “Altında da atı sakar Yarasına sinek çokar Kibir idi babam oğlu Elin donluğuna yatar” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 2. Alnında beyaz kıllardan leke olan 3. Atın hafif topallaması. “Dadaloğlu, ata der “aşkın denizi” Hiçbir şey bilmiyor da sanmayın bizi Binit atlar içinde yamandır doru Üveyi-kır ile sakarsız al gerek” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul, II. Baskı, 1984 S. 241) |
sakar sinek |
: |
At sineği. |
sakarca |
: |
Bir cins yaban ördeği. Çiğdem manasına da gelir. “Karga dermiş has bahçenin gülünü Sakarca zaptetmiş yaşıl gölünü Nasıl unutayım şirin dilini? Tatlı sözden ciğerimde yakı var” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 135 |
sakarlandı |
: |
Seherlendi. |
sakcığan |
: |
Saka kuşu. |
sakdur |
: |
Uyanık dur. |
sakga |
: |
Kene. |
sakı |
: |
Ceket. |
sakıldak |
: |
Koyunların sıvı dışkılarının arka bacaklarındaki yünlere yapışarak kuruması sonucu oluşan sarkıtlar. |
sakın olmak |
: |
Sakınmak, uzak olmak. |
sakırga |
: |
Hortumlarıyla yapışarak hayvanların kanını emen bir böcek, kene, sakırga. |
sakıtmak |
: |
Uzaklaştırmak, geri geri durdurmak. |
sakız gev |
: |
Sakız çiğne. |
sakız satarım oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. SAKIZ SATARIM Bu bir ekip oyunudur. İki ekipten oluşur. Birinci ekip, biri ebe biri çocuk olmak üzere iki kişiden oluşur. İkinci ekip beş-altı kişi kadar olur, bunlardan biri ebedir. İkinci grup ebenin arkasına sıralanır. Her biri önündeki çocuğun elbisesinden tutar. Birbirlerinden ayrılmamak için sıkı sıkı tutunurlar. Birini grup çocuğun eteğinden tutar,eteğin içinde bir şey varmış gibi kalabalık ekibin yanına gelir: - “Sakız satarım, sakız satarım” diye bağırır. Öbür ekibin çocukları anaya yalvarırlar: - “Ana bana sakız al. Ana bana sakız al.” Çocuklarının yalvarmasına dayanamayan ana, sakız satan çocuğun eteğinde sakız varmış gibi alıp çocuklarına dağıtır. Daha sonra sakız satan çocuğa döner: - “Parasını sonra veririz.” der. Sakız satan çocuk anasına varır: - Anne sakızları sattım. - Hani parası? - Sonra alacağım. - Olmaz, git çabuk getir der. Sakızcı çocuk geri döner. Sakız sattığı anaya gider ve sakızların parasını ister. - Sakızımın parasını ver. - Cüzdanım suya düştü. Annenin arkasındaki çocuğun yanına gider. - Sakızımın parasını ver. - Cüzdanım yitti. İkinci çocuğun yanına gider. - Sakızımın parasını ver. - Cüzdanım yandı. Üçüncü çocuğa gelir. - Sakızımın parasını ver. - Cüzdanım çalındı. Dördüncü çocuğa gelir. - Sakızımın parasını ver. - Cüzdanım kayboldu. Sakız satan çocuk tekrar kendi anasına gider ve “cüzdanları kaybolmuş” der. Anası: - Git çabuk parayı versinler. Vermezlerse, ak kuzunun birini al gel. Çocuk öbür ananın yanına gider. - Sakızımın parasını ver. - Yazın gel, güzün gel, kel eşeğimin tozunu al, (sonra yanındakilere dönerek) “Asılkara döşeğimin tozunu al” der. - O zaman ak kuzunun birini alırım. - Alamazsın. - Alırım… “Ak kuzu” oyundaki çocuklardan biridir. Ana arkasındaki çocukları vermemek için uğraşır. Sakız satan çocuk ta almak için uğraşır. Sakızcı çocuk birisini alınca anasına götürür, teslim eder ve tekrar sakız parasını istemeye gider. Çocukların hepsini alıncaya kadar oyun devam eder. (Aslı Ağcalar, Silifke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Mersin Üni., S.B.E.,TDE., ABD, Mersin, 2009, s. 235-236-237) |
sakızlık |
: |
Menengiç ağacı, yabani fıstık. |
sakka |
: |
Hortumlarıyla yapışarak hayvanların kanını emen bir böcek, kene, sakırga. |
sakko |
: |
Saho, palto. |
saklayu |
: |
Saklanma, görünmeme, ortaya çıkmama. Annacımdan gelen şu mavi donlu Kaldırmış kolların toz gele deyi Kendi kendin yad ellere saklayu Bir ağzın bilmezden söz gele deyi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.465 |
sakna |
: |
Taneli tohum, kabuklu tohum. |
sak durmak |
: |
Kendini korumak. Sak uyanık demektir. Uyanık ol anlamındadır. |
saklamalıg |
: |
Kullanılması gerekirken kullanılmayan, herkesten saklanan. |
saklambaç oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. SAKLAMBAÇ Bu oyunda ne kadar çok kişi olursa o kadar zevkli olur. Sayışmaca ile ebe seçilir. Ebe duvara veya ağaca döner ve gözlerini kapatır. Önceden belirlenen sayıya kadar sayar. “Sağım, solum, önüm, arkam sobe, saklanmayan ebe” der ve gözlerini açar. Bu arada oyuncuların hepsi saklanır. Ebe saklanan oyuncuları gördüğünde ismini söyleyerek sobeler. Sobelenen oyuncular ölür ve oyundan çıkar. Ebe diğer oyuncuları ararken, oyunculardan biri söbelerse kurtulurlar. Kurtulan oyuncu, diğer arkadaşlarına “elma dersem çıkma, armut dersem çıkma” diyerek yardımcı olur. Ebe sobelenen yerden uzaklaşınca, saklanan oyuncular koşarak ebeyi sobelerler. Kaynak kişi Celal Kılın‟ın belirttiğine göre: “Saklambaç oyununda bazen, oyun şaka ile son bulmaktadır. Ebe sayı sayarken oyuncular aralarında anlaşırlar ve herkes evine gider. Oyuncuların dağıldığından habersiz olan ebe uzun bir süre oyuncuları aramaya devam eder”. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s. 220) |
sako |
: |
Ceket. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sal |
: |
1. Derme çatma bir tür tabut, cenaze. “Ali Safa Beyin ölüsünü camiye kadar köylüleri, akrabaları zor taşımışlar, bir ikisi salı taşırken bayılıp yerde kalmıştı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006)
“Karac’oğlan eyler firak Ataş aldı yandı yürek Sağ yanında hazır gerek Salı yardan ayrılanın” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004
‘Ölümden öte yol gitmez, mezardan öte sal gitmez.” (Halil Atılgan, Murtçu Folkloru, Karaisalı Kaymakamlığı Yayınları, 2002) 2. Düzlük, yayla. 3. Devenin sırtına havut yerine konulan bir tür belleme. “Kara löke salın’ vurdum Sallandım yanına durdum Uççacık tenbih eyledim Dölek bas da indir diye” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) 4. Dağın eteği, dağların üstündeki düzlükler. “Göğsün dediğin gövel yazılar Garip durnam Kaz Ovası’n arzular Garbi değmiş kamalayın sızılar Sıyırt Binboga’nın salını durnam” (Dadaloğlu, Kaynak: Erhan Çapraz, Fahri Bilge defterlerindeki Kayseri ve Yöresi konulu Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üni., Kayseri 2005) 5. Buğday, arpa gibi kuru gıdaların konduğu ahşap ambar. 6. Eteği, yakını. “Gayrı geçmem bu gözelin salından Şeker akar, dudağından, dilinden Amber kokar zülüfünün telinden Yen’açılmış bahçedeki gül gözel” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 112 |
sala: |
: |
1. Sela, ölen birisinin adını minareden duyurmadan önce Arapça olarak okunan bir çeşit dua. “Sâlâ ver dendi de bana Ağlıyordu Döndü ana O yiğit de genç civana Kara toprak da aldın mı?” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İnc’oğlu Mehmet’in Ağıdı- 1, Kaynak Kişi: Songül Bozdogan (Pinegöz)) 2. Tarlaların ekim ve nadas sırası. “Ağyar gelmiş derler senin salana Desem benim derdim gelmez kelâma Ay mı doğdu gün mü doğdu âleme Yoksa yavrum ak göğsünü açtı mı” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
salaca |
: |
1. Hasta taşınan sedye. 2. Derme çatma bir tür tabut, cenaze, büyük tekne. “Ali Safa Beyin ölüsünü camiye kadar köylüleri, akrabaları zor taşımışlar, bir ikisi salacayı taşırken bayılıp yerde kalmıştı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
salacak |
: |
Üstünde ölü yıkanılan kerevet, teneşir. |
salahana |
: |
1. Mezbaha. 2. Aklı başında hareket etmeyen, hoppa (kadın, kız). 3. Salakça, denileni yapmayan. |
salahane |
: |
Mezbahane. |
salak |
: |
İçerisi kısmen ıslak geniş alan, pirinç tarlası, pirinç ekilen yer. “Salakta acılar doğanı Hacı bey bunun yeğeni (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) 2. Bölge, yer “Bir yanı çeltik salağı, Bir yanı Temus süreği, Camızı gurban adamış, Gabül olmamış dileği.” (Mehmet Temiz, Andırın Ağıtları, Yüksek Lisans Tezi, Hastalıktan Ölen Abdil Ağa’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) 3. Gezinti yeri. “Güzellerin salağına varmalı El bağlayıp divanına durmalı Kırmızı kolçaklı altın burmalı Ak elleri topak olur güzelin” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) 4. Davar avlusu, toplantı yeri, düzlük. 5. Sağ taraf. 6. Ucu toplu zincirli bir çeşit eski savaş tokmağı. 7. Etek. 8. Avlak, av yeri. “Yörü bire Gündüzlü’nün Ovası Hani seni seyrân eden melekler Görem derdim gül yüzlümün yüzünü Göremezsem bu derd beni helekler” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
salakları gezmek |
: |
Büyük geniş alanları gezmek. “Sarı Bekir elinde küçük bir bohçayla kalkınca, Kel Halil ve Çulpazlı heç kımıldamadan oturmaya devam ettiler. Çulpazlı’nın sesi yankılanıyordu: Şu cereni:in salakların gezmêeli, Kalem alıp, kaşı ile gözün, yazma:lı:…” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
sala:lmak |
: |
Haber almak. |
salamat |
: |
Selamet, güvenilir. “Selamı aleykü:m, Cabbar Ağâ!!... Ortalık salamat mı?...” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
salan |
: |
1. Bir yıl ekilip bir yıl dinlendirilen tarla. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Düzlük. “Dağ sılana konan kervan Yağmur yağar gerilenir Bir kötüye düşen dilber Ölmez amma zarilenir” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
salang |
: |
Belirli bir taraf, yön. |
salavat |
: |
Peygamber efendimize hürmet ve selam içeren bir dua. Salavat getirsin cemalin gören Bakışın turna da sekişin ceran Uğradığın yeri edersin veran Bülbül has bahçada gülinen oynar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.581 |
salavı |
: |
Şaka. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
saldırma |
: |
1. Saldırma işi. 2. Kın içinde taşınan, kuvvetli bir kabzası olan uzunca ve büyük bıçak. |
salep |
: |
Yaban orkidesi, sahlep. |
salep çiçeği |
: |
Orkide. |
salgan |
: |
Tahıl yıkamak için derenin çukur yerine yerleştirilen çul, kilim. |
salgeylemek |
: |
Topluca yapılacak iş için gücü oranında para ya da başka bir şey vermek. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
salgın |
: |
Eskiden devlet tarafından gerektiğinde herkesten toplanan para, mal şeklinde geçici vergiye denilirdi. “Yaktın ciğerimi nasıl durayım Devlet salgın ister nerden vereyim Bana bir iş bul da onu göreyim Kış gelir de orta yerde kalırım” (Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I) |
salhım |
: |
Salkım. |
salık |
: |
İpucu, haber, bilgi, tarif, tanıtım, mektup. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr. Ada.) “Yoldan aldım salığını Eller sökmüş beliğini Sôk sular veremedim Duyamadım soluğunu” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Şerif Temiz’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Ayse Temiz (Patlakkı-zı)) |
salık almak |
: |
Haber almak. (TDK Derleme Sözlüğünden Osm. Mr. Ada.) “Bir salık alayım Durdu Yoksul’dan Meydan açıp bakmamıza ne kaldı İlimizi yayla bucak gezmeye Cura sazı takmamıza ne kaldı” (Hacı Zülkadiroğlu, Kaynak: Av. M. Metin Şirikçi, Maraş’ta, Yusufçuk Bas. Yay. Ve Tanıtım Hiz. Ankara 2001) |
salık vermek |
: |
Haber vermek. |
salıklamak |
: |
Bir kavramı bütün öğeleri ile anlatmak, bir şeyi temel ve özel niteliklerini sayarak tanıtmak, tanımlamak. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
salım |
: |
1. Salgın hastalık; daha çok grip vb. hastalık için kullanılır. 2. Nezle. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
salım salım |
: |
Çok güzel, çok alımlı. |
salın |
: |
Salon. |
salına salına |
: |
Salınarak. Salına salına gelir nazınan Seni avladayım şahbaz bazınan Al tokaylan kırmızı pervazınan Silkinir vadiye çıkar sabahtan Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.526 |
salınan |
: |
Salınarak yürüyen kimse. Her sabah her sabah salınan dilber Ataşın bağrımı yakıp gidiyor Yanağ'na sokunmuş domurcuk güller Yârim burcu burcu kokup gidiyor Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.615 |
salıŋgaç |
: |
Salıncak. “Ev kalmamıs Binboga’ya çıkacak İp kalmamış salıngaca takacak Avşar mı kaldı ki başa kakacak Arkasından büyür, gelir sağları” (Dadaloğlu, Kaynak: Erhan Çapraz, Fahri Bilge defterlerindeki Kayseri ve Yöresi konulu Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üni., Kayseri 2005) |
salınıp durmak |
: |
Gökyüzünde süzülüp durmak. Sabahtan çıktım da seyrân yerine Ay yıldız karşımda salınıp durur Kadir Mevlâ'm ben günahkâr kulunum Defterim elinde dürülüp durur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.626 |
salınmak |
: |
Salınarak yürümek. Mehveşleri bekler yayla yolunda Kemer kuşak parlar yârin belinde Salını salını gezse yanımda Salınıp gezişin kime ne dilber Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.585 |
salır |
: |
Saldırgan. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sallak, sallag |
: |
Kasap çırağı. |
sallak çırağı |
: |
Kasap yardımcısı. |
sallama |
: |
1. Kahramanmaraş’ta düğünlerde oynanan bir oyun. Cerit sallaması: Sağ ayak geriye tavan basılıp, sol ayak yerden kalkarken, sol ayak öne basılır ve sağ ayak kaldırılır. Basılan ayağa vücut ağırlığı yüklenerek vücutta bir sallanma yapılır.Halay başının soloya çıktığı oyunlardan biridir. Çökerken de ayaklar yerden kalkmaz, öne geriye vücut ağırlığı verilerek, yere doğru yaylanarak çöküş yapılır. (Hatice Fatoş Derebent, Çağlayancerit Halk Kültürü, Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi, Kahramanmaraş, Mayıs 2015. s. 82)
Bölgede oynanan seyirlik bir halk oyunu. SALLAMA: Bu oyunun göç sırasında yaylaya göç eden katarın, yörenin coğrafi yapısına uygun olarak bir sağa bir sola dönerek sallana sallana gitmesinden kaynaklandığı söylenmektedir. Bu oyunun içindeki yüzme figürü de bize oyunun denizle olmasa bile suyla bir ilişkisi olduğunu düşündürmektedir. Çok eski dönemlerde Göksu'nun şiddetle esen poyrazla can aldığı söylenmektedir. Bu da bize halkın sudan etkilendiğini gösterir. İyi yüzme bilmeyenlerin, Göksu da boğulmaları, ölümden korkan halkın etkilenerek, suyun can alıcılığından kurtulmak için iyi yüzme bilmek istemini, oynanan oyunda dile getirilmiştir. (Aslı Ağcalar, Silifke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Mersin Üni., S.B.E.,TDE., ABD, Mersin, 2009, s. 241-242) 2. Başından savma. |
sallama sapan |
: |
Taş atmaya yarayan örme ip. |
sallan seheb |
: |
Serbest, başıboş. |
sallan seyip |
: |
Başıboş, amaçsız, kendini bırakmış halde gezen. |
sallan siyeb |
: |
Başıboş, amaçsız, kendini bırakmış halde gezen. |
sallangaç |
: |
Salıncak. |
sallansop |
: |
Ölçüsüz, gelişigüzel. |
sallansort |
: |
Gelişigüzel, düzensiz. |
sallı |
: |
1. Yiğit. 2. Esneyecek kadar uzun malzeme. 3. (At) Boylu ve gövdesi uzun. “Çok yüksek, sallı, deve gibi bir attı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
salma |
: |
1. Suyun tarlaya kontrolsuz olarak bırakılması (salmaya sulama). 2. Köy vergisi. 3. Üstü ve üç yanı kapalı ağıl. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 4. Evlerdeki uzun ara, koridor. 5. Kimi köylü elbiselerinde kolun yenindensarkan uzun kumaş parçası 6. Büyük başörtüsü, yazma. 7. Bir arktan akıtılarak getirilen su. 8. Ağaç kesmekya da yontmak için kullanılan bir yanı keser, öteki yanı balta biçiminde araç. 9. Bebek salıncağı. 10. Tarlada ekin ekmek için ayrılan toprak parçası. 11. başıboş, serbest 12. Yapıların çatılarında kullanılan dört köşeli kalınca kereste. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Salmaları dereye atarak taşırdılar.” |
salmaseyip |
: |
Başıboş serbest. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
salma tozak |
: |
Ayakkabı üstüne giyilen bir cins tozluk. |
salmak |
: |
1. Salmayız, göndermeyiz. 2. Köpek saldırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. (Haber vb.) Göndermek. “Tüfengin allım direkden Çepre çıkmıyor bilekden Askerliğe salma oğlum Gelin alırım yırakdan” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
salmalık |
: |
Otlak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
salman |
: |
1. Demirci. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Kimi köylü elbiselerindekolun yeninden sarkan uzun kumaş parçası. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
salmaseyip |
: |
Başıboş, serbest. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
salta |
: |
1. Yakasız, iliksiz, kolları geniş, kısa ceket. “Takaklıdan fistan giyer Saltasının üstü telli Kız, gelin koyun sağıyor Ağ Dudu’m içinde belli” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) 2. Molla paltosu. “Hele deliye deliye Kahve yük vurur tülüye Mus’emmim Maraş’tan gelir Salta kestirir Ali’ye” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
saltanat |
: |
Gösterişli yaşama. Karac’oğlan der ki yerim içerim Ağır saltanatla konar-göçerim Ahdim olsun seni alır kaçarım Ferman çıkarsınlar bir benim için Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.543 |
salü:nü |
: |
Salı günü. “Salü:nü gız evine cehiz bagmie gedelerdi.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
salvar |
: |
Salya, tükürük. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
salyan |
: |
Vergi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
samar, samarık |
: |
1. Nezle. 2. Zarar. |
samırdamak |
: |
Uyku ya da hastalık nedeniyle söylenmek, sayıklamak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç. Osm.) |
samrını sarkıtmak |
: |
Suratını asmak. |
samyeli |
: |
Çölden esen sıcak rüzgar. Zalim taşçılar da taşını kessin Başında da kızgın samyeli essin Evvel benim idi derd senin olsun İnlesin burçların boran kışından Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.520 |
samaharlı |
: |
Anlayışı kıt, bön, alık. |
samahır |
: |
Saf, budala. |
samarık |
: |
Belirti, emare, iz. |
samen |
: |
1. Kız aramaya giden kişiye denir. 2. Seğmen, düğün alayı. “Gökyüzünde uçan durna Zilifleri burma burma Şakir hoca samen gelmiş Hani davul hani zurna” (Afşin’in Ağıtları, Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, S. 239, Zeynep’in Ağıdı, Derleyen: Cabir Tercan, Kaynak Kişi: Emine Böke) |
sa:men |
: |
Seğmen. “Gadasın aldığım Mısa’m Soyka takım gol istiyor Biz Mısa’ya gelin aldık Sâmenleri yol isdiyor” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
sa:menner |
: |
Samenler, seğmenler. “Emmisi gurban adamış, Gızlarımın birisini, Alır gınacı giderim, Samennerin yarısını” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Genç Yaşta Hastalıktan Ölen Murtaza’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
samı |
: |
Sabanda kullanılan ve öküzlerin boynuna getirilen kısım. |
samırdamak |
: |
1. Uyku sırasında bir şeyler söylemek, sayıklamak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) 2. Gücenerek iğneli sözlerle kendi kendine söylenmek. |
samırdanmak |
: |
Bir şeyler söylemek, hımırdanmak |
samırsak |
: |
Sarımsak, Yaprağında ve toprak altında soğanlarında keskin kokulu yağ bulunan, soğanı için yetiştirilen, otsu bir bitki. “Sirkesini samırsağını hesap eden paçayı içemez.” (Maraş Atasözü) |
samırsak düvece:, samırsag dövece: gadar |
: |
Kısa boylular için kullanılan bir deyim. “Samırsak düvecê gadar ancak var boyu.” |
samırtlamak |
: |
Sayıklamak. |
samimet |
: |
Samimiyet. |
samka |
: |
Boş inan, efsane. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
samla |
: |
1. İri çiy damlası. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm. ) 2. Otlar üzerinde ki yağmurdan kalan ıslaklık. |
samranı |
: |
Suratla, istemeyerek, omuz silkerek, burun kıvırarak. |
samranı samranı |
: |
Bir işi gönülsüzce, söyleni söyleni yapma. “Kaşını yıkmış da yüzün şişirir Samranı samranı manca pişirir Döşeyiyay deyin çulu deşirir Alman köt’avradı hörü de olsa” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 398 |
samranmak |
: |
1. Homurdanmak. 2. Uyku sırasında bir şeyler söylemek, sayıklamak. “Avcı gittim bir pınara oturdum. Kırk tane erkek keklikle bir kancık keklik, bir de kancık palaz sulanmaya indiler. Tüfek sıktımdı, yirmi dokuz erkek kancık gördüm. On bir erkek keklikle bir kancık keklik ve bir palaz kaldı. İkinci oturşunda onu da temizlerim. Kızı ve ailesi güldü. Kızı dedi ki; Babacığım eskiden böyle samranırdı.” (Yaşar Kemal, Sarı Defterdekiler Folklor Derlemeleri, İş Bankası Kültür Yay. Nisan 2002, İstanbul, Hazırlayan Alpay Kabacalı) |
samsa |
: |
İçi ceviz, badem ve fıstık dolu üçgen şeklinde bir yiyecek. “Vay kızım, aklıyın hepsi bu mu? O keramete ermiş bir adam olsa, aralıkta aşıklık etmez aptal gibi. Tatlı söz yerden yılanı çıkarır. Bu bir tatlı söz söyleyelim de bunun samsasını sucuğunu yiyelim.” (Yaşar Kemal, Sarı Defterdekiler Folklor Derlemeleri, İş Bankası Kültür Yay. Nisan 2002, İstanbul, Hazırlayan Alpay Kabacalı) |
samsıra |
: |
Pekmez ve susamdan yapılan bir çeşit tatlı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
samut |
: |
Semizotu. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
san |
: |
Sanki, zannet. Düğün olur Arab atlar yarışır Bayram gelir kanlı kinli barışır Durmaz gözüm gözlerine ilişir On parmağım memen ile san gider Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.588 |
saŋ |
: |
1. Kir, pasak, kulak kiri. 2. Küf. |
sana geleneadar günün şafa: atar |
: |
Boşuna heveslenme bu işi sana vermezler. “Sana geleneadar günün şafâ atar.” |
sana piştiyse bana soğudu |
: |
Senin açından uygun ise bence de hiçbir sakıncası yok. “Sana piştiyse bana soğudu.” |
sanaka |
: |
Misal getirme, örnek verme. |
sancıkmak |
: |
Çok acıkmak. |
sandal |
: |
1. Sarı renk. 2. Sandalet. 3. Kocayemiş de denilen kırmızı küçük meyveli, sert, parlak yapraklı bir çeşit ağaç. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sandal tuman |
: |
Vücudun alt kısmına giyilen bol paçalı pantolon türü giyecek, sandal ağacının rengindeki şalvar. Başına almış bir ince yemeni Aramızdan kaldıralım gümeni Ak topuk üstünde sandal tumanı Boğup gider bir gözleri sürmeli Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.444 |
sandaliye |
: |
Sandalye. “Şöyle döndüm bakdımıdı Bahçe masa sandaliye İçeri dışarı dolu Davet mi verdin valiye?” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kalpten Ölen Kenan Kurtbeyoğlu’nun Ağıdı, Kaynak Ki-şi: Sariye Gök) |
sandalle |
: |
Sandalye. |
sananak |
: |
Boş inan. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sancımak |
: |
Ağrımak, acımak, sancı duymak. |
saŋgama |
: |
Aptal, şaşkın, sersem kimse. |
sanğ |
: |
1. Diş kiri, diş üstündeki sarı leke. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Kulak kiri. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sanı |
: |
Bekçi. |
sanıkına |
: |
Sanki. “Bö:klerin, öğlenliye o ısıcakta (sanıkına gendiler heç yapmamış gibi) gezen çocuklara “bre ulan siz heç mi yorulmuyonuz, eve gedin yatın hadi” demeleri… incilerimizin başında gelenlerindendi.” (Kadirli Bekereci Köyünden Gö:sü Ahmet) |
sanıksın |
: |
Sanıyorsun. Güzelim kimin aşkına alıksın Şurda bir kötüyü dost mu sanıksın Hind ile Yemen'den kumaş geliksin Söyle kumaşına baha ne dilber Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.585 |
saŋırtmak |
: |
Amaçsızca dolaşmak. |
saŋıtmak |
: |
Süzülmek. |
sanki babamınoğlu |
: |
Sanki kardeşim. “Sanki babamınoğlu.” |
sankine |
: |
Sanki. |
sankiye |
: |
Sanki, adeta. |
sanra |
: |
Küçükbaş hayvanlarda nezleye benzer bir hastalık. |
sanrağı |
: |
Nezle, soğuk algınlığı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sansalat |
: |
Şöhret, şan, görkemli şekilde yaşama, saltanat. “Askerden gelirsin sansalatınan Haykırır gezerdin ağ gır atınan Eller cirit oynar bizim atınan Kalk gardaşım elimize gedelim” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
santır |
: |
1. Ahmak, aptal kimse. 2. Sazla birlikte söylenen söz. 3. Bir çeşit pavyon, eğlence yeri. Saz santır kullanımı da var. |
santır çivisi gibi dikilmek |
: |
İş yapmadan öylece eli belinde beklemek. |
santıranç |
: |
Satranç. “Ulan yeğen deyor, gel seninen bir santıranç oynayak. Santıranç oyununu herkes bilmiyor. Yeğeniynen bir santıranç oynuyorlar. Yeğeni bunu yeniyor, bir daha oynuyorlar, bir daha ütüyor, bir daha oynuyorlar bir daha ütüyor.” (Aşık Mehmet Ova, Kaynak: Refiye Okuşluk Şenesen, Adana Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği Geleneği, Altınkoza, Adana 2009, S. 287) |
santur |
: |
Kanuna benzeyen tokmaklarla çalınan bir tür telli çalgı. Santur mu istersin saz mı istersin Ördek mi istersin kaz mı istersin Domurcuk memeli kız mı istersin Ben senin kahrını çekemem gönül Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.481 |
sap |
: |
1. Biçilip demet haline getirilmiş ekin. “İsmail elindeki dirgeni sapların üzerine attı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) 2. Kulp, gövde. “Ciğeriniŋ sapından vurulasıca.”Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
sap çekmek |
: |
Sapı yüklenip harman yerine götürmek. |
sap yiyip saman s.çmak |
: |
Saçma sapan davranmak, konuşmak. “Sap yiyip saman s.çıyor.” |
sapa |
: |
Kıyıda, kenarda, yol üzerinde olmayan. |
sapak |
: |
Dönemeç. |
sapgın |
: |
Sapık. “Sapgınlıkta eşi benzeri yok bu gavur südüklerinin.” |
sapırtma ağacı |
: |
Ölünün üzerine toprak atılmadan önce konulan tahta. |
sapısilik |
: |
Karaktersiz, kendini bilmez, güven vermeyen kötü kişi. |
sapışmak |
: |
Sapmak, dönmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sapıtma tahtası |
: |
Ölünün gömülmesi sırasında başı üstüne konulan tahta. |
sapıtmag |
: |
Yoldan çıkmak. |
saplamak |
: |
İpliği iğneye takmak. |
saplı |
: |
Büyük çomça. |
saplı örsü |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Bakıra silindirik şekli vermek için kullanılan örstür. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 40) |
saplıcan |
: |
Zatürre, ateşli ve tehlikeli bir hastalık, akciğer zarı yangısı. “Kargılıkda şeriffakı dururdu. (Cezmi Yurtsever, Andırın Tarihi, Adana 2007, S. 187-190, Kazım Temir’in Andırın Destanı isimli Şiiri)
Zatürreye saplıcan derdik. Diğer adı üşütme. İlaç, doktor yok. Şişe vurulurdukulunç ve döşünü kızdırmak için. Kış günlerinde süt yoğurt olmazdı. Hasta çekeçeke ölürdü. Kızamık ve tifodan çok çocuk öldü. (Suat Savur, Adana İli Tufanbeyli İlçesi Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üni., SBE., TDE. ABD, Adana, 2010, s.174.) |
saplıcan olmak |
: |
Zatürree olmak. |
saprahasekül |
: |
Saçmalayan, gelişi güzel hareket eden, aklı kıt. |
saprak saprak |
: |
Gelişigüzel hareket eden, aklı kıt, saçmalayan anlamındaki saprâsekil sözcüğü ile anlam olarak aynı kökten gelmeli. |
sapra:sekil |
: |
Saçmalayan, gelişi güzel hareket eden, aklı kıt. |
saptırma |
: |
Mezarda toprağın çökmemesi için uzunlamasına konulan ince uzun tahta. “Der Kemal’ım beni kuldan seçmeyin Kabrim derin olsun yuka açmayın Saptırmamı hızarımda biçmeyin Ağu ağacından kırın getirin” (Bucaklı Merhum Ali Kemal Yiğit) |
sarat |
: |
Büyük delikli kalbur. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) “O olmasa beni sarat gibi ederlerdi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sarat gibi etmek ya da sarat etmek |
: |
Gövdesinde iri delikler açmak, delik deşik etmek. “O olmasa beni sarat gibi ederlerdi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sa:rdmek |
: |
Seğirtmek. “Hep birlikte, civarda manda pisliği aramaya başladılar. Sağa sola bakınırlarken, yine kendisi hatırlayıpbir tarafa doğru sârdirken seslendi.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan II, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
sar’erik |
: |
Sarı erik, kayısı. |
sarf etmek |
: |
Harcamak, tüketmek. Uçtu genç şahanım uçtu Kaçarak deryayı geçti Gönlüm bir güzele düştü Sarf edecek malım da yok Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.473 |
sargın gelmek |
: |
Bir işe pek hevesli olmak. |
sarhıtmag |
: |
Sarkıtmak. |
sarhoş |
: |
1. Alkollü içki sebebiyle kendini bilmeyecek hale gelen kimse. Bir civan götürdü beni bahçaya Gördüm o bahçanın dalları sarhoş Yağmurlar yağar da rüzgârlar eser Eğilmiş selvinin dallan sarhoş Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.636 2. Kendinden geçmiş, mest olmuş. Yâr elinden ben bir dolu içmişim Deli eder sarhoş eder beng eder Genç yaşında taze civan sevmeyen Dünyasından hayvan gelir bön gider Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.588 3. Kahramanmaraş’ta düğünlerde oynanan bir oyun. |
sarı |
: |
Altın para, sarı lira. Karac’oğlan gönül ne ister bizden Hiç gitmiyor gönül gelinden kızdan Günde beş yüz sarım gelse faizden Dünyada tükenmez mal ister gönül Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.482 |
sarı balık |
: |
Sazan balığı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sarı burma |
: |
Yufkadan yapılan piştikten sonra üzerine pekmez dökülen bir tatlı. |
sarı hakık |
: |
Sarı akik, tespih yapımında da kullanılan ve nadir bulunan değerli bir taş. |
sarı lira |
: |
Altın para. |
sarı omar |
: |
Dünyada ‘Camel Spider’ olarak bilinen ülkemizdede ‘Sarı Ömer’ ya da ‘Sarı kız’ olarak adlandırılan örümcektürü. |
sarı sıcak ya da sağır sıcak |
: |
Çok yakıcı, kavurucu, bunaltıcı sıcak, sarı sıcak, Çukurova sıcağı. “Çukurova’nın sıcağına sarı sıcak derler.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sarı yirmi beşlik |
: |
Eskiden dolaşımda olan sarı renkli 25 kuruşluk para. |
sarıca:rı |
: |
Küçük petek yapan ve bu petekte topluca yaşayan, iğnesiyle sokan bir tür yaban arısı. “Boncuklu arılar, sarıca arılar, bal arıları incecik kanatlarıyla güneşin ipiltisinde binlerceydi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sarıç |
: |
Su deposu, sarnıç. |
sarık kabartmak |
: |
Yakın çevreden birinin, övünülecek bir iş yapması. Birinin başarısına sevinmek. |
sarık oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir seyirlik köy oyunu. SARIK OYUNU Bu oyun düğünlerde eğlence amaçlı oynanan bir oyundur. Ortaya bir minder, bir de yastık konur. Damat oturtulur. Gelinin beyaz duvağıyla kırmızı duvağını birbirine sararak bir sarık yapılır. Yastığın üzerine bu sarık konulur. Bir kişi gelir ve sarığı kaldırmak ister. Kaldıramazmış gibi yapar. Başka biri gelir, yine kaldıramazmış gibi yapar. Bu sefer de damadın babası gelir. Bir hediye veya para verir ve sarığı alır, damadın başına koyar. (Özlem Üzelkök, Kozan İlçesi halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü., S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2008, s.209) |
sarıkuş |
: |
İncir kuşu. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sarıp sarışmak |
: |
Kucaklamak. Sen seni topla da kuşağın kuşan Ayrılır mı senin sevdâna düşen Sefa geldin deyi sarıp sarmaşan Niçin benden muhabbeti kaldırdın Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.562 |
sarıyağız |
: |
Sarışın. |
sarka |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; bir tür ceket, sako. |
sarkanak |
: |
1. İşkembenin bir parçası, şirden. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Koyun keçi cinsi hayvanların karın bölgesinden çıkarılmış yağlı ve yanıcı parça. “Höllüoğlu’nun arada bir yaktığı yağlı koyun sarkanağından yapılma fiskeden çıkan zayıf ışık, Rüstem’in yüzünde acayip garip gölgeler oynaştırıyordu.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
sarlanmak |
: |
Sarılmak. |
sarlavuk |
: |
Kar suyu. |
sarlı saplı |
: |
Görünüş olarak güçlü kuvvetli, ağırlıklı, oturaklı. |
sarmak |
: |
1. Değnekle, sopayla dövmek.(TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. (Köpek) Havlamak, saldırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sarmık |
: |
Nişadır ezmek, yumuşatmak için kullanılan demir. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
sarp |
: |
Çıkılması güç yer. “Böğük ileğçe gücük ileğçe Gül deşirdim seçe seçe İnce Hacı’m daha görpe Enginlerde ne geziyon Aldın avın çekil sarpa” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
sarpa düşmek |
: |
Zorda kalmak. Ala gözlerini sevdiğim dilber Korkarım ki sarpa düşer yolunuz Kadir Mevlâ'm tek saklasın nazardan Zalim anan suya salmış yalınız Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.650 |
sarpa vurmak |
: |
Sarp yerlere gitmek, oralara uçmak. Yiğide yiğitlik veren hep varlık Yiğidi köt'eden kör olsun yokluk Sen seni sarpa vur kınalı keklik Beyoğlu üstüne baz inen gelir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.610 |
sarpındırık |
: |
Kesilen hayvanın et değeri olmayan ve atılan bağ doku gibi parçaları. |
sarsak |
: |
Sağa, sola, öne, arkaya sallamak. |
sarsataş olmak |
: |
Sırnaşmak, baş belası olmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sa:rtmek |
: |
Seğirtmek, koşturmak. |
sarvan |
: |
1. Küme, öbek, çadır, gölgelik, kervanbaşı. “Sarı çiçek sarvan kurmuş oturur Türlü çiçeklerle haber yetirir Cennet-i âlâdan koku getirir Ilgıt ılgıt esen yele dönmüşsün” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) 2. Deve üstüne atılan ve yükleri örten çul. “Karac’oğlan geldi güzel kervanı Ben olayım devesine sarvanı Fırsat elde iken sürün devranı Kocalıkta devran sürülmez imiş” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
sarvan kurmak |
: |
Derme çatma bir gölgelik yapmak. “Yağmur yağar mor sümbüller bitirir Yel estikçe kokuların getirir Sarı çiçek sarvan kurmuş oturur Karışmış güllere çimenin dağlar” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 577 |
sası |
: |
1. (Yiyecek vb. için) İğrendirici kokusu olan, kokuşmuş, bozulmuş. 2. Kokmuş, bayatlamış. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 3. Küçük kürek. “Anne, hemen sasıyı çocuğun eline tutuşturduğu gibi, evin örtmesinden dâtleyip de dumanının tüttüğünü gördüğü bir tanıdık komşu eve, tembihlerle gönderirdi. Tüten dumanın renginden sobanın daha yeni mi yakıldığı yok odunlarının artık tutuşmuş mu olduğu anlaşılırdı.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
sa:sı |
: |
Faraş, ateş küreği. “Bir kibritin dikey olarak ikiye bölünüp kullanılması; evdeki üç parça çıranın veya bir şişe gaz yağının bitmemesi için bacası tüten konu komşudan, çocuğun eline tutuşturulan sâsı ile ateş istenmesi; hasta ziyaretine gidilirken, ancak bir tane portakal götürmeyi içine sindirmesi, evde hergün değil amma arada sırada meyve yerken, paylaşımın birer ikişer değil de yarımşar hatta çeyrekşer olması, bir mintan, bir köynek, bir şalvar, bir fistan ile aylarca hatta yıllarca idare edilmesi, kışın o ayazlı soğuklarında kütür kütür soba yakmak yerine kürsülerde köz ile ısınmaya çalışılması…” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
sası sası kokmak |
: |
Kokuşmak, mide bulandırıcı bir şekilde koku yaymak. “Keçi ağılı sası sası kokuyordu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sasığ |
: |
Kötü koku. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sasık |
: |
Sasımış, kokuşmuş, bozuk. |
sasımak |
: |
(Et, yiyecek vb.) Çürüyerek iğrenç kokular yaymak, kokuşmak. |
sasi:g |
: |
Sasımış. |
saş |
: |
Saç. “Evimizin önüm daşlı Ben ağlarım gözü yaşlı Gıyma Gadir Mevla’m gıyma Anam daha gara saşlı” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Çavus Elif’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Ayşe Temiz) |
sa:t |
: |
Saat. |
sa:ten |
: |
Zaten. “Kele anam, nasıl zobaysa tıs tıs… yanmıyor! Baca da çekmiyor sâten. Ev tütüp duruyor. Arısili yudûm donlar, örtüler isin içinde galdı.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
sataklı |
: |
Kötü yoldaki kadın. |
satı |
: |
Zâten, dediğin gibi. |
satır |
: |
1. Helke, 8 litrelik kova. Genelde 27 cm. x 27 cm. ölçülerine sahip olan ve dolu olarak 8 – 10 kg ağırlığında olan kaplardır. Bir çift olarak kullanılan, genelde çeşmeden veyahut pınardan eve su getirmeye yarayan kaptır. Muhtelif büyüklükte çeşitleri vardır. “Ata biner attan ener bu. Bir gün ata bindi, yaylalağa doğru gitti. Vardı ki bir ġara çadır yayılmış, ama öte yanı beri yanı yok. Punarıŋ başına vardı edem, aha!. Attan endi, dizgini aldı; hayvanı sularkan öteden bir ġız çıktı emme; ġulakta asma küpe, yanı yönü Erzurum ġoyunu gibi, çok tatlı bi şey!. Geldi, satırını doldurmaya durdu. Buna şöyle bakıncak, ağzınıŋ suyu boşandı herifiŋ. Aydınnı ġızı!. “Evli misiŋ, beker misiŋ?” deyi sordu ġıza; ġız da dedi ki: “bekerim” dedi. “Seniğlan evlensek olmaz mı?” dedi; ġız şöyle baktı, dedi ki “ayıp ayıp” dedi. “Benim ġanâtime göre sen bir ağa oğlu ġımı bir adamsıŋ” dedi. “Benim gibi bir aşiret ġızıynaŋ ġırġır mı geçiyoŋ, yazıklar olsun sana!” dedi. Satırı doldurdu getti.” (Görkem 1986)
“Iğranı ığranı sudan gelen yâr Bırak satırları kol incitirsin Dünyayı başıma sen eyledin dar Acık yavaş yörü yol incitirsin” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 125 2. Büyük bıçak. Kapılarda olur satır Ara yerden kalkmış hatır Yârimi buraya getir Ya ben'orya sal Allah'ım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.489 |
satır atmak |
: |
Kırıp geçirmek. |
satlıcan |
: |
Saplıcan, zatürre. |
satmak |
: |
Evlendirmek, sözlemek, nişanlamak. “Kalem aldım kaşlarını çatmıya Hicabettim adın sual etmeye Baban seniaz bahaya satmaya Bakıp durur bin liralık mal gibi” (Haşim Nezihi Okay, Köroğlu ve Dadaloğlu, May Yay., 1970) |
sattılar ayak sekili |
: |
Ağıtlarda kullanılan bir kalıptır.Ayağı sekili atı sattılar. Kimi atların ayaklarında bileğe, dize kadar bir ak olur. Buna sekil derler. |
sav |
: |
1. İşte. 2. Benzer, gibi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sava |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Te şeklindeki örste bulunan oluklu çirtiklerin tepsi ya da tabak kenarına geçme işlemidir. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 40) |
savacak |
: |
Suyu başka yöne akıtmak için su arkının önüne konulan tahta engel. |
savak |
: |
1. Koyunların konulduğu bölünmüş yer. “Sürek yazıda yayılır Akça savağa koyulur Gelen sene kimse bilmez Bu yıl hatırın sayılır” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) 2. Ark suyunun yönünü başka yere çevirmek için önüne konan engel. “Sular akar savağından Yeller eser kavağından Şimdi gül kardeşim gelir Ağ ketenden yeleğinen” (Afşin’in Ağıtları, Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Şehide Kız Kardeşinden Ağıt, Derleyen: Bünyamin Gönen, Kaynak Kişi: Cevher Çerçi) 3. Aptal, şaşkın. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 4. Oluğa konulan kapak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 5. Çeltik arkı, küçük su arkı 6. Avanak, budala. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Sürek yazıda yayılır (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
savakdelen |
: |
Danaburnu. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
savan |
: |
1. Renkli pamuk ipliğinden, el tezgahında dokunmuş kilim, kalın yaygı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Kalın pamuk ipliğinden, keçi kılından, tiftikten, yünden ya da bunların gelişigüzel karışımından kalınca dokunmuş küçük çul, yaygı. “Ali, savana sarılmış yatağı, yorganı, tenekeleri yüklendi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
savat |
: |
Gümüş işlemeli süs. “Gelip oturalım edepli utlu İkimiz arası pek muhabbetli Sırmalı tellerden altun savatlı Kemerkuşak kızın belinde kaldı” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 415 |
savatsız |
: |
Çehresiz, yakışıksız, suratsız. |
savay |
: |
İpekten dokunmuş bir tür hint kumaşı. “Ak savay geyinmiş boylu boyunca İliklemiş düğmesini geyince Sevdim ama saramadım doyunca Onun için gönlüm yara küskündür.” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 619 |
savgıyat |
: |
Sevkiyat, sevk edilmek. “Mezerlikte bir çüt mezer Yel değer de kumun tozar Yekinsene anam oğlu Kuzuların savgiyat gezer” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Bıyıklı Durdu Mehmet’in Ağıdı, Derleyen: Cuma Özdemir, Kaynak Kişi: Fadime Özdemir) |
savı |
: |
Benzer, gibi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
savıcı |
: |
Savcı. “Anam oğlu gosga gezer Öldü demem değmiş nazar Ben Bozyer’e vardım kine Savıcı ifade yazar” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Kızkardeşi Sahriye Hanımın Ağıtı, Derleyen: Cabir Tercan, Kaynak Kişi: Enver Şahinkaya) |
savırmak |
: |
1. Bol harcamak. 2. Savurmak. |
savışmak |
: |
Geçip gitmek, uzaklaşmak “Sarp gayalardan savışmış Gece yıkılı yıkılı Kürd İreşid’i vurmuşlar Gan olmuş gara kekili” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
savlıkmak |
: |
Dağılmak, kıvamı geçmek. “Toybuk doyanaça: düğün savlıkır.” |
savran |
: |
1. Çadır, gölgelik, tahtadan yapılmış, balık sırtı şeklindeki çatma. 2. Deve kafilesinin reisi. Bu reis tıpkı bir katar kumandanı veya ağalık kumandanı gibidir. Kelimenin arapça olma ihtimali vardır. Kervan başı. |
savrık |
: |
Kurumaya, sertleşmeye başlayan tarla. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
savran |
: |
Deve yöneticisi. |
Savrın |
: |
Savrun çayı. “Savrın da bulanık akar Yonsul da yüzüne çıkar Gamla burada beğ Duran’ım Üvez yer de mucuk çokar” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
savrukmak |
: |
(Keçi ve koyun) Çiftleşme isteği duymak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
savsak |
: |
Geveze. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
savsala |
: |
Safsata, asılsız sözler. “Karac’oğlan der ki bakın halıma Değirmenler döner çeşmim seline Hiç inanmam yârin yalan diline Ben gönlümü savsalaya bildirdim” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 562 |
savulmak |
: |
Sağ olun, bir çeşit teşekkür. |
savuşmak |
: |
Geçip gitmek, uzaklaşmak. “Gışlanın da yeri dölek Ganlar akar gölek gölek Sarı Mulla’m savuşurken Düşmanlar vermemiş yolak” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008)
Eşe imiş şu karşımdan savuşan Gelin imiş şu kızlara karışan Bir kusuru var da zülfü perişan Tel kara zülfüne kullar olduğum Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.509 |
savuşturmak |
: |
1.(Davar vb.)Uzaklaştırmak. 2. Yolculamak, uğurlamak. “Şu elin ineklerini savuştur da tarlaya dıkılmasın.” |
say |
: |
1. Dik kayalık, taşlık yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Düz tabaka biçiminde ince, yassı taş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
say taşı |
: |
Kapak şeklinde taş. |
say ki |
: |
Farz et ki, öyle kabul etki. |
saya |
: |
1. Gaga. “Şu Toros’un gayaları Zilüf düver mayaları Berk mi dâğdi ağ bebeğim Garaguşun sayaları” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) 2. Yaka kısmı beyaz üç etekli entari, fistan. “Onbir kişi Horasan’dan çıkanda Ak sayaya yeşil düğme dikende Çıkıp yücelerden engin bakanda Yol alır, gidiyor göçü Avşar’ın” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul, II. Baskı, 1984)
Annacımdan gelen maya Cemalin benzettim aya Ağ topuğa sırma saya Döker gider peşlerine Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.410 3.Saya, halk ağzında gebe koyunların karnındaki yavru yüz günlük olduğunda çobanların yaptığı törendir. “Koç katımından yüz gün sonra, kuzunun anasının karnında canlandığına, tüylerinin çıktığına inanılır ki bu yüzden bu güne “davar yüzü” ya da “koyun yüzü” denir. Saya bayramı koç katımına göre daha canlı eğlencelere sahne olur.” (Prof. Dr. Erman Artun, Çukurova Halk Kültüründe Törenler, Bayramlar, Şenlikler.) 4.Bir cins kaba kumaş, bez parçası, bir nevi elbise. “Sevdiğim bahçen güllenmiş Sararmış gülün kocalmış Sayalı belin incelmiş Sarılmayı sarılmayı” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) 5. Ağıl. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 6. Ahır. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 7. Ocak ayı. “Saya mesesi daya.” 8. Bölgemiz göçmen ağzında; koyun ağılı. 9. Eteklik. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sayacak |
: |
Ateş üzerine tencere, kazan vb. koymak için kullanılan üç ayaklı metal malzeme. |
sayağında |
: |
Sayesinde, onun katkısıyla. |
sayak |
: |
Sayalım. |
sayaŋ |
: |
Katı, sert. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sayanımak |
: |
Eskimek. |
saydak |
: |
Dikey ve düz çizili çuval. |
saydaş |
: |
Düz, ince, yassı taş. |
saydım |
: |
Adam yerine koydum, değer verdim. |
Saygı saymak |
: |
Şarkı, mani söylemek. |
sayı sayı |
: |
Tek tük, bir bir. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sayıl |
: |
Dilenci. |
sayırdamak |
: |
Sayır sayır ses çıkarmak. |
sayışmak |
: |
İnsanların birbirleriyle olan alacaklarını vereceklerini birbirlerinde razı olacak şekilde eşitlemek, fit olmak. |
sayka |
: |
Soyka, ölünün arkasında bıraktığı şahsi eşyaları. “Evimizin ardı söyke Gene beni aldı öfke Gelin yaylaya göçücü Altın küpe galdı sayka” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hüseyin Ke Memmet’in Hanımının Ağıdı, Kaynak Kişi: Meryem Tekatlı) |
saykı |
: |
Sanki. “Ağcadağ Dırıl dağdan üce Şen olurdu biz gonunca Saykı gıyamat mı goptu? Bizim de gelin ölünce” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
saykıla |
: |
Sanki. “Bre Memili, Bre Memili Apdal olsan çalaman mı saykıla bu davılı Gardaş olur da gardaşın zalım olur gavırı Gider o gara günner ömürler biter gayri” (Andırın’dan Mehmet KÜÇÜK (Memili)) |
saylak |
: |
Bayır, sarp yer, iniş aşağı, düz ve tozlu yer. “Biner atın daylağına Sürer yolun saylağına Çan taktırır anamoğlu Dizi böyük daylağına” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
saylama |
: |
Büyük, yassı taş. |
saylamak |
: |
Geri dönmek. |
Saylan |
: |
Geben ile Çokak arasındaki dağın adı. |
saylaştırma |
: |
Alakasız sözcüklerle biteviye konuşma. |
saylaştırmak |
: |
1. Saymak 2. Bir şiiri, türküyü makamsız söylemek. |
saylatmak |
: |
Bayır çıkan atın geriye doğru kayarak uçması. “Haçın'da atı nallattım Çıktım dede'de saylattım Gözlerin görmesin şerif Üç gün yamçıyınan yattım” “Ömer Kaya, Hacı Abdullah Kozan, Mahalli Kelimeler Sözlüğü, UKDE Yayınları No: 30, Kahamanmaraş, Ağustos 2003.” |
sayrı |
: |
Hasta, sağlığı yerinde olmayan kimse. “Ne bir gün hasta da ne bir gün sayrı Yollarım bağlı da gedemem gayrı Yerini dutmuyor gardaşın Hayrı Bunu da böğlece bil Hös’gün Ağa” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
sayri |
: |
Uydurma söz. |
sayvat |
: |
Savan. “Kalk Güllü kahveyi kaynat (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
sayvant |
: |
İki katlı altı ahır, üst katı ev, iki katlı katlar arası tahta ile bölünmüş ve çatısı ise; tahtalarla ve ardıç kabukları ile kapatılmış yayla evi. |
saz |
: |
Ot, kahverengi, saz rengi, taba rengi. “Davarlar yayılır sazı Karbiler eritir buzu Sen benden berk mi yanıyon Yadırkı köpân kızı” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Muhammed’in Ağıdı, Derleyen: Mehmet Kılınç, Kaynak Kişi: Meryem Baltacı) |
saz erkeği |
: |
Domuz boğası. |
saz evciği |
: |
Sazdan yapılan ev, sahil kesimindeki evciklere verilen isim. |
saz gızı |
: |
Saz (Pavyon)’da çalışan kadın. |
saz santır |
: |
Pavyon, içkili gazino. |
saz santur |
: |
Eğlence. |
saza beze gitme |
: |
Pavyona gitme. |
sazak |
: |
1. Pınarların, derelerin ayağındaki otluk yerler. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Bataklık, sazlık. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Küçük pınar. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 4. Mersin ağacı. 5. Defne yaprağı. 6. İnce, hafif esen yel, lodos. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sazaklık |
: |
1. Bataklık, sazlık. 2. Beşik içine idrar kokmaması için defne yapraklarından yapılan döşek altı. Sazaklıḳ ěderlerdi beşiğin içine yatırmak için çocuğu onuñ üstüne ǥorduḳ. |
se:rtmeg |
: |
Birden fırlayarak koşmak. |
se |
: |
Şap. “Nazarın kötü etkisinden korunmak için şap taşı ise nazar değdiğine inanılan kişinin başının etrafında dolandırılarak okunur. Daha sonra şap yakılır, göz göz olup kül olunca nazardan kurtulmuş olunur.” (Lütfiye Tülüce - Osmaniye ili merkez ilçeye bağlı köy ve mahallelerde halk kültürü araştırması adlı Yüksek Lisans Tezi) |
seamen |
: |
Düğün kalabalığı. |
seartmak |
: |
Koşturmak, seğirtmek. “Sokaktaki çocukların seslerinden nerede olduğunu tahmin edip o yana doğru seartmiş, bayırdan aşşa gızak kaydığını görünce kızgın kızgın seslenmeye başlamıştır.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007, S. 102) |
Seba:t |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; Sebahat. |
sebil |
: |
Hayır için parasız olarak dağıtılan su. |
Sebiya |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; Sebiha. |
secde etmek |
: |
Alnı, avuç içlerini, ayakları ve dizlere yere değdirmek. Diyâr-ı gurbetin sonsuz mihneti Şu benim yârime göresim geldi Sabah seherinde secde ederken Irganan tellere göresim geldi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.440 |
seçilig gimi |
: |
Dışlanmış gibi. |
seçilme |
: |
Dışlanma. |
seçim |
: |
Dışlama, seçme. |
seçinti |
: |
Bir şeyin -sebze, meyve, taneli tahıllar, hayvanlar- iyileri seçilip alındıktan sonra geriye kalan işe yaramaz kısmı. |
seçkil |
: |
Üstün, seçilmiş. “Keşki dedi, Hatun içini çekerek, ünü büyük, sözü seçkil Topal Ali Efendimize bunu yapmasaydın, keşki.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sed çekmek |
: |
Engel oluşmak. Karac’oğlan Mevlâ yazmış fermanım Semaya sed çekti âh ü figanım Lütfedip ağlatma nazlı gülşanım Bize bu ayrılık Hak'tan iş oldu Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.638 |
seda |
: |
Sedye. “Gozan hasdaneye vardım Dokdor da hortum atıyor Şöyle döndüm bakdım kine Gadir sedada yatıyor” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Apandistten Ölen Kadir Demir’in Ağıdı, Ağıdı Yakan: Duran Hacımehmetoğlu) |
sedef |
: |
1. Bazı deniz hayvanlarının kabuklarında bulunan sert maddeden yapılmış, bunlarla süslenmiş şey. Ak imiş gerdanın beyazdır kardan Alnın gevherdenmiş cemalin nûrdan Dişin sedefdenmiş dudağın dürden Lebin kaymak çalar balın üstüne Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.412 2. Düğme. |
sedir |
: |
Divan, ağaç kanepe. |
se:m |
: |
Pay, hisse. |
se:rtmek |
: |
Gıvlamak, kovalamak,bir şeyin peşinden hızlı hızlı gitmek. |
sef |
: |
1. Bölgemiz göçmen ağzında; sefer, siftah, defa. 2. Saf, katıksız, aklı her işe ermeyen. |
sefa |
: |
Eğlence, zevk, neşe. Kara günde doğurmuş beni anam Kan ile yoğrulmuş temelim binam Sefasız ataşa ben nice yanam Ayıkmıyor sefil başım belâdan Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.517 |
sefe: |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; sefer |
sefe:birlik |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; seferbirlik. |
sefer |
: |
1. Yolculuk. Eğlim eğlim yol alanın Seferine kul olanın Ak gerdanda ben'olanın Yanakları bal olma mı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.422 2. Sıra. “Emmisinin adı Cafer Heç kimseye vermez sefer Evvel kimsede yoğudu Herkes şimdi oldu şoför” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Çıngılların Güvel’in Oğlu Şefik’in Ağıdı, Derleyen: Hatice Hurmanlı, Kaynak Kişi: Hüseyin Şahin) |
seferbelllig |
: |
Seferberlik, topyekün savaş hali. |
seferbirlik |
: |
Seferberlik. |
sefere gelmek |
: |
Doğmak, dünyaya gelmek. Anamın karnında ben neler gördüm Yedi derya geçtim ummana daldım Dokuz aylık yoldan sefere geldim Bir kapısız hana indirdin beni Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.457 |
sefil |
: |
1. Uğursuz. Koyuverin gitsin sefil baykuşu Durmuyor akıyor gözümün yaşı Kadir kıymat bilmez imiş her kişi Kadirli kıymatlı ile gidelim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.496 2. Boynu bükük, zavallı, dertli, mazlum. “Sefil emmim oğlu sefil Usul usul gonuşurum Nazik gıza dünür gelse Ben kimlere danışırım” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
Sefil olmak |
: |
Zahmet etmek. Niye sefil oldun bire guzum. Anamın bana sık sık söylediği sözdür bu. |
sefir |
: |
Sahur. |
segdelemek |
: |
Sekmek. |
segla:vi |
: |
Bir at türü. |
segsen |
: |
Seksen. “Yahu, çavış gursunda yüz segsen bir gişi mevcud var.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
seğ |
: |
Şap. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
seğelmek |
: |
Bayılmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
seğertmek |
: |
Biraz acele ile koşmak. “Her işime seğerdirdi Unumu da öğüdürdü Yorulsam sırtına alır Yorgunluğum dağadırdı” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
seğes |
: |
Yaşlı teke. “Heç unutmam dedem her yüz geçiye beş seğes ayırırdı goç gatım zamanında.” |
seğetmek |
: |
Atmak, fırlatmak. |
seğıtmek |
: |
Koşmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
seğirdeşme |
: |
Koşuşuşma. |
seğirtmek |
: |
Acele ile koşmak. Seğirttim ardından yettim Eğildim yüzünden öptüm Adın bilirdim unuttum Çağırmayı çağırmayı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.469 |
seğitmek |
: |
Koşmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
seğmen |
: |
1.Üstü işlemeli heybe. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Düğün alayı, seğmen, cenazeyi defnetmeye gelenlere de sağmen denilir. “Hanı gelmedi mi Cennet Daha dünden öldü Memmet Yavrumun sağmeni gelmis Emmileri etsin minnet” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Fadıma’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
seğrimek |
: |
Seğirmek. |
seh etmek |
: |
Gerçekleştirmek, ispat etmek, sahi. |
sehap |
: |
Sahip. “Çadırı dutulu galdı Buydayı ekili galdı Duymadın mı Senem bacım Memmet eve sehap oldu” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
sehat |
: |
Saat. Evimizin yanı erik Cüverlerim delik delik Küpelernen sehatı Bana gönderik teberik Ayhan Karakaş, Feke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s.178. |
sehe |
: |
Gerçek, sahi. |
seheb |
: |
Sahip. |
sehebsiz |
: |
Serbest, başıboş. |
sehebsizlik |
: |
Sahipsizlik. |
sehel |
: |
Sefil. Sehel aslında yazları sıcak yerler için kullanılan sözcüktür. Özellikle Torosların Dağ Kolu Kadirli ve Çukurova için kullanır bu sözcüğü. “Bazdırlı bizim elimiz Döndü ahrete yolumuz Baban sehele gediyor Nasıl durucun yalınız” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
sehel memleket |
: |
Geben’in güneyinde uzanan Kadirli, Osmaniye, Ceyhan, Adana ve Mersin’in bulunduğu sıcak iklim kuşağındaki mahal için Andırın insanı tarafından kullanılır. |
sehelde |
: |
Düzlükte, Çukurova’da, sıcak memleketlerde. |
sehen |
: |
Bakır tabak. |
sehep |
: |
Sahip. “Çiçek veriyim eline Götür gater hep gülüne Gayınbabam darılıyor Sehep çıkamadım yavrum” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İclâl’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Emine Gök (Hodul Emine)) |
sehep çıkma |
: |
Tanıma, sahiplenmek. |
seher |
: |
Sabahın erken saatlerinde tan yerinin ağarmaya başladığı zaman. Yiğit olan yiğit atına biner Yiğitin başına kartal mı tüner Garip bülbül gelmiş derdine yanar Seherde bülbülü gülden tanıdım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.486 |
seher va:tı |
: |
Seher vakti. Çit eyle çimende yaylanı yayla Bizi Yaradan'ın fermanı böyle Seher vakti kalkıp bir hoşça söyle Anar m'ola Karac’oğlan dilleri Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.463 |
seher yer |
: |
Uzanıp yatmeye uygun yer. Yavru bülbül garib garib öticek Gül yerine şimdi sümbül biticek Yârim ile seher yerde yatıcak Çemen ver hey güzel Allah çemen ver Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.594 |
seherledi |
: |
Seher vakti girdi. |
seherlenmek |
: |
Şafak sökmek, ağarmak. “Bir alm’atdım yuvarlandı Yar yeri de tekerlendi Uyan Ali dezzem oğlu Dan yerleri seherlendi” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
seherleyin |
: |
Seher vakti anlamına gelen bir Avşar deyişi. |
seherliyen |
: |
Seher vakti. “Seherliyen habar geldi Yerden guşakcak yekindim Gelin m’oldun babamoğlu Gandan gına mı yakındın” (Andırın/Alınoluk Köyü, Fakılar Obası’ndan 1923 doğumlu Emiş Garı’dan derlenen ağıttan.) |
sehet |
: |
Saat. |
sehil |
: |
(Yaylacılara göre) Ova, Çukurova. “Hac’Osman yoluna dursun İrbehem harçlığın versin Acak eğlen mor beliklim Sehildeki oğlum gelsin” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
sehlik |
: |
1. Desteksiz atarak konuşmak. 2. Aklı eksik, esemesiz, görgüsüz (kimse) |
sehm |
: |
Tarlaların köylülere icarla işletilmek üzere verilmesi. “Sehm usulü büyük çapta kalktı bu topraklarda.” |
sekdelemeg |
: |
Tek ayak üstünde sendeleyerek yürümek. |
seke seke oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. SEKE SEKE İki grup halinde oynanan bu oyun dışarıda ve çok sayıda çocukla oynanır. İkiye ayrılan oyuncular, birer ebe seçerler. Ebeler, çocuklarına gizli olarak bir ad verirler. Sonra ebe önde çocuklar arkada sıralanırlar. Ebenin biri çocuklarını koyarak sekerek öbür tarafa gider. - Seke seke ben geldim - Neciye geldin? - Kavunla, karpuza. - Dolanıver pınar basına… Sekerek gelen ebe, diğer ebenin arkasında sıralanmış oyunculardan en arkadakinin gözünü kapatır. Kendi grubundaki çocuğun birini kendi verdiği adla çağırır. Gelince gözü kapalı olan çocuğun sırtına parmağıyla vurur, başını sağa sola çevirerek “Sağa bak, sola bak, karsındaki yıldıza bak” der ve gözünü açar. Çocuk kendisine vuran çocuğu bulmaya çalışır. Bulabilirse, vuran çocuk diğer ebenin arkasına geçer ve diğer ebe sekerek diğer tarafa gider. Oyun bu şekilde ebelerden birinin arkasında çocuk bitene kadar devam eder. (Aslı Ağcalar, Silifke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Mersin Üni., S.B.E.,TDE., ABD, Mersin, 2009, s. 234) |
sekerkennek |
: |
Seker iken. “Daşdan daşa sekerkennek Gapıdumdan akar gannar Uçan guşa car eyledim Düşman gurşun sıkarkannak” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Düşmanlarca Vurulan Üç Yoldaşın Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Höbek) |
seki |
: |
1. Keçilerin yatma yeri. 2. Taraça, düz ve yüksekçe yer. “Dinlen ağlar, birem birem söyleyim Arşı çarşı gider yolun var, dağlar Kamalaklı, kar’ardıçlı sekiler Selvili, söğütlü şarın var, dağlar” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yay. Dağ, İstanbul, 1984) 3. Sekili, atın bacaklarının ala olması. 4. Bölgemiz göçmen ağzında; küçük oturak. 5. Set, oturtulacak taş. |
sekilemek |
: |
Bir parça oturmak, ilişmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sekilenmek |
: |
Taş, kütük vb. yere dinlenmek için biraz oturmak. “Eski birer kamış kökü tümseğine sekilendiler.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sekilgen |
: |
Telaşlı, sıkıntılı kimse. |
sekilgen tutmak |
: |
Bir kimsenin istediği bir şeyin yapılmamasından kaynaklanansıkıntı, telaş. |
sekili |
: |
Ayağı sekili atı sattılar. Kimi atların ayaklarında bileğe, dize kadar bir ak olur. Buna sekil derler. “Sattılar ayak sekili (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
sekim |
: |
Sekerek yürüyüş. “Gül bülbülün sekiminden Perçem zülüf takımından Geçme mescit yakınından Çok namazlar böldürürsün” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 575 |
sekizbıyık |
: |
Yayın balığı. “Ceyhan Nehrinin en meşur ve klasik balığı sekizbıyıktır.” |
sekko, sekġo |
: |
Ceket, palto. 1960’lı yıllara kadar, yine çuttallıklarda dokunan günümüzün kot bezlerine benzer türdeki bezlerden diktirilen ceketlere sekko denilirdi. İlk zamanlarda içleri de astarsız dikilmekteydi. Aynı bezden köylüler ve Yörükler uzun yıllar hem sekko hem de şalvar diktirerek giydiler. Artan kesiklerini çobanlar bacaklarına dolak yaparak sardılar. “Yaldızlı filcan içinde Eşe nere gedik tabak Mevlâ’m bir evlat vermedi Sekoluca başı gabak” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
seklem |
: |
1. Yarım, biraz eksik. “Banadura ekip yazı bekleyen. (Cezmi Yurtsever, Andırın Tarihi, Adana 2007, S. 187-190, Kazım Temir’in Andırın Destanı isimli Şiiri) 2. Aklı tam olmayan, uçurdum akıllı. 3. Bir kilo buğdaya verilen ölçü. 4. Eksik, esik, at sırtında taşınmak üzere tam doldurmadan çuvala konan buğday. |
seklen |
: |
Kıldan çuval. |
sekmeç (ayak taşı) oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. SEKMEÇ (AYAK TAŞI) Genelde kız oyunudur ama erkekler de oynar. İki kişiyle oynanır. Yere bir dikdörtgen çizilir. Dikdörtgende kendi arasında altıya veya sekize bölünür. Yalafak (yassı) bir taş alınır. Tek ayakla sekerek taş hareket ettirilir. Taşın çizgilerde durmaması gerekir. Tüm kareleri taş çizgiye gelmeden tek ayakla sekerek gezen oyunu kazanır. (Hilal Gülben Gerek, Adana İli Pozantı İlçesi Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E. TDE. ABD, Adana, 2012, s.167) |
sekmek |
: |
Yörük usulü taş veya tahta merdiven. “1950-1960’lı yılların sonuna kadar, köylülerin tahta ve taşlardan yaptıkları bir katlı evlerinin merdivenlerine sekmek denirdi. Hatta altı yedi basamaktan ya da beş basamaktan sonra bir yemek masası büyüklüğünde bir genişlik tümü ile bırakılırken, oradan hem hayvanlara binilir, hem su sakaları, su fıçıları indirilip bindirilir, hem de sekmek yön değiştirirdi. Üç dört odalı, büyük sofalı bir katlı büyük taş duvarlı köy evlerinin sekmeği, düğünlerde gelin bindirip indirmede sağlamlığı açısından özen gören bir yerdi. Ayrıca o evin sahibinin maddi durumunun bir nevi aynası, evin sekmeleri olarak, yüzde seksene yakın kanaat yansıtırdı. O devirde tanesi iki buçuk lira olan çimento torbalarından her aile alamazdı ve taş sekmekler yapamazlardı. |
seknimek |
: |
Yağmurun yağmasının yavaşlaması. |
seko |
: |
Ceket, palto. |
seknimek |
: |
1. Eksilmek, durulmak. 2. Sakinleşmek, yavaşlamak. “Yağmur seknidi.” |
seksan |
: |
Seksen. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
seksek oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. SEKSEK OYUNU Bu oyun ikiden fazla kişi ile oynanır. Yere karelerden oluşan kutucuklar çizilir. Kare şeklinde çizilen çizgiler birden sekize kadar numaralandırılır. İlk oyuncu taşını bir numaralı kutunun içine atar. Genellikle mermer taş veya yassı kum taşı kullanılır. Taşın olduğu kutunun üzerinden atlayarak diğer kutulara sekerek gider. Tek kutu olanlara tek ayakla, çift kutu olanlara iki ayakla basılır. Sekiz numaralı kutuya gelince geri döner ve iki numaralı kutuya gelince tek ayağının üzerindeyken bir numaralı kutudaki taşı alır ve bu kutunun üzerinden atlayarak çizginin dışına çıkar. şimdi sıra iki numaralı kutuya gelmiştir. Taşı iki numaralı kutuya atar ve aynı şekilde sekerek gider ve dönüşte iki numaradan taşı alır ve üzerinden atlayarak çizgiden çıkar. Bu şekilde sekize kadar devam eder. Attığı taş bir çizginin üzerine gelirse, çizgiye basarsa ya da iki ayağı birden yere değerse oyuncu yanar. Sıra diğer oyuncuya geçer. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s. 220 - 221) |
seksen kapıya doksan değnek vurdum |
: |
Bir işi halletmek için çok gezmek anlamında söylenir. “Seksen kapıya doksan değnek vurdum.” |
sektirmemek |
: |
Dikkatle izlemek, fırsat vermemek. |
sektrop sektrop yürümek |
: |
Topallayarak yürümek. |
sel |
: |
Ağız akıntısı. “Ağzını seli aktı.” |
sel gelmeden selinti gelmek |
: |
Bir işe zamanından önce girişmek. |
sel önünden kütük kapmak |
: |
Zor işleri başarmak. |
sel sele gitmek |
: |
(Yağmur)Bardaktan boşanırcasına yağıp her yer sel içinde kalmak. “…bir yağmur yağmalı, Çukurovaya, ortalık sel sele gitmeli.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sela: |
: |
Sela. “Gapılardan bacalardan Selâ veren hocalardan Abilerden bacılardan Gardaş seni soruyorum” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
selâ |
: |
Sela, ölen birisinin adını minareden duyurmadan önce Arapça olarak okunan bir çeşit dua. “Selâ da verir fakılar Gelin görüme dakılar Gurbet elde eşi ölen Alır pırtısını kokular” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Almanya’da Ölen Kişiye Ağıt, Kaynak Kişi: Hatice Çerçi) |
selam eylemek |
: |
Selam söylemek. Benden selâm eylen kavli yalana İnanmam ağalar yüzü gülene Kefen kısmet olmaz güzel sevene Beni yârin yağlığıyla saralar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.576 |
sela:n |
: |
Atkı, salma, bir ihtiyacı karşılamak için gereken parayı, tahılı, durumuna göre köylü arasında paylaştırmak. |
selavat |
: |
Salavat. |
selayet |
: |
Yetki. “Âşık Ali’m öğretmeni üverim, Bilirlerse dilim ile düverim, Selayetim olsa burdan guvarım, Biri Gayseri’li biri Suvancı” (Andırın’dan Ali Balıkçı) |
selbi |
: |
Selvi, servi. “Mescidin selbi söğüdü Verseler almam öğüdü Hatın gızım heç bulaman Emmim oğlumu yiğidi” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Üç Kardeşin Ağıdı - 2, Kaynak Kişi: Döne Ekici) |
selbice |
: |
Servi gibi. |
selcik |
: |
Yersiz konuşma. |
seldiren |
: |
Aralıklı, seyrek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Osm.) |
sele |
: |
1. Üstüne yufka ekmek konulan sapı olmayan sepet. 2. Kulpsuz, yayvan çamaşır sepeti. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 3. Hasırdan örülmüş düz tabla. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 4. Kulpsuz yayvan çamaşır sepeti. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 5. El açık durumdayken işaret ve başparmağının arasındaki genişlik, ölçü. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sele serpe |
: |
1. Gelişigüzel, rastgele. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Sere serpe. |
selem |
: |
1. İm, belirti. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Bilgi. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. Gürültü. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 4. Selam, karşılama. “Çavuş Bekir düğün gurmuş Koç ayağıma okuntu salar Semen beriden çıkışır Gır at selemine durur” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Askerde Ölen Kâmil’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Emine Gök (Hodul Emine)) |
selemek |
: |
Tahılı yada meyveyi sepette sallayarak çöpünü ayırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
selemet |
: |
Uzak yer, öte. |
selemle |
: |
Yaprakları çiğ olarak yenilen bir tür yeşil ot. |
selemlig/k |
: |
Karşılama. “Çavuş Bekir düğün gurmuş Bohça okuntu salmamış Semen beriden varırkan Gırat selemlige durmuş” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Saplıcandan Ölen Vaysal Ağa’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Ekici) |
seleŋ |
: |
1. Ses, gürültü. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Sava, haber, bilgi. 3. Çevre, civar. |
selensimek |
: |
Oyalanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
seleser |
: |
Baştanbaşa. “Ömer öldü deyinceğiz Doğrultamadım belimi Bir daha duvara vurmam Seleser çiçek kilimi” (Kaynak: İbrahim Davutoğlu, Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
selgi kulak |
: |
Kulağı düşük eşek, at. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
selim |
: |
El dokuma aygıtında tarağın bulunduğu bölüm. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
selinti |
: |
Derelerin taşması neticesinde, selin sürüklediği odun. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
selintisi Bağdat’ta kalmak |
: |
İş işten geçmek, çağı geçmek. |
sellavı |
: |
Aklı noksan, duyarsız. |
selleme |
: |
Dere kenarında ve sulak yerlerde yetişen semizotuna benzer bir ottan yapılan yemek ve böreğe verilenad. Malutra da bir ot heye dereotu gibi selemle gibi ama şekli farklıolur. |
sellik |
: |
1. Salya. 2. Tükrük bezi. 3. Boyuna takılan önlük. |
sellim |
: |
Ebegömecinin kaynatıldıktan sonra suyunun süzülmesi ve tuzlanıp yenilecek hale gelmiş şekli. |
selsebil |
: |
Tatlı ve hafif su. Cennette bir çeşme adı. |
selvi |
: |
1. At arabalarının yanlarındaki küçük direkler. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Servi, daha çok Akdeniz bölgesinde yetişen ince ve uzun bir ağaç türü. Karaca Oğlan der bu yer neresi Altunoluk Pınarbaşı çehresi İnce belde saçlarının turası Boyu selvi endam akla ziyândır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.599 |
selviye dönmek |
: |
Boyu uzamak. Boyunu uzatmış selviye dönmüş Cennet-i Alâ'nın gülü bu gelin Söyledikçe şeker akar dilinden Korkarım ki sana göz değer gelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.549 |
seme |
: |
Esemesiz, sersem, budala, ahmak, aptal, akılsız. |
semehmek |
: |
Bayılmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
semeleşmek |
: |
Düşünememek, aptallaşmak. |
semen |
: |
Seğmen. “Çavus Bekir düğün gurmuş Bohça okuntu salmamış Semen beriden varırkan Gırat selemliğe durmuş” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Saplıcandan Ölen Vaysal Ağa’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Ekici) |
sêmen |
: |
Seğmen, düğün alayı, cenazeye katılanlar. “Çifte davul çifte düdük Ahacık sêmen atlandı Arabasın beri çekin İçerde cehez gatlandı” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Ömer Ağanın Kızı Hayriye Hanım’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
semender |
: |
Su kertenkelesi, ateşte yaşayan efsanevi bir hayvan. |
semeri devirmek |
: |
Yan yatmak, şeytan azdırmak. “Semeri devirmişim.” |
sen gardaşa ağlamıyon/ Eşe seni döğdürürüm |
: |
Ağıtlarda kullanılan bir kalıptır.Ölünün yakınlarının ağlamaması hoş karşılanmaz. Makbul olan çırpına çırpına, kendini yerlere atıp üstünü başını yırtarak ağlamaktır ki bu şekilde ağlayanlara güzel ağladı derler. Ölü yakınları böyle ağlamasa bile sessiz sessiz gözyaşı dökmelidir. Hiç ağlamayana “Yazıklar olsun, el gibi durdu, gözünden bir damla yaş bile gelmedi derler.” |
sen sa: |
: |
Kendi kendine. |
sena: |
: |
Övme, öğüş. Ömrüm uzun eyle Bârî Hudâ Hamd ü senâ şükür etmek isterim Çalışıp kazanıp nefis taamlar Dişlerim var iken yemek isterim” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 501 |
senek |
: |
Çam ağacından yapılmış su testisi. |
senelmek |
: |
Yıllanmak, çökmek. |
senem |
: |
Çam fıstığı ağacı. “Lâhuri saçağı, sırması telden Arasan bulunmaz değme bir elden Ne selvide, ne senemde, ne daldan Hiç görmedim böyle usul boy, dedi” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yay. Dağ., İstanbul, 1984) |
seng |
: |
Taş, taşlık yer, kayaların güneş görmeyen dip kısmı. “Senin meskenindir kayalar sengi Kokusu menevşe güldür irengi Aradım dünyayı bulunmaz dengi Güzel yatağında biter menevşe” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
sengir, seŋir |
: |
Bayır, yokuş yer. |
seni deyi gelmek |
: |
Güvendiği için gelmek, isteğinin yerine geleceğine güvenerek gelmek. “Sultanoğlu, ben İsmail Ağanın hatunuyum. Bu da oğlu Mustafa. Seni deyi geldik.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
seni: |
: |
Seninki. |
seni:ne |
: |
Seninkine. |
seni:nen |
: |
Seninle. “Yörü, yörü diyor - seni:nen barabar gedecâk. Ben işi yaptım adamlar seni götürecek diyor.” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Yukarı Çukurova Masallarında Motif Ve Tip Araştırması) |
senin içtiğin şovra gadar ben döşüme döktüm |
: |
Bu konudaki deneyimim senden kat kat fazladır. “Senin içtiğin şovra gadar ben döşüme döktüm.” |
seninki murt yemek değil b.k. karartmak |
: |
Yapmış olmak için yapmak, yapmadı demesinler diye yapılan iş. |
senir |
: |
1. Kurumak üzere olan odun parçası, ne kuru ne yaş ikisinin arası. 2. Dağ burnu, iki tepe arasında dik olarak uzanan sırt. “Senirlerde yanık türkü dilimde Kepenek sırtımda, bağcak kolumda Çifte omzumda gaval belimde Koyunu yaydığım aklıma düştü” (Aşık Karamehmet, Kaynak: Erdoğan Aslıyüce, Çukurovanın Yıldızı Ceyhan, Adana 2008) |
senit |
: |
Ekmek tahtası. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Ekmek tahtasının, üzerinde ekmek kesileni değilde, üzerinde hamur açılıp, yufka yazılan ve dikdörtgen şeklinde olanıdır.” |
seniynen |
: |
Seninle. |
senli benli |
: |
Yakın ilişki içinde olmak. |
senmek |
: |
(Meyve) Canlılığını yitirmek, sormak, büzülmek, pörsümek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sennen |
: |
Seninle. “Gelin oturak ağlıyak Biz de garalar bağlıyak Yekin uykudan pederim Sennen ilâhi söyliyek” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İmam Tahir’in Ağıdı (Babaya Ağıt), Kaynak Kişi: Hacer Temiz) |
sepelemek |
: |
(Kar, yağmur) İnce ince atıştırmak, seyrek damlalar halinde yağmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) “Karanlık kavuştu, yağmur da yeniden ufak ufak sepelemeye başladı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006)
Yaylası ufak tepeler Yağar yağmur kar sepeler Kulakta altun küpeler Hemen güzel sende m'olur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.623 |
sepeti seyrek |
: |
Anlayışı kıt, aklından noksan. |
sepetlağ |
: |
(“a” uzun söylenir.) Un değirmeninde, tepesi aşağı gelmiş piramit biçiminde olan, içine konan buğdayın dönen değirmen taşının ortasına dökülmesini sağlayan ahşap hazne, unluk buğdayın konulduğu yer. |
sepetla:sı bö:k |
: |
Karnı büyük. “Sepetlâsı bö:k.” |
sepetleğ, sepetleğe |
: |
Un değirmeninde, tepesi aşağı gelmiş piramit biçiminde olan, içine konan buğdayın dönen değirmen taşının ortasına dökülmesini sağlayan ahşap hazne, unluk buğdayın konulduğu yer. |
sepetli motur |
: |
Yük taşımak için yanına sepet monte edilmiş motosiklet. |
sepgen, sepken |
: |
Karla karışık yağmur. “Kara bulut gibi de göğe ağarım Sulu sepgen gibi de yeri döverim Oğlan can ömrünü kapında savarım Yutarım seni ağısan da efendim.” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
seplen |
: |
Yarıya kadar dolu. |
sepli |
: |
Düzgün, iyi, terbiyeli. |
sepmek |
: |
Serpmek, herhangi bir nesneyi (buğday, arpa, su gibi) etrafa dağıtarak saçmak. |
septirmek |
: |
Kaptaki suyu savurarak dökmek. |
sepsiz |
: |
Terbiyesiz, biçimsiz, şekilsiz. |
ser |
: |
Baş. Yiğidin eysini neden bileyim Yüzü güleç kendi yaman olmalı Kasavet serine çöktüğü zaman Gönlünün gamını alan olmalı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.419 |
serancam |
: |
Baş belâsı. |
seratıl |
: |
Toprak ev yapımında kullanılan bağlantı direkleri. Onlar sadece Taşır biz serātıl dėriz bunara. |
serbes |
: |
Serbest. “Deponun da önü çarşı Oturmuşlar karşı karşı Serbes gezin onaltılılar İzin veriyor binbaşı” Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Şehide Ağıt, Derleyen: Abdülaziz Yılmaz, Kaynak Kişi: Ahmet Duran Yılmaz) |
serbest serbest salınmak |
: |
Rahat rahat dolaşmak. Yanaklar dopdolu imiş gülinen Aklım aldı serbest serbest salınan Elin yâri yeşil geymiş alinen Benim yârim sade geymiş bellidir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.598 |
serçe bannag |
: |
Küçük parmak. |
serçe oyunu |
: |
Düğünlerde oynanan seyirlik bir oyun. Serçe Oyunu: Düğünün ilk günü geç saatlerde oynanır. Oyuna başlamadanönce bir ebe seçilir. Seçilen ebenin arkasına 8–10 kişi dizilir. Ebenin elindeuzunca bir çubuk olur. Ebenin arkasına dizilen kişiler her hareketinde ebeyiaynen taklit etmek zorundadır. Ebe oturursa onlarda oturur, ebe koşarsa onlardakoşar, ebe elbise çıkartırsa onlarda çıkartır. Oyunun en dikkat çeken hareketiherkesin ebe eşliğinde kıyafetini çıkarmasıdır. İç çamaşıra kadar kıyafetlerçıkarılır yere bırakılır. Yere daire şeklide bırakılan kıyafetlerin etrafında 3-4 turoynanır. Sonra ebe hem oynar hem de sırayla kıyafetleri giymeye başlar, diğeroyuncularda aynısını taklit etmeye çalışır. Aynı hareketi yapamayan oyuncularaebe çubukla vurur ve cezalandırılır. Bu hareketler yapılırken davulcu yöreye ait“it yola düştü” havasını çalar. (Suat Savur, Adana İli Tufanbeyli İlçesi Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üni., SBE., TDE. ABD, Adana, 2010, s.189). |
serdar |
: |
Askerin başı, kumandan, lider, önde gelen. Çıkmış gelir evden beri Billâh güzeller serdarı Cellât olmuş gamzeleri Dost canıma kıya gelir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.609 |
sere |
: |
Sera. |
serencam |
: |
Macera. |
serfet |
: |
Servet. |
serfiraz olmak |
: |
Yükselmek, benzerlerinden üstün olmak. |
sergen |
: |
1. Meyve, sebze, tahıl vb. serip kurutma yeri. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Bu yerde kurutulmakta olan şey. “Evli diyel daha ergen Yoncalı’ya olmuş sergen Yok mu bu yiyidin evi? Üsdüne getirin yorgan babamoğlu” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Yoncalı Ömer’in Ağıdı - 2, Kaynak Kişi: Âşık Mustafa Keleş) 3. Çeltiği hasattan sonra kuruması için döktükleri alan. “Ali ergen, Mehmet ergen (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
sergi |
: |
Yaygı, kilim. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sergin |
: |
Çok, bol. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
seriç |
: |
Seyrek dikiş. |
serig gimi |
: |
Çok kirli. |
serik |
: |
1. Küp ağzına kapatılan deri parçası, küp kapağı. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Küf, kir. “Uyuya uyuya gözleri şişer Kakar çıkrığının dibine işer Çökeliğine Serik düşer Yiğit olan kötü avrat almasın Alırsada mencilise gelmesin” (Kaynak: Andırın Büveme Köyü’nden Cinnilerden Ahmat Kıvrak Cinne-met) |
serimek |
: |
İrade dışı derinin gerilmesi, tik, seğrimek. |
sermie |
: |
Sermaye. “Sermiem yog ki düven açam” |
sermiye |
: |
Sermaye. “Sevi Süleymen’im de ohunu haviye atar Gam çekmen gardaşlar da her işler biter Yidin sâlığı da sermiye yeter Su aķdi yere de aķmamı dersin” (Ahmet Caferoğlu, Anadolu Ağzı Derlemeleri, Maraş Bölümü, Kaynak kişi: Tokmaklı’dan Ehmet Kılıç) |
serpene |
: |
70-80 santimetre uzunluğunda bağ sargı kazığı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) “Aslında ben çok heykaye bilirim de, akıl mı kaldı. Yaş yetmiş iş bitmiş. Bizim buralarda ağa dedin mi iş durur. Eskiden bizim buralardan merkeplere odun, serpene yükletilip Maraş’a satmaya gedilirdi. Gelir iken de aldığın para ile gaz, duz, sabun, kirpit, o günün behrinde ehtiyeç ne ise alıp gelirdin.” (Hasan Ejderha, Heykayeler, Edik Dergisi Sayı: 51) |
serpenek |
: |
Çatı saçağı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
serpente |
: |
Eskiden, evlerin önündeki çıkıntı, balkon. “Karısı Fadıma ise evin serpentesine kurulu ıstarın başına geçmiş, çul dokuyordu. Bir ara karısına dönen Kır Ali; Bu oğlan iki-üç gündür getdi geldi heç bir şey konuşmadı. Şunun ağzını bir ara bakim. Ben durumunu beğenmiyom. Bizden Oğrun bir şey yapıyor gibi geliyor bana diye söylendi” (İbrahim Boysal - Dönük (Roman) Cadde Yayınları, İstanbul 2006, I. Baskı) |
serpenti |
: |
Eskiden, evlerin önündeki çıkıntı, balkon. “Herkesi yerinden yatağından ettik. Biz şö:le serpentiye oturak diye, konağın ön çıkıntısına doğru yürüdü.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
serpinti |
: |
(Kar, dolu vb.) Döküntü, küçük parçası. “Erciyes’e dolu yağmış Serpintisi bize değmiş Hatirlenme nazlı kızım Emir büyük yerden gelmiş” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) |
serpme |
: |
1. Yelden korumak için bağ çubukları boyunca çakılan kazıklar. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Bir çeşit balık ağı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
serpmeçul |
: |
İşli, nakışlı, bir çeşit çul. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
serpuş |
: |
Bir tür başlık. “Kılcan derler şu köylerin sırası Rasaf söker benim göğsüm yarası Bakıda’nın çoktur kaşı karası Eğdirmiş serpuşun telli görünür” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 628 |
seklem akıllı |
: |
Tam akıllı olmayan, aklında eksiklikbulanan. |
sert |
: |
İnatçı, Kabul etmeyen. Karac’oğlan der gez eli yurtları Konuşalım başa gelen derdleri Sevmeseydim senin gibi sertleri Ah n'eyleyim akıl başa yâr değil Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.479 |
sertermek, sertelmeg |
: |
Sertleşmek, havanın soğumaya başlaması. |
serüm |
: |
Serum. |
server |
: |
Baş,başkan, ulu, reis. Kömür gözlüm senden ahdım alırım Alamazsam ben bu dertten ölürüm Güzeller içinde arar bulurum Güzeller serveri geysin karalar” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 577 |
servi revan |
: |
Uzun boylu, selvi gibi sallanarak yürüyen güzel. “Şimdi kömür gözlüm çıkar Çıkar da yollara bakar Âşıkın odlara bakar Boyu serv-i revan şimdi” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 442 |
servi semen |
: |
Yasemene benzeyen güzel. “Boyun bir serv-i semendir Âşıka cevrin yamandır Sevdiğim bilmem nedendir Öptükçe güzel olursun” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 567 |
servi zaman |
: |
Dönemin uzun boylu güzeli. “Tığlanmış gamzesi kâr eder cana Benim yârim benzer hörü gılmana Şu Antep elinde serv-i zamana Orda eser bâd-i sabâ yelleri” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 463 |
ses selem |
: |
Ses seda. |
sesdenmek |
: |
Seslenmek. |
sesdenmelik |
: |
Gerdek gecesi gelini konuşturmak için güveyin verdiği para. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
seslemek, sesmek |
: |
Gelişmek, büyümek, yetişmek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
seslemek |
: |
Dinlemek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sessiz |
: |
Dolma tüfek. |
seşmek |
: |
Seçmek. |
set |
: |
1. Evlerde yatak koymaya yarayan duvar girintisi. 2. Oturulacak yer. |
se:t |
: |
Saat. “Hocam da yalınız yatar Setini kimler dakar Soyka deyik veremiyom Setini kimler dakar” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
seten |
: |
1. Zaten. 2. Kağnılarda, daha fazla saman yükleyebilmek için yanına eklenen gerili bezler. 3. Döğme, yarma değirmeni. |
seten seyrek |
: |
Ara sıra, seyrekçe. |
seterekli |
: |
Nasıl davranacağı pek bilinmeyen, tutarsızdavranan. |
setik |
: |
İnce bulgur, bulgurun küçüğü, simit, köftelik bulgur, irmik. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
setik bazlaması |
: |
Setik ekmeği. |
setirikli |
: |
Kuşkucu, şehlikliği ve dağınıklığı huy edinmiş kişi. |
setre |
: |
Eskiden giyilen düz yakalı, önü ilikli bir çeşit ceket. |
sevap |
: |
İyi ve güzel işler için Allah tarafından verilen karşılık. Ne bilir güzeli sevmesin ahmak Sevapdır güzelin yüzüne bakmak Fırsatın bulup da yanaktan öpmek Can cefâ götürmez tez kara gönlüm Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.515 |
sevay |
: |
Değerli bir Hind kumaşı. |
sevda |
: |
Güçlü sevgi, aşk. Karac’oğlan der ki gönül yorulur Yâr sevdası bu başıma derilir Aklım yetti kimse kalmaz kırılır Dünyayı ataşa yakar bu gelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.552 |
sevda gelmek |
: |
Aşık olmak. Yenile bir sevda geldi serime Koymazlar ki gidem kendi yoluma El uzatman benim gonca gülüme Allı turnam harmandalı döndü mü Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.641 |
sevdalı |
: |
Aşık. |
sevdaya düşmek |
: |
Aşık olmak. Şimdicek bir sevdâ düştü serime Biter gülü anın da bahar kelli Göz göz oldu sînemdeki yaralar Sinemde delik delik bahar kelli Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.448 |
sevdaya yeldirmek |
: |
Aşka düşürmek. “Beş yaşında akıl geldi başıma On yaşında gider oldum işime Varıp da değince on beş yaşıma Bir kuru sevdâya yeldirdin beni” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 457 |
sevde |
: |
Sevda. |
sevdirme |
: |
İki parçayı birbirine uyacak şekilde düzenlemek. |
sevenner |
: |
Sevenler. “Ruhi’m yerin cennet olsun Sevenner bandımı çalsın Geride hatıra galsın Bu garib Hacı’nın sözü” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Tra-fik Kazasında Ölen Ruhi’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Bayram Tüten) |
sevik |
: |
Dost. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sevinci kursağında kalmak |
: |
Bir olgudan dolayı tam sevinmişken, sevinç konusu ortadan kalktığı için, sevinemez olmak. “Şu Memidik yüzünden umutları suya düşmüş, sevinci kursağında kalmıştı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sevincik |
: |
Aşırı derecede sevinme hareketleri. “Biraz sonra, ocaklı odanın köşesindeki, cağlak denen yıkanma yerinde kocasının başına su koymakta olan Döndü; bir yandan uyanmak üzere olan oğluna bakarak; Kerim seni görünce sevincik delisi olur şimdi. Amma dışarıda ağzından gaçırıp da babam geldi derse, dedi.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
sevincik delisi |
: |
Aşırı sevinen. |
sevinçten g.t atmak |
: |
Pek çok sevinmek. “At ölecek. Bak, muhtar ne diyor, sen burada kalasın diye, at ölecek diye sevincinden g.t atıyor.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sevindik abdal |
: |
Elindeki imkȃnlar veya durumlarnedeniyle nasıl davranacağını bilmeyen. |
sevindirik |
: |
Çok sevinmiş kimse. |
sevindirik olmak |
: |
Sevinçten deli gibi davranmak. |
sevmeli değil |
: |
Sevmemeli. Turnalar katarla havada kışlar Bak başıma geldi gördüğüm düşler Size derim size yâren yoldaşlar Kavli yalan dostu sevmeli değil Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.477 |
sevret |
: |
Servet. |
seybana |
: |
Gezinti. |
seyersiz, seyirsiz |
: |
Ne yaptığını bilmeyen,görgüsüz, cahil kişi. |
seyfi (sifî) |
: |
1. Asker zümresi. 2. Güzel gözlü bir av kuşu ki yavaş uçup avına hızla saldırıverir. “Öşekçi’nin güneyine Seyfi tüner tüneğine Üç tuğlu vezir inerdi Kardeşimin konağına” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)
Yüce dağ başında can otu biter Bir zalim geldi de ölümden beter Seyfîsi top olmuş kuzusu öter Çekilmez elvanı nazı dağların Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.539 |
seyibine |
: |
Başıboş olarak. |
seyik |
: |
Kırılan kol ya da bacak yerleştirildikten sonra üstüne bastırılarak sıkıca bağlanan ince ağaç, tahta ya da demir çubuk. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
seyil |
: |
1. Kuytu, ılık yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2.Göçebelerin kışladığı düzlük, ova, vadi. 3. Engin, sahil. “Aççı’ya pınar eştirdim Zilfim gelir içer deyi Daha umut ediyordum Seyil evi göçer deyi” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Ömer’in Ağıtı, Derleyen: Serdar Saygı, Ahmet Kıncı, Kaynak Kişi: Dudu Kalender)
Sana derim sana şol koca Düldül Çekildi seyilden yaylaya bülbül O kızın bahçası menekşe sümbül Kız koynunda gül görünür gözüme Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.409 |
seyip |
: |
Başıboş, serbest dolaşan kimse ya da hayvan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
seyip Allah seyip |
: |
Tamamen serbest. |
seyiplemek |
: |
Başıboş bırakmak, bırakmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
seyir edememek |
: |
Bakamamak, göz gezdirememek. Der ki Karac’oğlan her gün ağlarım Eski derd üstüne derdler bağlarım Başı al lâleli yüce dağlarım Çıkıp edemedim seyr bahar kelli Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.448 |
seyir eylemek |
: |
Seyreylemek, bakmak. Yeni geldi Arab atın sökünü Seyir eyle sağa sola bükeni Helâl edin tuz ekmeğin hakkını Varamıyom beni burda eğler var Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.583 |
seyirde görmek |
: |
Seyrederken görmek, gezip dolaşırken görmek. Ne bakarsın melil olup İk'elin yanına koyup Dün gece seyrimde görüp Hayalın kurduğum yeter Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.593 |
seyirlemek |
: |
Döğme içindeki taşları ayıklamak için su ile temizleme. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
seyirsiz |
: |
1. Sözünü bilmeyen, densiz, münasebetsiz. 2. Görmek istenilmeyen kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
seyirtmek |
: |
Acele ile koşmak, kaçan birinin arkasından koşmak, kıvlamak. |
seyis |
: |
İğdiş edilmiş iki üç yaşında enenmiş erkek keçi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç.) |
seyit |
: |
1. Et tahtası. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Ekmek tahtası. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
seyitmek |
: |
Seyirtmek, peşinden koşmak. |
seymen |
: |
Gelin alayı, düğünlerde gelini almaya giden topluluk. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
seymen haralı |
: |
Üstün tutulan büyük bir çeşit çuval. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
seyp etmek |
: |
1. Başıboş bırakmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Boşandırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
seyr edüben gelir |
: |
Akarak gelir. |
seyran |
: |
Seyretme, gezme. Üç kumrudur su başında ötüşür Yol üstünde bana seyrân yetişir Yatışır mı deli gönül yatışır Avcıyım amm'anlar benden şahandır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.600 |
seyran eylemek |
: |
Seyretmek. Gelin der ki yaylaları yaylarsın Çıkar yükseklere seyrân eylersin Kuzum kız sen niçin yalan söylersin El değmemiş arıda bal olur mu Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.429 |
seyran yeri |
: |
Gezilecek yer. Salınıp seyrân yerine Çıkan dilber kiminsin sen Siyah zülfün mâh yüzüne Döken dilber kiminsin sen Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.532 |
seyran yetişmek |
: |
Seyretmek yeter. Üç kumrudur su başında ötüşür Yol üstünde bana seyrân yetişir Yatışır mı deli gönül yatışır Avcıyım amm'anlar benden şahandır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.600 |
seyrana çıkmak |
: |
Gezip dolaşmaya çıkmak. Yaz gelince soğuk pınarlar akar Bitmiş geyik göbeği hoşça kokar Salınıp güzelim seyrâna çıkar Gördükçe artıyor figanım dağlar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.577 |
seyrangah |
: |
Seyri iyi olan yer, gezip dolaşma yeri. Hep güzeller seyrângâha çıkmışlar Onlar da birinin ahdin tutmuşlar Güzel sevenlere yasak etmişler Ben yasak tutmaya kadir değilim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.498 |
seyredüben |
: |
Seyrederek, gezinerek. Seyredüben gelir Karadeniz'i Kanları yok sarı sarı benizi Öğün etmiş kara domuz etini Dinleri var bizim dine benzemez Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.648 |
seyrek |
: |
Az görünen. |
seyreltmek |
: |
Sık olan şeylerin bazısının ortadankaldırılmasıyla aradaki mesafenin artması, sık kullanımınazalması, mesela sigarayı séyreltmek, daha az sigara içmek. |
séyremek |
: |
Sık olan şeylerin aralarındaki mesafeninartması. |
seyretmek, seğirtmek |
: |
Koşmak. |
seyrimek |
: |
Hücre kıpırtısı, hafif kıpırtı. |
seyyah olmak |
: |
Geziye çıkmak, gezgin olmak. Seyyah oldum gezdim gurbet elleri Kâr etti bağrıma yeter ayrılık Söyleyeyim başa gelen halları Ölümden çok çektim beter ayrılık Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.473 |
seyyal |
: |
Akıcı, akan, akışkan. |
sı:mag |
: |
Sığmak. |
sı:namamag |
: |
Fazla yemek yemekten dolayı rahatsız olmak, hazımsızlık çekmek. |
sı:nç olmak |
: |
Sığınmak. |
sı:ntı |
: |
İstenmeyen insan, birilerinin yanına sığınmış kimse. |
sı:r |
: |
Sığır. |
sıcak geçmek |
: |
Güneş çarpması. |
sıcak gızıncak |
: |
Öğle üzeri hava ısınınca. |
sıcak soğuk oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. SICAK SOĞUK Erkek kız karışık oynanan bir oyundur. En az üç kişi ile oynanır. Ne kadar kalabalık olursa o kadar zevkli olur. Oyuncular arasından bir ebe seçilir. Saklamak üzere bir nesne seçilir. Ebe oyun alanının dışına çıkartılıp geride kalanlarla bu nesne saklanır. Ebenin görevi bu nesneyi bulmaktır. Ebe nesneye yaklaştığında diğer çocuklar “sıcak, sıcak” diyerek heyecanlı bir şekilde bağırırlar. Ebe nesneye o bölgede aramaya başlar. Nesneden uzaklaştığında ise çocuklar “soğuk, soğuk” derler. Bu sefer ebe nesneyi farklı bölgelerde aramaya başlar. Ebe nesneyi bulunca kendi istediği birisini ebe seçer. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s. 221) |
sıçan olmadan fak kesmiye kakma |
: |
İşinde olgunlaşmadan ahkam kesmeye kalkma. “Sıçan olmadan fak kesmiye kakma.” |
sıçığ |
: |
Soru. |
s.çıp sıvamak |
: |
En kaba biçimde sövmek. “Meryemce karı da ona s.çıp sıvar.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sıçırama |
: |
SWıçrama. |
sıçıramag |
: |
Sıçramak. |
sıçıriyeşin |
: |
Sıçrayınca. |
sıda |
: |
Öfke, hiddet. |
sıdalanmak |
: |
Tedirgin olmak, endişelenmek. |
sıdaralı |
: |
1. Öfkeli, hiddetli. 2. Değerli, kıymetli. 3. Nazlı, sıtaralı. |
sıdırmak |
: |
Patlatmak, ezmek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sıdk |
: |
Doğruluk, sözünde durmak. Sıdkıla baktım da güzelin genci Ağzının içinde dişleri inci Al Yusuf alması Aydın turuncu Göğsü katar katar düğmeli gelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.546 |
sıdk ile bakmak (sıtkınan bakmak) |
: |
İçten gelerek hayranlıkla bakmak. |
sıdkı bütün |
: |
Sözüne güvenilir, inanılır kimse. Ağır idin cilve ile naz ile Sînemi doldurdun acı söz ile Ahdim olsun konuşmaya kız ile Sıdkı bütün yârim idin bir zaman Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.522 |
sıdkı sıyrılmak |
: |
Umudunu kesmek, o işten fayda gelmeyeceğine inanmak. |
sıdkile |
: |
İçten bağlılıkla. |
sıfat |
: |
1. Yüz, çehre. “Koç yiğidin eğlencesi saz imiş Gafılin geçirdim ömrüm az imiş Sıfat kocar gönül kocamaz imiş Dosta gider ikin yolda tanıdım” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 486 2. Görünüş. “Atıma binip gideyim mazamaz Her yiğit sevdiği ile gezemez Sıfat kocar ama gönül kocamaz Şimdi gönlüm bir yosmaya vurgundur” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 620 |
sıfın |
: |
1. Sarp aşılması güç, kayalık yerler. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Çakıl. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 3. Ender olarak selin oluşturduğu yığın. 4. Çakıllı sarp dereler. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
sıglet |
: |
Sıcak hava. |
sıgmaç |
: |
Çiğ köfte, mercimek köftesi vb. nin ağuç içine alınarak topak hale getirilmiş hali. |
sığ |
: |
Çığ. “Sığ öteden yürüyüşün Öldüm yalvarı yalvarı Ben ölüyüm sürmeli eşim Kürtler geyinmiş şalvarı” (Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
sığamak |
: |
Sıvazlamak. |
sığanıs |
: |
Bir çeşit alıcı kuş, zağanos. “Sığanıs kuşları inanışa göre avını yakalayamayınca kendi gölgesini kovarmış.” |
sığazlamak |
: |
El içi ile bir şeyi düzler gibi yapmak, okşamak, sevmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
sığıç |
: |
Sığınan kimse, sığıntı. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
sığım sığım |
: |
Zırıl zırıl, derinden derine, içli içli (ağlamak) |
sığın |
: |
1. Çatal boynuzlu, iri benekli geyik, dağ keçisi. Göllerinde kuğuları yüzüşür Meşesinde sığınları böğrüşür Güzelleri türkü söyler çığrışır Dilleri var bizim dile benzemez Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.648 2. Sığırcık. 3. Geyiğin iri ve benekli kısmı, dağ keçisi. “Yüce dağ başında sığınlar gezer Derindir göllerin bahriler yüzer Dilin şeker olmuş şerbetler ezer Altın tas içinde bala dönmüşsün” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
sığınamamak |
: |
Çok yemeden dolayı mide rahatsızlığıgeçirmek. |
sı:r |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; sığır. |
sığırcık |
: |
Serçegillerden, en çok çatılarda yuva kuran, siyah benekli, uzunca gagalı, serçeden iri kuş. |
sığırtmaç |
: |
Çoban. |
sığlaşamamak |
: |
Çok yemeden dolayı hazımsızlık çekmek, yerleşememek, bir yere sığmamak. “Köy köy üstüne olur da ev ev üstüne olmaz ımış. Cin eniği gimi dört çoçuğuyunan heç bir yere sığlaşamaz.” |
sığma sayalı |
: |
Yakası işlemeli üst giyeceği. “Hey der Karac’oğlan sığma sayalı Heç aklımdan çıkmaz yârin hayalı Başları ardıçlı yalçın kayalı Dağları gördüm de bulandım bugün” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 571 |
sığnak |
: |
Sığınak. |
sığnanmak |
: |
Toplamak. |
sığnar |
: |
Akraba, yakın. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sıhım |
: |
Sıkım, bir elin içine sığan miktar. |
sıhırcım |
: |
Bir kimseyi sıkıştırma. |
sıhırcım yapmag |
: |
Sıkıştırarak çalıştırmak. |
sıhışıg |
: |
Dar, paraya ihtiyaç duyma hali. |
sıhışmag |
: |
Parasızlık çekmek, paraya ihtiyaç duymak. |
sıhmak |
: |
Sıkmak. “Topaçlan, topaçlan, sıhan, sıhan, onu süzegden bö:le süzâ çala, çala, çala, bö:le altına geçer. Onu bir don gazanına goyan.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
sıhrana |
: |
Üzüm sıkılan yer, şıralık. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sıkarkannak |
: |
Sıkar iken. “Daşdan daşa sekerkennek Gapıdumdan akar gannar Uçan guşa car eyledim Düşman gurşun sıkarkannak” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Düşmanlarca Vurulan Üç Yoldaşın Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Höbek) |
sıkarlamak |
: |
Sıkıştırmak, zorlamak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sıkdırma |
: |
1. Dar, vücuda yapışan. “Püsgüllü fesi başında Sıkdırma yelek döşünde Gıyma Gadir Mevlâ’m gıyma Ergen on sekiz yaşında” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 2. Korse gibi beli saran kemer. Bellerinde gördüm Lâhur şalını Yanakları gülden almış alını Al sıktırma kavuşturmş belini Güzelleri buldum bunlar sultandır” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
sıkı çaputu,bezi |
: |
Dolma tüfeklerde, barutu ve kurşunu namlunun dibine sıkıştıran bez, dolgu. |
sıkılık |
: |
İşin üst üste gelmesi, yoğunluk. |
sıkılır |
: |
Sütü sağılır. |
sıkılmak |
: |
Sağılmak. |
sıkım |
: |
1. Avuç içi uzunluğu. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Sıkım, bir elin içine sığan miktar. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sıkırcım |
: |
Birini sıkıştırma. |
sıkkı |
: |
Dolma av tüfeklerini doldururken barutu sıkıştırmak için kullanılan bez parçası. |
sıklat |
: |
Çok sıkıcı, esintisiz sıcak hava. |
sıklat basmak |
: |
Hava bunaltıcı olmaya başlamak ya da olmak. |
sıklatlanma |
: |
Ruhu sıkılma, bunalma, sıcaklama. |
sıklatsımak |
: |
Bunalmak, sıcaksımak. |
sıklatsırama |
: |
Fazla ısı nedeniyle bunalma. |
sıklatsıramak |
: |
Sıcaktan bunalmak. |
sıkletlenme |
: |
Ruhu sıkılma, bunalma, sıcaklama. |
sıkma |
: |
Yufka ekmeği içinepeynir, soğan konarak yapılan dürüm.(TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sıkmak |
: |
(Süt için memeli hayvanları) Sağmak. “Elli keçiyi sıkar da Mandıraya süt satardı Şerif buna dayanamaz Ana aklını yitirdi” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yay., 1994, Cilt II) |
sıksınmak |
: |
Sık saymak, sık bulmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) Bahçedeki ağaçları sıksındım. |
sıktırmak |
: |
Korse gibi beli saran kemer. Bellerinde gördüm Lâhur şalını Yanakları gülden almış alını Al sıktırma kavuşturmuş belini Güzelleri bildim bunlar sultandır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.600 |
sıla |
: |
Memleket, doğduğu yer. Bir ah çeksem dağı taşı eritir Gözüm yaşı değirmeni yörütür Bu hasretlik beni dahi çürütür Bana sıla da bir gurbet el de bir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.603 |
sımak |
: |
Kırmak, bozmak. |
sımıtmak |
: |
Gülümsemek. |
sımkırtmak |
: |
1. Suyunu sıkmak. 2. Sessizce ağlamak. |
sınak |
: |
Dayanak. “Merdivene attım ayak (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
sınamak |
: |
Denemek. “Kara Ahmet, der gel etme inadı Bıldır deden dedemizi sınadı Benim koğduğumun kalkmaz kanadı Çekerim çengeni der Türkmen Oğlu” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yay. Dağ., İstanbul, 1984) |
sınaŋgı |
: |
1. Deney. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Denek taşı, insanın sınandığı olay. |
sınaŋgılı |
: |
Denenmiş. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sınangın |
: |
Denemiş, bilgili, tecrübeli. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sınanmak |
: |
Denenmek. Karac’oğlan der sınandım İçtim meyi aşka kandım Her güzeli yârdır sandım Bir yaramı yüz ederler Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.593 |
sınar |
: |
1. Akraba, yakın. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Gosguç ve mıh oyununda deneme amaçlı vuruş. |
sınarı |
: |
Bir kimsenin hamisi. |
sıncıkmak |
: |
Acele etmek, sabırsızlanmak, bekleyememek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sındak |
: |
1. Birbirini kesen iki yol arasındaki üç köşeli toprak parçası. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Genellikle tarla kenarlarında kullanılamayan ince uzun bölme. |
sındı |
: |
1. Makas. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Gülle oyununda deneme atışı. “Sındı yapıyom ha:, gabilim değil.” |
sındıla |
: |
Zakkum ağacı. |
sıŋgı |
: |
Öç. |
sıŋgın |
: |
Sessiz, gönlü kırık, üzgün. “Kara tabanca İngiliz Sıngın oturur mencilis Bunda ayıplamak olmaz Kardeşe benzer hanginiz” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
sıŋgısını çıkarmak |
: |
Öcünü almak. “Sıngısını çıkarmazsan hakkımı helal etmem sana.” |
sınık |
: |
1. Pamukta bozuk lifler. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Kırık çıkık. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
sınıkçı |
: |
Kırık çıkık bağlayan kimse, alaylı ortopedist. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
sınılamak |
: |
Sızlamak, kırılmak. “Karac’oğlan eydür, kalbim sınılar Gözlerim görmez kulağım çınılar Hastaların derdi vardır iniler Sağlar melil melil bilmem nedendir” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan Yaşamı ve Bütün Şiirleri, Özgür Yayınları 10. Baskı, İstanbul 2000) |
sınır |
: |
Diz arkası. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sınmak |
: |
Denemek. |
sıpa |
: |
Eşek yavrusu. “Eşeğimi emsiŋ de sıpamı aç goysun.” Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
sıpar |
: |
Siper. “Mağaraya elettiler Bağladılar gözlerimi Sıparım alamadım Daşlar soydu dizlerimi” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Düşmanlarca Vurulan Üç Yoldaşın Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Höbek) |
sıpıtmak |
: |
1. Sıyırmak. 2. Atmak, fırlatmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sır |
: |
1. Gizli tutulan bilgi. Ala gözlerini sevdiğim dilber Sana bir sözüm var diyemiyorum Bilmem deli miyim mecnun gezerim Sırrımı yadlara veremiyorum Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.511 2. Bal peteklerinin üzerindeki mumdan, arı tarafından yapılmış çok ince kaplama, zar. “Arılar da petek verir sırınan Gönlümün gamı da doldu nûrunan Gizli gizli konuşurum yârınan Ecel böyle devre zamanda geldi” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 430 |
sı:r |
: |
Sığır, büyükbaş hayvan. |
sıra |
: |
Bir tür baharat. “Diğer baharatları olduğu gibi sırayı da gölgede kuruturlardı Yörükler.” |
sıra çekilmek |
: |
Sıraya dizilmek, sıraya girmek. Bir çift keklik gördüm sıra çekilmiş Eşinden ayrılmaz seker ikisi Taramış zülfünü gerdana dökmüş İnci ile mercan dizer ikisi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.463 |
sıraca |
: |
1. Sıralı, sıra sıra. “Kaşları vardır karaca Benleri vardır sıraca Keklik gib göğs’alaca Sekip giden dürye dürye” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 414 2. Verem, tüberküloz, yara, irinli yara, bir tür hastalık. “Sıracalar çıksın nazik teninde Dilerim ölesin tatlı deminde Yüzün kara olsun Hak dîvânında Kıyamet gününde başın dar olsun” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 565 |
sıracalı |
: |
Hastalıklı. |
sıranı |
: |
Madenden yassı oklava. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sırana |
: |
1. Hamur malası, hamur keseceği. 2. -dığı zaman, -dıkça anlamı veren ek. Gittik sırana. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sırasında |
: |
Yeri gelince. |
Sırat Köprüsü |
: |
Cehennem üzerine kurulup üzerinden cennete gideceklerin geçeceğine inanınlan dar ve uzun köprü. Gayet ince derler Sırat'ın yolu Yarın ana varanın nic'olur halı Üç yüz altmış altı selvinin dalı Arasında açan iki gül nedir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.604 |
sıravardı |
: |
Sıra halinde, sıralanmış olarak. |
sırça |
: |
Kavanoz. |
sırçabarmak |
: |
Serçe parmağı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sırçan |
: |
Fare. |
sırçanı çuvalıŋ kulpuna bağlamak |
: |
Hırsıza mal güvenmek. |
sırf |
: |
Sadece. Sırtına geyinmiş sırf mavi saya Cemalin benzettim şol doğan aya Kendine uydurmuş bir katar maya Urum deyip yaylasına çekiyor Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.615 |
sırğa |
: |
Küpe. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sırhılmak |
: |
Suyu süzülmek. |
sırhıtmag |
: |
Sarkıtılmış bir durumda bekletilerek suyunun fazlasını uzaklaştırmak. |
sırık |
: |
1. Çatılarda ve sayvantları ikiye ayırmada kullanılan, kabuğu soyulmuş uzun ağaç. 2. Uzun direk. |
sırıklı, sırıglı |
: |
Çok ince yazlık yorgan. |
sırım |
: |
Deri ve lastik kenarlarından çıkarılan ve ip yerine kullanılan malzeme. “Uzun süre saklanması gereken sızgıt gibi sırım gibi et türü şeylerse ve itin pisi:n yemesi sıçanın batması istenmiyorsa bir sepetin ya da bez torbanın içinde hazın damındaki arıstâ çakılmış bir mıha asılırdı.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
sırıma |
: |
Dikme, özellikle yorgan dikme. |
sırımak |
: |
Yorgan, şilte vb. iri iri aralıklı dikmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
sırımını dilemek |
: |
Bağcığını bağlamak. |
sırımsak |
: |
Dayanıklı, sağlam. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sırımsı |
: |
Yarı bozulmuş. |
sırıncımak |
: |
1. (Hasta) Acıya daynmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Midenin hafif acıkması, hastanın acı çekmesi. |
sırınsı |
: |
Güneşte kurutulmuş et. |
sırınsımak |
: |
(Yağ vb.) Kurutularak yenen yiyeceklerin nem almaları sonucu özelliğini yitirmesi neticesinde rahatsız edici bir koku yayması. |
sırıştırmak |
: |
(Kumaş) sık dikmek. |
sırıtlamak |
: |
Yorganın yüzünü dikmek. |
sırıtmak |
: |
Yorganın yüzünü dikmek. “Garama yorgan sırıttım Çöreotunu ata ata Garam gelini getirdim Eğerinden duta duta” (Belgin Elgün, Adana-Ceyhan S. 76) |
sırkıntı |
: |
Yoğurt, pekmez, su gibi sıvıların kaplarından sızan son damlalar, sızıntı. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sırkıtmak |
: |
1. Sıvıyı kabından son damlasına kadar akıtmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Islanan eşyanın suyunun akıtılması. |
sırkmak |
: |
1. Islanmış bir şeyin üzerinde kalan suyun iyice akması. 2. Kurumak, kurutmak, süzmek. |
sırla |
: |
Yazın keçiboynuzu bitkisinin olgunlaştığını haber verdiğine inanılan kelebek. |
sı:rlık |
: |
Genellikle evin alt katında bulunan ve hayvanların kaldığı yer, sığırlık. |
sırma |
: |
Bazıları altın yaldızlı olan gümüş tel, çok ince çekilmiş madensel tel.. Bugün bir dilberi ettim temâşâ Sümbül saçın sırma tele uydurmuş Kesmiş kâkülünü dökmüş eğnine Şirin şirin dudu dile uydurmuş Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.637
Felekte bir güzel çıkmaz dengine O da nisbet düştü âlem diline Hayrân oldum kaşlarına boyuna Usul boyu selvi dala uydurmuş
Kırmızı gül nisbet eder yanağa Altun sırma düşmüş sandım topuğa Gümüş yüzükleri takmış parmağa Altun burma beyaz kola uydurmuş Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.637 |
sırnak |
: |
1. Çık sırnaşık. 2. Hayvan tırnağı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sırnap |
: |
Tuttuğunu bırakmayan, sırnaşık, sert, bükülmeyen. |
sırnaplaşmak |
: |
Sertleşmek, inatlaşmak. |
sırmaşma |
: |
Rahatsız etme, bulaşma, yapışma. |
sırnaşmak |
: |
Birine yaklaşmak, iletişim kurmaya çalışmak, askıntı olmak, tebelleş olmak. |
sırpaşmak |
: |
Dayanmak, katlanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sırt |
: |
1. Üst baş, çamaşır, elbise. 2. Bir şeyin arka tarafı. “Sırtını duvara dayar Dırnağıynan soğan soyar Geleni geçeni sayar Sokağa çıkar oturur” (Aşık İmami) 3. İnsanın arka kürek kemiğinin olduğu bölgeler. 4. Küçük dağ tepesi. |
sırta giden |
: |
Çekilmez, söz dinlemez inatçı kimse. |
sırtarık |
: |
Pis pis sırıtan, şımarık, arsız. |
sırtarmak |
: |
Pis pis sırıtmak, diklenerek karşısına dikilmek. “Gazdığı guyuya gendiler düşer Galmamış imanı ölürken şaşar Cehennem üsdüne sırtarır goşar Biri Gayseri’li, biri Suvancı.” (Andırın’dan Ali Balıkçı) |
sırtbaş |
: |
Giyecek elbiseler. |
sırtı düzgün olmak |
: |
Giyimin, kıyafetin düzgün ve şık olması. |
sırtıŋkılıç |
: |
Bukalemun. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sırtlak |
: |
Üst ön dişleri fazla ileriye çıktığı için dudakları zor kapanan. |
sırtlık |
: |
Elbise, üste giyilen giysi. |
sıtara |
: |
1. Naz. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Şans, iyi baht, yıldız, hatır. 3. Sevimlilik, çekicilik; değer, saygınlık, prestij, şans, karizma, şöhret. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) “Ağa mı öldürdüğü yetmez mi,ekmek kapımı, çoluk çocuğumun, benim sıtaramı öldürdüğü yetmez mi?” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sıtara sınamak |
: |
İtibarının ne derecede olduğunu görmekiçin bazı şeyler yapmak. |
sıtaralı |
: |
Nazı çekilecek kadar hatırlı, bir takım özellikleri olan kimse. |
sıtaraŋ başıma |
: |
Keşke senin kadar şansım olsaydı. |
sıtarası düşmek |
: |
İtibarını kaybetmek. |
sıtarası sıyrılmak |
: |
Gözden düşmek, revaç kaybetmek. |
sıtıl |
: |
Kulplu su kabı, bakraç, kova. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sıtır |
: |
1. Geçim. 2. Çadırın kenar örtüleri. “Abdallar mahalle kenarlarına çadır açıp çadırlarda yaşarlar. Küçük abdal çocukları da davul çalmasını bu çadırların arasında öğrenirler. Abdal çadırın sıtırlarını kaldırmış çocukların davul çalmasını öğreniyorlar. Abdal çocuğunun davulu iyi çalamadığını görünce kızmış, bağırmış. O sırada yolda bir öğretmen elinde çantası okuluna gittiğini görmüş. Abdal: Bu davulu çalmasını öğrendin öğrendin yoksa olacağın şu öğretmenin hali gibi olur. Abdal çocuğu: Etme, eyleme itin olayım beni öğretmen etme. Bak gör bundan sonra davulu nasıl gıvırta gıvırta çalacağım.” (Kaynak kişi: Arif Ergen Osmaniye, Emekli öğretmen, Erman Artun, Seyirlik Köy Oyunları ve Anonim Halk Edebiyatı Araştırmaları, Kitabevi, İstanbul 2008) 3. Örtü. 4. Şanslı kimse. “Yörüklerde aşiret gelinleri çocuğu davarda, yolda, ocağın başında doğurur. Ocağın başında aş yaparken doğan çocuk erkek olursa sıtaralı (şanslı) sayılır. Davar başında doğan erkek çocuğu kutlu sayılır. Yabanda, odunda doğan çocukların ise ocağın yiğitleri olacağına inanılır (Ali Rıza Yalgın, Cenup’ta Türkmen Oymakları, 1997: 63) |
sıtırım sıtması |
: |
Tuttuğunu bırakmayan, yapışkan kimse. |
sıtkı daralmak |
: |
Sıkılmak. “Sıtkı daraldı.” |
sıtkı sıyrılmak |
: |
1. Umut kesmek, beklentisi kalmamak. 2. Nefret etmek. 3. Yürekten atmak, soğumak. 4. Güvenini yitirmek. “Kötülere gayret olmaz namusu Merhametli güzellerin kimisi Kadan alsın güzellerin kamusu Güzellerden sıktım sıyrıldı gönül” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
sıtkı sıyrılmak (birinden) |
: |
Daralmak, hevesi kaçmak, bir kimseye karşı duyulan güven ve inancı kaybetmek. Kötülere gayret olmaz namusu Merhametli güzellerin kimisi Kadan alsın güzellerin kamusu Güzellerden sıtkım sıyrıldı gönül Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.480 |
sıtkıcandan |
: |
Yürekten. “Sıtkıcandan istemiyorsam namerdim.” |
sıtkınan |
: |
Sıtkile, gerçekten. “Vallahi sıtkınan diyom Memmet d’ölsün, Yusuf d’ölsün Hemi tüccar, hemi çoban Eşim canım kadan’alsın” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
sıtkını sıyırmak |
: |
Bir işin olacağına olan inancınıkaybetmek. |
sıtmak |
: |
Kopmak, patlamak. |
sıvaçlamak |
: |
Sıvazlamak. |
sıvak |
: |
Sıva. Buna benzer bir başka kelime de Memek’dir. Memeye memek denilir Andırın’da. “Ağ gonağa vurdum sıvak Merdivanı almış ayak Ben oğluma düğün gurdum Gelinine verin duvak” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
sıvaklı |
: |
Sıvalı. “Hastahane ağ sıvaklı Gelin gızım al duvaklı Göçek bizim yaylamıza Mor sümbüllü mor çiçekli” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
sıvamak |
: |
Sıvazlamak. “Kaması kurşun deliği Yaradan alır soluğu Kestiririm emmim oğlu Sıvadığın mor beliği” (Anonim bir Andırın ağıdı) |
sıvan |
: |
Tarlanın en sulu yeri. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sıvaşkan |
: |
Yapışkan, yapışma özelliği olan. |
sıvaşmak |
: |
İşe başlamak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sıvazlamak |
: |
El içi ile bir şeyi düzler gibi yapmak, okşamak, sevmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
sıvın |
: |
Çok eğimli iniş. |
sıvırmak |
: |
Sıyırmak. |
sıvışmak |
: |
1. Araya girmek. 2. Yaklaşmak. 3. Çaktırmadan yanına gelmek. 4. Sessizce kaçmak. ”Aş görünce yumul düş, iş görünce ordan sıvış.” |
sıvıtmak |
: |
Cıvıtmak, sulandırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sıvkırmak |
: |
Boşaltmak, sızdırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) Destiyi sıvkır da içinde bir şey kalmasın. |
sıyag |
: |
Yaş gurubu. “Bizim sıyag” |
sıyenedlik |
: |
Hamilik, koruyuculuk. |
sıyenedline |
: |
Kollama, koruma niyetiyle. |
sıyenet |
: |
Koruma. |
sıygal |
: |
Kaygan, cam gibi dümdüz. |
sıyhıl |
: |
Düz, parlak, cilalı. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
sıyıpmak, sıypmak |
: |
Kaymak. |
sıyırddırmak |
: |
Akarsuyu, başkaları çalmasın diye bekletmek, takip ettirmek. |
sıyırdıcı |
: |
Su bekçisi. |
sıyırdmak, sıyırtmak |
: |
Dokunup geçmek, teğet geçmek. |
sıyırgı |
: |
Kar küreği. |
sıyırma |
: |
1. Taze börülce. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Haşlanmış taze börülcenin üstüne tuz ve nar ekşisi dökülerek yapılan bir yemek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sıyırtmaç |
: |
Sığırtmaç, sığır çobanlığı. |
sıykal |
: |
Kaygan, cam gibi dümdüz. “Yokuşun yüzü sıykaldı. Killi, damar damar, mora çalan bir rengi vardı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sıykallaşmak |
: |
Cam gibi dümdüz ve kaygan bir hal almak. “Kasabanın çarşısı irice, bir insan başı büyüklüğünde, yüzyıllarca akarsuyun dibinde, sürüklene sürüklene sıykallaşıp cilalanmış çakıltaşlarından örülmüştü.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sıykıl |
: |
Keskin, yağlı, düzgün anlamında lakap. |
sıykırmak |
: |
İyice boşaltmak. |
sıylam |
: |
Dalsız, budaksız ağaç. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sıylan |
: |
Düzgün, dalsız, budaksız ağaç. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sıypak |
: |
1. Düz, parlak, cilalı. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Kaygan. |
sıypal |
: |
Özellikle taş için kaypak. |
sıypangaç |
: |
Üzerinde oturulup kayılan düzgün kaya. |
sıypdırmak |
: |
Kaydırmak. |
sıypıdmak |
: |
Kayganlaştırmak. |
sıypınma |
: |
Kıç üstü oturarak bir yerden aşağı kayma. |
sıypınnak |
: |
Pur topraktan oluşan yamaç. |
sıypıtmak |
: |
Kaydırarak yerinden oynatmak. |
sıypmak |
: |
Kaymak. |
sızağan |
: |
1. Suyun az az sızdığı yer. (TDK Derleme Sözlüğünden. Osm.) 2. Sivilce. “Ne zaman ki vücudumda sızağan çıksa nenem hemen orayı sarımsakla ya da kızgın bir cisimle korkutarak tedavi ederdi.” |
sızak |
: |
Dağlardan, taş aralarından sızan su, sızan pınar. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm. İç.) |
sızgıç |
: |
Kavrulmuş parça et, kıyma. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sızgıt |
: |
Kavurma. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sızılaşmak |
: |
Acı duymak, üzülmek. “Göçer Meryemçil Beli’nden Kim dutar benim elimden Sızılaşman guzularım Mevlam geçer mi gulundan” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Yaycıoğlu Hacı Durdu Ağa’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Mahire Yaycıoğlu)
Aşağının has evleri Göçeceği çağlar bir gün Kara ardıç kamalağı Sızılaşır dağlar bir gün Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.568 |
sızılatmak |
: |
Acı vermek. |
sızıltı |
: |
Döğüş, kavga. |
sızlanırkennek |
: |
Sızlanırken. “Gelir o yana, bu yana alayıp sızlanırkennek; vay şu ocak daşlarına da ellerin dedi miydi? Diye, ocak daşını alıb alıb bağrına vurarken; ocak daşının altında bakar ki bir mektup var, okur ki gız yazmış.” (Duran Doğan-Barış Kabalcı, Andırın Halk Hikayeleri ve Masalları, Poza Ofset K.Maraş) |
sızzıḳ |
: |
Hayvan yağının küp küp doğranıp ateşte renk alana kadar pişirilmesiyle oluşan yemek. Sızzıḳ eskiden hayvan bol ıkan çoḫ olurdu. |
si:delemeg |
: |
İşsiz ve perişan bir durumda sokaklarda dolaşan. |
si:hıl |
: |
Yüzeyi kaygan denecek kadar pürüzsüz. |
si:hıllamag |
: |
Yüzeyini pürüzsüz hale getirmek. |
si:m si:m |
: |
İnce ince akıtılan gözyaşı. |
si:meg |
: |
İşemek. |
si:peceg |
: |
Kayılacak yer. |
si:peg |
: |
Kaygan. |
si:pmeg |
: |
Aşağı doğru kaymak, kaymak. |
si:rig |
: |
İnsanlara saygısı olmadığı için en küçük çıkarı zarar görürse, en yakınlarına bile hemen yaygara koparan, dikleşen, kavgaya hazırlanan kişi. |
sibahlı |
: |
Gereği olmadığı halde, kendini haklı göstermek için ağlayarak derdini anlatan kişi. |
sibek |
: |
El değirmenlerinde alt taşın ortasına çakılan, üst taşın dönmesini sağlayan, küçük kazık ya da sivri demir. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sibik |
: |
Uç, köşe. |
sicim |
: |
İplik. |
sicim gibi |
: |
Uzun anlamındadır. Damlaları birbirinden ayrılmayıp sicim gibi akan sık yağmur. Kır at gelir hecin gibi Yağmur yağar sicim gibi Anam kızı bacım gibi Gelir de karşımda durur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.629 |
sicim sicim |
: |
Uzun uzun, hiç ara vermeden. |
sidelemek |
: |
Miskince dolaşmak. |
siddi |
: |
Altmış yaşın üzerindeki yaşlı kadınlara verilen ad. |
sidiğine basan uyuz olur |
: |
İlişkiye giren, teşviki mesaide bulunan zarar görür. |
sidik saçmak |
: |
Önüne kim gelirse sataşmak, kavga aramak. |
sidikliğini bağlatmak |
: |
Dua gücüyle birini işeyemez hale getirmek. |
sidirdemek |
: |
Nazlı nazlı sallanmak. |
sifdahı |
: |
İlk başta, ilk olarak. “Ben sifdahı tenekeci:dim. Ordan çıgdıg emmimiz ölüşün.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
sifdelemeg |
: |
Silkelemek. |
sifdinmeg |
: |
Harekete geçmek. |
sifi |
: |
Güzel gözlü bir kuş, seyfi kuşu. Nazlı Karac’oğlan nazlı Kılına kınında gizli İspir ördek sifî gözlü Çıkar çıkar salınır mı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.641 |
sifil |
: |
Yağ bulaşığı. |
sifin |
: |
Hız, basınç. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) Su çok sifinli akıyor. |
sifir |
: |
Yemeğin yağı, tabak çanaktaki yağ bulaşığı. |
sifirli |
: |
Zenginlere has giysiler içinde. “Arkasında sifir keten Boyu uzun belik tutam Biz kekil kesmeye geldik Utan Habba kızım utan” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Ağıt, Derleyen: Cihat Güney) |
sifirli yemek |
: |
Etli-yağlı yemek. |
sifirsinmemek |
: |
Kendine yapılan kabul edilmez davranışı önemsememek. |
siflemek |
: |
Taneli bir yiyeceği dalından veya başağından elle çıkarmak. “Meke koçanı siflemekten parmaklarım uyuştu.” |
siflenmek |
: |
Taneli bir yiyeceğin dalından veya başağından elle çıkarılması. |
sifli sifli |
: |
Saklanarak, gizli gizli. |
siftah |
: |
İlk. |
siftahki |
: |
İlk baştaki. “Şimdi o siftahki istemediği nişanlısı, Senem’i boşadıktan sonra…. Evvelce nişanlım diye çok âşık olmuştu.” (Yaşar Kemal, Sarı Defterdekiler Folklor Derlemeleri, İş Bankası Kültür Yay. Nisan 2002, İstanbul, Hazırlayan Alpay Kabacalı) |
siftelenmek |
: |
Boş olup iş yapmadan zaman geçirmek anlamında. |
siftimek |
: |
Darı veya buğday başağı gibi şeylerin tanelerini yerlerinden çıkarmak.Birbirine sürtmek, mekeyikoçanından çıkarmak. |
siftinmek |
: |
1. Zaman geçirmek, oyalanmak, harekete geçmeden beklemek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Kimseye hissettirmeden çekilip gitmek, kaçmak. 3. Omzu oynatarak giysi sürtünmesiyle ya da bir yere sürtünerek kaşınmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
siftlemek |
: |
Birbirine sürterek mısırları koçanından ayırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
siftmek |
: |
Birbirine sürtmek, mekeyi koçanından çıkarmak. “Günümün tamamını meke siftmiyenen geçirdim.” |
sigge |
: |
Metal para. |
siğ |
: |
Etek ucu. Halam oğlunun kekili Siği belinde sokulu Halamın ince mullası Cebi bedesten kokulu Ayhan Karakaş, Feke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s.173. |
siğdelemek |
: |
Miskince dolaşmak. |
siğeç |
: |
Tarla ve bağ çevresişne çekilen çalı vb. çit. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
siğgin |
: |
Tekelerin dölleme çağına gelmesi, cinsel arzu duyması.. |
siğim |
: |
1. Süyüm, kol gerilişiyle kirmene sarılacak ölçüde, yani kol ile kirmen arasının uzunluğunda yün, pamuk ya da saç. İp. 2. Dokuma tezgahlarında, kilim, halı, dokuma ısdarlarında yukardan aşağıya ipler gererler, halıyı, kilimi, cicimi o iplerin üstüne dokurlar. İşte bu iplere siğim ipi derler.Bir de yukarıdan aşağıya ipgibi inenlere siğim derler. Örneğin yağmur siğim gibi yağıyordu. “Atı ardımdan ulaştı Siğim siğime dolaştı Bir kılıçla vurunca da On beliğim birden düştü” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
siğişmek |
: |
(Koku)Bulunduğu yere, üste başa bulaşmak, sinmek. |
siğlim |
: |
1. Neşesiz. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Yüz, surat, bakış. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
siğmek |
: |
İşemek. |
si:leşmek |
: |
Bulgur ve buğdayın tam kurumaması, övütülmesi zor olup istenen kıvam tutturulaması. |
si:mek |
: |
(Genellikle hayvan için) İşemek. “Eceli gelmiş köpek cami duvarına siğer.” |
si:nenmek |
: |
Sığınmak, içine sokulmak. |
si:pembeç |
: |
Kaygan zemin, kayılacak yer, bayır vs. |
si:pme |
: |
Kayma. |
si:reşik |
: |
Kurumaya yüz tutmuş. |
s..diri b.ktan |
: |
Gereksiz bir iş uğruna. |
sikeber |
: |
Kendini beğenmiş, böbürlenen kimse. |
s..inde duz yalatmak |
: |
İşi yokuşa sürmek, her istediğiniyaptırmak. |
sikke |
: |
1. Hayvanları bağlamak için yere çakılan demir ya da ağaç kazık. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) 2. 30-40 cm lik demir kazık. “Atın sikkesini çekin Seğmenler dışarı çıkın Bugün de Cuma gecesi Elinin kınasın yakın” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
sila |
: |
Vatan, memleket, akrabalar, eş, dost. “Dolmacı’nın dağları oldu vatanın Silada yokdur da mektub atanım Kimselerim yok ki derdim dökeyim Tükenmez ömrümü tüketdin gader” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hastalanıp Ölen Abo Mehmet’in Kızının Ağıdı, Ağıdı Yakan: Bayram Tüten) |
sildirdemek |
: |
Hafif hafif, nazlı nazlı sallanmak. |
sile |
: |
1. Ağzına değin dolu, tam. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) 2. Tahıl ölçeğinin içindeki tahılın ağzı beraberince ölçülmüş hali, kaplarda içine konulan maddelerin kabın ağzıyla düz, beraber olması. “Mercimeğim küle küle, Ben ölçerim sile sile, Elif’im sudan gelirken, Ben kakıyom güle güle” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Elif kız’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Safiye Temiz) |
silecek |
: |
Tahıl ölçeğinin doldurulduktan sonra ağzını silmeye yarayan düz tahta ya da demir araç. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sileçeke |
: |
Bir şeyin tamamı. |
sileh |
: |
Silah. “Müslümün gara kekili Sileh belinde takılı Müslüm’ümü öldürmüşler Kim olur evin vekili” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
silelemek |
: |
Bir kabı ağzına kadar doldurmak, düzlemek. |
silelenmek |
: |
Ağzına kadar dolmak, lebaleb dolmak. |
silgeç |
: |
Bir çeşit çocuk oyunu, birdirbir. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
silgeç oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir köy seyirlik oyunu. SİLGEÇ Bu oyun düğünlerde oynanır. Gençlerden biri ayakta durur. Yine hafif eğilip boynunu büker. Denge sağlamak için de ellerini dizlerinin üstünde baldırlarına dayar. Herkes sıraya girer, onun üstünden hoplamaya başlar. Üstünden hoplanırken sadece eller değebilir. Ellerin dışında kalan yerler değerse hoplayan yanar ve ötekinin yerine geçer. Her hoplamada farklı bir şey söylenir. Mesela: “Takada pekmez El değer değmez”gibi. Her hoplayan bu şekilde bir şeyler söyleyerek diğerinin üzerinden ona değmeden atlamaya çalışır. Oyun bu şekilde devam eder. (Hilal Gülben Gerek, Adana İli Pozantı İlçesi Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E. TDE. ABD, Adana, 2012, s.172) |
silgi |
: |
Düztaban da denilen marangoz aleti, marangoz rendesi. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
sili/e |
: |
Silme, düz. |
Silifke’nin yoğurdu oyunu |
: |
Bölgede oynanan seyirlik bir halk oyunu. SİLİFKE’NİN YOĞURDU: Bu dans eski bir Türkmen-Yörük dansıdır. Kadınlarla erkekler karşılıklı oynar. Silifke ekonomisinde hayvancılığın yeri önemlidir. Oyunun basından sonuna dek, yoğurdun üretimini gözlemek olasıdır. Yoğurt, Türkmen yaşantısında önemli yeri olan yiyecektir. Türkmenler, eski dönemlerde yoğurt yapar bunu satarlardı. Günlük yaşama girerek baş yiyecek olan yoğurt, türkü ve oyun olarak gelmiş günümüze. Yoğurt, Türkmen için geçim kaynağı olması nedeniyle büyük bir saygınlığa sahiptir. Bu saygınlık da Türkmenleri, yoğurdun bereketi için oyun oynamaya yöneltmiştir. (Aslı Ağcalar, Silifke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Mersin Üni., S.B.E.,TDE., ABD, Mersin, 2009, s. 240-241) |
silifki |
: |
Önceki, ilk kez. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) Silfki gelen odunlar bundan iyi idi. |
silik |
: |
Erkekler için “onursuz” anlamında hakaret ya da kimi zaman “işe yaramaz” anlamında şaka sözü olarak söylenir. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
silingir |
: |
Silindir. “Silingir şabga başında Dolma galemi döşünde Yürüyüb gelirkenez Tabancası yan peşinde” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Asker Halil’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Mustafa Balıkçı) |
silisip |
: |
Tam doldurmak, ağzına kadar doldurmak. |
silkme |
: |
Bir çeşit yemek, sallama. |
sille |
: |
Tokat. |
sillelemek |
: |
Tokat atmak. |
silme |
: |
1. 11 kilogramlık ölçü aracı, çelik. 2. Ağzına kadar dolu. |
sim |
: |
1. Gümüş. 2. İplik üzerine metal telin sarılmasıyla elde edilen ve çok yaygın kullanılan bir malzemedir. 3. El, kol, yüzle yapılan davranış, işaret. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) Simle konuştum. |
simâlıca |
: |
Yüz yapılı, yüzü benzer. “Benim sevdiceğim bülbül ünlüdür Ördek simâlıca yeşil donludur Güzeller içinde katı bellidir Tanı da boyumdan bil dedi bir kız” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 649 |
simid |
: |
Çif köftelik bulgurdan daha ince bulgur. |
similik |
: |
Uyuşuk, miskin, sinmiş, susturulmuş. |
simir simir |
: |
Yavaş yavaş. |
simir simir yağmak |
: |
Yağmurun yavaş yavaş yağması. |
simirce simirce |
: |
Siyim siyim. |
simit |
: |
1. Bulgurun küçük taneli olanına verilen ad. 2. İrmik. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
simiyim |
: |
Çocuk oyununda ara verme, oyun dışı. |
simiyim toplamacim |
: |
Ara verme ve arkasından bilyeleri toplama. |
Simon’un iti gibi gezmek |
: |
Başı boş gezmek. “Simonun iti gibi gezeceğene çalışsaydın geçerdin sınıfını.” |
simsor |
: |
1. Kötü düşünceli kimse. 2. İşsiz güçsüz, cakalı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
siŋ |
: |
1. Yaş, ömür. “Aşık Halil aşk atını nallaya Akıl gerek bu kelamı belleye Hesap ettim sinim vardı elliye Tükendi sermaye yarı kalmadı” (Celil Çınkır, Andırın Sözlü Kültür Varlıkları Envanter Çalışmaları - I, “Beşbucaklı Aşık Halil”.) 2. Mezar, kabir. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr. İç.) “İletip kodular beni sinime Gökteki melekler gelmez yanıma Ruhum çevrilip de girmez tenime Öldüğüm günleri bilse gerektir” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 613 |
sincar |
: |
İçinde çok sayıda delik olan bir sarmaşık türü. “Bağlarda yetişen bu sincarın dalları sigara kadar kesilir ve çocuklar eğlence olsun diye sigara içer gibi kullanırlardı.” |
sincari |
: |
Kahramanmaraş’ta düğünlerde oynanan bir oyun. Sağ ayakta başlayarak 3 kez sırayla topuk vurulur, dördüncüde topuk vurulup harekete es verilir. Sonra tekrar aynı ayakla başlayarak devam edilir. Topuk vuruşlarda diğer ayakta sekilir. II. Adım Cümlesi: 1. Adım cümlesi ile aynıdır. Sadece harekete es verilmez, yerine bir kez daha topuk vurulur. (Hatice Fatoş Derebent, Çağlayancerit Halk Kültürü, Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi, Kahramanmaraş, Mayıs 2015. s. 112) |
sinci |
: |
Hemen, şimdi. |
sincik |
: |
Ayak bileği. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sincisüz |
: |
Asık yüzlü, somurtkan. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sinçisiz |
: |
Kılıksız. |
sindi |
: |
Cıva. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sindik |
: |
Tandır ve ocakların hava alarak iyi yanması için açılan hava deliği. |
sine |
: |
Göğüs. Aşağıdan beri Tıdık Deresi Saklı durur bu sinenin yarası Türkmen kızı bizden açtı arası Yeşil ile dolu Sacur Gölleri Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.463 |
sinebent |
: |
Nazar değmesin diye atların göğsüne konan mavi boncuk ve sırım iple örülen süs bağı. “Dadaloğlu’m der ki, zatı zatınan Bir güzel sevdim ben pek fırkatınan Önü sinebentli bir al atınan Düşeydim de o dost ile yola ben” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yay. Dağ., İstanbul, 1984) |
sineğin kanadında yağ gider diye korkmak |
: |
Çok cimri olmak. “Sineğin kanadında yağ gider diye korkma.” |
sinek kondu oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. SİNEK KONMACA Çoğunlukla Ramazan ve Kurban Bayramlarında oynanır. Akdeniz sıcak iklim bölgesidir. Silifke de bu iklim bölgesinde yer aldığı için sineği hiç eksik olmaz. Oyun evde ya da dışarıda oynanır. Oyuncu sayısının sınırı yoktur. Çocuklar el öperek topladıkları şekerlerle aydınlık bir yere halka biçiminde otururlar. Ortaya birer akide şekeri koyarak beklemeye başlarlar. Kimin şekerine ilk sinek konarsa diğer şekerleri de o kazanır. Sinekler yaklaştığı zaman çocuklar heyecanla “Öte yanda fak var, beri yanda hak var” diye tekerleme söylerler. (Aslı Ağcalar, Silifke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Mersin Üni., S.B.E.,TDE., ABD, Mersin, 2009, s. 232) |
sinekçil |
: |
Gri renkte çok küçük bir cins kuş. |
sineklenmek |
: |
1. Huylanmak. 2. Oyalanmak, tembellik etmek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sinem başı |
: |
Göğsümün yarası. “Sırma sandım kirpiğini kaşını Delik deşik ettim sinem başını Uzadır boynunu arar eşini Bir tek suna gördüm göl kenarında” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
sinemilli |
: |
Kahramanmaraş’ta düğünlerde oynanan bir oyun. Bknz. Sinemlili. |
sinemlili |
: |
Kahramanmaraş’ta düğünlerde oynanan bir oyun. Sağ ayak sağa doğru basılırken , kollar sağa doğru dirseklerden çekilir, sol ayak sağın yanına çekilirken, kollar da sola çekilir, sağ ayak kaldırılır. Sağ ayak yerine basılırken, dizler bükülür ve sol ayak yerden kalkar, bu esnada kollar sağa çekilir. Sol basılıp sağ ayak yerden kalkarken, kollar da tekrar sola çekilerek 1 adım cümlesi yapılmış olur. (Hatice Fatoş Derebent, Çağlayancerit Halk Kültürü, Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi, Kahramanmaraş, Mayıs 2015. s. 85) |
sineyi vurmak |
: |
Aşık etmek. Bire kız karşımda sallandın durdun Gören yiğitlere şan şöhret verdin Attın gamze okun sîneme vurdun Gamz'okun sîneme vuralı gelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.546 |
singel |
: |
1. Sessiz, uysal kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Gösterişsiz, yalın. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
singildemek |
: |
1. İnanışa göre sıkıntı çekmek.(TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. (Köpek vb.)Acı acı inceden uluması. |
singmek |
: |
Saklanmak. |
singmencik |
: |
Saklambaç. |
sini |
: |
Geniş tepsi, yemek koymaya yarayan kenarsız geniş tepsi. En büyüğü 100 cm.dir. 50 cm.den küçük olanlara tepsi denir. Üzerine kahvaltılık kapların veyahut yemek kaplarının konulduğu bir tür sofra vazifesi gören geniş ve düz bir kaptır. |
siniboklu |
: |
Şeceresi temiz olmayan. |
siŋilemek |
: |
1. İnlemek, çok acı çekmek. 2.(Sinek) Ses çıkarmak, vızıldamak. “Siniler sehil sineği Issız kaldı ağ konağı Yüz koyunu şorda dursun Mağrışır camız ineği” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt ;I) |
siŋiler sinek kalmamak |
: |
(Herhangi bir yerde)Bulunan herkes gitmek ya da ölmüş olmak, hiçbir canlı bulunmamak, ıpıssız olmak. “Gökte de bir tek, bir kuş gördü. Başkaca, ovada siniler sinek yoktu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
siŋirmek |
: |
Sindirmek, hazmetmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) |
siŋirtmek |
: |
Sindirmek. |
siŋitmek |
: |
Koşmak. |
sinkaf |
: |
Küfür. |
sinlemek |
: |
Ölmek, inlemek. |
sinlenbeç |
: |
Saklambaç. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sinlenmek |
: |
Gizlenmek, saklanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
siŋleşik |
: |
İyice kurumuş, kuskuru olmuş. |
sinlik |
: |
Mezarlık. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
siŋmek |
: |
1. Gizlenmek, pusmak, korkup sesini çıkarmamak. 2. İçine nüfuz etmek, sessizce yaklaşmak. “Adanı’ya iniyollar İnsannarı gırıyollar Allah mafaza eylesin Düsmannar da siniyollar” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Askere Giden Musa”nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Ayşe Temiz) |
sinnağ |
: |
Küçükbaş hayvanların tırnağı. |
siŋsele |
: |
Şecere, soyağacı. |
sinsila |
: |
Sülale. |
siŋsile |
: |
Şecere. |
siŋsiŋ, siŋsiŋi |
: |
1. Bölgemizde düğünlerde oynanan bir seyirlik köy oyunu. Meydanın ortasına büyük bir ateş yakılır. Bir kişi ateşin etrafında dönerek oynar. Diğer diğer erkekler herhangi bir düzen olmadan dağınık bir şekilde ayakta dururlar. Bu kişiler bazen alkış vurarak oyundakilere eşlik ederler. Ateşin üzerinden atlamak da yaygın görülen bir harekettir. Ortadaki oyuncu kalabalığa doğru dönerek, el kol motifleriyle meydana birinin çıkması için kışkırtıcı davranışlar sergiler. Kalabalıktan bir kişi aniden ortaya atlayarak, oynayan kişiye vurup (omzuna, sırtına vb.) oyun dışı bırakır ve bu kişi oyuna devam eder. Burada önemli olan, oyundaki kişiyi saf dışı bırakacak oyuncunun ortaya çıkarken aniden, fark ettirmeden, habersiz olarak oyuncuyu yakalamasıdır. (Hatice Fatoş Derebent, Çağlayancerit Halk Kültürü, Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi, Kahramanmaraş, Mayıs 2015. s. 126)
SİN SİN Sin sin çok eski zamanlardan kalmış bir Türk oyunudur. Düğün gecelerinde oynanır. Bir meydanlığın ortasına üç dört eşek yükü odun yığılıp kocaman bir ateş yakılır. Millet ateşin etrafında halka olur. Bir kişi ateşin başında, yönü kalabalığa, arkası ateşe dönük hoplayarak oynayarak döner, ellerini çırpar. Sin sin bir mertlik oyunudur. Bu kişinin etrafı iyi gözetlemesi gerekir. Halktan biri “Yallaaah bre!” diyerek ateşin başında dönene doğru koşar. Saldırıya geçeceğini karşıdakine ‘Yallaah bre!’ diye haber verir. Bu ateşin başındakinin kendini koruması ve şaplaktan kaçması içindir. Ona bir şaplak vurmaya çalışır. Şaplak bacaklara vurulmalıdır. Eğer vurabilirse ateşin başında o döner; vuramazsa halkın arasına döner. Vurabilirse alkışlanır. Saldıran kişi rakibi kendisini görmemesi için siner. Oyunun adı bundan dolayı ‘sin sin’dir. Bu oyun sürekli yanan ateş etrafında oynandığı için sin sin oyununun adı uzun müddet yanabilen bir ağaç olan sin sin ağacından da gelmiş olabilir. (Hilal Gülben Gerek, Adana İli Pozantı İlçesi Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E. TDE. ABD, Adana, 2012, s.170) 2. Düğünlerde, geceleri ateş çevresinde davul zurna eşliğinde oynanan, yarı halk dansı, yarı gösteri özelliğinde bir oyun. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr. İç.) “Şimşir ağacından kaşık yapılır Kiraz çubuğuna gözüm takılır Meşe odunundan ateş yakılır Sinsin oynaması yetmiyor yaylam” (Mustafa Kıreker, (Kösepınarı) Ericek Yaylası İsimli Şiiri, Çukurova’dan Dünya’ya Kadirli Dergisi, Haziran 2008, Sayı: 24) |
sipecek |
: |
Tahta, leğen gibi karda kaymaya yarayan çocuk aracı. Halka şeklinde üzeri küncülü yiyecek, kahke. |
sipsıyhıl |
: |
Pürüzsüz, tertemiz yüzey. |
sipsi |
: |
Madenden yapılmış düdük. (polis, bekçi vb. için) (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
siptilli |
: |
Sebze hali. “Bir naylon domatisinen bir naylon dolusu garpızı Ceyhan siptilline dün götürdüm.Fiyatlar daban yapmış. Malın yüzüne bakan yok” |
sire |
: |
Görmeye gidilen yer. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sirifi düşmek |
: |
Eski şaşâsını, otoritesini kaybetmek. “Sirifi düştü.” |
sirke |
: |
Bit yavrusu. |
sirken |
: |
1. Yabanıl ıspanak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Yabanıl semizotu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sirpiç |
: |
1. Çelimsiz / Çok bilmiş, şımarık, anlamında takılma sözü. 2. Şarmıta, kötü kadın anlamında bir hakaret içeren söz. 3. Küçük kız çocukları için kullanılan bir sözcük. |
Sis ile Pazar |
: |
Kozan ile Kadirli. “Karıştı Sis ile Pazar Ağ üstüne gara yazar Ünü büyük Kerimoğlu Çetesi başında gezer” (Derleyen: Fadime Üzümcü, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72, S. 306) |
sitemkar |
: |
Haksızlık eden, dokundurarak konuşan. Hazret-i Mevlâ'dan dileğim budur Bülbül gibi işin ah ü zar olsun Beddua eylemem sana sitemkâr Gül gibi meskenin diken har olsun Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.565 |
sitil, satıl, çitil |
: |
1. Küçük satır, kulplu su kabı, bakraç, kova. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.)Üç litreden daha az sıvı maddeleri taşımada kullanılan kaptır. Sitil çitil, bakraç gibi isimler alır. 2. Çadırın yan örtüleri. “Hep öyle tükettim gençlik çağını Unutmadım yaylaların dağını Çözmeden çadırın sekiz bağını Çitili soyduğum aklıma düştü” (Aşık Karamehmet, Kaynak: Erdoğan Aslıyüce, Çukurovanın Yıldızı Ceyhan, Adana 2008) |
sitilik |
: |
Büyük bakraç ve kovaların asıldıkları yer. “Gitmem kalenin yoluna Sitilik vurmam koluna Ben beyime aşık oldum Tambura verin elime” (Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
sitillemek |
: |
Sebze fidelerinin şaşırtma ile dikilmesi. |
sittiŋsene |
: |
(Osmanlıca) Altmış sene. Toroslarda yıllarca, senelerce anlamında kullanılmaktadır. “Bu gafa sende olduğu müddetçe sittin sene geçse de adam olmazsın.” |
sitog |
: |
Depolama, istif etme. |
siva |
: |
Bir çeşit kumaş. “Entarisin geydirsinler sivayı Heç geymesin atlas ile dibayı Beş yüz arşın yüksek olsun sarayı Al yanağı gül değmesin yılınan” (Haşim Nezihi Okay, Köroğlu ve Dadaloğlu, May Yay., 1970) |
sival |
: |
Sual, soru, sorgu. “Bu dünyada sağa sola goşarsın, Acel gelir aldına işersin, Ahretde sival vermiye şaşarrsın, Ölüm gızın dutmaz elinden” (Andırın’dan Hatice Salan) |
sival vermek |
: |
Sorguya çekmek. |
sivara |
: |
Duygulu, içli anlamında bir kelime olup genelde ağıt ve türkülerde kullanılır. |
sivaslı |
: |
Kahramanmaraş’ta düğünlerde oynanan bir oyun. |
sivdelemek |
: |
Titreyerek dolaşmak. |
sivik |
: |
Dam ucu, dam saçağı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sivilci |
: |
Sivilce. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
sivink |
: |
Dam saçağı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sivişdirmek |
: |
Araya girmek, nizami olmayan yoldan kaçmak. |
sivişmek |
: |
1. Sessizce kaçmak. “Sıkışık bir vaziyette duvarın dibine gelince, sanki hiç görmemiş gibi yazılara doğru bakmadan ve üstelik o tarafını kapatacak şekilde bir omzunu duvara dayadıktan sonraişini görmeye başlardı. Bitince de yine bakmamaya çalışarak, aceleynen sivişir ve şöyle on onbeş metre yol aldıktan sonra, kendisi,sanki biraz önce duvarı berbat eden kendisi değilmiş gibi hissetmeye başlayınca da ya rahatlamasının büyüklüğü ilederinden bir oh çekerdi.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan II, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) 2. İki şeyin arasına girerek kendisine yer edinmek. “Güya, ara verince abdest bozmaya gelmiş de işini bitirince sinemaya giriyormuş pozlarında içeri sivişirdik.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
siydelemek |
: |
İşsiz ve perişan bir şekilde sokaklarda dolaşmak. |
siyeç |
: |
1. Dikenli çalılardan bahçe etrafına çevrilen çit. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Tarlaya bosdan ekerler Siyecin genden çekerler Gurbet ele geden gızn Ciğerin gıyma dökerler” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) 2. Bahçe, tarla çevresine çakılan çit. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 3. Bağ duvarı. “Bizim bağların siyeci Ete batar acı acı Bu altın ne, taylar neci Eğleşme ulan benimle” (Hacı Ali Özturan, Maraş Ağzı Köroğlu, Ukde Yay. Kahramanmaraş 2009)
Kahbe felek kıyma bana yazıktır Ayrılık elinden bağrım eziktir Çekilmiş siyeçler bağlar bozuktur Ayrılık gazelin döktü gülümüz Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.651 |
siyek |
: |
1. Hayvan idrarı. 2. Koyun kokusunu andırır bir koku. |
siyeksi |
: |
Koyunsu kokan. |
siyéplemek |
: |
Başıboş bırakmak, rahatça dolaşmasına izinvermek. |
siyer |
: |
Seyir. “Sabânan erkenden aley çalgıları çalınaraķ bütün millet siyer etmi: başladı. Paşanın atını getirdiler. Garını sepet gimi çileli, at kişnedikçe, paşanın sarı: yekinmiye başladı. Elboğlu’nun atını getirdiler. Garnı gârnına geçmiş, gem âzında çat çat gem dövmiye başladı.” (Ahmet Caferoğlu, Anadolu Ağzı Derlemeleri, Maraş Bölümü, Kaynak kişi: Tokmaklı’dan Ehmet Kılıç) |
siyérlemek |
: |
Su vasıtasıyla dövme, yarma denilenpişmemiş tahılın taşlarını, kırıklarını ayıklamak. |
siyeşmek |
: |
İçine nüfuz etmek. |
siyhıl |
: |
Yüzeyi kaygan denecek kadar pürüzsüz. |
siyhıllamak |
: |
Yüzeyi pürüzsüz hale getirmek. |
siyim siyim |
: |
İnce ince, hafif hafif, az az, için için, uzun uzun, durmadan, iplik iplik. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. Osm. İç.) “…gözlerinden de uyku siyim siyim akarmış…” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
siymek |
: |
1. Teke ve koçun dişileri dölleyecek kıvama gelmesi. “Siğgin teke gimi kokuyon." 2. İşemek. 3. Sızmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 4. Delik kabın içindeki sıvının sızarak damla damla akması. |
siypmek |
: |
Kaymak. |
si:retmek |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; seyretmek. |
sizi: |
: |
Sizinki. |
sizi:ne |
: |
Sizinkine. |
so: |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; sonra. |
so:g |
: |
Soğuk. |
so:glug |
: |
1. Şekerli suyun içine nar ekşisi konur, soğukluk olur. Bir içecek türüdür, yazın içilir. 2. Soğukluk, pirpirim, semizotu. |
so:glug vermek |
: |
Bir olaydan soğutmaya çalışmak. |
so:na |
: |
Sonra. |
so:nacı:ma |
: |
Sonracığıma. |
so:naki |
: |
Sonraki. |
so yılanı |
: |
Taşlık, kayalık, kıraç yerlerde yaşayan, iri başlı, küçük ama keskin zehirli bir tür yılan. “Bizler iç içeyik Kadirli Kozan Bizi çekemeyen çatlasın e mi? Bir so yılanıdır arayı bozan O yılanı gören şutlasın e mi?” (İbrahim Özcanlı, Postacı) |
soba gaymak |
: |
Yanmakta olan sobaya odun atmak, sobaya odun doldurarak yakmak. “Sobayı gayın. İliklerime gadar üşüyom.” |
sobe |
: |
1. Saklambaç vb. Çocuk oyunlarında, ebeden önce davranıp varış yerine ulaşıldığında söylenen söz. 2. Değirmen taşının ortasındaki tahta. Sobek. |
sofra |
: |
İpten dokunmuş yuvarlak uzunca bir dokuma. |
sofra sermek |
: |
Misafire sofra sunmak. |
sofra yazmak |
: |
Yere yer sofrasını kurmak. |
Softa kalesi |
: |
Bozyazı ilçesinin doğusunda ve denize hakim yüksekçe bir tepe üzerindedir. |
sofu |
: |
Dindar. |
sofu suvan yemez, gabı:nı kimseye düşürmez |
: |
Harama karşı çok titiz gibi görünür ama fırsat düşerse de hiç kaçırmaz. “Sofu suvan yemez, gabı:nı kimseye düşürmez.” |
soğ yılanı |
: |
Taşlık, kayalık, kıraç yerlerde yaşayan, iri başlı, küçük ama keskin zehirli, bir tür yılan. “Bir soğ yılanı gibisessiz kayar, bir kuş gibi uçar…” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
soğ yılanı |
: |
Taşlık, kayalık, kıraç yerlerde yaşayan, iri başlı, küçük ama keskin zehirli bir tür yılan. “Bir soğyılan gibi sessiz kayar, bir kuş gibi uçar.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
soğan kapması oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir seyirlik köy oyunu. SOĞAN KAPMASI Bir soğan iple tavana asılır. Utulan taraftaki kişilerin elleri arkadan bağlanır. Bunu ağızlarıyla yakalamak zorundadırlar. Soğan sallanır. Utulan taraftan bu soğanı kim kaparsa ya cezadan kurtulur, ya da diğer oyunlarda cezası azalır. Suçu artanlar ağır ceza görürler. (Ümit Kaldar, Adana İli Yumurtalık İlçesi Halk Kültürü Ve Edebiyatı Üzerine Bir İnceleme Konulu Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi S.B.E., TDE. ABD, Konya, 2008, s. 89) |
soğna |
: |
Sonra. “Ali Gadoğlu selam vermiş içeri girmiş. Gayfe, tütün işdikden soğna emmisinin oğlu Ali Gadoğlu’na demiş ki: bura ikimize idaretmiyor, burada ya sen dur ya da ben.” (Ahmet Caferoğlu, Anadolu Ağzı Derlemeleri, Maraş Bölümü, Kaynak kişi: Tokmaklı’dan Ehmet Kılıç) |
soğnamıya |
: |
Sonra. |
soğudan |
: |
Tavada kavrulan kahvenin değirmene konulmadan önce soğutulduğu kap. |
soğuk alması |
: |
Üşütme, nezle. |
soğuklama |
: |
Nezle olma. |
soğukluk, sovukluk |
: |
Semiz otu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) “Elvan çeşit tarım ilacı kullanarak yok etmeye çalıştığınız soğukluk (semiz otu) en ucuz omega3 kaynağı olarak özel olarak yetiştirilip satılmaktadır.” |
soğukluk gatmacı |
: |
Semiz otundan yapılan yoğurtlu yiyecek. |
soğulmak |
: |
Kurumak, pörsümek, sönmek, kesilmek. “Pınarıŋ suyu soğuldu.” |
soha: |
: |
Sokağa. |
sohak, sohag |
: |
Sokak. |
sohbet |
: |
Birlikte oturup konuşmak. Karac’oğlan der erenler Sohbetin görsün yârenler Gencecikten yâr sevenler Ölür îmanlı îmanlı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.421 |
sohu |
: |
Tahıl dövmeye yarayan büyük taş dibek. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
soŋum, sokum |
: |
Yufka ekmekle yapılan dürüm. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sohurdanmak |
: |
Söylenmek, homurdanmak, gönülsüz iş görmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
so:k |
: |
Soğuk. “Cahalların boyun büker Önsüzlerin yürek yakar Önsüz galdım hatın anam Anam bana sôk bakar” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Şerif Temiz’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Ayse Temiz (Patlakkı-zı)) |
sokak |
: |
Gezme. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sokalak |
: |
Koçan, darı koçanı veya ona benzer yapıdaki ipyumağı. |
sokmak, sokunmak |
: |
(Çiçek vb.) Takınmak. Pâyine yüz sürer kullar Senin medhin eder diller Yanağın üstüne güller Sokan dilber kiminsin sen Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.532
Hey ağalar gelin seyrân edelim Gövel ördek gölden uçtu sabahtan Al geyinmiş de çiçekler sokunmuş Ala güneş gibi doğdu sabahtan Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.526 |
sokranmak |
: |
Hoşnutsuzluğunu belirtir biçimde, alçak sesle kendi kendine söylenmek, sokranmak, homurdanmak, gönülsüz iş görmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
soku |
: |
İçinde buğday vb. tahıl ezilen taş dibek. |
soku taşı |
: |
Sokuda tahıl ezmeye yarayan taş. |
sokunma |
: |
Takma. Boynunu uzatıp geri sakınma Naz götürmez kara bağrım ezgindir Al yanağa çatal teller sokunma Aşk elinden zarı gönül bezgindir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.608 |
soku |
: |
1. Kapı sürgüsü. 2. İçinde tahıl ezilen taş, büyük dibek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. Osm. İç.) “Köy hocalarına “fakı” derlerdi, (Cezmi Yurtsever, Andırın Tarihi, Adana 2007, S. 187-190, Kazım Temir’in Andırın Destanı isimli Şiiri) |
soku taşı |
: |
Sokuda tahıl ezmeye yarayan taş. |
sokum |
: |
1. Lokum. 2. İçinde yiyecek bir şeyler bulunan dürülmüş yufka, dürüm. “Sonra da ekmeği hemen sokum yaptı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006)
“Kıtlıkta verilen sokum unutulmaz.” |
sokum yapmak |
: |
Yufka ekmeğin arasına yiyecek bir şeyler koykoyarak dürüm yapıp yuvarlaklaştırmak. “Sonra da ekmeği hemen sokum yaptı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sokunmak |
: |
1. Takınmak. “İpek miydin hangi elde büküldün Top nergizi sen başına sokundun Maya gibi kız başıma dikildin Var mıydı bana buranın kışı” (Kaynak Şahıs: Celil Çınkır, Aşık Hüseyin) 2. İliştirmek. “Şurda bir güzele meyil eyledim Eğlenip orada kalasım geldi Başına sokunmuş gülü nerkisi El sunup ucundan alasım geldi” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
sokurdanmak |
: |
Can sıkıntısıyla söylenmek. |
solağan |
: |
Çabuk yorulan, soluk aldığında karnı fazla şişip inen, sık sık soluk alan hasta at. “Bu yezitlerin atları da böyle perişan, böyle solağan olur.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
solağan beygir gibi |
: |
Hasta, sağlığı yerinde olmayan. |
solağan olmak |
: |
(At) Solağan hastalığına yakalanmak. |
solağına davul dövmek |
: |
Bir sözü yanlış, ters anlamak, anlatmak, açıklamak, umulanın tam aksi yönünde davranmak. |
solak çomça |
: |
Solaklar için kötüleme sözü. |
solak oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir seyirlik köy oyunu. SOLAK OYUNUSolak oyunu da diğer oyunlar gibi, düğün devam ederken oynanan oyunlar arasındadır. Davul çalarken, umulmadık bir anda kalabalığın içinden, elinde silah ve ayna olan bir adam çıkar gelir. Bir taraftan davul çalar, diğer taraftan da silahlı ve aynalı adam elindeki aynaya bakarak, döne döne oynar. Oynamaktan sıkılan adam, önce aynadaki görüntüsüyle konuşmaya, ardından da onunla kavga etmeye başlar. Oyun devam ederken, dengesini kaybeder ve elindeki ayna düşer, kırılır. Adam, etrafında seyirci olarak dizilen ve gözüne ilişen birini, aynadaki görüntüsü zannederek yakalar ve ona vurmaya başlar. O kişiyi oyunun ortasına çeker. Oyunun ortasına çekilen kişi, bu delinin elinden kurtulmaya çalışır; çünkü bu deli sürekli onu dövmektedir. Elinden kurtulunca da bu oyun sona erer. (Duygu Arslan, Kahramanmaraş İli Göksun İlçesi Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üni. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2011, s.399) |
solan |
: |
Dinlendirilen tarla. |
sola:na gelmek |
: |
Ters gelmek. “Solâma geliyor hep.” |
solda sıfır |
: |
Hiç değeri yok. |
solgan |
: |
Soğan. “Evlerinin önü solgan Ağamı görürsen korkan Telli perçemlisin oğlan Ne dedim ki darılırsın” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 560 |
solgaz |
: |
Çabuk solacak eşya. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
solgu |
: |
1. Dibekte, havanda dövme işine yapan tokmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Tahıl dövmeye yarayan büyük taş dibek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
solgun |
: |
Soluk. |
solku |
: |
Dibekde mısır ve buğday kepertmeye yarayan ağaçtan yapılan büyük çekiç. |
soluğanlık |
: |
Tıknefeslilik. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
soluğu taşmak |
: |
Soluk soluğa kalmak. “Öyle çabuk yürüyordu ki, soluğu taşıyor, sözler ağzından yarım yarım çıkıyordu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
soluğu yatışmak |
: |
Dinlenmek, kendine gelmek. |
soluk |
: |
1. Çok kısa dinlenme. 2. Can. “Davar gelir belik belik Ciyerlerim delik delik Ulaşamadım gardaşa Gardaşdan ayrılmış soluk” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Halıd’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Ayşe Temiz (Patlakkızı)) |
soluk ya da soluğunutoplamak |
: |
Biraz dinlenmek, soluklanmak. “Soluklarını toplayınca ayağa kalktılar.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
soluk darlığı |
: |
Tıknefeslilik. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
soluklanmak |
: |
Dinlenmek. “Misafir tanrı misafiridir. Buyursun soluklansın evvela dedi.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
som |
: |
Katışıksız, saf. Som gümüşten daha aktır bileğin Hak yoluna kabul olsun dileğim Yavaş yörü mavi donlu meleğim El âriftir yörümekten hiyl'alır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.601 |
somak |
: |
1. Mısır koçanı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Küçük taneler topluluğu, salkım. 3. Sumak. Kaz turaç olmasa günde yüz serçe Ya kuzu doldurması nere kaça Seherden evvel de ekşili paça Limon bulunmazsa somak isterim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.502 |
somat |
: |
Istarda dokunmuş yünden veya kıldan sofra bezi, bir tür dokuma. “Üzerinde, leğen içinde hamur yoğrulur. Saçta pişirilen ekmeklerarasına konarak kuruması önlenir; kurumuş ekmekler elle sulanıparasına konarak yumuşaması sağlanır ve nihayet yemekler üzerindeyenilir. Türklerin misafiri sevmeleri ve en leziz yemekleri ile sofradizmeleri geleneği dikkate alınırsa sofra için dokunan eşyada daaynı itinanın gösterilmesi normaldir. Ortada "farda" denilen tek bir yanış vardır. Hemen altında her hane sahibinin özel bir de damgası göze çarpar.” (Hilmi Dulkadir, Sarıkeçililer İsimli Makalesinden”) |
sombahar |
: |
Sonbahar. “Gışı orda çıkarır bunlar. Sombahar gelir göçeller gedeller.” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
somranı, somranı |
: |
Üfleye üfleye. |
somruk |
: |
1. Kırlarda, dağlarda yetişen ve çiçeği koparılarak somurulan bir ot çeşidi. 2. Çocuk emziği. “Ben Dadalım bilmedin mi zatımı Al altımdan gel de arap atımı Sormuk verem sana eşek etini Ver sazını var git Yusuf Emmi” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yay. Dağ., İstanbul, 1984) |
somruk şekeri |
: |
Akide şekeri. |
somun |
: |
Ekmek. “Çarşı ekmâ derdik somuna esgiden.” |
somurmak |
: |
Kuvvetlice emmek, sömürmek. |
somya |
: |
Sedir, karyolanın küçüğü. |
somye |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; somya. |
soŋ |
: |
Son. |
soŋ gettilik |
: |
Giderayak, gitmek üzereyken, bir kez daha, son defa. “İşte ölüyorum, senden son bir isteğim var. Söyle onu da son gittilik yerine getirelim dedim.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
soŋ güzlek |
: |
Sonradan doğan çocuk, ileri yaşlarda doğan çocuk. |
soŋ sâbini arıyor |
: |
Satılacak bir şeyin model olarak çok eski olduğunu anlatan bir söz. “Son sâbini arıyor.” |
soŋ soluk olmak |
: |
Ölmek üzere olmak. |
so:na |
: |
Sonra. “Hüsün la gayri, sinileyen sinek uyhuya yatdı; siz daha gevezelik ediyorsûz yav!. Bak, sôna bir daha sizi damda yatırmam ha:…” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
so:naki |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; sonraki. |
so:namiye |
: |
Sonraları. “Ayağına kara lastiği, avradına şeşi, babasının tembahladığı tütünü sônamiye neyinen alacaklardı.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
soŋkur, suŋgur |
: |
Akdoğan. |
soŋsinim |
: |
Ömrün sonu. “Ağar vaktim son sinimde Seni Kar’aslanım seni Vallahi kırgınım sana Dar yerde boğradın beni” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
soŋsuz |
: |
Vefasız, soysuz, densiz, saygısız. “Hatun öksüz Rıfat öksüz Al at aralıkta yemsiz Ellerin gideni geldi Gelmedi ya bizim sonsuz” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
soŋuna:çır |
: |
Sonuna kadar. “Uzatmayayım; ikinci ve üçüncü film bittikten sonra, tekrar yiğitliği ele alır, amaan olan oldu bir kere, nasıl olsa köteâ yiyicim, bari sonunâçır bahayım der ve inanılmaz bir rahatlama hissederek yayılırdık tahta sandalyenin üstüne.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
soŋunu saymak |
: |
Ölümün gözünü beklemesi. “Uyan Karac’oğlan gafletten uyan Atına binip de kargına dayan Ölümden korkup da sonunu sayan Ölür gider yâr koynuna giremez” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 645 |
soŋutamında, soŋ hitȃmında |
: |
En sonunda. |
so:kluk |
: |
Soğukluk, semizotu. |
sop |
: |
Yüksek olmayan kayalık. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sora |
: |
Sonra. |
so:ra |
: |
Sonra. “Ulan! Onların dayağı êsik! Heç ayrı gayrı etmedik! Amma bundan sôra görür onlar!” (İbrahim Boysal - Dönük (Roman) Cadde Yayınları, İstanbul 2006, I. Baskı) |
sop |
: |
Yüksek olmayan kayalık. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sorak |
: |
Soralım. “Sorak diye çıkdıyıdık Tokdur içeri almadı Hasdanız çok ağar diyor Yapacak bişey galmadı” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
sore:m |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; sorayım. |
sorgu deyişi |
: |
Muamma. Âşıkların birbirleriyle atışmaları sırasında sordukları soru. |
sormak |
: |
Emmek. Karac’oğlan der yaz elin Öpeyim sorayım elin İk’elimle ince belin Sarsam gerek ahdım vardır” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 501 |
sorman |
: |
Sormayın. |
sormuk şekeri |
: |
Akide şekeri. |
sornuk |
: |
Mola, dinlenme. |
sornuklanmak |
: |
Nefes nefese kalındığında durup dinlenmek. “Ulan yiğenim. şu goyu kölgede eyice bir sornuklanak… Hemi de birtiği laf edek dedi.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
sorudmak, sorutmak |
: |
1. Somurtmak, surat asarak tavır koymak, 2. Somurtmak, suskun durmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sosur |
: |
Pısırık, sevimsiz kimse, içine kapanık, insana pek yaklaşmayan, antisosyal. |
sota |
: |
Tenha yer. |
soudurug |
: |
Soğuturuz. |
souğun |
: |
Soygun. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
souk |
: |
Soğuk. “Ağ gonağı issiz galmış Ben de geldim bulamadım Sen gaç günnük yoldayıdın Souk yüzün göremedin” (Mehmet Temiz Yüksek Lisans Tezi Andırın Ağıtları, Zilfaroğlu İsmail Ağa’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Sariye Gök) |
sovan |
: |
Soğan. |
sovumak |
: |
Soğumak. “Gözyaşım akıyor aslından taşkın Cemale aşıkım eyledin şaşkın Yaktı viran etti gönlümü aşkın Sovumaz ateşin kordan mı güzel” (Hacı Zülkadiroğlu) |
soy |
: |
1. Patlıcanın sapı. 2. Düz, düzgün. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
soya |
: |
1.Yatık, eğimli. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) Evimizin önü maya Dalları var soya soya İki dene genç gızımın Sevemedim doya doya Ayhan Karakaş, Feke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s.178. 2. Pençe. “Ün etsem de gelir de çitten, çemenden Ağustos ayında kir Mursal Oğlu İçti doluyu da yenemedim Avşar’ı Soyayı iriden vur Mursal Oğlu” (Dadaloğlu, Kaynak: Erhan Çapraz, Fahri Bilge defterlerindeki Kayseri ve Yöresi konulu Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üni., Kayseri 2005) 3. Dik yüksek. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 4. Eğimi az keser, saban demiri. 5. Yırtıcı kuş pençesi. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 6. Horoz ve yırtıcı kuşların iç tırnakları. Yükseği yalım sayalı Kekliği şahan soyalı İnce belli gök sayalı Dilber seven del’olma mı” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. |
soya gelmek |
: |
Soydan, atalaran gelmek. Güzel cemalına baktır Dünyada menendin yoktur Hörü kızından göğçektir Bu güzellik soya gelir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.609 |
soya gitmek |
: |
Eğri gitmek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
soyak |
: |
Kartala benzeyen bir kuş. rengi bozlu karalıdır; gaga ve pençeleri kartala benzer. Eskiden Yeşilyöre'nin Soyak Tepesinde bolca görülüyor iken sonradan nesli tamamen tükenmiştir. |
soyalmak |
: |
Keserin, saban demiri eğiminin azalması. |
soyaltmak |
: |
Keserin, saban demiri eğiminin azalmak. |
soyfana |
: |
1. Eğri büğrü. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Gelişigüzel yapılan iş. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Nakışsız kilim. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) |
soyfantı |
: |
Eğilim. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
soygun |
: |
Çıplak beden. |
soyğun |
: |
Soygun. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
soyh̬a |
: |
Ölü veya esir üzerinden çıkan giysi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. Osm. İç.) “Çöze idim düğmelerin döşünden Öpe idim gözlerinden kaşından Güzelliğin soyha kalmış başından Ben inli boranlı olduktan kelli” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
soyka |
: |
1. Hayırsız, belalı, kötü, bed. 2.(Argo) Ölü veya esir üzerinden çıkan giysi, ölen ya da esir kimseden kalan şeyler, giysi, elbise.. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm. Mr. İç.) “Bulut buluta söykenir (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
soyka kalmak |
: |
1. Çıplak ve yalnız kalmak. 2. “Kahrolmak”, “Yok olmak”, “olmaz olsun”, “yere batsın” gibi bir üzüntü ve acı bildirmede kullanılan bir söz. “Soyka kalsın böyle dirlik. Bu ne? Gel eve gidek.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
soykalamak |
: |
Ölünün kıyafetini çıkarmak. |
soyḳasına çıḳmak |
: |
Herhangi bir eşyayı vermeyen kişiye kızma bildiren beddua. |
soypudu |
: |
Zemine kırk-elli derecelik açı yaparak duran, aykırı, eğik, dik durmayan. |
soypuru |
: |
Eğri, eğimli. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
soyputuna soyputuna |
: |
Daha tersine tersine. |
soysuz |
: |
Soyu bozuk, ahlaksız kimse. Kime kin ettin de geydin alları Yakın iken ırak ettin yollan Çok mihnetle yetirdiğim gülleri Vardın gittin bir soysuza yoldurdun Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.562 |
sozalıp kalmak |
: |
Umduğunu bulamamak, apışıp kalmak, süzülüp kalmak. “Sozalıp kaldım.” |
sozalmak |
: |
Şaşırıp kalmak, utanarak durmak, konuşmadan şaşkın şaşkın bakmak. “Koc’Ahmet’in ifadesin’aldılar Zarfladılar Ankara’ya saldılar Cevap geldi, sozaldılar kaldılar Bu hal kumandanı pişman eyledi” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
sö:d |
: |
Söğüt. |
sö:meg |
: |
Sövmek. |
sö:ndürmeg |
: |
Söndürmek. |
sö:nüg |
: |
Sönmüş. |
sö:rme |
: |
Fırında pişirilmiş patlıcan. |
söba:reg |
: |
Yassı gibi. |
söbe |
: |
1. Oval, yumurta biçiminde, sübü, beyzi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) “İşte geldim anam ebem (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) 2. Sivri dilli. “Nasrettin Hoca’nın heybesi gibi Nüktedan sözlerin söbesi gibi Gayrı müslimlerin kabesi gibi Efes’e tavafa varılmayasın” (LaedriJ) 3. Uzun ince dar nesne. “Yaylanın karı eridi Keklik sahile yürüdü Yüzü güldü, gözü söbe Canlar yakan yavrum öldü” (Andırın’lı Hasibe HatunUn Nişanlı Kıza Ağıdı, Kaynak: Alpay Kabacalı, Gül Yaprağını Döktü Bugün) |
söbedeli |
: |
İriyarı ve aynı zamanda delidolu. |
söbü |
: |
Yuvarlak olmayıp elips şeklinde olan. |
söbüce |
: |
Dik, uzun, ince, zayıf. |
söfe |
: |
Kapı veya pencere çerçevesi. |
söfür |
: |
Sahur. “Söfürsüz duttum bugün orucu.” |
söggün |
: |
İlkbaharda sıcak yerlerden ılıman bölgelere giden göçmen kuşlar. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
söğen |
: |
Bağ veya bahçenin etrafını çevirmede kullanılşan boyu yaklaşık 2 metre kadar uzunlukta olan düzdün ağaç kazıklar. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
söğke |
: |
Yamaç. “Bulut buludun söğkesi (Kaynak: Andırın Büveme Köyü’nden Cinnilerden Ahmat Kıvrak Cinne-met) |
söğkenmek |
: |
1. Uzanmak, yatmak, yaslanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Dirseğini dayanak yaparak, yan üstü yatmak. “İnce Duran’ı Höllüoğlu’da duymuştu. Söğkendiği yerden doğruluverdi. Başını mağaradakilere doğru uzatarak bir şeyler hatırlatmak ister gibi” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
söğlemek |
: |
Söylemek. “Tanrı zalımı zalımı Gırdın golumu golumu Söğlemiyor benim dilim Sorman halımı halımı” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
söğlemişler değmiş nazar |
: |
Ağıtlarda kullanılan bir söz kalıbıdır. Birisine nazar olacak şekilde yani kıskanarak, istemeyerek; onun üstün yanını öne çıkarıcı ifadelerde bulunmaya “söğlemek denir. |
söğnük |
: |
Sönmüş. “Söğnük ocak tüter m’ola Benim acım biter m’ola Emmisi babaİım diyor Acep yerin dutar m’ola” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Alper Kesme’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Ayse Kesme) |
söğörme |
: |
Patlıcanın veya biberin , kor ateşte veya fırında pişirilmesi. |
söğündürme |
: |
Yörük kültüründe, çadırın kurulduğu yerde veya göç yolu üzerinde her zaman yakacak odun bulunmadığı için evin kadını biraz tedbirli olmak, biraz da geleneksel tutumluluk yapısından kaynaklanan alışkanlıklarla, ocakta iş bittikten sonra yanan odunların ucunu toprağa veya küle gömerek söndürür. Yanan ocağın su ile söndürülmesinin uğursuzluk getireceği inancı yaygın olduğu için söndürme böyle yapılır. İşte bu yolla söndürülmüş odunlara, yani çıraya söğündürme denir. Yani söğündürme tıpkı diğer etnoğrafik eşyalar gibi çadır hayatının değersiz bir parçasıdır. “Karac’oğlan der ki bre erenler Ben gidiyom mamur olsun örenler Gavim gardaş konuştuğum yarenler Söğündürme çıracığım yok benim” (Karacaoğlan, Kaynak: Sıtkı Soylu, Karacaoğlan Sözlüğü ve Metin Bozuklukları üzerine Düşünceler İsimli Makalesi.) |
söğünmez |
: |
Sönmez. “Kurtar kadir Mevlâ’m sen eyle yardım Söğünmez içerim, kırık kanadım Deyemem kimseye yürekte derdim Azdı yaralarım baş oldu gene” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 96 |
söğürme |
: |
Patlıcanın veya biberin , kor ateşte veya fırında pişirilmesi. |
söğüt |
: |
Daha çok sulak yerlerde yetişen meyvesiz bir ağaç türü. Dinleyin ağalar size söyleyim Arş u kürsü gider yolun var dağlar Kar'ardıçlı kamalaklı yüceler S Selvili söğütlü yerin var dağlar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.578 |
söhör |
: |
Sahur. |
söhür |
: |
Sahur. “Su içinde biter andız Ah çekerim gece gündüz Söhür vahdı doğan yıldız Gurt yên yâr bulunur mu?” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kurtlar Tarafından Parçalanan Kızın Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Höbek) |
söhür va:dı |
: |
Sahur vakti. |
söhür va:tı |
: |
Sahur vakti. |
söke |
: |
Erkek ceketi. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sökel |
: |
Öldürücü grip, humma, ateşli bir hastalık. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
sökkem |
: |
Nezle. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
Sökme |
: |
Çizgili ipek yazma. Nasıl ağlamayım baylar, bayanlar Bağlanmış başına sökme sevdiğim Ah çekersem kemiklerim sızılar Hançerin sinama sokma sevdiğim” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 118 |
sökmek |
: |
1. Eritmek. Yüce dağ başında çalınır kaval Kadir Mevlâ'm sana vermesin zevâl Aşağı yelinden sorulur sual Söker garbî ilen buzu dağların Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.539 2. Güçlüğü yenmek, başarmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. İyileştirmek. Kılcan derler şu köylerin sırası Rasaf söker benim göğsüm yarası Bakıda'nın çoktur kaşı karası Eğdirmiş serpuşun telli görünür Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.628 |
sökülmek |
: |
1. Erimek. Şol görünen dağın karı söküldü Gözüm yaşı yeryüzüne döküldü Eller kalktı yaylasına çekildi Bülbül gülden ben yârimden ayrıldım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.486 2. Sökün etmek, görülmek, topluca bir yere doğru yönelmek.. “Çok geçmeden nice atlı sökülür Cümlesi de yolumuza dökülür Yenilirsem boyuncuğum bükülür Eller derer has bağımda gülleri” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yay. Dağ., İstanbul, 1984) |
sökün |
: |
1. Göçmen kuş kümelerinin ilkbaharda gelip sonbaharda gitmeleri. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.)
“Daşlan beni daşlarınan Gözüm doldu yaşlarınan Gözlüyorum eşim seni Sökün gelen kuşlarınan” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Feridun’a ve Hatice’ye Ağıt, Derleyen: Musa Şahan, Sonay Saygı, Mulla Kılınç, Kaynak Kişi: Gülhanım Başçoban) 2. Ard arda gelme. “Yeni geldi Arab atın sökünü Seyir eyle sağa sola bükeni Helâl edin tuz ekmeğin hakkını Varamıyom beni burda eğler var” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 583 |
sökün ayı |
: |
Kuşların bir yerden bir yere topluca göçtükleri ay. “Sökün ayı geldi kuşlar söküldü Katarın önü iç iline döküldü Hümâ kuşu sılasına çekildi Ördeği çığrışır göl deyip gider” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 589 |
sökün evsini |
: |
Şubat ayının son günleri ile mart ayının ilk haftası arasında, güneyden kuzeydeki Nurhak Dağı’na göçen keklikleri avlamak için hazırlanan evsin. |
sökün etmek |
: |
1. Birden hücuma geçmiş gibi hareket etmek. 2. Göçmek, bir yerden topluca ayrılıp başka bir yere gitmek. Atıma bineyim edeyim sökün Sağına soluna hamayıl takın Ağyar ırak derler Kefendiz yakın Gece Kefendiz'de yatalım atım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.491 |
sökün gelmek |
: |
Topluca bir yere gelerek bir arada bulunmak. Telli turnam sökün gelir İnci mercan yükün gelir Elvan elvan kokun gelir Yâr oturmuş yele karşı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.430 |
sökünce |
: |
Yürüyünce. “Aşağıda akça çığın ötünce Katar başı mayaların sökünce Türk’ün olan Türkmeneli çökünce Kaypak Osmanlılar size aman mı?” (Haşim Nezihi Okay, Köroğlu ve Dadaloğlu, May Yay., 1970) |
sölpük |
: |
1. Gevşek, pörsük, sakık. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Perişan halde olan, sarkık, gevşek. |
sölpümek |
: |
Sarkmak, gevşemek, pörsümek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sömeği pıtmak |
: |
Düzeni bozulmak, canından bezmek. “Sonunda sömeği pıttı.” |
sömek |
: |
1. Taneleri alınmış mısır koçanı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) 2. Bir sistemi ayakta tutan küçük ama önemi bir parça. 3. Bükülmüş ip yumağı. (TDK Derleme Sözlüğünden İç. Ada.) 4. Bölgemiz göçmen ağzında; yün yumağı. 5. İnce ip yumağı özellikle yorgan ipliği yumağı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sömelek |
: |
1. Yassı. 2. Bebek kundaklama ipi. 3. Küçük, ufak kundak, kundağa sarılan bebek. “İyi ol Akça’nın kızı Sömelekten kara yükü Salih’imi öksüz etmen Adam ol bibimin kızı” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
sömelek köfte |
: |
Bulgur ile çiğ köftenin yapılıp parmak şeklinde biçimlendirilmesi ve sıcak suda haşlanması ile elde edilen yiyecek türü. |
sömlük |
: |
İbrik, çaydanlık gibi araçların su dökmeye yarayan musluğu. |
söomek |
: |
Sövmek, küfretmek. “Hadi olum, (parmağı ile Kemal Ağa’yı göstererek) şu emmine de bir söov bâm…” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan II, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
söondürmek |
: |
Söndürmek. |
sö:lemek |
: |
Söylemek. “Âladım da gülemedim Sö:ledim de bilemedim Yitirdim de ben bacımı Arayıb da bulamadım” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hüsne Gürbüz’ün Ağıdı, Kaynak Kişi: Rukiye Sert) |
sö:len |
: |
Söyleyin. “Bülbül boş dala gonmuyor Mihnesi buna ganmıyor Varın sö:len Hacca Gıza Guşluk oldu uyanmıyor” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kına Gecesi Ölen Hacca Kız’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Hürside Karpuz - Döndü Parmaksız) |
sö:t |
: |
Söğüt. “Gurban ollum Vezir Âm Ardından yıkıldı dâm Salkım sö:t sallanışlı Varıdı Efendi Bêm” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Üç Kardeşin Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Belkıse Gök (Ballı Hatın)) |
söplek |
: |
Yumurta biçimine benzer. |
sörsöbü sünmek |
: |
Takadı kesilmek, yorgunluktan ulu orta yatmak. |
sössöbe sünmek |
: |
Uygunsuzca, töreye aykırı bir biçimde yatmak. |
söüt |
: |
Söğüt. “Yoncalı’nın söütleri Dal dal oldu bitdi m’ola? Omar’ı vuran cendermeler Silasına yetdi m’ola?” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Yoncalı Ömer’in Ağıdı - 2, Kaynak Kişi: Âsık Mustafa Keleş) |
söve |
: |
Kapı ve pencere kasası. |
söven |
: |
Bahçe etrafına dikilen kazık. |
sövkemek |
: |
Uzanmak, yatmak, yaslanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sövkünmek |
: |
Uzanmak, yatmak, yaslanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sövüt |
: |
Söğüt. |
söygün |
: |
Suskun. “Eğil yüce dağlar eğil Otu biter yeşil yeşil Şorda söygün duruyor Celâl’in teyzesi değil Celâl oy oy yavrum oy oy” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) |
söykȃ, söykeği |
: |
Yaslanılacak şeyler. |
söyke |
: |
Eğri yer, bayır, yamaç. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) Evimizin yanı söyke Gene aldı beni öyke Gızlarım sudan geliyor Bir yanından döke döke Ayhan Karakaş, Feke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s.166. |
söykemek |
: |
Uzanmak, yatmak. |
söykenek |
: |
Yastık. |
söykenmek |
: |
Dirseklerini ya da bir dirseğini destek yaparak uzanmak, yaslanmak, yan şekilde yaslanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Bulut buluta söykenir (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
söykünmek |
: |
Uzanmak, yatmak, yaslanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
söyküt gitmek |
: |
Aykırı gitmek. |
söylemek |
: |
Nazar etmek. “Havada da guş görmüşler Ganadını da gırmışlar Allah’ından bulasıcalar Kemal’ıma söylemişler” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Küçük Kemal’in Ağıdı, Ağıtı Yakan: Safiye Temiz) |
söylemesi ayıp |
: |
Affedersiniz. |
söylenti |
: |
Laf, söz, dedikodu. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
söymek |
: |
Uzamak. “Ablak kuğu akça kuğu Dal oynuna söydün bugün Dost karşımda salınırken Tatlı cana kıydın bugün” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 571 |
söyük |
: |
Dam saçağı. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
söyünmek |
: |
1. Kıyafet değiştirmek, soyunmak 2. Sönmek. |
söyüt |
: |
Söğüt. “Adana’da selbi söyüt Verseler de almam öyüt Her yer gezdim bulamadım Ali’m gibi babayiğit” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Eşkiyalarca Öldürülen Ali Kırık’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: İsmail Hakkı Kaya) |
söz gelmek |
: |
Söz edilmek, laf edilmek. Annacımdan gelen şu mavi donlu Kaldırmış kolların toz gele deyi Kendi kendin yad ellere saklayu Bir ağzın bilmezden söz gele deyi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.465 |
söz keşiği etmek |
: |
Karşılıklı sırasıyla konuşmak. |
söz temsili |
: |
Örnek vermek gerekirse, örneğin. “Dedim ki muhtara, söz temsili dedim, el mi yaman, bey mi yaman?” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
söze varmamak |
: |
İyi ya da kötü hiçbir şey söylememek, susmak. “Kümbetoğlu çoktandır susuyor, hiçbir söze varmıyordu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sözgelimi |
: |
Sözüm ona, söz gelişi. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sözlü |
: |
Nişanlı. |
sözü ağır |
: |
Sözü dokunaklı. |
sözü ayağa düşmek |
: |
Sayılmamak, sözü dinlenmemek. |
sözü geçgil |
: |
Sözü geçen, istediğini yaptıran. “Maraşlının sözü geçgil…Hökümette adamı var.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sözü yeğni |
: |
Lafı dokunmayan. |
sözü yola getirmek |
: |
Denileni gerçekleştirmek, sözüne yerine getirmek. “Üç güzel oğlu der şöyle bir yiğit Söylediği sözü yola getirir Yiğit olan sırrın kimseye demez Kötü kalbindekin dile getirir” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 612 |
sözülen |
: |
Sözünden, konuşmasından. Kâmil olan belli olur sözülen Mâh yüzüne bölük bölük yazılan Al yanağa çifte benler düzülen Kakül müdür zülüf müdür tel midir” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 627 |
sözümoŋa |
: |
1. Domuz. 2. Kötü bir şeyden söz ederken söylenir. |
stil |
: |
Kara çadırların ana gövdesine millerle ilave edilen alt etekleri, ön ve arka cepheyi kapatan parçalardır. |
su |
: |
1. Kumaşlarda kenar çizgisi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Türkçe’de asker anlamındadır. Subaşı: Bir askeri birliğin kumandanı. |
su cücü: |
: |
Sudan çıkmayan, devamlı suda oynayan çocuklar için kullanılır. |
su dökmek |
: |
Tuvalete gitmek. |
su dökme:ne gitmek |
: |
Tuvalete gitmek. |
su dökmeye gitmek |
: |
Tuvalete gitmek. |
su gollaması |
: |
Su yolu. |
su iti |
: |
İşe yaramaz kimse. |
su kabağı |
: |
İçerisine su doldurulabilen bir kabak cinsi. |
su kuşu |
: |
Kurbağa. |
su sulamak |
: |
Tarla ya da bostanı sulamak. |
su vermek |
: |
Tarla ya da bahçeyi sulamak. |
su vurdurmak |
: |
Su çıkarmak için kuyu kazdırmak. |
su yutkunu |
: |
1. Denileni yapmayan ve işi ağırdan alan kimse. 2. Birlikte iş tutulması zor, geçimsiz kimse, ağır davranışlı kimse. |
sual |
: |
Soru, sorma. Karac’oğlan der ki edelim aman Şol yüce dağlan bürüdü duman Dünyada Kur'an da Ahret'te îman Sualsiz Cennet'e girse varımız Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.650 |
sual etmek |
: |
Sormak. Kalem aldın kaşın gözün çatmaya Hicâb ettim adın sual etmeye Seni satan çok bahaya satmaya Bakıp durur yüz altunluk mal gibi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.436 |
sual eylemek |
: |
Sormak, soru sormak. Karac’oğlan der ki bakın geline Ömrümün yarısı gitti talana Sual eylen bizden evvel gelene Kim var imiş biz burada yoğ iken Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.531 |
sual sormak |
: |
Soru sormak. Yüce dağ başında çalınır kaval Kadir Mevlâ'm sana vermesin zevâl Aşağı yelinden sorulur sual Söker garbî ilen buzu dağların Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.539 |
sual sorulmak |
: |
Soru sorulmak. Yer değilem karış karış yarılam Su değilem bulanam da durulam Şu dünyada sevdiğine sarılan Âhırette sual sorulmaz imiş Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.635 |
sual vermek |
: |
Soru sormak. Ay ile günün doğduğun bilirler Bir karanlık yerde sual verirler O ağızsız dilsiz yatan ölüler Dur bakalım canım göğler kalır mı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.425 |
sualciler |
: |
Sorgu melekleri, ölümden sonra soru soracak melekler. “Karac’oğlan her cefayı biliyor Sualciler yedi yerde soruyor Yetmiş ik(i) millet bir ar’ya geliyor Dur bakalım canım dağlar kalır mı” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 425 |
suallenmek |
: |
Soru sormak. Eksilmez başından dumanın kışın Var mıdır dünyada şu senin eşin Sorsam suallensem yüz bin var yaşın Dünyanın binasın bilin Erciyes Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.630 |
suca: |
: |
Sucuğa. |
sucu |
: |
Tarlayı sulayan kimse ya da mecazi olarak teneşirde mevtayı yıkayan kimse. “Zalha yalnız ağılıyor Nicoldu bunun bacısı Hastahanede ölenin Hademe olur sucusu” (Derleyen: İbrahim Davutluoğlu, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
sucuk |
: |
Üzüm suyu ve nişenin pişirilmesiyle elde edilen haspaya, ipliğe dizilmiş ceviz batırılarak elde edilen bir şıra türü. |
suçsunmak |
: |
Kendini suçlu görmek, suçlu saymak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
suçukmak |
: |
Suçlanıp ses çıkarmamak, utanmak. |
sudeyçek |
: |
Ev işi yaparken giyilen giysi. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sufat |
: |
Çehre, yüz. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
sufra |
: |
Sofra. “Gara çadırı gurulur Uşaklar gelir dizilir Gani gönül benim eşim Ağa sufrası yedirir” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
sufra yazmak |
: |
Sofra sermek. “Oğul babadan öğrenir sofra yazmayı, kız anadan öğreniz gezme gezmeyi.” |
suğluk |
: |
1. Kıyma bıçağı, büyük bıçak. (TDK Derleme Sözlüğünden Osm. İç.) 2. Küçük hançer. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Enli mutfak bıçağı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Yörük anaları, bugünün iri ekmek bıçaklarına suğluk derler.” |
suğulmak |
: |
Yukardan aşağıya hızla inmek, atılmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) Kartal şu laşeye suğuluyor. |
suhra, sukra |
: |
Bir kimseye ücretsiz ve zorla gördürülen iş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
suiti |
: |
Kunduz. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
su:k |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; soğuk. |
suksumak |
: |
1. Sakınmak, gocunmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Utanma nedeniyle konuşamamak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sukurusu |
: |
Buz. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sulak |
: |
1. Sulanabilir, sulu yer. Yavrunun yaylası sulaklı otlu Söyle kömür gözlüm dilleri tatlı Bir yanı ekinli bir yanı otlu Şu dünyadan murad almaz mı sandın Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.534 2. Hayvan sürülerinin sulandığı yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sulfata ağacı |
: |
Okaliptüs ağacı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sulfatı |
: |
Okaliptus ağacı. |
sulk |
: |
Barış, anlaşma, sulh. “Sulk olak. Aramızda ayrı gayrı olmasın. Dünya malı için kalpleri kırmaya gerek var mı?” |
sulka |
: |
Sulha, barışa. |
sultan |
: |
1. Hükümdar, devletin en üst yöneticisi. Sultan Süleyman'a kalmayan dünya Bu dağlar yerinden yarılır bir gün Nice bin senedir çürüyen canlar Hakk'ın emri ile dirilir bir gün Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.569 2. Sevilen, âşık olunan kadın. Çiçeklerden almış yüzün rengini Hayrân oldum bulamadım dengini İnce bele salmış kemer bendini Bildim güzellere bu bir sultandır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.599 |
sultani kiraz |
: |
Kiraz. Gelinin yüzünde ipek duvaklar Hani adadığın bunca adaklar Sultânî kiraza benzer dudaklar Kirazlar da yetişmiş devşirindi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.417 |
sulu |
: |
Düğün yahnisi, salçalı yemek. |
sulu sepken |
: |
Toprağı ıslatan ve çabuk eriyen sulu kar. |
sulu sufatlı |
: |
Münbit güzel ve sulu yer. |
suluğan |
: |
Mantı hamuru kesmeye yarayan büyük bıçak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
suluhan yeli |
: |
Hava ışırken çıkıp en çok kuşluğa kadar esen kuzey rüzgarı. Hafif eser, kurudur. |
suluk |
: |
1. Su kabı. 2. Sapı demirden bıçak. 3. Oda içinde küçük banyo, gusülhane. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 4. Sidik torbası. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sulundurmak |
: |
Asmak. |
sulusepen |
: |
Doluyla birlikte yağan yağmur. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sulusepkin |
: |
Yağmurla yağan kar. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
suluzırtlak |
: |
Limon. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sum |
: |
1. Sağırlar. 2. Sarımsak. 3. Uğursuz. |
sumsak |
: |
Yumruk. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sumsuk |
: |
Yumruk. “Mehmet, oyundan alıkonulduğu için, yüreği yanarak, hiç mi hiç istemiyerek gelir ve annesinin sumsuklarına katlana katlana, çimdiklerine bağıra çağıra eve yönelir.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
sumsuklamak |
: |
Yumrukla vurmak, yumruklamak. |
suna |
: |
1. Göl ördeği. Daha çok erkek ördek anlamında kullanılır. Sırma sandım kirpiğini kaşını Delik deşik ettim sînem başını Uzatır boynunu arar eşini Bir tek suna gördüm göl kenarında Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.383 2. Sevgili. Altıma attılar alaca kilim Ağzımda kurudu damağım dilim Sunayı görünce büküldü belim Tecnis'te bir Arab güzeli gördüm Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.512 |
suna, sune |
: |
Boylu poslu, güzel yapılı kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç.) |
suna boylu |
: |
Göl ördeği gibi uzun boulu olan sevgili. Benden selâm edin suna boyluma Bir karış gerdanlı Habeş benlime Yenem dedim yenemedim gönlüme O dosta yiyecek nar bulamadım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.484 |
sunak |
: |
Ağaçtan yapılmış su kabı, maşrapa. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sunduruç |
: |
Boyunduruğu kayışlarla bağlanan uzun delikli ağaç. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sungu |
: |
Armağan, vergi. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sunguç |
: |
Yayvan sepet, sele. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sunger |
: |
Sünek, elastiki. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sungur |
: |
Doğana benzeyen, yırtıcı ve bir alıcı kuş. Çıngır, çınkır, şunkur, şunkar, sungur, çongar vb. sözcükler hep aynı anlamı taşırlar. Alıcı kuşların en kalitelisine verilen isimdir. Doğan ya da şahin kuşunun erkeklerine bu isim verilirmiş. |
sunturaç |
: |
Hayvanların tırnaklarını kesmekte kullanılan bir çeşit bıçak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
supa |
: |
Sıpa. |
sur |
: |
Şans, talih, kale duvarı. |
surat |
: |
Yamaç. |
suratına konan sinek bin parça olmak |
: |
Canı çok sıkılmak, hiç yüzü gülmez olmak. “O çalışıyor dedi Memet, suratına konan sinek de bin parça oluyor.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
surgubet |
: |
Allerji, rahatsızlık duymak annlamında. |
surlu |
: |
Uğurlu. |
susa |
: |
1. Düz ve geniş yol. 2. Keçi yolu. 3. Şose yol, asfalt yol. |
susak |
: |
Ağaçtan oyulmuş su kabı, maşrapa. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
susama dönme |
: |
Susam gibi incelmek, incecik kalmak, narinlik (Kız beli). |
susamı |
: |
Eflâtun rengi. |
susasından ya da susundan ölmek |
: |
İçi yanmak, çok susamak. “İçinden, bir su, bir su, bir su geçiyordu boyuna. Şu fıkara karıya bir su. Susundan ölmüştür. Yanmıştır fıkara.“ (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
susığırı |
: |
Manda, dişi manda. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
susien |
: |
Susayan. |
susma |
: |
Banyo havlusu. |
suş |
: |
Suç. |
sutası |
: |
Bardak. |
sutuğlen |
: |
Çağlayan, düden. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sutüğülen |
: |
Çağlayan, düden. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
su:çtuğu |
: |
Çağlayan, düden. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
suva |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; sıva. |
suva:cı |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; su ağacı, su kovalarını omuzda taşımak için kullanılan sırık. |
suvag |
: |
Sıva. |
suvagcı |
: |
Sıvacı. |
suvak |
: |
Sıva, badana. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) “Merdivene attım ayak (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
suvaklı |
: |
Sıvalı. |
suvan |
: |
Soğan. “Çerçilerden köyde yetişebilen patatis, suvan türünden öteberiler almamız incilerimizin başında gelenlerindendi.” (Kadirli Bekereci Köyünden Ekrem, Kaynak: www.bekerecikoyu.com.) |
suvarı |
: |
Süvari, atlı, atlıymış gibi giden. |
suvarmak |
: |
1. Sulamak. 2. Hayvana su içirmek. |
suvat |
: |
Ceyhan Nehri’ne verilen isim. |
Suvaz |
: |
Sivas. |
suya çalmak |
: |
Yıkamak. |
suya düğüm vuracak kadar marifetli |
: |
On parmağında on marifet olmak. “Suya düğüm vuracak kadar marifetli.” |
suyu ağır |
: |
Ağırlığı olan, sözü dinlenen. “Suyu ağır.” |
suyu ılımak |
: |
(Güçlü bir kimse için) Gücü sona ermek üzere olmak. “Mustafa Bey’in, Derviş Bey’in artık sularının ılıdığı, onların da Kaymakamın, Valinin, Ali Saip Bey’in de kulağına gitti.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
suyun ağır olması |
: |
Tutum ve davranışlarında olgunluğu ve dirayeti elden bırakmamak. “Suyum ağarıdı. O yüzden beni çok sayarıdı.” (Mustafa Rüzgar-Andırın) |
sü:lemek |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; söylemek. |
Sülüman |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; Süleyman. |
sü:m |
: |
Bir dikimlik kadar iplik. |
sü:mek |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; sövmek. |
sü:ŋ aya: |
: |
Suyun aktığı ark. |
sü:ŋ gözü |
: |
Suyun kaynağı. |
sübahsız |
: |
Suratsız, çirkin. |
sübek |
: |
Beşikteki çocukların bacakları arasına yerleştirilen sidik şişesi veya sidiği bir kaba akıtacak boru. |
südah |
: |
Sırnaşık. |
süde |
: |
Büyük oval şekil. |
südlü |
: |
Sütlaç. |
südoku |
: |
Bebeklerde fazla emzirmenin yol açtığı rahatsızlık. Fazla emzirme südokuna uğrarsın. |
südük |
: |
Döl, soy. “Bu gençlik geçer mi ele? dedi, İt südükleri, siz dağlarda çürütün gençliği” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
südümen |
: |
Süt tadı veren yoğurt, süte çalan. |
süğen |
: |
Çit örerken çakılan bir, bir buçuk metre boyunda kazıklar, çit kazığı, çeten direği. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) “Sonunda Hürü Ana eline oralardan uzun bir süğen geçirdi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
süğgün |
: |
Ağaç dalı. |
süğmek |
: |
Sarmak, uzamak. |
süğsün |
: |
Ense. |
süğük |
: |
Damın ya da çatının duvardan dışarıda kalan kısmı, saçak. |
süğüm |
: |
1. Dikiş iğnesine bir defada takılacak uzunlukta iplik. 2. Kol gerilişiyle kirmene sarılacak ölçüde, yani kol ile kirmen arasının uzunluğunda yün ya da pamuk. |
süğüm ip |
: |
Bir parça uzunlukta ip. |
süğün |
: |
Buzağı. |
süik |
: |
Damın çevresi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sükker |
: |
Şeker. “Huyu melekten yukarı Kendisi kızlar sükkeri Ağzında lebin şekeri Ver Muhammedi seversen” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
sükmek |
: |
Ağlamaklı olmak, boğazı düğümlenmek. |
süku:t |
: |
Orman ağaçlarından biri. |
süleke |
: |
Taşla oynanan bir tür çocuk oyunu. “Biz daşınan süleke oynardık. Şö:le altı tene cızgı çızardıg” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
sülembek |
: |
Atın göğüslüsünün ismidir. |
Sülemen |
: |
Süleyman. “Sülemen boynunu büker Hacı ciğerimi yakar Memmet oğlu olsayıdı Salının ucundan dutar” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
sülempe |
: |
Yassı taşlarla oynanan bir oyun. |
sülempet |
: |
Atın döşüne takılan kayış. Bu kayışlar bazen çok müzeyyen ve gayet süslü olur. “Dadal Oğlu’m söyler kendi metinden Çok güzel sevdi de aslı zatından Uğru sülempetli goğ kır atınan Düşem idi ol dostunan yola ben” (Dadaloğlu, Kaynak: Erhan Çapraz, Fahri Bilge defterlerindeki Kayseri ve Yöresi konulu Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üni., Kayseri 2005) |
sülenke |
: |
Taşla oynanan bir tür çocuk oyunu. |
sülenpe |
: |
El büyüklüğünde ince, yassı taş. Bu taşla oynanan oyun. |
sülep |
: |
Aşınmış, silinmiş, yalama olmuş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sülgü |
: |
Hamam takımı, havlu. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
süllem |
: |
Merdiven. Kız senin göğsüne süllem dayarım Dayarım da gül memenden emerim Seherde üstüne köprü kurarım Geçerim Tuna'nın seli isen de Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.403 |
süllempe |
: |
Er oyununda dananın altına koyulan ya da danaya atılan yassı taş. Yassı taşlarla oynanan bir oyun, dikilen taşları vurup düşürmeyi amaçlar. |
süllenpet |
: |
Deri göğüslük. “Atı süllenpet takınan Şerrinden alem sakınan Emmim kurban İncomarım Valiye çöktürür dizi” (İnc’Omar’ın Ağıtı’ndan) |
süllübanı |
: |
Pejmurde. |
süllüm |
: |
1. Merdiven. 2. Ebegümeciden yapılan ekşili yemek, ebegömeci haşlaması. |
süllümden endim, sözümden döndüm |
: |
Önceden öyle demiştim ama şimdi buna uymuyorum anlamında bir deyim. “Süllümden endim, sözümden döndüm.” |
süllümün aya: |
: |
Merdiven basamağı. |
sülpük |
: |
Perişan halde olan, sarkık, gevşek. |
sülücük |
: |
Küçük sülük. |
sülük |
: |
Salyangoz, kan emici solucanımsı bir böcek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm. Mr. İç.) “Sülemen’im sülük gümü Ağ elleri ilik gimi Ne söğlüyem hey Allah’am Ciğerciğim delik gimi” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
sülüklüpancar |
: |
Pazı, orum, makulatum. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) |
sümbüç, süŋüç, sünüş, süŋgüç |
: |
Baş ve işaret parmağının uçları arasındaki uzunluk ölçüsü. “Yıllardır karasabanla ancak bir süngüç derinliğinde kazılan topraklar…” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sümdük |
: |
Arsız, açgözlü, başkasının yediğinden isteyen. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç. Mr) |
sümdüklenmek |
: |
Her şeyi utanmadan isteyebilmek. |
sümek |
: |
Bükülmüş ip yumağı. |
sümeyere |
: |
Boşuna. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sümseklenmek |
: |
Oyalanmak. |
sümsük |
: |
1. Yumuk. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Arsız, açgözlü başkasının yediğinden isteyen. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Pısırık. 4. Uyuşuk, aptal, ahmak, alık ya da mıymıntı kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Ulan muhtar, ulan Hıdır Kahya’nın sümsük oğlu…” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sümsüm |
: |
Pısırık. |
sümsümü |
: |
Her konuda beceriksiz. Lafının tadı hiç olmaz. |
sümsürmek |
: |
Sümkürmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sümüğüne ağırlık varmasın |
: |
Ölen bir kimsenin ardından söylenir. “Sümüğüne ağırlık varmasın.” |
sümtük |
: |
Yapışkan kişi, her gördüğünden isteyen, çağrılmadan sofraya oturan. |
sümüklenmeg |
: |
Bir şeyi ele geçirmeye çalışmak. |
sümüncüdmek |
: |
İmrendirmek. |
sümüncümek |
: |
İmresimek, imrenmek. |
sümürge |
: |
Sömürülen, emilen nesne ya da kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sümürmek |
: |
1. Yutmak, yutmaya çalışmak. 2. Sıvı bir şeyi höpürdeterek içmek. 3. Hepsini birden yiyip ya da içip bitirmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) “Memed çorbayı bir anda sümürdü.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sümüye |
: |
Ölçüp biçmeden, rastgele, sallapati. |
sündük |
: |
Yüzsüz, açgözlü, başkasının yediğinden isteyen. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) “Erkekler de böyle şeyde sündük olur sündük!. O zaman efendim, tekrar adam eve getti. Alavı sardı; bir iki gün soŋra bi daha geldi; ġız dölü görünce gene geldi oraya. Gene atıŋ felân suladıktan soŋra, ġızıŋ adı da Senem, dedi ki: “N”ettin hatın?” dedi; “sana geçende bir söz dedim idi” dedi. Dedi ki: “Hakikaten Allah’ın adıyınaŋ almak mı istiyoŋ, yoŋsa benim inen vakıt mı geçiriyoŋ?” dedi. “Yôk!. Allah’ın emriyinen almak istiyom.” “Eyi öyleyse, şöyle bir vaad edek senne” dedi. “Nasıl?”. “Ben senden başkasına varmamıya Allah indinde yemin ediyem. Sen de et, benden başkasını alma[maya]” diye. Orda tapıkladı, ayrıldılar. (Görkem 1986) |
sündürgü |
: |
Kamıştan yapılmış düdük. |
sündürmek |
: |
1. (Bir şeyi) Çekerek uzatmak, esnetmek. 2. (Bir şeyi vermek ya da almak için) Elini uzatmak. 3. Salmak, sokmak. 4. Sahanda yumurta. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sündürüm |
: |
Yapılarda karşıdan karşıya uzatılan ağaç. |
süned |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; sünnet. |
sünepe |
: |
1. Uyusuk insan. 2. Döküntülü, pejmurde. |
süŋgeç |
: |
Baş ve işaret parmağının uçları arasındaki uzunluk ölçüsü. “Gulle; (cam veya daha önce plastik bilye. O olmazsa aynı kurallarla, küçülmüş kalem veya düğme de oynanırdı.) Ayaklaşıp, aralarında seçtikleri ebenin oyun alanındaki uygun bir yere diktiği gulleye (düğme ya da kalem de olabilirdi) doğru en yakına düşenin, vurmak veya bir karış (bir süngeç) gibi yakına gelebilmek amacıyla, ortaklaşa belirlenen bir uzaklıktan atış yaptığı vuramayıp uzak düşülmüşse, en yakına düşenden başlanarak, sıra ile herkes kendi gullesini fiskeleyerek hedefi vurmaya veya atarken amaçlandığı gibi yine bir karış (veya bir bir süngeç) kadar yaklaştırılmaya çalışılan oyunlardı. (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan II, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
süngülüç |
: |
Uzun boylu, zayıf. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sünmek |
: |
1. (Kumaş vb.) Esnemek, uzamak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç. Osm.) “Şerif’in de beli ince Mor belik süner gulunca Kör olası Şerif’in gözü N’olur ifade verince” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008)
Bir yiğit de silkinip ata binince Kılıncı da arşın arşın sününce Bir kâfir de bir yiğide kıyınca Bin kâfire kılınç çalsa birimiz Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.650 2. At üzerinde öne doğru yatarak sürmek, uzanmak. 3. (Kişi) Tembelce uzanıp yatmak, kendini salmak. |
sünnetlemek |
: |
Yemek tabağını son kırıntısına kadar yemek. |
sünük |
: |
Uzun boylu, sünmüş, uzamış. |
süpçük |
: |
Karpuz, salatalık gibi bitkilerin sapları. |
süpürgeci |
: |
Tahtacılarda,cemde meydanı sembolik olarak süpürmekle görevli hizmet sahibi. |
süpürüğüllü |
: |
Tuhaf giyinen, dağınık. |
süra:ç |
: |
Sürgü. |
sürdmek |
: |
Avare, işsiz güçsüz gezmek, rastgele dolaşmak. |
sürdürgü |
: |
Kamıştan yapılmış düdük. |
sürege |
: |
Parçalara ayrılarak ekilen tarla. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
süreğeç |
: |
Bazlama ve ekmek yağlarken yağın tutulduğu ekmek parçası. |
sürek |
: |
1. Koyun sürüsü. “Sürek yazıda yayılır (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) 2. Ekilmek üzere sürülmüş toprak. “Toprağa ilk demir girerken bir kurban kesip kanını süreğin içine akıtamamıştı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) 3. Sürelim. |
sürek sürmek |
: |
Ekilmek üzere toprağı sürmek. |
süreke |
: |
Sürülmüş tarla, ekilen toprak alanı. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sürelenmek |
: |
Tebelleş olmak, sürtünmek. |
sürelge |
: |
Sürülen tarla, ekilen toprak alanı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sürem |
: |
Zaman. “Hey ağ’lar her sürem ata binilmez Ata bince de uğru boş gerek Her güzele benim diye aldanma Kâhkül kıvrım kıvrım, eğri kaş gerek” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yay. Dağ., İstanbul, 1984) |
sürgeç |
: |
1. Kapı sürgeci. 2. Bulaşık süngeri, bulaşık bezi. |
sürgü |
: |
1. Ekilen tohumu örtmeye ya da tarladaki büyük toprak parçalarınıkırıp düzeltmeye yarayan çelilardan yapılan bir araç, ağaç silindir. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. İshal. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Sürgün ilacı, müshil. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sürgün |
: |
1. Sürülmüş kimse. 2. Filiz, yeni çıkan ağaç dalı. 3. İshal. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm. Mr. İç.) |
sürgünlük |
: |
İshal, müshil. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sürk |
: |
İsilik. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
sürme |
: |
1. Sırma. 2. Kirpik boyası. Altım düğme dikmiş kırmızı yüze Sürmeler çekmiş de mest ala göze Âşığız biz yalan yakışmaz bize Gelin hiç sözylemez kız nazlı güzel Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.475 |
sürmedenlik |
: |
İçinde sürme bulunan küçük ve süslü cam ya da ahşap şişe. |
sürmek |
: |
1. Sürgün olmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Yara etmek, kızartmak. 3. Tarlayı işlemek. 4. Dokunmak. 5. Sürdürmek.(TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sürmel’eşim |
: |
(Kadınlar eşleri için kullanır) Yakışıklı eşim. “Yaz gelir geçişi guzlar Gardaşın ağla nazlar Tez gelesin sürmel’eşim Garib gelin yolun gözler” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Çanakkale’de Şehit Olan Askerin Ağıdı, Kaynak Kişi: Güllü Gülmez) |
sürmelemek |
: |
Sürme çekmek. Ben bilirim sevdiğimin izini Sürmelemiş kaşı ile gözünü Mevlâm nasib etse görsem yüzünü Ah u zarım sana budur ya Kerim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.500 |
sürmeli |
: |
Gözlerine sürme çekilmiş güzel. Karac’oğlan yâr görmeli Halın hatırın sormalı El kınalı göz sürmeli Gidiyon mu geze gelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.545 |
sürsalmak |
: |
Saldırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sürsat |
: |
1. Bozguncu. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Fırsatçı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. Kötü fikirli, göründüğü gibi olmayan. |
sürtek daşı |
: |
Haşhaş, tuz vb. şeyleri ezmeye yarayan iki taştan oluşan el değirmeni. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sürtmeç |
: |
Dokundurma, başıboş dolaşan. |
sürtük |
: |
Çok gezen. |
sürtüşmek |
: |
İtişmek. |
sürü |
: |
Topluluk. Kalabalık. Geçti yazın geldi güzün Kim çeker ağyarın sözün Alay alay olup gezin Çok göreyim sürünüzü Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.641 |
sürükmek |
: |
Sürüklenmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sürülmez olmak |
: |
Uygulanmamak. Ustalar yapıyı tersine yapar Esnaflar işine hiyleler katar Zamâne kadısı altuna tapar Doğru hak şeriat sürülmez oldu Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.639 |
sürüm |
: |
Tarlayı sürme işi. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sürüncemek |
: |
İş sonuçlanıncaya kadar boş yere gecikmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sürüşme |
: |
Yarışma, yarış. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sürüşmemek |
: |
Çekememek, kıskanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sürütgü |
: |
Devamı, arda kalan. |
süs |
: |
(Hayvan) Tos vuracak durum alma. (TDK Derleme Sözlüğünden. Osm.) |
sürüyü sürüyü |
: |
Sürüyerek. |
süseğen |
: |
Tos vurma. |
süsgen |
: |
Süsmeye, boynuzlamaya alıştırılmış hayvan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
süsme |
: |
Vurma, iteleme. |
süsmek |
: |
(Öküz, inek, koç vb.) Boynuzlarıyla vurmak, toslamak. Hayvanın vurması. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
süsülmek |
: |
1. Tepesi üstü düşmek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Yüzükoyun toprağa yatmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
süsün |
: |
Omuzun arkası. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
süsüşmek |
: |
(Öküz, inek, koç vb.) Karşılıklı olarak birbirlerine boynuz vurmak, toslamak. |
süt |
: |
Başağın sertleşmemiş durumu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
süt çalmak |
: |
Yoğurt mayalamak. |
süt yoldaşı |
: |
Süt kardeşi. |
sütla:ç |
: |
Sütleğen, koparıldığı zaman süt gibi sıvısı akan bir bitki. |
sütla:n |
: |
Sütleğen, sulak yerlerde yetişen, yenilmeyen bir çeşit acı ot. |
sütleğen |
: |
Bir ot çeşididir. Sütü zehirlidir. Sütünden eldeki siğillere çalındığı zaman siğilleri yok eder. |
sütlü |
: |
Sütlaç (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
sütsüz |
: |
Dostluğu zayıf olan. “Sütsüz o. Güven olmaz onun dostluğuna.” |
sütü bozuk |
: |
Asil olmayan, ihanet eden kişi. |
sü:k |
: |
1. Toprak evlerin üstündeki çıkıntı, saçak. 2. Çeleng. |
sü:m |
: |
Bir dikimlik kadar iplik. “Bir sü:m yorgan ipliği getirmeyi unutmıyasın.” |
sü:t |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; söğüt. |
süval |
: |
Sual, soru. |
süve |
: |
Kapının kenarı. |
süven |
: |
1. Toprağa dik çakılan kazık. (TDK Derleme Sözlüğünden Osm.) 2. Çit örerken çakılan bir, bir buçuk metre boyunda kazıklar, çit kazığı, çeten direği. |
süvüklük |
: |
Toprak evlerin üstündeki çıkıntı, saçak. “O güzelim evlerin tek hatası ve ısrarla koruduğu anlaşılmaz ilkelliği, çatısızlığı idi. Damları topraktı; lôğlanıp sertleştirilerek yağmurda yaşta suyu altına geçirmesi yani akması engellenmeye çalışılırdı. Kenarları süvüklü kerpiç bacalı ve ağaç oluklu evlerdi onlar…” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
süyek |
: |
Kemik. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
süyen |
: |
Çit örerken çakılan bir, bir buçuk metre boyundaki kazıklar, sopa, değnek. “Bir iki adım atıp yolun kıyısındaki bir süyenin yanına vardı, ince süyeni eğildi aldı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
süygün |
: |
Filiz, fide. |
süymek |
: |
1. (Bulut, kuş vb) Süzülerek yükselmek.(TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Bitki için yeşermek, büyümek. 3. (Bulut, kuş vb) Süzülerek inmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
süyü |
: |
Tokat. |
süyük |
: |
1. Duvar sırtı, duvarın üstündeki kabartı. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Damın kenar kısmı. 3. Saçak, dam saçağı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
süyük otu |
: |
Damın ucunda yetişen köksüz bir ot. |
süyüm |
: |
Kol gerilişiyle kirmene sarılacak ölçüde, yani kol ile kirmen arasının uzunluğunda yün ya da pamuk. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) “Süyüm süyüme dolaşdı Gardas ardımdan ulaşdı Bir gılıncının vuruncak On beliğim birden düşdü” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İftiraya Uğrayan Kızın Ağıdı, Kaynak Kişi: Fatma Parmaksız) |
süyüm süyüm |
: |
1. Boy boy. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. İnce ince, hafif hafif, az az, için için, uzun uzun, durmadan, iplik iplik. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. Osm.) |
süze süze |
: |
Süzüle süzüle. Turnam gelir süze süze Ötüşerek indi düze Kavil kurduk bahar yaza Gönül yârden ayrılır mı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.641 |
süzek |
: |
Sıvıları süzmekte kullanılan mutfak eşyası, süzgeç. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
süzeg gimi |
: |
Delik deşik olmuş. |
süzekli |
: |
1. Astarlık bezden yapılma üçgen torba. Pekmez çamurunda kalmış şırayı süzmeyeyarar. 2. Mızmız, utangaç. |
süzme |
: |
Torbada süzülmüş yoğurt. |
süzmek |
: |
Temize çekmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
süzülmek |
: |
(Yeni gelin) Ayakta durmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
süzüm |
: |
Yüzüne nazlı bir eda vererek kurulma. Süzünmek fiilinden türetilmiştir, süzülmüş, çok seçkin, güzel şekilde. |
süzünmek |
: |
Yüzüne nazlı bir eda vererek kurulmak. “Biri yazın, biri güzün Süzün çiftçelerim süzün Kele ne diye gelmedin Alnı altınnıca kızım” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) |
süzüntü |
: |
Süzdürülmüş katı yoğurt. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |