KAHRAMANMARAŞ YÖRESİNDE KULLANILAN MAHALLÎ KELİMELER
sa: |
: |
1. Nazardan koruyacağına inanılan beyaz, kristal yapılı bir taş. 2. Sağ, yaşıyor. 3. Şap. 4. Sağ taraf. |
saba |
: |
1. Yarın. 2. Bölgemiz göçmen ağzında; sabah. |
saba:layın |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; sabahleyin. |
saba:nan |
: |
Sabahleyin. |
sabın |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; sabun. |
sabu |
: |
Aklı ermeyen küçük çocuk. |
sa:dıç |
: |
Gelin ve damadın yanında bulunan ve onlara yardımcı olan yakın arkadaş,sağdıç. |
Sadiyfe |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; Sadife. |
sa:fi |
: |
Tamamen. |
sa: |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; sağ. |
sah (seha, esah, sahden) |
: |
Gerçek. |
sahta |
: |
Sahte. |
sahTaḫar |
: |
Sahtekar. |
saksak |
: |
Yapış yapış. |
saksa:n |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; saksağan. |
sa:lam |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; sağlam. |
sa:le |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; Saliha. |
sa:lık |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; sağlık. |
Sali |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; Salı. |
sa:mag |
: |
Sağmak. |
samannık |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; samanlık. |
sa:men |
: |
Düğündeki erkek görevliler. |
sa:n |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında;sahan, tabak. |
sa:nanmag |
: |
Bir yere doğru akıp gitmek. |
sa:p |
: |
Sahip. |
sa:r |
: |
1. Hayal. 2. Sağır. |
sa:rmeg |
: |
Seğirmek. |
sa:rtmak |
: |
Seyirtmek, peşinden koşmak. |
sa:sı |
: |
Saksı. |
saba:nan |
: |
Sabah vakti, sabahleyin. |
sa: |
: |
1. Sağ, sağ taraf. 2. Sana “Düşümde gördüm düşümde Saat parlıyor döşünde Meryem sâ hizmet eder Mezerîn de başında” (Laedri L) 3. Sağ (Ölmemiş, diri anlamında). “Batdal Â, Batdal  Daha babam oğlu sâ Doktoru da götürücü Zilfaroğlu Ali Bê” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Veremden Ölen Hüseyin’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Hodul Emine (Gök-Aslan)) |
sa: |
: |
Sağ, sana. |
sa:b |
: |
Sahip. |
sa:lık |
: |
Sağlık. |
sa:men |
: |
Seğmen, düğün alayı. (Çoğu zaman ağıtlarda kullanılır ve cenazeye gelenler kastedilir.) |
sa:r |
: |
Herhalde, belki. |
sa:relik |
: |
Hastalık. |
sa:t |
: |
1. Bölgemiz göçmen ağzında; saat. 2. Sıhhat. “Muzuyu dersen de yerinde saati Gözelligden yâda diyemem kötü Dişleri inci de âzı bir gutu Âzının içinde dil hilal gimi” (Ahmet Caferoğlu, Anadolu Ağzı Derlemeleri, Maraş Bölümü, Kaynak kişi: Tokmaklı’dan Ehmet Kılıç) |
sa:t kaçı döğüyor |
: |
Saat kaç? |
saba |
: |
Sabah. “Bugün böyle ağlayım da Saba çıkartırım oyun Babası inek verip de Anası verecek koyun” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
saba: |
: |
Kuzeydoğudan esen tatlı ve hafif rüzgâr. “Baharın geldiğin neden bilelim Bir gül bitmiş yapracığı düzgündür Esen sabâ zülüfünden tel alır Deli gönlüm bir yörük’e vurgundur” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 619 |
saba durunca bir gün |
: |
Yarından sonraki gün, ertesi gün. “Saba durunca bir gün gelecek inşallah.” |
sabag |
: |
Bir öğrenimlik ders. |
sabağnan |
: |
Sabahleyin. |
sabağsıgün |
: |
Yarın. |
sabah |
: |
Yarın. “Ürüsdem’im arkasına Ağam varırdı düvene Efendim arar bulurum Sabah varırsam divana” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Üç Kardeşin Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Belkıse Gök (Ballı Hatın)) |
sabah gider kınacısı |
: |
Ağıtlarda kullanılan bir kalıptır. Ölen kişinin daha evlenmediği söylenmek isteniyor. Kınacı gitmesi, kızı alıp getirmeye gitmek. Düğünün sonu kına yakmayla gelir. |
sabah gider kınacısı |
: |
Andırın yöresi ağıtlarında kullanılan bir kalıptır. Kınacı gitmesi, kızı alıp getirmeye gitmek. Düğünün sonu kına yakmayla gelir. |
sabah sabah |
: |
Sabahın bu vaktinde. |
sabahaca: |
: |
Sabaha kadar. “Sabahaca: kandilleri yanardı Soytarılar fırıl fırıl dönerdi Ha deyince beş bin atlı binerdi Sana inip konan beyler nic’oldu” (Hacı Ali Özturan, Maraş Ağzı Köroğlu, Ukde Yay. Kahramanmaraş 2009) |
sabaha:cak |
: |
Sabaha kadar. “Askerler bağlar matıra Toplar yüklenmiş gatıra Sabahâcak yatamıyom Neler geliyor hatıra” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
sabahaça: |
: |
Sabaha kadar. “Kadan allım Telli Bibi Ben emmimden utanıyom Beliğimizi buz deşirdi Sabahaça: yatamıyom” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
sabahadar |
: |
Sabaha kadar. “Sabahadar heç yatmadı İtim herhal derdin beter İnek alır tosun satar Dik gulak Murtazi’ye benzerdi itim” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
sabahadar |
: |
Sabaha kadar. |
sabahan |
: |
Sabahın. |
sabahanan |
: |
Sabahleyin. “Sabahanan bir yel esdi Ağşamınan gâvır basdı Gâvırımış gâvır düşman Gız, gelin goymadı kesdi” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
sabahdan |
: |
Sabahleyin, yarın. “Sabahdan gaçanı erken dutallar Cezası olanı mapusa atallar Ben ölürsem nişannımı satallar N’olur Tahsin Beyim gıyma canıma” (Andırın’dan Döne Höbek) |
sabahınan |
: |
Sabahleyin. “Sabahınan er yürüdüm Üstümü bürüdü duman Yavrum böyle ölüm m’olur? Elin göçeceği zaman” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İmirze’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
sabahısı |
: |
Ertesi. “Sabahısı gün oluyor, gene varıyor padişahın yanına. İdsek daşının üsdüne oturuyor. Çağrıyor padışah bunu yanına.” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Yukarı Çukurova Masallarında Motif Ve Tip Araştırması) |
sabahlen |
: |
Sabahleyin. |
sabak |
: |
Ders, din bilgilerinin verildiği kitapların okunduğu ders. “Hocasına vardım sabakın okur Dostun bahçasında bülbüller şakır Ne İstanbul gerek ne Diyarbakır Sılam seni terk edeyim bir zaman” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 604 |
sabaktan |
: |
Yarın. |
saban |
: |
Kara saban, sapan. |
saban atımı |
: |
Ekime hazırlık olmak üzere toprağın sabanla sürülüp sabanın bir yana koyulduğu vakit. “Hamzanın saban atımında çıkıp gelmesi, çakırdikenliğe ateş verenlerin üstüne at sürmesi, sonra hemen kardeşinin karılarıyla evlenmesi, köylülere önceleri oyun gibi geldi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sabanan |
: |
Sabahleyin. “Sabanan seherinen Açtım bebeğin yüzünü Çağırdım da ümit eyledim Bakıdamadım gözümü” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Miyase’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Süleyman Duman (Çoban Sülo)) |
sabasü:n |
: |
Ertesi gün sabahleyin. |
sabatdan |
: |
Sabahleyin, yarın, daha sonraki günlerde. |
sabattan |
: |
Sabahleyin, sabah olunca, yarın, daha sonraki günlerde. “Oturmuş da Sultan ağlar Gene dumanlandı dağlar Sabattan da yaz gelişin Gapız’ın da suyu çağlar” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
sabattan |
: |
Sabahleyin, yarın, daha sonraki günlerde. |
sabı |
: |
Arapça “Henüz memeden kesilmemiş erkek çocuk” demek olan “sabi” sözcüğünün halk ağzında söylenişi,”küçük”, “günahsız” anlamında erkek ve kız çocukları için kullanılır. “Sabı çocuk, yürek dayanmaz.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006)
Sekseninde beratçığım yazıldı Doksanında kan damarım üzüldü Yüz yaşında âzalarım çözüldü Bir sabî mâsuma döndürdün beni Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.458 |
sa:bı |
: |
Sahibi. |
sabık |
: |
Acele. |
sabın |
: |
Sabun. “Sabınnı suyla doldu Ulu suyun adakları Döğüm Hacı’nın canına Hep gırılmıs edeleri” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Üç Kardeşin Ağıdı - 2, Kaynak Kişi: Döne Ekici) |
sabındırık |
: |
Kağnı arabalarında mazının yanmasını önlemek için sürülen bezir yağının, sabun suyunun konduğu teneke ya da boynuzdan yapılan kap. |
sabınnı |
: |
Sabunlu. |
sabi |
: |
Çocuk. |
sablıcan |
: |
Ateşli bir hastalık, zatürre. |
sabur |
: |
Sabır. |
sac |
: |
Ekmek pişirme aleti. |
sac altı kömbe |
: |
İki sac arasında, köz üstünde ve ateş altında pişirilen çörek, börek. |
saca: |
: |
Üzerinde yemek pişirmek için kullanılan üç ayaklı demir alet. |
saçag |
: |
Çıkıntı, püskül. |
saçak |
: |
1. Püskül. “Yarim yiğitler goçâ Bende ona dökdüm saçâ Bir bukle bakla çiçê Yariminen bana benzer” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hüseyin Ağa’nın Ağıdı (Halbur Ağıdı), Kaynak Kişi: Adil Gök),
İbrişim kuşak kuşanır Saçağı yere döşenir Uçkur çözmeye üşenir Çöz efendim deyip durur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.626 2. Bulaşık veya tahta bezi. 3. Kıldan yapılmış ipin çıkrıkta bükülmüş hali. 4. Sıcak tencereyi ocaktan indirmek için bez ya da yünden yapılma bir eşye, tutak. |
saçgıran |
: |
Saçı döken bir tür mantar hastalığı. |
saçı |
: |
1. Ruhları memnun etmek için yiyecek ve içecek dağıtan kimse. “Eski Türkler, olağanüstü güçlere sahip olduğuna inanılan iye ve ruhları memnun etmek, onların yardımını ve rızasını kazanmak amacıyla yiyecek-içecek dağıtırlardı. Bunlara “saçı” adı verilmiştir. Saçılar öz itibariyle “kansız kurban” niteliğindedir. İşte mezarların üstüne serpilen arpa, buğday, bulgur gibi yiyecekler de iyeleri memnun etmek amacını taşır. Kansız kurbanlar sayesinde kara iyeleri memnun ederek mezardan uzaklaştırmak ya da ak iyelerin yardımını kazanmak amacının güdüldüğü söylenebilir. Mezar üzerine arpa ya da buğday serpilmesindeki amaç; mezar başına gelen hayvanların bunları yemesi ve ölüye sevap kazandırmasıdır.” 2. Geleneksel düğünlerde gelin oğlan evine geldiği zaman başından, buğday-arpa, kuru üzüm, şeker ve bozuk para atılması. “Anadolu’nun hemen her yerinde olduğu gibi Adana ve çevresindeki geleneksel düğünlerde de gelin oğlan evine geldiği zaman başından, buğday-arpa, kuru üzüm, şeker ve bozuk para atılmaktadır. Serpilen buğday, para ve arpa ile gelinin yeni evine bereket getirmesi, kısmetinin bol olması, çocuklarının olması; üzüm ve şeker ile gelinin yeni evinde ağız tadının iyi olması; para ile de gelin ve damadın zengin olmaları amaçlanır. Bu saçıyı; çoğu kez kayınvalide ya da aile büyüğü bir kadın, gelinin arabası üstüne ya da indikten sonra başı üzerine serper.” (Prof. Dr. Erman Artun, “Çukurova Konar-Göçer Türkmenlerinin Halk Kültürlerinde Eski Türk İnançlarının İzleri” isimli makalesinden) |
saçını sakalını toplatmak |
: |
Traş olmak. “Saçını sakalını toplat guzum.” |
saçkın |
: |
Tutumsuz. |
saçma |
: |
Saman irisi. |
saçmak |
: |
Dağıtmak. |
sadaha |
: |
Sadaka. |
sadakat |
: |
Atın alnında kıvrık tüylerden meydana gelmiş bir nişan bulunursa bu nişana sadakat adı verilir. |
sadana |
: |
1. İhtiyar. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Öfkeli kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 3. Saf, avanak, budala, sersem, akılsız. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr. Ada.) |
saddırmak |
: |
Sattırmak. “Çok intizar edim dudduramadım Yakamı elinden pıddıramadım Cemakana koydum saddıramadım İpe sapa gelip düzülmüyor ki” (Kaynak Şahıs: Celil Çınkır, Şair: Karaozan Eshabil Karademir) |
sade fes |
: |
Dal fes, sarıksız fes. |
sadık |
: |
Doğrulukla bağlı olan. Ben terk eylesem de diyar-ı gurbet Âşıklar sâdıklar kavuşur elbet Dost ile bir saat yapsam muhabbet Sevdiğim gözüme tüter ayrılık Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.473 |
sadır |
: |
Gübre, hayvan gübresi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
sadırlı |
: |
Çişini tutamayan çocuk. |
sadırlık |
: |
Gübrelik. |
sadrazam |
: |
Osmanlı devletinde Başbakan. Seherden uğradım ben bir güzele Her ne dedim ise yoğ inen gider Uydurmuş yanına kendi menendin Sandım ki sadrazam tuğ inen gider Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.587 |
saf bağlamak |
: |
Dizilmek. |
sâfi |
: |
Tamamıyla, bütünüyle. Sâfi güzel olan şol bazı kötü Yiğidin densizi ey'olmaz zâti Gayet durgun ister silâhı atı Yiğit el çekmeyip veran olmalı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.419 |
safiye |
: |
Saflık, temizlik. “Sar’altını saymadın mı? Safiyesin giymedin mi? Gözü kör olası Fındık Emmin öldü duymadın mı?” (Kaynak: İbrahim Davutoğlu, Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72, S. 419) |
safralık |
: |
1. Kuşluk vakti. 2. Kahvaltıdan, yemekten önce atıştırılan yiyecek. 3. Ağır işlerde özellikle tarlada çalışanların kuşluk vakti yiyecekleri yemek. |
sag |
: |
Uykusu hafif. |
sagca |
: |
Saksağan. |
sa:ğ |
: |
Şap. |
sağantası |
: |
Altı yedi litre süt alabilen ve hayvanlardan süt sağmakta kullanılan madeni kap. |
sağar |
: |
1. Herhalde. 2. Sağır. “Emmi sağar baba sağar Bu iş getdi bize ağar Sultan gız biricik idi Bir dırnağı bin gız değer” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
sağcak |
: |
Üçgen şeklinde, üç ayaklı, ateşin içine konulan, yemek pişirmeye yarayan araç. |
sağıl |
: |
Sütü sağılacak hayvanlar. “Sabahınan sağıl geldi Godazları savışıyor Yol ver garlı dağlar yol ver Gız anaya gavışıyor” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Medine’nin Ağıdı, Derleyen: Canan Ceran) |
sağılmak, sağlamak |
: |
1. İyi olmak. “Sağılmıyor şu sinemin yarası Aha da İğde’nin kaşı karası Kirezdir dudakların arası Keferganiye’de şiren dürülür” (Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I) 2. Aşağı doğru akmak, süzülmek. “Kendini uçuruma aşağı atacakken bir sarsıldı, dizleri ağırlığını çekemedi. Kayanın üstüne sağılıverdi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sağım |
: |
Süt sağma işi. “...altın saçlı kızlar sağıma başladılar.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sağır ay |
: |
Eylül ayı. |
sağır ısıcak |
: |
Çok yakıcı, kavurucu, bunaltıcı sıcak, sarı sıcak, Çukurova sıcağı. |
sağıt |
: |
Methiye, övünç. |
sa:ğlemek |
: |
İp boyanırken kazana şap dökmek. |
sağmal |
: |
(Süt veren hayvanlar için) Bol sütü bulunan, süt veren, sağılmakta olan. “Dadaloğlu’m der ki, kolum yazılı Atım gök-kır attır yanım tazılı Gelir koyunları yanı kuzulu Karışmış sağmalı yozunan gelir” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yay. Dağ., İstanbul, 1984) |
sağmen |
: |
1. Düğün alayı, seğmen. “Eliŋ iti hovardalık eder, bizim it sağmen gezer.” 2. Cenazeyi defnetmeye gelenlere de sağmen denilir. “Hanı gelmedi mi Cennet Daha dünden öldü Memmet Yavrumun sağmeni gelmiş Emmileri etsin minnet” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Fadıma’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
sağmen gezmek |
: |
Boşu boşuna dolaşmak. |
sağnamak, sağınmak |
: |
Yumak, makara vb. çözülmek. |
sağnanmak |
: |
İp ve benzer şeylerin çilesini açmak,dolaşık bir şeyi açmak, dolaşık bir hȃle gelmek. |
sağnımda |
: |
Hayalimde. |
sağrı |
: |
1. Atın kalça tarafı. “Bucak’ta taban eğrisi Enmez Doru’nun sağrısı Üç kardeşim birden ölük Dayanamıyom doğrusu” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) 2. İnsanın bel bölgesi, sırt, arka. “On altıda kurt bilekli Yüreği Hakk’a dilekli Sağrısı yeşil örekli Esen poyraz yele benzer” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 595
“Bilmez ağrıyı, döver sağrıyı.”Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
sağsak |
: |
Belden aşağının pis olması. |
sah |
: |
Gerçek. |
sah geçmek |
: |
Gözden kaçırmak, atlamak, dalgınlıkla unutmak. |
saha |
: |
1. Saha. 2. Çeltik işçisi, özellikle çeltiğin su işini yapan kimse, saka. “Beyaz şalvarlı olurdu sahalar. Omuzlarında beli, ayaklarında cızması olurdu.” |
sahab |
: |
Sahip. |
sahabı |
: |
Sahibi. |
sahal |
: |
Sakal. |
sahan |
: |
Genellikle bakırdan yapılmış ve kalaylanmış yemek tabağı. Tek kişilik yemek konulan ve değişik şekilleri olan kaplardır. “Âşık Hüseyin ve arkadaşı bu teklifi kabul ederler. İçeri geçip otururlar. Kız bir bulgur pilavı pişirir. Bir sahana yoğurt koyar. Sofrayı serer.” (Aşık İmami) |
sahan örsü |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Kapların kenar kısmının yapılmasında kullanılan örstür. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 40) |
sahan tası |
: |
1. Süt, yoğurt, cacık gibi sıvı şeylerin konulduğutas biçimindeki büyük araç gereç. 2. İnek sağmak için kullanılan büyükçe bakır tas. |
sahametlig çıharmag |
: |
Kazaya neden olabilecek bir yanlışlık yapmak. |
sahap |
: |
Sahip. “Şurda da bir dağ gurulmuş Bizde de o yar varımış Gadanızı allım eller Sahapsızlık ne zorumuş” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
sahar |
: |
Aksi, ters işler yapan. |
sahardim ayı |
: |
Ağaçlara su yürüme ayı. |
sahat |
: |
1. Saat. 2. Özürlü, aksak. “Ula: çocû düşürün tama, âşam âşam bir sahatlık çıharın sôna serzenişi olmasa ellerini de bırakmak isterdi.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
sahba |
: |
Dar ağacı. |
sahde |
: |
Sahte. |
sahdien |
: |
Kayış. |
sahen |
: |
Sahan. “O bir sahen tene verirdi, ohi:cie.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
sahınmag |
: |
Sakınmak, kendini korumak. |
sahırga |
: |
Kene, sakırga. |
sahız |
: |
Sakız, çiklet. |
sahızlıg |
: |
Aşılandığında fıstık olan ağaç. |
sahlep |
: |
Yaban orkidesi. |
saho |
: |
Ceket, palto. |
sahra |
: |
1. Gezilecek yer, konulup bir süre kalınacak yer. Hani senin ile yiyip içtiğim Ulu sahralarda konup göçtüğüm Şimdi kâr eylemez benden kaçtığın Soyunup kounuma girmeye idin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.543 2. Susuz ve bitkisiz geniş ova. Mecnun'a dönmüşüm bilmem gezdiğim Dağlar mıdır sahra mıdır bel midir Dostumun bağına girip derdiğim Lâle midir sümbül müdür gül müdür Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.627 |
sahrıç |
: |
Su haznesi, sarnıç. |
sahtiyen |
: |
Çarpana. |
sahub |
: |
Sahip. |
sak |
: |
1. Uykusu hafif. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Gizli. 3. Uyanık, duyarlı. “Karac’oğlan der ki çile çekilmez Hozan tarlalara sümbül ekilmez Sak yabancı ile başa çıkılmaz İçinden sıdk ile yanan olmalı” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 419 |
sak durmak |
: |
1. Uyanık durmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Saklanmak, gizlenmek; dikkatli, tedbirli olmak. |
saka |
: |
1 Tarla sulayan, sucu, eskiden köylerde, uzak kuyulardan getirilen içme sularının doldurulduğu fıçıları at ve eşeğin sırtına rahatlıkla yükleyebilmek için kullanılan demirci işi heybeler. 2. Eşeğin sırtına semerin üstünden takılan fıçı taşımaya yarayan demirden veya tahtadanyapılan düzenek. 3. Ceket. |
sakadı:rak |
: |
Dengesiz kimse. |
sakal teği |
: |
Akran, yaştaş, yaşıt. |
sakalı ağarasıca |
: |
Gençler için çok yaşayasın, ömrün uzun olsun anlamında yaşlılarca alkış (dua) olarak kullanılan bir söz. “Sakalı ağırasıca.” |
sakalı boklu |
: |
Sövgü olarak, hakaret etmede kullanılan bir söz. “Gelme kardaşım, gelme sakalı boklu, gökgözlü ellisekiz.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sakalım yok ki sözüm dinlensin |
: |
Analarımız söyler bu sözü. “Sakalım yok ki sözüm dinlensin.” |
sakar |
: |
Alnında el içi büyüklüğüne yakın beyazlık olan. Sakar keçi, sakar inek vb. |
sakar |
: |
1. Vücuttaki beyazlık. “Altında da atı sakar Yarasına sinek çokar Kibir idi babam oğlu Elin donluğuna yatar” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 2. Alnında beyaz kıllardan leke olan 3. Atın hafif topallaması. “Dadaloğlu, ata der “aşkın denizi” Hiçbir şey bilmiyor da sanmayın bizi Binit atlar içinde yamandır doru Üveyi-kır ile sakarsız al gerek” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul, II. Baskı, 1984 S. 241) |
sakar sinek |
: |
At sineği. |
sakarca |
: |
Bir cins yaban ördeği. Çiğdem manasına da gelir. “Karga dermiş has bahçenin gülünü Sakarca zaptetmiş yaşıl gölünü Nasıl unutayım şirin dilini? Tatlı sözden ciğerimde yakı var” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 135 |
sakarlandı |
: |
Seherlendi. |
sakcığan |
: |
Saka kuşu. |
sakdur |
: |
Uyanık dur. |
sakga |
: |
Kene. |
sakı |
: |
Ceket. |
sakıldak |
: |
Koyunların sıvı dışkılarının arka bacaklarındaki yünlere yapışarak kuruması sonucu oluşan sarkıtlar. |
sakın olmak |
: |
Sakınmak, uzak olmak. |
sakırga |
: |
Hortumlarıyla yapışarak hayvanların kanını emen bir böcek, kene, sakırga. |
sakıtmak |
: |
Uzaklaştırmak, geri geri durdurmak. |
sakız gev |
: |
Sakız çiğne. |
sakız satarım oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. SAKIZ SATARIM Bu bir ekip oyunudur. İki ekipten oluşur. Birinci ekip, biri ebe biri çocuk olmak üzere iki kişiden oluşur. İkinci ekip beş-altı kişi kadar olur, bunlardan biri ebedir. İkinci grup ebenin arkasına sıralanır. Her biri önündeki çocuğun elbisesinden tutar. Birbirlerinden ayrılmamak için sıkı sıkı tutunurlar. Birini grup çocuğun eteğinden tutar,eteğin içinde bir şey varmış gibi kalabalık ekibin yanına gelir: - “Sakız satarım, sakız satarım” diye bağırır. Öbür ekibin çocukları anaya yalvarırlar: - “Ana bana sakız al. Ana bana sakız al.” Çocuklarının yalvarmasına dayanamayan ana, sakız satan çocuğun eteğinde sakız varmış gibi alıp çocuklarına dağıtır. Daha sonra sakız satan çocuğa döner: - “Parasını sonra veririz.” der. Sakız satan çocuk anasına varır: - Anne sakızları sattım. - Hani parası? - Sonra alacağım. - Olmaz, git çabuk getir der. Sakızcı çocuk geri döner. Sakız sattığı anaya gider ve sakızların parasını ister. - Sakızımın parasını ver. - Cüzdanım suya düştü. Annenin arkasındaki çocuğun yanına gider. - Sakızımın parasını ver. - Cüzdanım yitti. İkinci çocuğun yanına gider. - Sakızımın parasını ver. - Cüzdanım yandı. Üçüncü çocuğa gelir. - Sakızımın parasını ver. - Cüzdanım çalındı. Dördüncü çocuğa gelir. - Sakızımın parasını ver. - Cüzdanım kayboldu. Sakız satan çocuk tekrar kendi anasına gider ve “cüzdanları kaybolmuş” der. Anası: - Git çabuk parayı versinler. Vermezlerse, ak kuzunun birini al gel. Çocuk öbür ananın yanına gider. - Sakızımın parasını ver. - Yazın gel, güzün gel, kel eşeğimin tozunu al, (sonra yanındakilere dönerek) “Asılkara döşeğimin tozunu al” der. - O zaman ak kuzunun birini alırım. - Alamazsın. - Alırım… “Ak kuzu” oyundaki çocuklardan biridir. Ana arkasındaki çocukları vermemek için uğraşır. Sakız satan çocuk ta almak için uğraşır. Sakızcı çocuk birisini alınca anasına götürür, teslim eder ve tekrar sakız parasını istemeye gider. Çocukların hepsini alıncaya kadar oyun devam eder. (Aslı Ağcalar, Silifke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Mersin Üni., S.B.E.,TDE., ABD, Mersin, 2009, s. 235-236-237) |
sakızlık |
: |
Menengiç ağacı, yabani fıstık. |
sakka |
: |
Hortumlarıyla yapışarak hayvanların kanını emen bir böcek, kene, sakırga. |
sakko |
: |
Saho, palto. |
saklayu |
: |
Saklanma, görünmeme, ortaya çıkmama. Annacımdan gelen şu mavi donlu Kaldırmış kolların toz gele deyi Kendi kendin yad ellere saklayu Bir ağzın bilmezden söz gele deyi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.465 |
sakna |
: |
Taneli tohum, kabuklu tohum. |
sak durmak |
: |
Kendini korumak. Sak uyanık demektir. Uyanık ol anlamındadır. |
saklamalıg |
: |
Kullanılması gerekirken kullanılmayan, herkesten saklanan. |
saklambaç oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. SAKLAMBAÇ Bu oyunda ne kadar çok kişi olursa o kadar zevkli olur. Sayışmaca ile ebe seçilir. Ebe duvara veya ağaca döner ve gözlerini kapatır. Önceden belirlenen sayıya kadar sayar. “Sağım, solum, önüm, arkam sobe, saklanmayan ebe” der ve gözlerini açar. Bu arada oyuncuların hepsi saklanır. Ebe saklanan oyuncuları gördüğünde ismini söyleyerek sobeler. Sobelenen oyuncular ölür ve oyundan çıkar. Ebe diğer oyuncuları ararken, oyunculardan biri söbelerse kurtulurlar. Kurtulan oyuncu, diğer arkadaşlarına “elma dersem çıkma, armut dersem çıkma” diyerek yardımcı olur. Ebe sobelenen yerden uzaklaşınca, saklanan oyuncular koşarak ebeyi sobelerler. Kaynak kişi Celal Kılın‟ın belirttiğine göre: “Saklambaç oyununda bazen, oyun şaka ile son bulmaktadır. Ebe sayı sayarken oyuncular aralarında anlaşırlar ve herkes evine gider. Oyuncuların dağıldığından habersiz olan ebe uzun bir süre oyuncuları aramaya devam eder”. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s. 220) |
sako |
: |
Ceket. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sal |
: |
1. Derme çatma bir tür tabut, cenaze. “Ali Safa Beyin ölüsünü camiye kadar köylüleri, akrabaları zor taşımışlar, bir ikisi salı taşırken bayılıp yerde kalmıştı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006)
“Karac’oğlan eyler firak Ataş aldı yandı yürek Sağ yanında hazır gerek Salı yardan ayrılanın” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004
‘Ölümden öte yol gitmez, mezardan öte sal gitmez.” (Halil Atılgan, Murtçu Folkloru, Karaisalı Kaymakamlığı Yayınları, 2002) 2. Düzlük, yayla. 3. Devenin sırtına havut yerine konulan bir tür belleme. “Kara löke salın’ vurdum Sallandım yanına durdum Uççacık tenbih eyledim Dölek bas da indir diye” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) 4. Dağın eteği, dağların üstündeki düzlükler. “Göğsün dediğin gövel yazılar Garip durnam Kaz Ovası’n arzular Garbi değmiş kamalayın sızılar Sıyırt Binboga’nın salını durnam” (Dadaloğlu, Kaynak: Erhan Çapraz, Fahri Bilge defterlerindeki Kayseri ve Yöresi konulu Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üni., Kayseri 2005) 5. Buğday, arpa gibi kuru gıdaların konduğu ahşap ambar. 6. Eteği, yakını. “Gayrı geçmem bu gözelin salından Şeker akar, dudağından, dilinden Amber kokar zülüfünün telinden Yen’açılmış bahçedeki gül gözel” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 112 |
sala: |
: |
1. Sela, ölen birisinin adını minareden duyurmadan önce Arapça olarak okunan bir çeşit dua. “Sâlâ ver dendi de bana Ağlıyordu Döndü ana O yiğit de genç civana Kara toprak da aldın mı?” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İnc’oğlu Mehmet’in Ağıdı- 1, Kaynak Kişi: Songül Bozdogan (Pinegöz)) 2. Tarlaların ekim ve nadas sırası. “Ağyar gelmiş derler senin salana Desem benim derdim gelmez kelâma Ay mı doğdu gün mü doğdu âleme Yoksa yavrum ak göğsünü açtı mı” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
salaca |
: |
1. Hasta taşınan sedye. 2. Derme çatma bir tür tabut, cenaze, büyük tekne. “Ali Safa Beyin ölüsünü camiye kadar köylüleri, akrabaları zor taşımışlar, bir ikisi salacayı taşırken bayılıp yerde kalmıştı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
salacak |
: |
Üstünde ölü yıkanılan kerevet, teneşir. |
salahana |
: |
1. Mezbaha. 2. Aklı başında hareket etmeyen, hoppa (kadın, kız). 3. Salakça, denileni yapmayan. |
salahane |
: |
Mezbahane. |
salak |
: |
İçerisi kısmen ıslak geniş alan, pirinç tarlası, pirinç ekilen yer. “Salakta acılar doğanı Hacı bey bunun yeğeni (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) 2. Bölge, yer “Bir yanı çeltik salağı, Bir yanı Temus süreği, Camızı gurban adamış, Gabül olmamış dileği.” (Mehmet Temiz, Andırın Ağıtları, Yüksek Lisans Tezi, Hastalıktan Ölen Abdil Ağa’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) 3. Gezinti yeri. “Güzellerin salağına varmalı El bağlayıp divanına durmalı Kırmızı kolçaklı altın burmalı Ak elleri topak olur güzelin” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) 4. Davar avlusu, toplantı yeri, düzlük. 5. Sağ taraf. 6. Ucu toplu zincirli bir çeşit eski savaş tokmağı. 7. Etek. 8. Avlak, av yeri. “Yörü bire Gündüzlü’nün Ovası Hani seni seyrân eden melekler Görem derdim gül yüzlümün yüzünü Göremezsem bu derd beni helekler” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
salakları gezmek |
: |
Büyük geniş alanları gezmek. “Sarı Bekir elinde küçük bir bohçayla kalkınca, Kel Halil ve Çulpazlı heç kımıldamadan oturmaya devam ettiler. Çulpazlı’nın sesi yankılanıyordu: Şu cereni:in salakların gezmêeli, Kalem alıp, kaşı ile gözün, yazma:lı:…” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
sala:lmak |
: |
Haber almak. |
salamat |
: |
Selamet, güvenilir. “Selamı aleykü:m, Cabbar Ağâ!!... Ortalık salamat mı?...” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
salan |
: |
1. Bir yıl ekilip bir yıl dinlendirilen tarla. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Düzlük. “Dağ sılana konan kervan Yağmur yağar gerilenir Bir kötüye düşen dilber Ölmez amma zarilenir” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
salang |
: |
Belirli bir taraf, yön. |
salavat |
: |
Peygamber efendimize hürmet ve selam içeren bir dua. Salavat getirsin cemalin gören Bakışın turna da sekişin ceran Uğradığın yeri edersin veran Bülbül has bahçada gülinen oynar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.581 |
salavı |
: |
Şaka. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
saldırma |
: |
1. Saldırma işi. 2. Kın içinde taşınan, kuvvetli bir kabzası olan uzunca ve büyük bıçak. |
salep |
: |
Yaban orkidesi, sahlep. |
salep çiçeği |
: |
Orkide. |
salgan |
: |
Tahıl yıkamak için derenin çukur yerine yerleştirilen çul, kilim. |
salgeylemek |
: |
Topluca yapılacak iş için gücü oranında para ya da başka bir şey vermek. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
salgın |
: |
Eskiden devlet tarafından gerektiğinde herkesten toplanan para, mal şeklinde geçici vergiye denilirdi. “Yaktın ciğerimi nasıl durayım Devlet salgın ister nerden vereyim Bana bir iş bul da onu göreyim Kış gelir de orta yerde kalırım” (Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I) |
salhım |
: |
Salkım. |
salık |
: |
İpucu, haber, bilgi, tarif, tanıtım, mektup. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr. Ada.) “Yoldan aldım salığını Eller sökmüş beliğini Sôk sular veremedim Duyamadım soluğunu” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Şerif Temiz’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Ayse Temiz (Patlakkı-zı)) |
salık almak |
: |
Haber almak. (TDK Derleme Sözlüğünden Osm. Mr. Ada.) “Bir salık alayım Durdu Yoksul’dan Meydan açıp bakmamıza ne kaldı İlimizi yayla bucak gezmeye Cura sazı takmamıza ne kaldı” (Hacı Zülkadiroğlu, Kaynak: Av. M. Metin Şirikçi, Maraş’ta, Yusufçuk Bas. Yay. Ve Tanıtım Hiz. Ankara 2001) |
salık vermek |
: |
Haber vermek. |
salıklamak |
: |
Bir kavramı bütün öğeleri ile anlatmak, bir şeyi temel ve özel niteliklerini sayarak tanıtmak, tanımlamak. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
salım |
: |
1. Salgın hastalık; daha çok grip vb. hastalık için kullanılır. 2. Nezle. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
salım salım |
: |
Çok güzel, çok alımlı. |
salın |
: |
Salon. |
salına salına |
: |
Salınarak. Salına salına gelir nazınan Seni avladayım şahbaz bazınan Al tokaylan kırmızı pervazınan Silkinir vadiye çıkar sabahtan Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.526 |
salınan |
: |
Salınarak yürüyen kimse. Her sabah her sabah salınan dilber Ataşın bağrımı yakıp gidiyor Yanağ'na sokunmuş domurcuk güller Yârim burcu burcu kokup gidiyor Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.615 |
salıŋgaç |
: |
Salıncak. “Ev kalmamıs Binboga’ya çıkacak İp kalmamış salıngaca takacak Avşar mı kaldı ki başa kakacak Arkasından büyür, gelir sağları” (Dadaloğlu, Kaynak: Erhan Çapraz, Fahri Bilge defterlerindeki Kayseri ve Yöresi konulu Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üni., Kayseri 2005) |
salınıp durmak |
: |
Gökyüzünde süzülüp durmak. Sabahtan çıktım da seyrân yerine Ay yıldız karşımda salınıp durur Kadir Mevlâ'm ben günahkâr kulunum Defterim elinde dürülüp durur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.626 |
salınmak |
: |
Salınarak yürümek. Mehveşleri bekler yayla yolunda Kemer kuşak parlar yârin belinde Salını salını gezse yanımda Salınıp gezişin kime ne dilber Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.585 |
salır |
: |
Saldırgan. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sallak, sallag |
: |
Kasap çırağı. |
sallak çırağı |
: |
Kasap yardımcısı. |
sallama |
: |
1. Kahramanmaraş’ta düğünlerde oynanan bir oyun. Cerit sallaması: Sağ ayak geriye tavan basılıp, sol ayak yerden kalkarken, sol ayak öne basılır ve sağ ayak kaldırılır. Basılan ayağa vücut ağırlığı yüklenerek vücutta bir sallanma yapılır.Halay başının soloya çıktığı oyunlardan biridir. Çökerken de ayaklar yerden kalkmaz, öne geriye vücut ağırlığı verilerek, yere doğru yaylanarak çöküş yapılır. (Hatice Fatoş Derebent, Çağlayancerit Halk Kültürü, Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi, Kahramanmaraş, Mayıs 2015. s. 82)
Bölgede oynanan seyirlik bir halk oyunu. SALLAMA: Bu oyunun göç sırasında yaylaya göç eden katarın, yörenin coğrafi yapısına uygun olarak bir sağa bir sola dönerek sallana sallana gitmesinden kaynaklandığı söylenmektedir. Bu oyunun içindeki yüzme figürü de bize oyunun denizle olmasa bile suyla bir ilişkisi olduğunu düşündürmektedir. Çok eski dönemlerde Göksu'nun şiddetle esen poyrazla can aldığı söylenmektedir. Bu da bize halkın sudan etkilendiğini gösterir. İyi yüzme bilmeyenlerin, Göksu da boğulmaları, ölümden korkan halkın etkilenerek, suyun can alıcılığından kurtulmak için iyi yüzme bilmek istemini, oynanan oyunda dile getirilmiştir. (Aslı Ağcalar, Silifke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Mersin Üni., S.B.E.,TDE., ABD, Mersin, 2009, s. 241-242) 2. Başından savma. |
sallama sapan |
: |
Taş atmaya yarayan örme ip. |
sallan seheb |
: |
Serbest, başıboş. |
sallan seyip |
: |
Başıboş, amaçsız, kendini bırakmış halde gezen. |
sallan siyeb |
: |
Başıboş, amaçsız, kendini bırakmış halde gezen. |
sallangaç |
: |
Salıncak. |
sallansop |
: |
Ölçüsüz, gelişigüzel. |
sallansort |
: |
Gelişigüzel, düzensiz. |
sallı |
: |
1. Yiğit. 2. Esneyecek kadar uzun malzeme. 3. (At) Boylu ve gövdesi uzun. “Çok yüksek, sallı, deve gibi bir attı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
salma |
: |
1. Suyun tarlaya kontrolsuz olarak bırakılması (salmaya sulama). 2. Köy vergisi. 3. Üstü ve üç yanı kapalı ağıl. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 4. Evlerdeki uzun ara, koridor. 5. Kimi köylü elbiselerinde kolun yenindensarkan uzun kumaş parçası 6. Büyük başörtüsü, yazma. 7. Bir arktan akıtılarak getirilen su. 8. Ağaç kesmekya da yontmak için kullanılan bir yanı keser, öteki yanı balta biçiminde araç. 9. Bebek salıncağı. 10. Tarlada ekin ekmek için ayrılan toprak parçası. 11. başıboş, serbest 12. Yapıların çatılarında kullanılan dört köşeli kalınca kereste. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Salmaları dereye atarak taşırdılar.” |
salmaseyip |
: |
Başıboş serbest. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
salma tozak |
: |
Ayakkabı üstüne giyilen bir cins tozluk. |
salmak |
: |
1. Salmayız, göndermeyiz. 2. Köpek saldırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. (Haber vb.) Göndermek. “Tüfengin allım direkden Çepre çıkmıyor bilekden Askerliğe salma oğlum Gelin alırım yırakdan” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
salmalık |
: |
Otlak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
salman |
: |
1. Demirci. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Kimi köylü elbiselerindekolun yeninden sarkan uzun kumaş parçası. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
salmaseyip |
: |
Başıboş, serbest. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
salta |
: |
1. Yakasız, iliksiz, kolları geniş, kısa ceket. “Takaklıdan fistan giyer Saltasının üstü telli Kız, gelin koyun sağıyor Ağ Dudu’m içinde belli” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) 2. Molla paltosu. “Hele deliye deliye Kahve yük vurur tülüye Mus’emmim Maraş’tan gelir Salta kestirir Ali’ye” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
saltanat |
: |
Gösterişli yaşama. Karac’oğlan der ki yerim içerim Ağır saltanatla konar-göçerim Ahdim olsun seni alır kaçarım Ferman çıkarsınlar bir benim için Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.543 |
salü:nü |
: |
Salı günü. “Salü:nü gız evine cehiz bagmie gedelerdi.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
salvar |
: |
Salya, tükürük. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
salyan |
: |
Vergi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
samar, samarık |
: |
1. Nezle. 2. Zarar. |
samırdamak |
: |
Uyku ya da hastalık nedeniyle söylenmek, sayıklamak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç. Osm.) |
samrını sarkıtmak |
: |
Suratını asmak. |
samyeli |
: |
Çölden esen sıcak rüzgar. Zalim taşçılar da taşını kessin Başında da kızgın samyeli essin Evvel benim idi derd senin olsun İnlesin burçların boran kışından Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.520 |
samaharlı |
: |
Anlayışı kıt, bön, alık. |
samahır |
: |
Saf, budala. |
samarık |
: |
Belirti, emare, iz. |
samen |
: |
1. Kız aramaya giden kişiye denir. 2. Seğmen, düğün alayı. “Gökyüzünde uçan durna Zilifleri burma burma Şakir hoca samen gelmiş Hani davul hani zurna” (Afşin’in Ağıtları, Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, S. 239, Zeynep’in Ağıdı, Derleyen: Cabir Tercan, Kaynak Kişi: Emine Böke) |
sa:men |
: |
Seğmen. “Gadasın aldığım Mısa’m Soyka takım gol istiyor Biz Mısa’ya gelin aldık Sâmenleri yol isdiyor” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
sa:menner |
: |
Samenler, seğmenler. “Emmisi gurban adamış, Gızlarımın birisini, Alır gınacı giderim, Samennerin yarısını” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Genç Yaşta Hastalıktan Ölen Murtaza’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
samı |
: |
Sabanda kullanılan ve öküzlerin boynuna getirilen kısım. |
samırdamak |
: |
1. Uyku sırasında bir şeyler söylemek, sayıklamak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) 2. Gücenerek iğneli sözlerle kendi kendine söylenmek. |
samırdanmak |
: |
Bir şeyler söylemek, hımırdanmak |
samırsak |
: |
Sarımsak, Yaprağında ve toprak altında soğanlarında keskin kokulu yağ bulunan, soğanı için yetiştirilen, otsu bir bitki. “Sirkesini samırsağını hesap eden paçayı içemez.” (Maraş Atasözü) |
samırsak düvece:, samırsag dövece: gadar |
: |
Kısa boylular için kullanılan bir deyim. “Samırsak düvecê gadar ancak var boyu.” |
samırtlamak |
: |
Sayıklamak. |
samimet |
: |
Samimiyet. |
samka |
: |
Boş inan, efsane. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
samla |
: |
1. İri çiy damlası. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm. ) 2. Otlar üzerinde ki yağmurdan kalan ıslaklık. |
samranı |
: |
Suratla, istemeyerek, omuz silkerek, burun kıvırarak. |
samranı samranı |
: |
Bir işi gönülsüzce, söyleni söyleni yapma. “Kaşını yıkmış da yüzün şişirir Samranı samranı manca pişirir Döşeyiyay deyin çulu deşirir Alman köt’avradı hörü de olsa” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 398 |
samranmak |
: |
1. Homurdanmak. 2. Uyku sırasında bir şeyler söylemek, sayıklamak. “Avcı gittim bir pınara oturdum. Kırk tane erkek keklikle bir kancık keklik, bir de kancık palaz sulanmaya indiler. Tüfek sıktımdı, yirmi dokuz erkek kancık gördüm. On bir erkek keklikle bir kancık keklik ve bir palaz kaldı. İkinci oturşunda onu da temizlerim. Kızı ve ailesi güldü. Kızı dedi ki; Babacığım eskiden böyle samranırdı.” (Yaşar Kemal, Sarı Defterdekiler Folklor Derlemeleri, İş Bankası Kültür Yay. Nisan 2002, İstanbul, Hazırlayan Alpay Kabacalı) |
samsa |
: |
İçi ceviz, badem ve fıstık dolu üçgen şeklinde bir yiyecek. “Vay kızım, aklıyın hepsi bu mu? O keramete ermiş bir adam olsa, aralıkta aşıklık etmez aptal gibi. Tatlı söz yerden yılanı çıkarır. Bu bir tatlı söz söyleyelim de bunun samsasını sucuğunu yiyelim.” (Yaşar Kemal, Sarı Defterdekiler Folklor Derlemeleri, İş Bankası Kültür Yay. Nisan 2002, İstanbul, Hazırlayan Alpay Kabacalı) |
samsıra |
: |
Pekmez ve susamdan yapılan bir çeşit tatlı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
samut |
: |
Semizotu. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
san |
: |
Sanki, zannet. Düğün olur Arab atlar yarışır Bayram gelir kanlı kinli barışır Durmaz gözüm gözlerine ilişir On parmağım memen ile san gider Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.588 |
saŋ |
: |
1. Kir, pasak, kulak kiri. 2. Küf. |
sana geleneadar günün şafa: atar |
: |
Boşuna heveslenme bu işi sana vermezler. “Sana geleneadar günün şafâ atar.” |
sana piştiyse bana soğudu |
: |
Senin açından uygun ise bence de hiçbir sakıncası yok. “Sana piştiyse bana soğudu.” |
sanaka |
: |
Misal getirme, örnek verme. |
sancıkmak |
: |
Çok acıkmak. |
sandal |
: |
1. Sarı renk. 2. Sandalet. 3. Kocayemiş de denilen kırmızı küçük meyveli, sert, parlak yapraklı bir çeşit ağaç. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sandal tuman |
: |
Vücudun alt kısmına giyilen bol paçalı pantolon türü giyecek, sandal ağacının rengindeki şalvar. Başına almış bir ince yemeni Aramızdan kaldıralım gümeni Ak topuk üstünde sandal tumanı Boğup gider bir gözleri sürmeli Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.444 |
sandaliye |
: |
Sandalye. “Şöyle döndüm bakdımıdı Bahçe masa sandaliye İçeri dışarı dolu Davet mi verdin valiye?” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kalpten Ölen Kenan Kurtbeyoğlu’nun Ağıdı, Kaynak Ki-şi: Sariye Gök) |
sandalle |
: |
Sandalye. |
sananak |
: |
Boş inan. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sancımak |
: |
Ağrımak, acımak, sancı duymak. |
saŋgama |
: |
Aptal, şaşkın, sersem kimse. |
sanğ |
: |
1. Diş kiri, diş üstündeki sarı leke. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Kulak kiri. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sanı |
: |
Bekçi. |
sanıkına |
: |
Sanki. “Bö:klerin, öğlenliye o ısıcakta (sanıkına gendiler heç yapmamış gibi) gezen çocuklara “bre ulan siz heç mi yorulmuyonuz, eve gedin yatın hadi” demeleri… incilerimizin başında gelenlerindendi.” (Kadirli Bekereci Köyünden Gö:sü Ahmet) |
sanıksın |
: |
Sanıyorsun. Güzelim kimin aşkına alıksın Şurda bir kötüyü dost mu sanıksın Hind ile Yemen'den kumaş geliksin Söyle kumaşına baha ne dilber Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.585 |
saŋırtmak |
: |
Amaçsızca dolaşmak. |
saŋıtmak |
: |
Süzülmek. |
sanki babamınoğlu |
: |
Sanki kardeşim. “Sanki babamınoğlu.” |
sankine |
: |
Sanki. |
sankiye |
: |
Sanki, adeta. |
sanra |
: |
Küçükbaş hayvanlarda nezleye benzer bir hastalık. |
sanrağı |
: |
Nezle, soğuk algınlığı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sansalat |
: |
Şöhret, şan, görkemli şekilde yaşama, saltanat. “Askerden gelirsin sansalatınan Haykırır gezerdin ağ gır atınan Eller cirit oynar bizim atınan Kalk gardaşım elimize gedelim” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
santır |
: |
1. Ahmak, aptal kimse. 2. Sazla birlikte söylenen söz. 3. Bir çeşit pavyon, eğlence yeri. Saz santır kullanımı da var. |
santır çivisi gibi dikilmek |
: |
İş yapmadan öylece eli belinde beklemek. |
santıranç |
: |
Satranç. “Ulan yeğen deyor, gel seninen bir santıranç oynayak. Santıranç oyununu herkes bilmiyor. Yeğeniynen bir santıranç oynuyorlar. Yeğeni bunu yeniyor, bir daha oynuyorlar, bir daha ütüyor, bir daha oynuyorlar bir daha ütüyor.” (Aşık Mehmet Ova, Kaynak: Refiye Okuşluk Şenesen, Adana Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği Geleneği, Altınkoza, Adana 2009, S. 287) |
santur |
: |
Kanuna benzeyen tokmaklarla çalınan bir tür telli çalgı. Santur mu istersin saz mı istersin Ördek mi istersin kaz mı istersin Domurcuk memeli kız mı istersin Ben senin kahrını çekemem gönül Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.481 |
sap |
: |
1. Biçilip demet haline getirilmiş ekin. “İsmail elindeki dirgeni sapların üzerine attı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) 2. Kulp, gövde. “Ciğeriniŋ sapından vurulasıca.”Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
sap çekmek |
: |
Sapı yüklenip harman yerine götürmek. |
sap yiyip saman s.çmak |
: |
Saçma sapan davranmak, konuşmak. “Sap yiyip saman s.çıyor.” |
sapa |
: |
Kıyıda, kenarda, yol üzerinde olmayan. |
sapak |
: |
Dönemeç. |
sapgın |
: |
Sapık. “Sapgınlıkta eşi benzeri yok bu gavur südüklerinin.” |
sapırtma ağacı |
: |
Ölünün üzerine toprak atılmadan önce konulan tahta. |
sapısilik |
: |
Karaktersiz, kendini bilmez, güven vermeyen kötü kişi. |
sapışmak |
: |
Sapmak, dönmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sapıtma tahtası |
: |
Ölünün gömülmesi sırasında başı üstüne konulan tahta. |
sapıtmag |
: |
Yoldan çıkmak. |
saplamak |
: |
İpliği iğneye takmak. |
saplı |
: |
Büyük çomça. |
saplı örsü |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Bakıra silindirik şekli vermek için kullanılan örstür. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 40) |
saplıcan |
: |
Zatürre, ateşli ve tehlikeli bir hastalık, akciğer zarı yangısı. “Kargılıkda şeriffakı dururdu. (Cezmi Yurtsever, Andırın Tarihi, Adana 2007, S. 187-190, Kazım Temir’in Andırın Destanı isimli Şiiri)
Zatürreye saplıcan derdik. Diğer adı üşütme. İlaç, doktor yok. Şişe vurulurdukulunç ve döşünü kızdırmak için. Kış günlerinde süt yoğurt olmazdı. Hasta çekeçeke ölürdü. Kızamık ve tifodan çok çocuk öldü. (Suat Savur, Adana İli Tufanbeyli İlçesi Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üni., SBE., TDE. ABD, Adana, 2010, s.174.) |
saplıcan olmak |
: |
Zatürree olmak. |
saprahasekül |
: |
Saçmalayan, gelişi güzel hareket eden, aklı kıt. |
saprak saprak |
: |
Gelişigüzel hareket eden, aklı kıt, saçmalayan anlamındaki saprâsekil sözcüğü ile anlam olarak aynı kökten gelmeli. |
sapra:sekil |
: |
Saçmalayan, gelişi güzel hareket eden, aklı kıt. |
saptırma |
: |
Mezarda toprağın çökmemesi için uzunlamasına konulan ince uzun tahta. “Der Kemal’ım beni kuldan seçmeyin Kabrim derin olsun yuka açmayın Saptırmamı hızarımda biçmeyin Ağu ağacından kırın getirin” (Bucaklı Merhum Ali Kemal Yiğit) |
sarat |
: |
Büyük delikli kalbur. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) “O olmasa beni sarat gibi ederlerdi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sarat gibi etmek ya da sarat etmek |
: |
Gövdesinde iri delikler açmak, delik deşik etmek. “O olmasa beni sarat gibi ederlerdi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sa:rdmek |
: |
Seğirtmek. “Hep birlikte, civarda manda pisliği aramaya başladılar. Sağa sola bakınırlarken, yine kendisi hatırlayıpbir tarafa doğru sârdirken seslendi.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan II, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
sar’erik |
: |
Sarı erik, kayısı. |
sarf etmek |
: |
Harcamak, tüketmek. Uçtu genç şahanım uçtu Kaçarak deryayı geçti Gönlüm bir güzele düştü Sarf edecek malım da yok Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.473 |
sargın gelmek |
: |
Bir işe pek hevesli olmak. |
sarhıtmag |
: |
Sarkıtmak. |
sarhoş |
: |
1. Alkollü içki sebebiyle kendini bilmeyecek hale gelen kimse. Bir civan götürdü beni bahçaya Gördüm o bahçanın dalları sarhoş Yağmurlar yağar da rüzgârlar eser Eğilmiş selvinin dallan sarhoş Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.636 2. Kendinden geçmiş, mest olmuş. Yâr elinden ben bir dolu içmişim Deli eder sarhoş eder beng eder Genç yaşında taze civan sevmeyen Dünyasından hayvan gelir bön gider Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.588 3. Kahramanmaraş’ta düğünlerde oynanan bir oyun. |
sarı |
: |
Altın para, sarı lira. Karac’oğlan gönül ne ister bizden Hiç gitmiyor gönül gelinden kızdan Günde beş yüz sarım gelse faizden Dünyada tükenmez mal ister gönül Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.482 |
sarı balık |
: |
Sazan balığı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sarı burma |
: |
Yufkadan yapılan piştikten sonra üzerine pekmez dökülen bir tatlı. |
sarı hakık |
: |
Sarı akik, tespih yapımında da kullanılan ve nadir bulunan değerli bir taş. |
sarı lira |
: |
Altın para. |
sarı omar |
: |
Dünyada ‘Camel Spider’ olarak bilinen ülkemizdede ‘Sarı Ömer’ ya da ‘Sarı kız’ olarak adlandırılan örümcektürü. |
sarı sıcak ya da sağır sıcak |
: |
Çok yakıcı, kavurucu, bunaltıcı sıcak, sarı sıcak, Çukurova sıcağı. “Çukurova’nın sıcağına sarı sıcak derler.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sarı yirmi beşlik |
: |
Eskiden dolaşımda olan sarı renkli 25 kuruşluk para. |
sarıca:rı |
: |
Küçük petek yapan ve bu petekte topluca yaşayan, iğnesiyle sokan bir tür yaban arısı. “Boncuklu arılar, sarıca arılar, bal arıları incecik kanatlarıyla güneşin ipiltisinde binlerceydi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sarıç |
: |
Su deposu, sarnıç. |
sarık kabartmak |
: |
Yakın çevreden birinin, övünülecek bir iş yapması. Birinin başarısına sevinmek. |
sarık oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir seyirlik köy oyunu. SARIK OYUNU Bu oyun düğünlerde eğlence amaçlı oynanan bir oyundur. Ortaya bir minder, bir de yastık konur. Damat oturtulur. Gelinin beyaz duvağıyla kırmızı duvağını birbirine sararak bir sarık yapılır. Yastığın üzerine bu sarık konulur. Bir kişi gelir ve sarığı kaldırmak ister. Kaldıramazmış gibi yapar. Başka biri gelir, yine kaldıramazmış gibi yapar. Bu sefer de damadın babası gelir. Bir hediye veya para verir ve sarığı alır, damadın başına koyar. (Özlem Üzelkök, Kozan İlçesi halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü., S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2008, s.209) |
sarıkuş |
: |
İncir kuşu. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sarıp sarışmak |
: |
Kucaklamak. Sen seni topla da kuşağın kuşan Ayrılır mı senin sevdâna düşen Sefa geldin deyi sarıp sarmaşan Niçin benden muhabbeti kaldırdın Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.562 |
sarıyağız |
: |
Sarışın. |
sarka |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; bir tür ceket, sako. |
sarkanak |
: |
1. İşkembenin bir parçası, şirden. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Koyun keçi cinsi hayvanların karın bölgesinden çıkarılmış yağlı ve yanıcı parça. “Höllüoğlu’nun arada bir yaktığı yağlı koyun sarkanağından yapılma fiskeden çıkan zayıf ışık, Rüstem’in yüzünde acayip garip gölgeler oynaştırıyordu.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
sarlanmak |
: |
Sarılmak. |
sarlavuk |
: |
Kar suyu. |
sarlı saplı |
: |
Görünüş olarak güçlü kuvvetli, ağırlıklı, oturaklı. |
sarmak |
: |
1. Değnekle, sopayla dövmek.(TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. (Köpek) Havlamak, saldırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sarmık |
: |
Nişadır ezmek, yumuşatmak için kullanılan demir. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
sarp |
: |
Çıkılması güç yer. “Böğük ileğçe gücük ileğçe Gül deşirdim seçe seçe İnce Hacı’m daha görpe Enginlerde ne geziyon Aldın avın çekil sarpa” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
sarpa düşmek |
: |
Zorda kalmak. Ala gözlerini sevdiğim dilber Korkarım ki sarpa düşer yolunuz Kadir Mevlâ'm tek saklasın nazardan Zalim anan suya salmış yalınız Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.650 |
sarpa vurmak |
: |
Sarp yerlere gitmek, oralara uçmak. Yiğide yiğitlik veren hep varlık Yiğidi köt'eden kör olsun yokluk Sen seni sarpa vur kınalı keklik Beyoğlu üstüne baz inen gelir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.610 |
sarpındırık |
: |
Kesilen hayvanın et değeri olmayan ve atılan bağ doku gibi parçaları. |
sarsak |
: |
Sağa, sola, öne, arkaya sallamak. |
sarsataş olmak |
: |
Sırnaşmak, baş belası olmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sa:rtmek |
: |
Seğirtmek, koşturmak. |
sarvan |
: |
1. Küme, öbek, çadır, gölgelik, kervanbaşı. “Sarı çiçek sarvan kurmuş oturur Türlü çiçeklerle haber yetirir Cennet-i âlâdan koku getirir Ilgıt ılgıt esen yele dönmüşsün” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) 2. Deve üstüne atılan ve yükleri örten çul. “Karac’oğlan geldi güzel kervanı Ben olayım devesine sarvanı Fırsat elde iken sürün devranı Kocalıkta devran sürülmez imiş” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
sarvan kurmak |
: |
Derme çatma bir gölgelik yapmak. “Yağmur yağar mor sümbüller bitirir Yel estikçe kokuların getirir Sarı çiçek sarvan kurmuş oturur Karışmış güllere çimenin dağlar” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 577 |
sası |
: |
1. (Yiyecek vb. için) İğrendirici kokusu olan, kokuşmuş, bozulmuş. 2. Kokmuş, bayatlamış. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 3. Küçük kürek. “Anne, hemen sasıyı çocuğun eline tutuşturduğu gibi, evin örtmesinden dâtleyip de dumanının tüttüğünü gördüğü bir tanıdık komşu eve, tembihlerle gönderirdi. Tüten dumanın renginden sobanın daha yeni mi yakıldığı yok odunlarının artık tutuşmuş mu olduğu anlaşılırdı.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
sa:sı |
: |
Faraş, ateş küreği. “Bir kibritin dikey olarak ikiye bölünüp kullanılması; evdeki üç parça çıranın veya bir şişe gaz yağının bitmemesi için bacası tüten konu komşudan, çocuğun eline tutuşturulan sâsı ile ateş istenmesi; hasta ziyaretine gidilirken, ancak bir tane portakal götürmeyi içine sindirmesi, evde hergün değil amma arada sırada meyve yerken, paylaşımın birer ikişer değil de yarımşar hatta çeyrekşer olması, bir mintan, bir köynek, bir şalvar, bir fistan ile aylarca hatta yıllarca idare edilmesi, kışın o ayazlı soğuklarında kütür kütür soba yakmak yerine kürsülerde köz ile ısınmaya çalışılması…” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
sası sası kokmak |
: |
Kokuşmak, mide bulandırıcı bir şekilde koku yaymak. “Keçi ağılı sası sası kokuyordu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sasığ |
: |
Kötü koku. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sasık |
: |
Sasımış, kokuşmuş, bozuk. |
sasımak |
: |
(Et, yiyecek vb.) Çürüyerek iğrenç kokular yaymak, kokuşmak. |
sasi:g |
: |
Sasımış. |
saş |
: |
Saç. “Evimizin önüm daşlı Ben ağlarım gözü yaşlı Gıyma Gadir Mevla’m gıyma Anam daha gara saşlı” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Çavus Elif’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Ayşe Temiz) |
sa:t |
: |
Saat. |
sa:ten |
: |
Zaten. “Kele anam, nasıl zobaysa tıs tıs… yanmıyor! Baca da çekmiyor sâten. Ev tütüp duruyor. Arısili yudûm donlar, örtüler isin içinde galdı.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
sataklı |
: |
Kötü yoldaki kadın. |
satı |
: |
Zâten, dediğin gibi. |
satır |
: |
1. Helke, 8 litrelik kova. Genelde 27 cm. x 27 cm. ölçülerine sahip olan ve dolu olarak 8 – 10 kg ağırlığında olan kaplardır. Bir çift olarak kullanılan, genelde çeşmeden veyahut pınardan eve su getirmeye yarayan kaptır. Muhtelif büyüklükte çeşitleri vardır. “Ata biner attan ener bu. Bir gün ata bindi, yaylalağa doğru gitti. Vardı ki bir ġara çadır yayılmış, ama öte yanı beri yanı yok. Punarıŋ başına vardı edem, aha!. Attan endi, dizgini aldı; hayvanı sularkan öteden bir ġız çıktı emme; ġulakta asma küpe, yanı yönü Erzurum ġoyunu gibi, çok tatlı bi şey!. Geldi, satırını doldurmaya durdu. Buna şöyle bakıncak, ağzınıŋ suyu boşandı herifiŋ. Aydınnı ġızı!. “Evli misiŋ, beker misiŋ?” deyi sordu ġıza; ġız da dedi ki: “bekerim” dedi. “Seniğlan evlensek olmaz mı?” dedi; ġız şöyle baktı, dedi ki “ayıp ayıp” dedi. “Benim ġanâtime göre sen bir ağa oğlu ġımı bir adamsıŋ” dedi. “Benim gibi bir aşiret ġızıynaŋ ġırġır mı geçiyoŋ, yazıklar olsun sana!” dedi. Satırı doldurdu getti.” (Görkem 1986)
“Iğranı ığranı sudan gelen yâr Bırak satırları kol incitirsin Dünyayı başıma sen eyledin dar Acık yavaş yörü yol incitirsin” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 125 2. Büyük bıçak. Kapılarda olur satır Ara yerden kalkmış hatır Yârimi buraya getir Ya ben'orya sal Allah'ım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.489 |
satır atmak |
: |
Kırıp geçirmek. |
satlıcan |
: |
Saplıcan, zatürre. |
satmak |
: |
Evlendirmek, sözlemek, nişanlamak. “Kalem aldım kaşlarını çatmıya Hicabettim adın sual etmeye Baban seniaz bahaya satmaya Bakıp durur bin liralık mal gibi” (Haşim Nezihi Okay, Köroğlu ve Dadaloğlu, May Yay., 1970) |
sattılar ayak sekili |
: |
Ağıtlarda kullanılan bir kalıptır.Ayağı sekili atı sattılar. Kimi atların ayaklarında bileğe, dize kadar bir ak olur. Buna sekil derler. |
sav |
: |
1. İşte. 2. Benzer, gibi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sava |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Te şeklindeki örste bulunan oluklu çirtiklerin tepsi ya da tabak kenarına geçme işlemidir. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 40) |
savacak |
: |
Suyu başka yöne akıtmak için su arkının önüne konulan tahta engel. |
savak |
: |
1. Koyunların konulduğu bölünmüş yer. “Sürek yazıda yayılır Akça savağa koyulur Gelen sene kimse bilmez Bu yıl hatırın sayılır” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) 2. Ark suyunun yönünü başka yere çevirmek için önüne konan engel. “Sular akar savağından Yeller eser kavağından Şimdi gül kardeşim gelir Ağ ketenden yeleğinen” (Afşin’in Ağıtları, Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Şehide Kız Kardeşinden Ağıt, Derleyen: Bünyamin Gönen, Kaynak Kişi: Cevher Çerçi) 3. Aptal, şaşkın. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 4. Oluğa konulan kapak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 5. Çeltik arkı, küçük su arkı 6. Avanak, budala. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Sürek yazıda yayılır (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
savakdelen |
: |
Danaburnu. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
savan |
: |
1. Renkli pamuk ipliğinden, el tezgahında dokunmuş kilim, kalın yaygı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Kalın pamuk ipliğinden, keçi kılından, tiftikten, yünden ya da bunların gelişigüzel karışımından kalınca dokunmuş küçük çul, yaygı. “Ali, savana sarılmış yatağı, yorganı, tenekeleri yüklendi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
savat |
: |
Gümüş işlemeli süs. “Gelip oturalım edepli utlu İkimiz arası pek muhabbetli Sırmalı tellerden altun savatlı Kemerkuşak kızın belinde kaldı” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 415 |
savatsız |
: |
Çehresiz, yakışıksız, suratsız. |
savay |
: |
İpekten dokunmuş bir tür hint kumaşı. “Ak savay geyinmiş boylu boyunca İliklemiş düğmesini geyince Sevdim ama saramadım doyunca Onun için gönlüm yara küskündür.” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 619 |
savgıyat |
: |
Sevkiyat, sevk edilmek. “Mezerlikte bir çüt mezer Yel değer de kumun tozar Yekinsene anam oğlu Kuzuların savgiyat gezer” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Bıyıklı Durdu Mehmet’in Ağıdı, Derleyen: Cuma Özdemir, Kaynak Kişi: Fadime Özdemir) |
savı |
: |
Benzer, gibi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
savıcı |
: |
Savcı. “Anam oğlu gosga gezer Öldü demem değmiş nazar Ben Bozyer’e vardım kine Savıcı ifade yazar” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Kızkardeşi Sahriye Hanımın Ağıtı, Derleyen: Cabir Tercan, Kaynak Kişi: Enver Şahinkaya) |
savırmak |
: |
1. Bol harcamak. 2. Savurmak. |
savışmak |
: |
Geçip gitmek, uzaklaşmak “Sarp gayalardan savışmış Gece yıkılı yıkılı Kürd İreşid’i vurmuşlar Gan olmuş gara kekili” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
savlıkmak |
: |
Dağılmak, kıvamı geçmek. “Toybuk doyanaça: düğün savlıkır.” |
savran |
: |
1. Çadır, gölgelik, tahtadan yapılmış, balık sırtı şeklindeki çatma. 2. Deve kafilesinin reisi. Bu reis tıpkı bir katar kumandanı veya ağalık kumandanı gibidir. Kelimenin arapça olma ihtimali vardır. Kervan başı. |
savrık |
: |
Kurumaya, sertleşmeye başlayan tarla. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
savran |
: |
Deve yöneticisi. |
Savrın |
: |
Savrun çayı. “Savrın da bulanık akar Yonsul da yüzüne çıkar Gamla burada beğ Duran’ım Üvez yer de mucuk çokar” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
savrukmak |
: |
(Keçi ve koyun) Çiftleşme isteği duymak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
savsak |
: |
Geveze. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
savsala |
: |
Safsata, asılsız sözler. “Karac’oğlan der ki bakın halıma Değirmenler döner çeşmim seline Hiç inanmam yârin yalan diline Ben gönlümü savsalaya bildirdim” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 562 |
savulmak |
: |
Sağ olun, bir çeşit teşekkür. |
savuşmak |
: |
Geçip gitmek, uzaklaşmak. “Gışlanın da yeri dölek Ganlar akar gölek gölek Sarı Mulla’m savuşurken Düşmanlar vermemiş yolak” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008)
Eşe imiş şu karşımdan savuşan Gelin imiş şu kızlara karışan Bir kusuru var da zülfü perişan Tel kara zülfüne kullar olduğum Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.509 |
savuşturmak |
: |
1.(Davar vb.)Uzaklaştırmak. 2. Yolculamak, uğurlamak. “Şu elin ineklerini savuştur da tarlaya dıkılmasın.” |
say |
: |
1. Dik kayalık, taşlık yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Düz tabaka biçiminde ince, yassı taş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
say taşı |
: |
Kapak şeklinde taş. |
say ki |
: |
Farz et ki, öyle kabul etki. |
saya |
: |
1. Gaga. “Şu Toros’un gayaları Zilüf düver mayaları Berk mi dâğdi ağ bebeğim Garaguşun sayaları” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) 2. Yaka kısmı beyaz üç etekli entari, fistan. “Onbir kişi Horasan’dan çıkanda Ak sayaya yeşil düğme dikende Çıkıp yücelerden engin bakanda Yol alır, gidiyor göçü Avşar’ın” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul, II. Baskı, 1984)
Annacımdan gelen maya Cemalin benzettim aya Ağ topuğa sırma saya Döker gider peşlerine Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.410 3.Saya, halk ağzında gebe koyunların karnındaki yavru yüz günlük olduğunda çobanların yaptığı törendir. “Koç katımından yüz gün sonra, kuzunun anasının karnında canlandığına, tüylerinin çıktığına inanılır ki bu yüzden bu güne “davar yüzü” ya da “koyun yüzü” denir. Saya bayramı koç katımına göre daha canlı eğlencelere sahne olur.” (Prof. Dr. Erman Artun, Çukurova Halk Kültüründe Törenler, Bayramlar, Şenlikler.) 4.Bir cins kaba kumaş, bez parçası, bir nevi elbise. “Sevdiğim bahçen güllenmiş Sararmış gülün kocalmış Sayalı belin incelmiş Sarılmayı sarılmayı” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) 5. Ağıl. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 6. Ahır. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 7. Ocak ayı. “Saya mesesi daya.” 8. Bölgemiz göçmen ağzında; koyun ağılı. 9. Eteklik. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sayacak |
: |
Ateş üzerine tencere, kazan vb. koymak için kullanılan üç ayaklı metal malzeme. |
sayağında |
: |
Sayesinde, onun katkısıyla. |
sayak |
: |
Sayalım. |
sayaŋ |
: |
Katı, sert. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sayanımak |
: |
Eskimek. |
saydak |
: |
Dikey ve düz çizili çuval. |
saydaş |
: |
Düz, ince, yassı taş. |
saydım |
: |
Adam yerine koydum, değer verdim. |
Saygı saymak |
: |
Şarkı, mani söylemek. |
sayı sayı |
: |
Tek tük, bir bir. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
sayıl |
: |
Dilenci. |
sayırdamak |
: |
Sayır sayır ses çıkarmak. |
sayışmak |
: |
İnsanların birbirleriyle olan alacaklarını vereceklerini birbirlerinde razı olacak şekilde eşitlemek, fit olmak. |
sayka |
: |
Soyka, ölünün arkasında bıraktığı şahsi eşyaları. “Evimizin ardı söyke Gene beni aldı öfke Gelin yaylaya göçücü Altın küpe galdı sayka” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hüseyin Ke Memmet’in Hanımının Ağıdı, Kaynak Kişi: Meryem Tekatlı) |
saykı |
: |
Sanki. “Ağcadağ Dırıl dağdan üce Şen olurdu biz gonunca Saykı gıyamat mı goptu? Bizim de gelin ölünce” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
saykıla |
: |
Sanki. “Bre Memili, Bre Memili Apdal olsan çalaman mı saykıla bu davılı Gardaş olur da gardaşın zalım olur gavırı Gider o gara günner ömürler biter gayri” (Andırın’dan Mehmet KÜÇÜK (Memili)) |
saylak |
: |
Bayır, sarp yer, iniş aşağı, düz ve tozlu yer. “Biner atın daylağına Sürer yolun saylağına Çan taktırır anamoğlu Dizi böyük daylağına” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
saylama |
: |
Büyük, yassı taş. |
saylamak |
: |
Geri dönmek. |
Saylan |
: |
Geben ile Çokak arasındaki dağın adı. |
saylaştırma |
: |
Alakasız sözcüklerle biteviye konuşma. |
saylaştırmak |
: |
1. Saymak 2. Bir şiiri, türküyü makamsız söylemek. |
saylatmak |
: |
Bayır çıkan atın geriye doğru kayarak uçması. “Haçın'da atı nallattım Çıktım dede'de saylattım Gözlerin görmesin şerif Üç gün yamçıyınan yattım” “Ömer Kaya, Hacı Abdullah Kozan, Mahalli Kelimeler Sözlüğü, UKDE Yayınları No: 30, Kahamanmaraş, Ağustos 2003.” |
sayrı |
: |
Hasta, sağlığı yerinde olmayan kimse. “Ne bir gün hasta da ne bir gün sayrı Yollarım bağlı da gedemem gayrı Yerini dutmuyor gardaşın Hayrı Bunu da böğlece bil Hös’gün Ağa” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
sayri |
: |
Uydurma söz. |
sayvat |
: |
Savan. “Kalk Güllü kahveyi kaynat (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
sayvant |
: |
İki katlı altı ahır, üst katı ev, iki katlı katlar arası tahta ile bölünmüş ve çatısı ise; tahtalarla ve ardıç kabukları ile kapatılmış yayla evi. |
saz |
: |
Ot, kahverengi, saz rengi, taba rengi. “Davarlar yayılır sazı Karbiler eritir buzu Sen benden berk mi yanıyon Yadırkı köpân kızı” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Muhammed’in Ağıdı, Derleyen: Mehmet Kılınç, Kaynak Kişi: Meryem Baltacı) |
saz erkeği |
: |
Domuz boğası. |
saz evciği |
: |
Sazdan yapılan ev, sahil kesimindeki evciklere verilen isim. |
saz gızı |
: |
Saz (Pavyon)’da çalışan kadın. |
saz santır |
: |
Pavyon, içkili gazino. |
saz santur |
: |
Eğlence. |
saza beze gitme |
: |
Pavyona gitme. |
sazak |
: |
1. Pınarların, derelerin ayağındaki otluk yerler. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Bataklık, sazlık. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Küçük pınar. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 4. Mersin ağacı. 5. Defne yaprağı. 6. İnce, hafif esen yel, lodos. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sazaklık |
: |
1. Bataklık, sazlık. 2. Beşik içine idrar kokmaması için defne yapraklarından yapılan döşek altı. Sazaklıḳ ěderlerdi beşiğin içine yatırmak için çocuğu onuñ üstüne ǥorduḳ. |
se:rtmeg |
: |
Birden fırlayarak koşmak. |
se |
: |
Şap. “Nazarın kötü etkisinden korunmak için şap taşı ise nazar değdiğine inanılan kişinin başının etrafında dolandırılarak okunur. Daha sonra şap yakılır, göz göz olup kül olunca nazardan kurtulmuş olunur.” (Lütfiye Tülüce - Osmaniye ili merkez ilçeye bağlı köy ve mahallelerde halk kültürü araştırması adlı Yüksek Lisans Tezi) |
seamen |
: |
Düğün kalabalığı. |
seartmak |
: |
Koşturmak, seğirtmek. “Sokaktaki çocukların seslerinden nerede olduğunu tahmin edip o yana doğru seartmiş, bayırdan aşşa gızak kaydığını görünce kızgın kızgın seslenmeye başlamıştır.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007, S. 102) |
Seba:t |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; Sebahat. |
sebil |
: |
Hayır için parasız olarak dağıtılan su. |
Sebiya |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; Sebiha. |
secde etmek |
: |
Alnı, avuç içlerini, ayakları ve dizlere yere değdirmek. Diyâr-ı gurbetin sonsuz mihneti Şu benim yârime göresim geldi Sabah seherinde secde ederken Irganan tellere göresim geldi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.440 |
seçilig gimi |
: |
Dışlanmış gibi. |
seçilme |
: |
Dışlanma. |
seçim |
: |
Dışlama, seçme. |
seçinti |
: |
Bir şeyin -sebze, meyve, taneli tahıllar, hayvanlar- iyileri seçilip alındıktan sonra geriye kalan işe yaramaz kısmı. |
seçkil |
: |
Üstün, seçilmiş. “Keşki dedi, Hatun içini çekerek, ünü büyük, sözü seçkil Topal Ali Efendimize bunu yapmasaydın, keşki.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sed çekmek |
: |
Engel oluşmak. Karac’oğlan Mevlâ yazmış fermanım Semaya sed çekti âh ü figanım Lütfedip ağlatma nazlı gülşanım Bize bu ayrılık Hak'tan iş oldu Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.638 |
seda |
: |
Sedye. “Gozan hasdaneye vardım Dokdor da hortum atıyor Şöyle döndüm bakdım kine Gadir sedada yatıyor” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Apandistten Ölen Kadir Demir’in Ağıdı, Ağıdı Yakan: Duran Hacımehmetoğlu) |
sedef |
: |
1. Bazı deniz hayvanlarının kabuklarında bulunan sert maddeden yapılmış, bunlarla süslenmiş şey. Ak imiş gerdanın beyazdır kardan Alnın gevherdenmiş cemalin nûrdan Dişin sedefdenmiş dudağın dürden Lebin kaymak çalar balın üstüne Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.412 2. Düğme. |
sedir |
: |
Divan, ağaç kanepe. |
se:m |
: |
Pay, hisse. |
se:rtmek |
: |
Gıvlamak, kovalamak,bir şeyin peşinden hızlı hızlı gitmek. |
sef |
: |
1. Bölgemiz göçmen ağzında; sefer, siftah, defa. 2. Saf, katıksız, aklı her işe ermeyen. |
sefa |
: |
Eğlence, zevk, neşe. Kara günde doğurmuş beni anam Kan ile yoğrulmuş temelim binam Sefasız ataşa ben nice yanam Ayıkmıyor sefil başım belâdan Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.517 |
sefe: |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; sefer |
sefe:birlik |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; seferbirlik. |
sefer |
: |
1. Yolculuk. Eğlim eğlim yol alanın Seferine kul olanın Ak gerdanda ben'olanın Yanakları bal olma mı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.422 2. Sıra. “Emmisinin adı Cafer Heç kimseye vermez sefer Evvel kimsede yoğudu Herkes şimdi oldu şoför” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Çıngılların Güvel’in Oğlu Şefik’in Ağıdı, Derleyen: Hatice Hurmanlı, Kaynak Kişi: Hüseyin Şahin) |
seferbelllig |
: |
Seferberlik, topyekün savaş hali. |
seferbirlik |
: |
Seferberlik. |
sefere gelmek |
: |
Doğmak, dünyaya gelmek. Anamın karnında ben neler gördüm Yedi derya geçtim ummana daldım Dokuz aylık yoldan sefere geldim Bir kapısız hana indirdin beni Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.457 |
sefil |
: |
1. Uğursuz. Koyuverin gitsin sefil baykuşu Durmuyor akıyor gözümün yaşı Kadir kıymat bilmez imiş her kişi Kadirli kıymatlı ile gidelim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.496 2. Boynu bükük, zavallı, dertli, mazlum. “Sefil emmim oğlu sefil Usul usul gonuşurum Nazik gıza dünür gelse Ben kimlere danışırım” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
Sefil olmak |
: |
Zahmet etmek. Niye sefil oldun bire guzum. Anamın bana sık sık söylediği sözdür bu. |
sefir |
: |
Sahur. |
segdelemek |
: |
Sekmek. |
segla:vi |
: |
Bir at türü. |
segsen |
: |
Seksen. “Yahu, çavış gursunda yüz segsen bir gişi mevcud var.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
seğ |
: |
Şap. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
seğelmek |
: |
Bayılmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
seğertmek |
: |
Biraz acele ile koşmak. “Her işime seğerdirdi Unumu da öğüdürdü Yorulsam sırtına alır Yorgunluğum dağadırdı” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
seğes |
: |
Yaşlı teke. “Heç unutmam dedem her yüz geçiye beş seğes ayırırdı goç gatım zamanında.” |
seğetmek |
: |
Atmak, fırlatmak. |
seğıtmek |
: |
Koşmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
seğirdeşme |
: |
Koşuşuşma. |
seğirtmek |
: |
Acele ile koşmak. Seğirttim ardından yettim Eğildim yüzünden öptüm Adın bilirdim unuttum Çağırmayı çağırmayı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.469 |
seğitmek |
: |
Koşmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
seğmen |
: |
1.Üstü işlemeli heybe. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Düğün alayı, seğmen, cenazeyi defnetmeye gelenlere de sağmen denilir. “Hanı gelmedi mi Cennet Daha dünden öldü Memmet Yavrumun sağmeni gelmis Emmileri etsin minnet” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Fadıma’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
seğrimek |
: |
Seğirmek. |
seh etmek |
: |
Gerçekleştirmek, ispat etmek, sahi. |
sehap |
: |
Sahip. “Çadırı dutulu galdı Buydayı ekili galdı Duymadın mı Senem bacım Memmet eve sehap oldu” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
sehat |
: |
Saat. Evimizin yanı erik Cüverlerim delik delik Küpelernen sehatı Bana gönderik teberik Ayhan Karakaş, Feke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s.178. |
sehe |
: |
Gerçek, sahi. |
seheb |
: |
Sahip. |
sehebsiz |
: |
Serbest, başıboş. |
sehebsizlik |
: |
Sahipsizlik. |
sehel |
: |
Sefil. Sehel aslında yazları sıcak yerler için kullanılan sözcüktür. Özellikle Torosların Dağ Kolu Kadirli ve Çukurova için kullanır bu sözcüğü. “Bazdırlı bizim elimiz Döndü ahrete yolumuz Baban sehele gediyor Nasıl durucun yalınız” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
sehel memleket |
: |
Geben’in güneyinde uzanan Kadirli, Osmaniye, Ceyhan, Adana ve Mersin’in bulunduğu sıcak iklim kuşağındaki mahal için Andırın insanı tarafından kullanılır. |
sehelde |
: |
Düzlükte, Çukurova’da, sıcak memleketlerde. |
sehen |
: |
Bakır tabak. |
sehep |
: |
Sahip. “Çiçek veriyim eline Götür gater hep gülüne Gayınbabam darılıyor Sehep çıkamadım yavrum” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İclâl’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Emine Gök (Hodul Emine)) |
sehep çıkma |
: |
Tanıma, sahiplenmek. |
seher |
: |
Sabahın erken saatlerinde tan yerinin ağarmaya başladığı zaman. Yiğit olan yiğit atına biner Yiğitin başına kartal mı tüner Garip bülbül gelmiş derdine yanar Seherde bülbülü gülden tanıdım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.486 |
seher va:tı |
: |
Seher vakti. Çit eyle çimende yaylanı yayla Bizi Yaradan'ın fermanı böyle Seher vakti kalkıp bir hoşça söyle Anar m'ola Karac’oğlan dilleri Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.463 |
seher yer |
: |
Uzanıp yatmeye uygun yer. Yavru bülbül garib garib öticek Gül yerine şimdi sümbül biticek Yârim ile seher yerde yatıcak Çemen ver hey güzel Allah çemen ver Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.594 |
seherledi |
: |
Seher vakti girdi. |
seherlenmek |
: |
Şafak sökmek, ağarmak. “Bir alm’atdım yuvarlandı Yar yeri de tekerlendi Uyan Ali dezzem oğlu Dan yerleri seherlendi” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
seherleyin |
: |
Seher vakti anlamına gelen bir Avşar deyişi. |
seherliyen |
: |
Seher vakti. “Seherliyen habar geldi Yerden guşakcak yekindim Gelin m’oldun babamoğlu Gandan gına mı yakındın” (Andırın/Alınoluk Köyü, Fakılar Obası’ndan 1923 doğumlu Emiş Garı’dan derlenen ağıttan.) |
sehet |
: |
Saat. |
sehil |
: |
(Yaylacılara göre) Ova, Çukurova. “Hac’Osman yoluna dursun İrbehem harçlığın versin Acak eğlen mor beliklim Sehildeki oğlum gelsin” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
sehlik |
: |
1. Desteksiz atarak konuşmak. 2. Aklı eksik, esemesiz, görgüsüz (kimse) |
sehm |
: |
Tarlaların köylülere icarla işletilmek üzere verilmesi. “Sehm usulü büyük çapta kalktı bu topraklarda.” |
sekdelemeg |
: |
Tek ayak üstünde sendeleyerek yürümek. |
seke seke oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. SEKE SEKE İki grup halinde oynanan bu oyun dışarıda ve çok sayıda çocukla oynanır. İkiye ayrılan oyuncular, birer ebe seçerler. Ebeler, çocuklarına gizli olarak bir ad verirler. Sonra ebe önde çocuklar arkada sıralanırlar. Ebenin biri çocuklarını koyarak sekerek öbür tarafa gider. - Seke seke ben geldim - Neciye geldin? - Kavunla, karpuza. - Dolanıver pınar basına… Sekerek gelen ebe, diğer ebenin arkasında sıralanmış oyunculardan en arkadakinin gözünü kapatır. Kendi grubundaki çocuğun birini kendi verdiği adla çağırır. Gelince gözü kapalı olan çocuğun sırtına parmağıyla vurur, başını sağa sola çevirerek “Sağa bak, sola bak, karsındaki yıldıza bak” der ve gözünü açar. Çocuk kendisine vuran çocuğu bulmaya çalışır. Bulabilirse, vuran çocuk diğer ebenin arkasına geçer ve diğer ebe sekerek diğer tarafa gider. Oyun bu şekilde ebelerden birinin arkasında çocuk bitene kadar devam eder. (Aslı Ağcalar, Silifke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Mersin Üni., S.B.E.,TDE., ABD, Mersin, 2009, s. 234) |
sekerkennek |
: |
Seker iken. “Daşdan daşa sekerkennek Gapıdumdan akar gannar Uçan guşa car eyledim Düşman gurşun sıkarkannak” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Düşmanlarca Vurulan Üç Yoldaşın Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Höbek) |
seki |
: |
1. Keçilerin yatma yeri. 2. Taraça, düz ve yüksekçe yer. “Dinlen ağlar, birem birem söyleyim Arşı çarşı gider yolun var, dağlar Kamalaklı, kar’ardıçlı sekiler Selvili, söğütlü şarın var, dağlar” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yay. Dağ, İstanbul, 1984) 3. Sekili, atın bacaklarının ala olması. 4. Bölgemiz göçmen ağzında; küçük oturak. 5. Set, oturtulacak taş. |
sekilemek |
: |
Bir parça oturmak, ilişmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
sekilenmek |
: |
Taş, kütük vb. yere dinlenmek için biraz oturmak. “Eski birer kamış kökü tümseğine sekilendiler.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sekilgen |
: |
Telaşlı, sıkıntılı kimse. |
sekilgen tutmak |
: |
Bir kimsenin istediği bir şeyin yapılmamasından kaynaklanansıkıntı, telaş. |
sekili |
: |
Ayağı sekili atı sattılar. Kimi atların ayaklarında bileğe, dize kadar bir ak olur. Buna sekil derler. “Sattılar ayak sekili (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
sekim |
: |
Sekerek yürüyüş. “Gül bülbülün sekiminden Perçem zülüf takımından Geçme mescit yakınından Çok namazlar böldürürsün” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 575 |
sekizbıyık |
: |
Yayın balığı. “Ceyhan Nehrinin en meşur ve klasik balığı sekizbıyıktır.” |
sekko, sekġo |
: |
Ceket, palto. 1960’lı yıllara kadar, yine çuttallıklarda dokunan günümüzün kot bezlerine benzer türdeki bezlerden diktirilen ceketlere sekko denilirdi. İlk zamanlarda içleri de astarsız dikilmekteydi. Aynı bezden köylüler ve Yörükler uzun yıllar hem sekko hem de şalvar diktirerek giydiler. Artan kesiklerini çobanlar bacaklarına dolak yaparak sardılar. “Yaldızlı filcan içinde Eşe nere gedik tabak Mevlâ’m bir evlat vermedi Sekoluca başı gabak” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
seklem |
: |
1. Yarım, biraz eksik. “Banadura ekip yazı bekleyen. (Cezmi Yurtsever, Andırın Tarihi, Adana 2007, S. 187-190, Kazım Temir’in Andırın Destanı isimli Şiiri) 2. Aklı tam olmayan, uçurdum akıllı. 3. Bir kilo buğdaya verilen ölçü. 4. Eksik, esik, at sırtında taşınmak üzere tam doldurmadan çuvala konan buğday. |
seklen |
: |
Kıldan çuval. |
sekmeç (ayak taşı) oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. SEKMEÇ (AYAK TAŞI) Genelde kız oyunudur ama erkekler de oynar. İki kişiyle oynanır. Yere bir dikdörtgen çizilir. Dikdörtgende kendi arasında altıya veya sekize bölünür. Yalafak (yassı) bir taş alınır. Tek ayakla sekerek taş hareket ettirilir. Taşın çizgilerde durmaması gerekir. Tüm kareleri taş çizgiye gelmeden tek ayakla sekerek gezen oyunu kazanır. (Hilal Gülben Gerek, Adana İli Pozantı İlçesi Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E. TDE. ABD, Adana, 2012, s.167) |
sekmek |
: |
Yörük usulü taş veya tahta merdiven. “1950-1960’lı yılların sonuna kadar, köylülerin tahta ve taşlardan yaptıkları bir katlı evlerinin merdivenlerine sekmek denirdi. Hatta altı yedi basamaktan ya da beş basamaktan sonra bir yemek masası büyüklüğünde bir genişlik tümü ile bırakılırken, oradan hem hayvanlara binilir, hem su sakaları, su fıçıları indirilip bindirilir, hem de sekmek yön değiştirirdi. Üç dört odalı, büyük sofalı bir katlı büyük taş duvarlı köy evlerinin sekmeği, düğünlerde gelin bindirip indirmede sağlamlığı açısından özen gören bir yerdi. Ayrıca o evin sahibinin maddi durumunun bir nevi aynası, evin sekmeleri olarak, yüzde seksene yakın kanaat yansıtırdı. O devirde tanesi iki buçuk lira olan çimento torbalarından her aile alamazdı ve taş sekmekler yapamazlardı. |
seknimek |
: |
Yağmurun yağmasının yavaşlaması. |
seko |
: |
Ceket, palto. |
seknimek |
: |
1. Eksilmek, durulmak. 2. Sakinleşmek, yavaşlamak. “Yağmur seknidi.” |
seksan |
: |
Seksen. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
seksek oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. SEKSEK OYUNU Bu oyun ikiden fazla kişi ile oynanır. Yere karelerden oluşan kutucuklar çizilir. Kare şeklinde çizilen çizgiler birden sekize kadar numaralandırılır. İlk oyuncu taşını bir numaralı kutunun içine atar. Genellikle mermer taş veya yassı kum taşı kullanılır. Taşın olduğu kutunun üzerinden atlayarak diğer kutulara sekerek gider. Tek kutu olanlara tek ayakla, çift kutu olanlara iki ayakla basılır. Sekiz numaralı kutuya gelince geri döner ve iki numaralı kutuya gelince tek ayağının üzerindeyken bir numaralı kutudaki taşı alır ve bu kutunun üzerinden atlayarak çizginin dışına çıkar. şimdi sıra iki numaralı kutuya gelmiştir. Taşı iki numaralı kutuya atar ve aynı şekilde sekerek gider ve dönüşte iki numaradan taşı alır ve üzerinden atlayarak çizgiden çıkar. Bu şekilde sekize kadar devam eder. Attığı taş bir çizginin üzerine gelirse, çizgiye basarsa ya da iki ayağı birden yere değerse oyuncu yanar. Sıra diğer oyuncuya geçer. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s. 220 - 221) |
seksen kapıya doksan değnek vurdum |
: |
Bir işi halletmek için çok gezmek anlamında söylenir. “Seksen kapıya doksan değnek vurdum.” |
sektirmemek |
: |
Dikkatle izlemek, fırsat vermemek. |
sektrop sektrop yürümek |
: |
Topallayarak yürümek. |
sel |
: |
Ağız akıntısı. “Ağzını seli aktı.” |
sel gelmeden selinti gelmek |
: |
Bir işe zamanından önce girişmek. |
sel önünden kütük kapmak |
: |
Zor işleri başarmak. |
sel sele gitmek |
: |
(Yağmur)Bardaktan boşanırcasına yağıp her yer sel içinde kalmak. “…bir yağmur yağmalı, Çukurovaya, ortalık sel sele gitmeli.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
sela: |
: |
Sela. “Gapılardan bacalardan Selâ veren hocalardan Abilerden bacılardan Gardaş seni soruyorum” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
selâ |
: |
Sela, ölen birisinin adını minareden duyurmadan önce Arapça olarak okunan bir çeşit dua. “Selâ da verir fakılar Gelin görüme dakılar Gurbet elde eşi ölen Alır pırtısını kokular” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Almanya’da Ölen Kişiye Ağıt, Kaynak Kişi: Hatice Çerçi) |
selam eylemek |
: |
Selam söylemek. Benden selâm eylen kavli yalana İnanmam ağalar yüzü gülene Kefen kısmet olmaz güzel sevene Beni yârin yağlığıyla saralar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.576 |
sela:n |
: |
Atkı, salma, bir ihtiyacı karşılamak için gereken parayı, tahılı, durumuna göre köylü arasında paylaştırmak. |
selavat |
: |
Salavat. |
selayet |
: |
Yetki. “Âşık Ali’m öğretmeni üverim, Bilirlerse dilim ile düverim, Selayetim olsa burdan guvarım, Biri Gayseri’li biri Suvancı” (Andırın’dan Ali Balıkçı) |
selbi |
: |
Selvi, servi. “Mescidin selbi söğüdü Verseler almam öğüdü Hatın gızım heç bulaman Emmim oğlumu yiğidi” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Üç Kardeşin Ağıdı - 2, Kaynak Kişi: Döne Ekici) |
selbice |
: |
Servi gibi. |
selcik |
: |
Yersiz konuşma. |
seldiren |
: |
Aralıklı, seyrek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Osm.) |
sele |
: |
1. Üstüne yufka ekmek konulan sapı olmayan sepet. 2. Kulpsuz, yayvan çamaşır sepeti. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 3. Hasırdan örülmüş düz tabla. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 4. Kulpsuz yayvan çamaşır sepeti. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 5. El açık durumdayken işaret ve başparmağının arasındaki genişlik, ölçü. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
sele serpe |
: |
1. Gelişigüzel, rastgele. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Sere serpe. |
selem |
: |
1. İm, belirti. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Bilgi. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. Gürültü. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 4. Selam, karşılama. “Çavuş Bekir düğün gurmuş Koç ayağıma okuntu salar Semen beriden çıkışır Gır at selemine durur” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Askerde Ölen Kâmil’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Emine Gök (Hodul Emine)) |
selemek |
: |
Tahılı yada meyveyi sepette sallayarak çöpünü ayırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
selemet |
: |
Uzak yer, öte. |
selemle |
: |
Yaprakları çiğ olarak yenilen bir tür yeşil ot. |
selemlig/k |
: |
Karşılama. “Çavuş Bekir düğün gurmuş Bohça okuntu salmamış Semen beriden varırkan Gırat selemlige durmuş” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Saplıcandan Ölen Vaysal Ağa’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Ekici) |
seleŋ |
: |
1. Ses, gürültü. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Sava, haber, bilgi. 3. Çevre, civar. |
selensimek |
: |
Oyalanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
seleser |
: |
Baştanbaşa. “Ömer öldü deyinceğiz Doğrultamadım belimi Bir daha duvara vurmam Seleser çiçek kilimi” (Kaynak: İbrahim Davutoğlu, Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
selgi kulak |
: |
Kulağı düşük eşek, at. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
selim |
: |
El dokuma aygıtında tarağın bulunduğu bölüm. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
selinti |
: |
Derelerin taşması neticesinde, selin sürüklediği odun. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
selintisi Bağdat’ta kalmak |
: |
İş işten geçmek, çağı geçmek. |
sellavı |
: |
Aklı noksan, duyarsız. |
selleme |
: |
Dere kenarında ve sulak yerlerde yetişen semizotuna benzer bir ottan yapılan yemek ve böreğe verilenad. Malutra da bir ot heye dereotu gibi selemle gibi ama şekli farklıolur. |
sellik |
: |
1. Salya. 2. Tükrük bezi. 3. Boyuna takılan önlük. |
sellim |
: |
Ebegömecinin kaynatıldıktan sonra suyunun süzülmesi ve tuzlanıp yenilecek hale gelmiş şekli. |
selsebil |
: |
Tatlı ve hafif su. Cennette bir çeşme adı. |
selvi |
: |
1. At arabalarının yanlarındaki küçük direkler. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Servi, daha çok Akdeniz bölgesinde yetişen ince ve uzun bir ağaç türü. Karaca Oğlan der bu yer neresi Altunoluk Pınarbaşı çehresi İnce belde saçlarının turası Boyu selvi endam akla ziyândır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.599 |
selviye dönmek |
: |
Boyu uzamak. Boyunu uzatmış selviye dönmüş Cennet-i Alâ'nın gülü bu gelin Söyledikçe şeker akar dilinden Korkarım ki sana göz değer gelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.549 |
seme |
: |
Esemesiz, sersem, budala, ahmak, aptal, akılsız. |
semehmek |
: |
Bayılmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
semeleşmek |
: |
Düşünememek, aptallaşmak. |
semen |
: |
Seğmen. “Çavus Bekir düğün gurmuş Bohça okuntu salmamış Semen beriden varırkan Gırat selemliğe durmuş” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Saplıcandan Ölen Vaysal Ağa’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Ekici) |
sêmen |
: |
Seğmen, düğün alayı, cenazeye katılanlar. “Çifte davul çifte düdük Ahacık sêmen atlandı Arabasın beri çekin İçerde cehez gatlandı” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Ömer Ağanın Kızı Hayriye Hanım’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
semender |
: |
Su kertenkelesi, ateşte yaşayan efsanevi bir hayvan. |
semeri devirmek |
: |
Yan yatmak, şeytan azdırmak. “Semeri devirmişim.” |
sen gardaşa ağlamıyon/ Eşe seni döğdürürüm |
: |
Ağıtlarda kullanılan bir kalıptır.Ölünün yakınlarının ağlamaması hoş karşılanmaz. Makbul olan çırpına çırpına, kendini yerlere atıp üstünü başını yırtarak ağlamaktır ki bu şekilde ağlayanlara güzel ağladı derler. Ölü yakınları böyle ağlamasa bile sessiz sessiz gözyaşı dökmelidir. Hiç ağlamayana “Yazıklar olsun, el gibi durdu, gözünden bir damla yaş bile gelmedi derler.” |
sen sa: |
: |
Kendi kendine. |
sena: |
: |
Övme, öğüş. Ömrüm uzun eyle Bârî Hudâ Hamd ü senâ şükür etmek isterim Çalışıp kazanıp nefis taamlar Dişlerim var iken yemek isterim” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 501 |
senek |
: |
Çam ağacından yapılmış su testisi. |
senelmek |
: |
Yıllanmak, çökmek. |
senem |
: |
Çam fıstığı ağacı. “Lâhuri saçağı, sırması telden Arasan bulunmaz değme bir elden Ne selvide, ne senemde, ne daldan Hiç görmedim böyle usul boy, dedi” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yay. Dağ., İstanbul, 1984) |
seng |
: |
Taş, taşlık yer, kayaların güneş görmeyen dip kısmı. “Senin meskenindir kayalar sengi Kokusu menevşe güldür irengi Aradım dünyayı bulunmaz dengi Güzel yatağında biter menevşe” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
sengir, seŋir |
: |
Bayır, yokuş yer. |
seni deyi gelmek |
: |
Güvendiği için gelmek, isteğinin yerine geleceğine güvenerek gelmek. “Sultanoğlu, ben İsmail Ağanın hatunuyum. Bu da oğlu Mustafa. Seni deyi geldik.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
seni: |
: |
Seninki. |
seni:ne |
: |
Seninkine. |
seni:nen |
: |
Seninle. “Yörü, yörü diyor - seni:nen barabar gedecâk. Ben işi yaptım adamlar seni götürecek diyor.” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Yukarı Çukurova Masallarında Motif Ve Tip Araştırması) |
senin içtiğin şovra gadar ben döşüme döktüm |
: |
Bu konudaki deneyimim senden kat kat fazladır. “Senin içtiğin şovra gadar ben döşüme döktüm.” |
seninki murt yemek değil b.k. karartmak |
: |
Yapmış olmak için yapmak, yapmadı demesinler diye yapılan iş. |
senir |
: |
1. Kurumak üzere olan odun parçası, ne kuru ne yaş ikisinin arası. 2. Dağ burnu, iki tepe arasında dik olarak uzanan sırt. “Senirlerde yanık türkü dilimde |