KAHRAMANMARAŞ YÖRESİNDE KULLANILAN MAHALLÎ KELİMELER
ka: |
: |
Kahya. “Görüyon mu Hacı Ka: Yıkıldı adımın da: Bacım nerde diye sormuş Ben ölüyüm Ali Ba:” “Ömer Kaya, Hacı Abdullah Kozan, Mahalli Kelimeler Sözlüğü, UKDE Yayınları No: 30, Kahamanmaraş, Ağustos 2003. |
kâ:d, kâ:t |
: |
1. Banknot, kâğıt para. 2. Kağıt. “Kâadıyın tütünüyüm Döşşayıyın hatınıyım Kimse dâyip dolaşmasın Abdi Bey’in yetimiyim” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ka:ye |
: |
Muhtar. |
kaba |
: |
Kahramanmaraş’ta düğünlerde oynanan bir oyun. |
kaba kuşluk |
: |
Sabah saat dokuz-on sırası, öğleye yaklaşık iki saat kala. “Sırtında da yeşil içlik Bedeni de dar geliyor Yekinsene babam oğlu İşde oldu gaba guşluk” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
kabak |
: |
1. (Koyun, keçi vb.) boynuzsuz. 2. Saçı dökülmüş, kel. 3. Açık. “Kadanı alıyım bebek Bebek gezer başı gabak Çıkar geder elin kızı Eline veriyim höbek” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
kabak asmak |
: |
Meydan okumak. |
kabak çiçeği gibi açılmak |
: |
Kendisinden beklenmediği halde, bulunduğu ortama çok çabuk uyan ve gözü açılanlara denir. “Kabak çiçeği gibi açıldı.” |
kabaklık |
: |
(Andırın’da) Ev önündeki bahçe. |
kabakuşluk |
: |
Öğle vaktinden bir-iki saat önce. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kabal |
: |
Götürü, toptan pazarlık, kesim. |
kabala |
: |
1. Kolay. 2. Toplu olarak, topluca, toptan, götürü, göz kararı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kabala almak |
: |
Pazarlık ederek topluca almak, götürü almak. “Kabala aldık bu işi.” |
kabala vermek |
: |
Yevmiyesiz vermek, kiraya vermek. |
kabalamak |
: |
Tahıl, pamuk ya da samanı ölçerken kaba sıkıştırmadan, bastırmadan koymak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kabalcı |
: |
Toptan kira ödeyen, işi götürü usulü alan kimse. |
kabarcık |
: |
İnce kabuklu, yuvarlak, beyaz, çekirdekli bir çeşit üzüm. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kabartlama |
: |
Tüyleri kırkılmış davar derisi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kabartma |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Çekiç ve değişik aletlerle zemin çökertilip yapılan motiflerin üstte kalma işlemidir. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 39) |
kabartmak |
: |
Çok vurarak tenine zarar vermek. |
kabarüzgar |
: |
Bir cins yemeni, pabuç. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kabcık |
: |
Kabuk. |
kabertleme |
: |
Yağda kızartılmış ekmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kabıklı |
: |
Kabuklu. “Senede kırk dönüm bostan ekerim Benden başka kimse yemesin derim Kavını karpızı kabıklı yerim Acelemden sayamayon toktur bey” (Kaynak Şahıs: Celil Çınkır, Aşık Kara Mehmet) |
kabından kaşığından çıkmak |
: |
Çok sinirlenmek. |
kabış |
: |
Boynuzu çıkmayan büyükbaş ya da küçükbaş hayvan. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç. Mr. ) |
kabız, kabuz |
: |
Dağlarla çevrili dar boğaz. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
kabızıkmak |
: |
Peklik olmak, kabız olmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kabir |
: |
Mezar. Derdim ağır dere tepe gezdirir Kazmayın kabrimi eller kazdırır Gider gelir kız yüzünü azdırır Bir derdin var bilemedim kız senin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.555 |
kabut |
: |
Palto. |
kacere |
: |
Yiğit. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kaçak |
: |
Parlak ve kıymetli kumaş. “Yüce dağın mor çiçeği Hani gelinin kaçağı Anasını çârın gelsin Hani gelinin kaçağı” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Çıngılların Güvel’in Oğlu Şefik’in Ağıdı, Derleyen: Hatice Hurmanlı, Kaynak Kişi: Hüseyin Şahin) |
kaçaklar dolanırken |
: |
Kaçak tütün sarılırken. |
kaçamak |
: |
Mısır unundan yapılan bir tür yemek, Mısır ununun tereyağında kavrulmasıyla yapılan ve genellikle sıvı pekmeze banarak yenen bir yemek. |
kaçğın |
: |
Kaçmış, kaçık. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kaçıntı |
: |
Zamanından çok önce doğan kuzu. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kaçkaç |
: |
Göç. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) |
kaçkırt |
: |
Bir çeşit ot. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kaçmaktan kovalamaya eli değmemek |
: |
İşi başından aştığı için yapılması gereken bir başka şeyi yapamamak, hiç vakit bulamamak. “Kaçmaktan kovalamaya eli değmemişti.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kada |
: |
1. Sıra. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) Ahmet’in kadasını sen mi savdın? 2. Kaza, bela, dert, sıkıntı. “Tahta olur evlerinin yapısı Dar olur da muhannatın kapısı Kadan alsın güzellerin hepisi Güzellerden sıktım sıyrıldı gönül” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 480 |
kada almak |
: |
Sana gelen dertler bana gelsin anlamında bir deyim. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kadan alayım |
: |
Sana gelecek olan kaza, bela bana gelsin anlamında bir deyim. “Dedi gitme ben de varayım Dedi gel yanıma kadan alayım Güzel benlerine sarraf olayım Saydım benlerini binden ziyade” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 402 |
kadaya durmak |
: |
Kaza ve belaya karşı tedbir almak. “Buyur gidelim odaya Durmuşum gelen kadaya Tenha buldukça vadeye Salmasın kerem eylesin” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 557 |
kadduş |
: |
Kurnaz. |
kadeh |
: |
1. Buğday çekici alet. 2. Bardak. “Vardım kahveye oturdum Bir kadeh çayı bitirdim Gınaman beni gomşular Ben de bir yiğit yitirdim” (Nakleden: Osman Taşdan, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72, S. 237)
Sevdiğim altun kadehten İçtikçe güzel olursun Al rengini mâh yüzüne Saçtıkça güzel olursun Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.566 |
kadem |
: |
Ayak. “Bahar olup seher yeliesti mi Zeynep bizim ile kadem bastı mı Aceb bizden umudunu kesti mi Karac’oğlan olsun kulu Zeyneb’in” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 542
Masalı da deli gönül masalı Ay oldu yâr bize kadem basalı Omuzu hırkalı eli asalı Derviş ağlar bana şalımdan oldu Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.638 |
kademsiz |
: |
Uğursuz. “Ben süpürmem avlunuzu (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
kadere rıza demek |
: |
Yazgıya boyun eğmek, “olacak olur” deyip beklemek. “Vali de onu yakalamaya söz verdi ama, hiç zannetmiyorum efendim, iki gözüm sultanım Hamza bey… Kadere rıza deyip köyünüze dönecek, bekleyeceksiniz. Ola ki bir mucizat görüle.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kadı |
: |
Osmanlı İmparatorluğu döneminde değişik konulu davalara bakan adalet adamı. Ustalar yapıyı tersine yapar Esnaflar işine hiyleler katar Zamâne kadısı altuna tapar Doğru hak şeriat sürülmez oldu Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.639 |
kadife |
: |
Bir tür parlak ve yumuşak kumaş. Başına urunmuş kadife fesi Uğrun uğrun çektiğim yârin yası Peçeye koymuştur demir kafesi Baksam öldürürler bakmasam öldüm Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.512 |
kadim |
: |
Eski, yıllanmış. |
kâdini |
: |
Kağıdını. “Gününü oya ekledim Oy kâdini sakladım Buralarda bulamadım da Gettim okulda bekledim” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Feridun’a ve Hatice’ye Ağıt, Derleyen: Caner Özarslan, Kaynak Kişi: Musa Şahan, Sonay Saygı) |
kadir |
: |
Değer. Selâm verdim almaz oldun Kadir kıymat bilmez oldun Dünden beri gelmez oldun Küskün müsün akça gelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.544 |
kadir değilim |
: |
Gücüm yetmez, başaramam anlamında bir söyleyiş. Şunda bir yavru göründü gözüme Severim demeğe kâdir değilim Ben anın ismine âşık olmuşum Severim demeğe kadir değilim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.498 |
Kadir gecesi |
: |
Ramazan ayının 27. Gecesi. Hörü melek var mı senin soyunda Arzumamm kaldı usul boyunda Şu Kadir Gecesi bayram ayında Üstüne gölg'olan dallar öğünsün Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.573 |
kadir kıymat |
: |
Değer, kıymet, önem. Koyuverin gitsin sefil baykuşu Durmuyor akıyor gözümün yaşı Kadir kıymat bilmez imiş her kişi Kadirli kıymatlı ile gidelim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.496 |
Kadir Mevlâ |
: |
Her şeye gücü yeten Allah. Karac’oğlan der ki arttı firakım Kadir Mevlâ'm yakın eyle ırağım Ağlama gözlerim Mevlâ'mız Kerim Melilliğim vardır yârdan gelirim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.503 |
kadiro |
: |
Kadro. |
kadirli kıymatlı |
: |
Kadir ve kıymeti bilen, insana değer verilen yer. Koyuverin gitsin sefil baykuşu Durmuyor akıyor gözümün yaşı Kadir kıymat bilmez imiş her kişi Kadirli kıymatlı ile gidelim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.496 |
kadis, kadiz |
: |
Su kovası. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
kadistira |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; kadastro. |
kadiyfe |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; kadife. |
kafa |
: |
Kemençede burguların bulunduğu bölüm. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kafa kağıdı |
: |
Nüfus cüzdanı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
kafa koçanı |
: |
Nüfus cüzdanı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kafadan kontak |
: |
Deli, normal düşünemeyen. |
kafası diniz olmak |
: |
Sorunu olmamak, dertsiz tasasız yaşamak. “Hiç olmazsa kafası diniz.” |
kafası yelli |
: |
Deli. “Kafası yelliden akıl alacak dealık heralda.” |
kafasına yatmak |
: |
Bir fikrin kendisine uygun gelmesi. “Dediklerin harfiyen kafama yattı.” |
kafil |
: |
Gafil. |
kafir |
: |
Allahın birliğine inanmayan. Allah eksik etsin şöyle zalimi Âlemlere destan ettin halımı Niceden bir kâfir etti zulumu Ne oturup ne duracak halım var Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.582 |
kagir |
: |
Kârgir. |
kağad |
: |
Kağıt. “Hemen bir kağat yazdı. - Götürüp buradan geri döneceksiniz. Bu kağadı Bolu Beyi’ne vereceksiniz. Yoksa buralarda sizi bastırmam ha:. Beni biliyonuz mu siz?” (Aşık Mehmet Demirci, Kaynak: Refiye Okuşluk Şenesen, Adana Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği Geleneği, Altınkoza, Adana 2009) |
kağıl |
: |
Kurumuş çamur, toprak yumrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kağşak |
: |
Eskimiş, gevşemiş, yıkılmağa yüz tutmuş eşya, yapı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kah |
: |
1. Bir şeyin ya da tarlanın kenarı. 2. Bazen. |
ka:ha |
: |
Kahya, muhtar. “Fincan düzdürür tabağa Koygun öttürür dibeği Aklında var kul oluyum Yakup’u edici kâha” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
kâhad |
: |
Kağıt. “Şo kâhadda ne yazılı Fil fili cilcen düzülü Tez gelesin beğ Mustafa Gelinin görpe guzulu” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
kahar |
: |
Kalkar. |
kahbağdı |
: |
Bre hey, bre dostlar, bre millet gibi. |
kahdiri |
: |
İyice esaslı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kaher |
: |
Kahır. “Yıllar sıtması çekiyor Ara Hoca’mın gününü Sana düşürmem ki Anşa Dikerim özne donunu” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
kâhge, kahke |
: |
Simit, açmaya benzer bir çeşit ekmek. |
kâhge bezi |
: |
Kalitesiz, hiçbir özelliği olmayan düz bez. |
kahır |
: |
Derin üzüntü, sıkıntı. Evvel ben de yücelerde gezerdim Şimdi enginlerde akan ben oldum Süren sürdü o yavrunun sefasın Kahrını cefâsın çeken ben oldum Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.508
Karac’oğlan der de Hakk'a bakadur Yollar çamur belki çöker bükedur Çekemem kahrını bağrım yukadur Arada habarın gelip durmasın Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.540 |
kahirlenmek |
: |
Çok ve için için kendi kendine, kimseye sezdirmeden üzülmek, kahırlanmak. “Hele görsen Halil oğlum Salın çuval’sardılar Bir kahrim var İsmail’e İkindi gelin verdiler” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I))
“Kahirlenme Güllü Hatun Ben ağladım ağıdımı Hacı küçük halden bilmez Kim verecek öğüdünü” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
kahmak |
: |
Kalkmak. “Yata yata gözü şişer Kahar eşikliğe işer Çökeliğine kurt düşer Ayranı kohar oturur” (Aşık İmami) |
kahne |
: |
Kazma. |
kahniç |
: |
Küçük çapa. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kahpe |
: |
1. Ahlaksız kadın. Koltuğuna almış bir topça cüzü Ciğerime battı nazlımın sözü Cennet'ten mi çıktın kahpenin kızı Boğum boğum kınalanmış sürmeli Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.446 2. Dönek, sözünde durmayan. Evlerinin önü yazıdır yazı Beğler bırakıyor ceyrana tazı Sallanma karşımda kahpenin kızı Ölürsem kanımı verebilin mi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.452 3. Genelde felek için kullanılan olumsuz bir sıfat, hayırsız, yanıltıcı, zorda bırakıcı gibi anlamlarda kullanılır.Az da olsa yardımcı olursa da o da sonuçta olumsuzluğa dönüşür. Kahpenin kızı da ne tez büyüdün Geçen gördüm şu düğünde yoğudun Ağlayan yiğidi ne şekl'avudun Avutmasın bilmez daha yalvardır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.598
Karac’oğlan der merd ile Sözüm yoktur nâmerd ile Kahpe felek bu derd ile Bizi eğer demedim mi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.451 |
kahpe fellek |
: |
Aldatıcı dünya. Kahpe felek kıyma bana yazıktır Ayrılık elinden bağrım eziktir Çekilmiş siyeçler bağlar bozuktur Ayrılık gazelin döktü gülümüz Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.651 |
kahran |
: |
Kahreden. |
kahretmek |
: |
Çok üzülmek, sıkıntılı olmak. |
kahrimen |
: |
Kahraman. “Emine’m suya savuşur Saç ardından ığır ığır Eğer gelmeye gorharsan Kahrimen emmine çığır” (Nakleden: Zeynep Taştan, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
kak |
: |
1. Meyve kurusu, özellikle erik kurusu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç.) “Armutu dilimleyip, kakı kuruttuk Kızılcık şurubunu şişeye koyduk Şekerle sulandırıp şerbeti sunduk Misafir ağırlaması farklıdır yaylam” (Mustafa Kıreker, (Kösepınarı) Ericek Yaylası İsimli Şiiri, Çukurova’dan Dünya’ya Kadirli Dergisi, Haziran 2008, Sayı: 24) 2. Kalk! “Erken doğar dan yıldızı Belli olur gıratın izi Nazlım utandırma bizi Kak get galan sabah oldu” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Nişanlısının Evinde Ölen Gencin Ağıdı, Kaynak Kişi: Fatma Bakacak) 3. Dağ ve kayalardaki oyuklarda bulunan su birikintisi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kakaç |
: |
1. Közün üstünde pişirilen parmak şeklinde uzunca et parçası, pirzola. 2. Ağzı yarılmış meyve. 3. Ağaçkakan. 4. Soğuktan donmuş ıslak bez. 5. Zayıf. 6. Kekeme. 7. kurutulmuş meyve, özellikle kuru incir. 8. Pastırma, kurutulmuş et. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kakala |
: |
Tandırda veya fırında pişen ufak, yuvarlak, kalınca ekmek, yağsız halka. |
kakamaz |
: |
Kalkamaz. “Âşıklık vardır serimde Kakamaz oldum yerimden Bıkdım osandım canımdan (Vallahi osandım canımdan) Tez gelin guzularım tez gelin” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Apandistten Ameliyat Olan Mehmet Doğan’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Mehmet Doğan) |
kakan |
: |
Kalkan. “İnekler geldi mileşdi Gomşular tedbilim şaşdı Sabahanan kakan gelin Ağar uykulara düşdü” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
kakavan |
: |
Andavallı, aptal, düşüncesiz,bilgisiz kişi. |
kakıç (kakınç) |
: |
Başa kakılan, yüze vurulan. |
kakık |
: |
Dik. |
kakılamak |
: |
Kahkaha atmak, kahkaha ile gülmek. |
kakılı |
: |
Oldukça fazla, yığınla, pek çok. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kakılmak |
: |
Batmak. |
kakımak |
: |
Öfkelenmek, kızmak, başa kakmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “İslam dinini kim pusar Kakıyan yârine küser Eser seher yeli eser Dokunan dallar iniler” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 590 |
kakırdak |
: |
Eritilmiş iç yağı ya da kuyruk yağından çıkan posa. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kakırt/kıkırt |
: |
Hayvanların iç yağından yapılan bir tür meze. Kakırt ġışın eyi olur. |
kakışlamak |
: |
İtelemek. |
kaklık |
: |
Yağmur veya kar sularının biriktiği kaya oyuğu, ki sarnıç olarak kullanılabilir. “Bir de derin bir kaklık vardır ağaçların yakınında. Derince, bir kulaç uzunluğunda, üç karış genişliğinde bir kaklıktır bu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006)
“Yaylalarda öter keklik Kekliğin sulağı kaklık Gattin gametin bir faklık Sekerek uçma göz olur” (Ömer Kaya, Uluyol - I İsimli Makalesinden, Kaynak: Kahramanmaraş Kültür Sanat Evi Yayın Organı Alkış Dergisi, Özdil Yayınları, Kahramanmaraş, Sayı: 10) |
kakmak |
: |
1. Kalkmak, uyanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Er kakdı işine yollandı Güçcük de Tolgan dillendi Tez gel oğulcuğum tez gel Kuru ağaçlar dallandı” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) 2. İtmek, zorlamak. Karac’oğlan der de dost bana bakar Turunçları olmuş göğsünü kakar Yaz bahar ayında bir çiçek kokar Kokusu ilkbahar yârden ayrıldım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.487 |
kaktırmak |
: |
İtmek. |
kakül |
: |
Alnın üzerine düşen kısa kesilmiş saç, perçem. Kâmil olan belli olur sözülen Mâh yüzüne bölük bölük yazılan Al yanağa çifte benler düzülen Kakül müdür zülüf müdür tel midir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.627 |
kakülü kaldırmak ya da kakülünü kesmek |
: |
Kakülünü kesmek, bir ömür boyu yasa girmek, yaşlılığa girmek demek. “Sattılar ayak sekili (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
kalaba |
: |
Topluluk, çokluk, kalabalık, meşguliyet. “Elin kılıcına uzanıp yetmez Attığın palavra bana kar etmez Bana bu şekilde hiç gücün yetmez Al götür soykanı başım kalaba” (Hacı Ali Özturan, Maraş Ağzı Köroğlu, Ukde Yay. Kahramanmaraş 2009) |
kalak |
: |
1. Kalalım. 2. Yakacak olarak kullanılan tezeğin dizilişi. 3. Hayvanlarda burun ucu. 4. Bir tür alın süsü, bir tür taç. “Suya gider çenberine bürünür Yel estikçe top zülüfler bölünür Geriden baktıkça sunam görünür Siyah zülüf mah yüzünde kalaklar” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 591 |
kalakalmak |
: |
Ne yapacağını şaırmak. |
kalaklamak |
: |
1. Yere düşecek gibi olmak, tökezlemek, dalgalanmak. “Ben beğlerin bacısıyım Altımda atım kalaklar Cenezeni gılsın Garam Şu göğlerdeki melekler” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) 2. Şaha kalkmak. 3. Coşku ve istekle karışık ivme duymak. “Bir an önce köye varmak için, içi kalaklıyordu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kalaklı |
: |
İriyarı, görkemli, gösterişli. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kalamak |
: |
Ladin ağacı, kamalak. |
kalan |
: |
Artık, sonra, bundan sonra, bundan böyle, şimdiden sonra. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Evinin önü sekili (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
kalasıya |
: |
Kala. |
kalaylamak |
: |
Küfretmek. |
kalbırın altı, kalbırın üstü |
: |
Toplumun alt ve üst tabakalarını anlatır. “Kalbırın altı, kalbırın üstü.” |
kalbur |
: |
Buğday eleği. “Abdaloğlu askere gider. Döndüğünde pek havalara girmiştir. Çevresindekileri beğenmez. Bir gün babasının yerde kalbur tamir ettiğinin görür ve babasına yerdekinin ne olduğunu sorar. Babası da ondan kalburun kenarına basmasını ister. Abdaloğlu kalburun kenarına basar basmaz kalbur havaya kalkar ve ayağına çarpar. Abdaloğlu büyük bir acıyla “Gâvurun kalburu, kırdın baldırımı” diye bağırır. Babası da oğluna, “Gördün mü oğul, nasıl da hatırladın kalburu”, der, güler. (Kaynak kişi: Abdullah Gizlice, Erman Artun, Seyirlik Köy Oyunları ve Anonim Halk Edebiyatı Araştırmaları, Kitabevi, İstanbul 2008)
“Karac’oğlan der ki gönlüm avuttum Şimdi güzel sözlerini unuttum Aşk ataşın değirmende öğüttüm Eledim kalburdan elekten çektim” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 504 |
kaldırırım mor kakülü |
: |
Ağıtlarda söylenen bir söz kalıbı.Mor kakülümü keserim. |
kaldırmak |
: |
Ağıt söylemeye başlamak. |
kalem almak |
: |
Yazmak. |
kalem eğrisi |
: |
Kalemle eğri olarak çekilen eğri. Karac’oğlan der ki sözün doğrusu Kaşlarının ağı kalem eğrisi Gözleri sürmeli ceran yavrusu Nazlı sunam Han Aslı'ya benzersin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.560 |
kaleme çalmak |
: |
Defterden silmek, çıkarmak. |
kalemi devre çalmak |
: |
Talihi, şansı yanlış belirlemek. Zalim felek devre çalmış kalemi Âh u zârım tuttu bütün âlemi Gurbet elde eksik etme selâmı Geçti serden yâr başıma taç oldu Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.637 |
kalfa |
: |
Bir grup. |
kalgan |
: |
Deve dikeni. |
kalhane |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Ham bakırın eritildiği yerdir. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 39) |
kalhın |
: |
Kalkın. “Mangalda köz Tükendi söz Kalhın gedin siz Yatıcık biz” “Ulan keratalar hüsmessâz çükü:zü keserim vallaha, aha bıçak cebimde.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
kalıç |
: |
Orağın küçük cinsi, ot biçiminde kullanılır. |
kalıcın |
: |
Kalacaksın. |
kalın |
: |
Başlık parası, yatak çeyizi parası, evlenecek kızın ailesine verilen para. |
kalınboyun |
: |
İri yarı kimseler için kullanılan bir lakaptır. |
kalıncı |
: |
Aşk olsun, öyle olsun. |
kalınç |
: |
Kılınç. |
kallangıç |
: |
Kırlangıç. |
kallaşlık |
: |
Kalleşlik, döneklik. |
kalle |
: |
1. Sincap. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) 2. Lâhananın sapına yakın kırışık sertkısımlarının bulgurla pişirilerek yapılan bir yemek. 3. Kuşku, şüphe. |
kallemiş |
: |
Güzel bir koku. Kaşların benzettim ilâm elife Yaktı yüreğimi tuttu yalıfe Kallemiş mi döktün kara zülüfe Kara zülüf burcu burcu kokuyor Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.615 |
kallep |
: |
Yaklaşık seksen türü bulunan, kısa vücutlu, sık ve genellikle kül rengi tüylü, düz gagalı, hızlı ve uzun süreli uçabilen, evcil türleri olan, yemle beslenen, eti yenilebilen bir kuş, güvercin. |
kalli |
: |
Ağaçlar üzerinde, ağaç ve kaya kovuklarında yaşayan, genellikle yemişlerle beslenen, ince uzun gövdeli, çok tüylü, uzun kuyruklu, çok çevik bir hayvan, sincap |
kalmuklaşmak |
: |
(Konuk) Bıktıracak kadar uzun oturmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kaltak |
: |
1. Yaramaz kadın. 2. At eyeri, kuşkunsuz eyer. Binek hayvanının kuyruğunun altından geçirilerek bağlanan kayışı olmayan eyer. “Yüksek olur Arap atın kaltağı Issız kalmaz koçyiğitin yatağı Varır bir kötüye değer eteği Geri dur ha benli dilber geri dur” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 606 |
kamalak |
: |
Sarı katran çıkarılan, çam türünden bir ağaç, katranağacı, dağ servisi, sedir, Toros sediri. “Bir orman ki, şu Torosun çam, kamalak ormanından beter.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006)
“Nişan alıp boy tüfekler ötünce Ne hoşolur çakır keyfler yetince Kamalağın gölgesinde yatınca Silahları çatmak ister gönlümüz” (Hezari, Kaynak: Duran Boz, Yazarların Şehri Kahramanmaraş, Kahramanmaraş Valiliği Yayınları, Öncü Basımevi, Kahramanmaraş 2009)
Irganayım ala beşik içinde Görüneyim güzellerin göçünde Kamalaklı kara ardıç içinde Kırınızı önlüklü yâr ister gönül Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.482 |
kamanmak |
: |
1. Direnmek, gitmemek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Yıkılmak, devrilmek, yere düşmek. 3. Kayan bir eşyanın, araçın başka bir nesneye yaslamış olma hali. |
kamaroza |
: |
Bir çeşit çilek türü. |
kamaşma |
: |
Dişin uyuşması. |
kambekir etmek |
: |
Üzmek, yormak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kamçalamak |
: |
Tırmalamak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kamer |
: |
Ay. Gözlerin şemistir gün yüzün kamer Seni seven yiğit zekatın umar İnce bel üstüne cevahir kemer Şöyle bir salın ki bel incinmesin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.559 |
kâmet |
: |
Boy, insan boyu. Sana derim sana kaşı kemanım Büküldü kametim geçti zamanım Gidiyorum yedi benli ceranım Yârim gitti deyi yürek dağlama Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.388 |
kamga |
: |
Ağaç kabuğu, soyulmuş olan ağaç parçası, yonga. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Ağır kamgayı yel kaldırmaz.” (Andırın Atasözü) |
kamgı |
: |
Ağaç kabuğu, soyulmuş olan ağaç parçası, yonga. |
Kâmıl |
: |
Kamil. “Kâmıl başa Memiş daşa Halil gurşun sıkmaz boşa Can yerine canlar almış Yaşa yiğit Memmed yaşa” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
kâmın |
: |
Kimyon. “Eskiden nohutu haşlallardı ve kâmınnı diye satallardı.” |
kamış |
: |
Sulak ve nemli yerlerde yetişen sert gövdeli, ince uzun bir bitki Hûblar gibi gözlerini süzersin Siyah zülfü ak gerdana düzersin Kargı kamış gibi durmaz uzarsın Cennet'in selvinden dalından mısın Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.541 |
kamıyon |
: |
Kamyon. “Kamıyon arıza vermiş Yed’oluğun karşısında Tüccarlar ile geziyor Kayseri’nin çarşısında” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
kamil |
: |
Olgun kimse, bilgisine baş vurulacak kimse. İnsanoğlu yer yüzüne gelende Kur'ağaçtan meyva bitmiş gib'olur Kâmil olup kendi kendin bilince Cevâhirden vükün tutmuş gib'olur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.620 |
Kamiş |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; kamış. |
kamrıklamak |
: |
Tutmak, yakalamak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kamu |
: |
1. Toplum. Yine geldi türlü baharlar bağlar Bülbül figan edip kamuyu dağlar Türlü çiçeklerle bezenmiş dağlar Ulu dağlar yol olduğu zamandır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.600 2. Herkes. “Gene geldi türlü baharlar bağlar Bülbül figan edip kamuyu dağlar Türlü çiçeklerle bezenmiş dağlar Ulu dağlar yol olduğu zamandır” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
kâmun |
: |
Geyik sırrı, kimyon. |
kâmunnu |
: |
Üzerine kimyon atılmış pişmiş nohut. |
kân |
: |
Ocak, kaynak, yatak, maden ocağı. |
kan gibi |
: |
Çok ılık. “Kan gibi.” |
kan olmak |
: |
Cinayet işlemek |
kan saçmak |
: |
Etrafındakileri güzelliği ile rahatsız etmek. “On sekizde gayet yüksekten uçar On dokuzda gözlerinden kan saçar Yirmisinde sevdiğinden vaz geçer Son deminde bir kötüye kul olur” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 623 |
kan tere batmak |
: |
Baştan ayağa ter içinde ve yorgun, perişan bir durumda olmak. “Kan tere batmıştı. Dizlerinin bağı çözüldü.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kan uyku |
: |
Çok derin uyku. “Korkma! Bizi kimse göremez. Ta şu uçta toplarız geceleri, herkes kan uykuda iken.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kan yaş |
: |
Kanlı yaş. Sırrım âleme faş olsun Bağrımda biten taş olsun Gözlerim kanlı yaş olsun Ölünce sevmezsem seni Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.460 |
kana |
: |
Şeker,tat. |
kana karmak |
: |
Kan içinde kalmak, kana bulanmak. |
kanak |
: |
Sakızotu, kenger. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kanalga |
: |
1. İnanç, kanı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Osm.) 2. Aldatılma, kandırılma. 3. Konalga. |
kanalgası yakın |
: |
Kolay inanan. |
kanana |
: |
Mezbaha. |
kanara |
: |
1. Mezbaha, salhane. "Kanaraya girmiş, kurt gibi solur." 2. Doymak bilmeyen, obur. (İnsan ya da hayvan)(TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kanaralamak |
: |
1. Abartarak konuşmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Gaz çıkarmak, yellenmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kancık |
: |
Cinsiyet yönünden dişi. “Kancık yalanmazsa erkek dolanmaz.” |
kancık bel |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Sitil, bakır gibi kapların gövde bölümündeki (bel kısmının) daralan kısmına verilen addır. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 39) |
kancıkmak |
: |
(Yara) Mikrop kapıp şişmek, yangılanmak. |
kanda |
: |
Nerede? |
kandak |
: |
Hendek, derin yer, çukur, kanal. |
kandaşı |
: |
Beş taş. |
kande |
: |
1. Nerede? “Karac’oğlan eder kendi Aşk oduna düştü yandı Kande idin hey efendi Dün de görmedim bugün de” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 407 2. Nereye? “Her kande gidersem seni bulurum Sarrafınım kıymatını bilirim Sen bir bezirgânsın bac’ın alırım İki leblerinden bir yanağından” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 491 |
kandık |
: |
Sözüne inanılan kimse. “Varın söylen inandığa Biz de sözüne kandığa Gavur beğler balta çaldı On iki yeşil sandığa” (Derleyen: İbrahim Davutluoğlu, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
kandırıkçı |
: |
Yumuşak, tatlı dilli, ikna edip, kandıran. |
kandil |
: |
İçinde sıvı bir yağ ve fitil bulunan kaptan oluşan aydınlatma aracı. Heves kaldım pınarının başına Altun yağmış toprağına taşına Ulu Câmisi'nin kandil başına Altun şamdanı da yanar Hama'nın Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.537 |
kane |
: |
1. Kiremit. 2. Çeşme. |
kanetmek |
: |
Ganelmek. |
kangal |
: |
Taze filizleri yenen bir diken türü, sütünden sakız yapılan dikenli bir ot, kengerin değişik bir tütü. |
kaŋgılığı çıkmak |
: |
Bir deri bir kemik kalmak. |
kaŋgılık |
: |
İskelet. |
kanı |
: |
Hani, nerede anlamında. “Methederler seni kanı memleket Sende olur türlü hayır bereket Nisan iptidası koptu hareket Açılmadan soldu gülün Adana” (Adana vakası üzerine söylenen türküden alınmıştır.) |
kanıca |
: |
Karınca. “Gadanı alırım Çöz’ün gızı İçerimde meşe közü Kanıcalar oydu m’ola gözünü Omar’ın ala gözünü” (Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
kanını almak |
: |
Kanını yerde bırakmamak. |
kanlı, kannı |
: |
Katil. Karaca Oğlan: Döğülürsem döğüleyim Söğülürsem söğüleyim Gelin sana kul olayım Ölürüm kanlım olursun Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.559 |
kanlı kinli |
: |
Birbirine düşman olma. Yaz gelir de Arab atlar yarışır Bayram gelir kanlı kinli barışır Dediler sevdiğin elle konuşur Dîvâne gönlüme güman da geldi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.439 |
kanlılar gibi yalvarmak |
: |
Arada kan davası olmasına rağmen; minnet etmek, ikna etmeye çalışmak. |
kanne |
: |
Ganne, karne. |
kanrılıp |
: |
Gerilip. “Silkinip ata binince At altından uçtu sandım Kanrılıp cirit atınca Gök gürledi düştü sandım” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
kansırık |
: |
Balgam. |
kansırmak |
: |
Balgam çıkarmak. |
kantar |
: |
Ağır şeyleri tartmaya yarayan alet. Karac’oğlan söyle sözün tamını Yüz bin kantar çekebilmez gamını Nazlı yâr gözetir fırsat demini Yad ellerde artık durulmaz oldu Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.639 |
kantara vurmak |
: |
Tartmak. Giden gelmez giden gelmez Aşnasın ağlatan gülmez Geyim ile meydan olmaz Vur kantara tart yiğidi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.438 |
kantarma |
: |
1. Azgın atları zapt etmek için geme eklenerek atın dilini bastıran demir parçası. 2. Üstü açık çardak. “Hanağa kuzum hanağa Kuşlar konar kantarmana Derdi yeni a bebeğim Derdin yükledin anana” Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Pehlivana Ağıt, Derleyen: Gülbahar Demir) |
kanter |
: |
Kantar. |
kanya (kenye) |
: |
1. Hacıyağı ve benzeri şeyler konanbillur ufak kadeh. 2. Küçük bardak, ufak kadeh. “Mecliste içerler demi kanyadan Güzel seven murad alır dünyadan Kayseri’den, Karaman’dan, Konya’dan Aceb gezsem mavi donlum var m’ola” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 386 |
kap kacak |
: |
Tabak, çanak. |
kapadma |
: |
Nikahsız eş, metres. |
kapcık |
: |
Böcek kabuğu. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kapçalamak |
: |
Yakalamak, tutmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kapçık |
: |
1. Kabuk, kovan, ağaç kabuğu. 2. Tahıl tanelerinin kabuğu. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 3. Sünnet derisi. 4. Kıl ya da yünden yapılmış çuval. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada.) |
kapçıklı |
: |
Sünnetsiz. |
kapı |
: |
Ev. Kapılarda olur satır Ara yerden kalkmış hatır Yârimi buraya getir Ya ben'orya sal Allah'ım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.489 |
kapı sovası |
: |
Eşiklik. |
kapıdan ırmak |
: |
Bir hayvan ya da eşyayı ucuz-pahalı demeden satmak. “Kapıdan ırıldı şükür.” |
kapın galmak |
: |
Çaresiz kalmak. “Kapın galdım.” |
kapınmak |
: |
Birden heyecanlanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kapışa |
: |
Avlu kapısı |
kapısız han |
: |
Dünya, yeryüzü. Anamın karnında ben neler gördüm Yedi derya geçtim ummana daldım Dokuz aylık yoldan sefere geldim Bir kapısız hana indirdin beni Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.457 |
kapıya çıkmak |
: |
Dışarı çıkmak. “Kapıya çık da beni karşıla.” |
kapıyı döğmek |
: |
Kapıya vurmak. “Kapıyı o kadar dövdüm ki. Zahmet edip de açmadın.” |
kapız ya da kapuz |
: |
İki dağ arasındaki dar boğaz, dik yamaç, taşlık arazi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Osm.) |
kapkacak |
: |
Tabak, çanak, mutfak eşyası. |
kapkın |
: |
Uygun, düzenli. |
kaplık |
: |
Köy evlerinde kap kacak konulan yüksekçe yer. “Kaplığın yanında, ıslak yerde, beli çite dayalı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kapmak |
: |
Isırmak, it ısırması. |
kapsa |
: |
Çitten ya da aralıklı çakılan tahtalardan yapılmış bahçe kapısı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kapsalık |
: |
1. Ağıllarda, çitlerde geçiş kapısı. 2. Bahçe kapısı, dış kapı. |
kapsin |
: |
Kapsül, dolma tüfekleri ateşlemek için kullanılan fünye. |
kapusalık |
: |
Çitten ya da aralıklı çakılmış tahtadan yapılan bahçe kapısı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kaput |
: |
Palto. |
kaputunu bana salıŋ |
: |
Ağıtlarda kullanılan bir kalıptır.Kaputunu bana gönderin. |
kar ortaya, zarar martaya |
: |
Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
kar |
: |
1. İş, yapılabilecek şey. Karac’oğlan der ki yiğidin kârı Peteği bal eder ustadır arı Sana derim sana Beyler Çınarı Ne taraftan ince belli yar gitti Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.464 2. Kazanç, gelir. Bir âşıkım Karac’oğlan'dır adım Eridi karlar da kalmadı tadım Verdiler güzeli ben almam dedim Gezerim zararda kârımı bilmem Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.483 |
kâr etmek |
: |
1. Haz vermek, zevk katmak. Tığlanmış gamzesi kâr eder cana Benim yârim benzer hörü gılmana Şu Antep elinde serv-i zamana Orda eser bâd-i sabâ yelleri Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.463 2. Duygusal olarak çok dokunmak, yetmek, huzursuz etmek, dokunmak. Seyyah oldum gezdim gurbet elleri Kâr etti bağrıma yeter ayrılık Söyleyeyim başa gelen halları Ölümden çok çektim beter ayrılık Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.473 3. Fayda etmek. Hani senin ile yiyip içtiğim Ulu sahralarda konup göçtüğüm Şimdi kâr eylemez benden kaçtığın Soyunup kounuma girmeye idin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.543 |
kar etmemek |
: |
Yeterli olmamak, fayda sağlamamak. Öğüt versen bana öğüt kâr etmez O yârin hayali karşımdan gitmez Kemendle bağlasam kolum bağ tutmaz Yârin zülüfünden özge bağ m'olur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.624 |
kar eylemek |
: |
Dokunmak, duygulandırmak. Gel deyi deyi de getirdin beni Bana kâr eyliyor kaşın sürmeli Öksüz gibi boyuncuğum bükerim Hoşuna mı gitti işin sürmeli Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.445 |
kara |
: |
Siyah. Bolkar Dağı pâre pâre Kim'al geyer kimi kâre Selâm eylen nazlı yâre Ayrılanlar bir olma mı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.421 |
kara ardıç |
: |
Bir orman ağacı. Aşağının has evleri Göçeceği çağlar bir gün Kara ardıç kamalağı Sızılaşır dağlar bir gün Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.568
Dinleyin ağalar size söyleyim Arş u kürsü gider yolun var dağlar Kar'ardıçlı kamalaklı yüceler Selvili söğütlü yerin var dağlar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.578 |
kara baht |
: |
Domuz.Özellikle Andırın yöresinde renginden dolayı Karaböcük vb. sıfatlarla anılır ve doğrudan domuz sözcüğü kullanılmaz. Zira bu sözcüğün söylenmesi bile hoş karşılanmaz. Bu sözcüğü kibarca söylemek için “Sözüm Ona” tabirini de kullanırlar. |
kara bilgiç |
: |
Her şeyi bilen, kültürlü. |
kara ćan |
: |
Çok sevdiğini belirtmek anlamında kullanılan söz, can. İşte ȫyle ḳara ćanım ben deyiceğimi dėyivērdim. |
kara çadır |
: |
Yörükler yaylada kara kıl çadırlarda otururlar, karaçadırın, Yörükler elindeki geçmişi 200 yıl kadardır. Daha eski zamanlarda, Orta Asya’dan beritoprak evlerde (kubbeli keçe çadır) otururlardı. Karaçadırın içini döşeyen eşyalartaşınması kolay, çok yer tutmayan yün ve kıldan yapılmış eşyalardır Keçe, kilim,çuval, heybe, su tuluğu, deri yayık gibi süt sağmak, yün ve kıldan dokumalar vekeçe yapmak, Yörük kadının başlıca işleridir. Genç kızlar çeyizlerini hazırlar,erkekler sürülerin başında durur, çocuklar sığırtmaçlık yaparlar. Müzik aleti olarak guval (kaval), kabak, kemane ve saz çalınır. |
kara çatkı |
: |
Yas işareti olmak üzere başa bağlanan kara yağlık, kara başörtüsü. “Ölmüşse, Hürü Ananın başında neden kara çatkı yoktu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kara eşkin |
: |
Atın adi yürüyüşü. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kara ev |
: |
Çadır. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
Kara Fatma oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir köy seyirlik oyunu. KARA FATMA OYUNUDüğünlerde, özellikle kına gecelerinde oynanan bir oyundur. Amaç düğününeğlenceli olmasıdır.Oyun için öncelikle erkek tarafından kadın kılığına girmesi için bir erkek seçilir.Seçilen kişiye kadın elbisesi giydirilir, başına eşarp bağlanır, göğüsler için de portakalya da limon kullanılır. Kara olması için de yüzüne soba isi sürülür. Oyun da adınıburadan almaktadır. Böylece seçilen kişi oyun için hazır olmuş olur.Kara Fatma düğünün yapıldığı meydana gelir ve müzik eşliğinde oynamayabaşlar. Komik figürlerle halkı güldürmeye çalışır. Oyunda dört de erkek yer alır.Bunlardan biri Kara Fatma’yı sahiplenir. Diğer erkekler de Kara Fatma’yı rahatsızetmeye çalışıp askıntı olurlar. Kara Fatma’yı sahiplenen erkek de diğer erkeklerle kavgaeder ve Kara Fatma’yı korumaya çalışır. Halk bu sırada yaşanan komikliklere güler veeğlenir. En sonunda Kara Fatma’yı sahiplenen adam onu kucağına alarak meydandançıkar ve oyun sona erer. Oyun genellikle sessiz ve komik hareketlere dayalı olarakgeçer. (Mehmet Ali Yılmaz, Aladağ Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üni. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s.483) |
kara mezar olmayınca |
: |
Ağıtlarda kullanılan bir kalıptır. Kara toprak olmayınca. Kara mezara girmeyince, kara toprak olmayınca. “Bundan başka ağıt demem (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
kara:ş |
: |
Karakış, soğuk mevsim. |
karabacak |
: |
Celebcilerin kendi aralarında sığıra verdikleri ad. |
karabalık |
: |
Yayınbalığı, gelebicim. |
karabilecek |
: |
Okuma yazma bilmediği halde sezgi yoluyla herşeyi bilen adam. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
karaboğaz |
: |
1. Bir çeşit soğan. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Susuzluğun ya da depremin topraklarda açtığı çatlaklar. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
karaböcük, karaböcü |
: |
1. Kurt. 2. Domuz. “Mısır tarlasına karaböcükler dadanmış. Gelmediği gece yok pis lanetlerin.” |
karacan |
: |
Demir gibi rengi yüzünden, demircik de denilen, iyi cins sert kereste elde edilen bir ağaç. “Hendek kıyılarında tozdan ağaç oldukları bile belirsiz olmuş bodur karacanlar vardı ya, onlar ağaçtan bile sayılmaz.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
karacı |
: |
Tünek. “İğdenin dibi karacı Tavuğa çıktı aracı Tavuğumu bulamıyom Gurban olam Şefre bacı” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Tavuğa Ağıt, Derleyen: Musa Şahan, Sonay Saygı, Mulla Kılınç, Kaynak Kişi: Gülhanım Başçoban) |
karaçalı |
: |
Dikenli bir ağaç. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
karaçaltı |
: |
Karaçalı. |
karaçor |
: |
Sodalı çorak tarla. |
karadul |
: |
Bir böcek, örümcek. |
karadut delisi |
: |
Yersiz konuşan. |
karagöndürme, karagöğündürme |
: |
Bir çeşit çıban, şarbon hastalığı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
karağ, karağı |
: |
Ucu çengelli sırık. |
karağbar, karahabar |
: |
Bir cins çıban. |
karağımak, karaŋğımak |
: |
Hava kararmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
karakılçık |
: |
Kılçıkları kara olan, sert taneli buğday cinsi. |
karakış |
: |
Kışın en soğuk zamanı. Ala gözlü bahanmdır yazımdır Gidi rakib karakışım güzümdür Vilâyet hünkârın seyrân bizimdir Göze yasak olmaz bakar yörürüm Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.516 |
karakmak |
: |
(Av keklikleri) Çok öfke ve kızgınlıktan ötemez hale gelmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
karâkmak |
: |
1.Gözü kararmak, başı dönmek. 2. (Göz) Kararır gibi olmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
karakura |
: |
Korkulu, sıkıntılı düş, karabasan, kabus. |
karakuş |
: |
1. Çok yem yemekten ve çok ağır yük taşımaktan hayvanların bacaklarında şişlik yapan bir çeşit hastalık. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Çaylak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 3. Kartalın bir türü. |
karal |
: |
Kaval. |
karaltı |
: |
1. Mal, mülk, varlık. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Saklanılacak yer, siper. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
karamak |
: |
Dedikodusunu yaparak kötülemek. |
karamalak |
: |
Siyah, yaşlı eşek. |
karamat |
: |
Karama, kötüleme. |
karamet |
: |
Karacılık, iftira. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç. Osm. Ada. Mr.) |
karamık |
: |
Saçma büyüklüğünde meyveleri olan dikenli bir bitki, çalı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kara:mtırak |
: |
Alacakaranlık. |
karamuk |
: |
1. Karanfillerden, ekin tarlalarında biten, yaprakları karşılıklı, çiçeği pembe, mor renkte zararlı bir bitki. 2. Bir çeşit koyun hastalığı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
karaŋgı |
: |
Ağaç dallarını eğmek veya bir nesneyi çekmek için kullanılan bir araç, garrağ. |
karanışmak |
: |
Akşam karanlığı başlamak, akşam olmak, havanın kararması. “Emmisi sofrayı serdirtti, yemeği hazırlattı. Halil yok. Yemek soğudu, vakit karanıştı. Halil yok.” (Aşık Mehmet Demirci, Kaynak: Refiye Okuşluk Şenesen, Adana Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği Geleneği, Altınkoza, Adana 2009) |
karanlığa kalmak |
: |
Akşam karanlığı basmak, akşam olmak. “Karanlığa kaldık”, dedi Haydar, “bundan sonra sizin köye gidemeyiz.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
karanlık kavuşmak |
: |
Akşam karanlığı başlamak, akşam olmak. “Evin avlusuna geldiğinde karanlık kavuşmuştu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
karanlıkta tavuk bokuna basmak |
: |
Şanssızlık, istediğini elde edememek, kötü duruma düşmek. |
karanmak |
: |
1. Sitem etmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Osm.) 2. Küfretmek, kızmak. 3. Dert yanmak, aleyhinde konuşmak. “Karanması ölünce biter onun ancak.” |
karar pazarı |
: |
Göz kararıyla. |
karar pazarlık |
: |
Değeri zamana göre biçilen. |
karardıcı |
: |
Karanlık. |
karardıç |
: |
Ardıçın bir türü, Kara ardıç. |
kararmak |
: |
Havanın bozması, etrafın karanlık olması. Yüce dağlar ne kararır pusarsın Aştı m'ola kömür gözlüm başından Azıcık derdime derd mi katarsın Alem sele gitti gözüm yaşından Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.519 |
karartı |
: |
1. Belli belirsiz görünme, tam seçememe. 2. Kuru kalabalık, ev çadır eşyası. “Karartısı çok ordusu da fena Dövüşen yiğitler boyanır kana Kasavet miçeker doğuran ana Nöbet bıçağa bindi der Türkmen Oğlu” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul, II. Baskı, 1984) |
karasuluk |
: |
Bataklık. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kara:ş |
: |
Kara kış. “Karâş geldi kapıya dayandı. Biz hâlâ yakacak tedarik edemedik.” |
karatavuk |
: |
Güvercin büyüklüğünde siyah bir kuş, kara tavuğa verilen ad. |
karava |
: |
İvecenlik. |
karavana çalgını |
: |
Sonradan görmüş, mağrur şımarık. “Karavanı çalgınına çok görmem ben bu işleri.” |
karavaybilim |
: |
Asılsız haberlerle boşa telaşlandırma. |
karavul |
: |
Sınır devriyesi veya sınırda nöbet tutan asker. |
karayağız |
: |
Esmer. |
karayer |
: |
Mezar, insanların gömüleceği yer, toprak. Karac’oğlan söyler sözün Kara yere sürüp yüzün Yâd edesin bir dem özüm Hak imiş diyesin kalan Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.521 |
karcalaşmak |
: |
Birbirine girmek. “Yaz geldi, bacım yaz geldi Çiçek açtı morcalaştı Halloğlu Topal ölünce Halluşağı karcalaştı” (Kaynak: İbrahim Davutoğlu, Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
karcaşmak |
: |
Kalabalıklaşmak. |
karçen |
: |
Dokuma çanta. |
kardak |
: |
1. Halı ve kilimlerde meydana gelen buruşukluk. 2. (Elbise için) Dar, biçimsiz. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
kardaş |
: |
Kardeş. “Kötüce harmanıŋverdiğini iyice kardaş vermez.” |
kardalaşmak |
: |
Boğuşmak. |
kardeşlemek |
: |
Ağaç ya da bitki kökünden birden çok filiz çıkmak, filizlenmek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kareli |
: |
Karalı, uğursuz, kötü. |
karer |
: |
Yetecek kadar. |
karerleme |
: |
Herhangi bir şeyin göz kararı ile miktarını ayarlama. |
kargaburun |
: |
Kapı mandalı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kargı |
: |
Kamış, ucu sivri demir çubuk, sopa. Hûblar gibi gözlerini süzersin Siyah zülfü ak gerdana düzersin Kargı kamış gibi durmaz uzarsın Cennet'in selvinden dalından mısın Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.541 |
kargın |
: |
1. Melez. 2. Akmayan su, birikinti. 3. Suların çoğalarak taşmış, kabarmış durumu. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç. Osm. Ada.) |
kargış |
: |
Kötü dua, kargış. Bölgemiz kargışlarından bazıları: Adın batmaya Al kanlar içinde kalasın Allah belanı versin Allah benden beterini versin Allah bir belanı versin Allah canını alsın Allah canını alsın. Allah cezanı / cevizini versin Allah defterini dürsün Allah gün yüzü gördürmesin Allah müstakını versin Allah nüzul etsin Allah sana dert verir de derman vermez inşallah Allah senin bana benim sana yüzümü göstermesin Allah sürüm sürüm süründürsün Allah taş etsin Allah zevalini versin Allah’ından bulunsun inşallah Bacasına baykuşla dünesin Bana yaptığını Allah da sana yapsın Başını bağrını yiyesice Bir solukta Allah canını alır inşalah Boynu altında kalasıca Boynu devrilesice Cehennem beriyse ötesine git Cehennem ol Cehennemin dibine gidisice Cehennemin dibine git Cennet yüzü görmeyesin Cıbarına gelesice Ciğer başına ateş düşecise Ciğeri sökülesice Ciğerin söküle Cumaya çıkmazsın inşallah Çeke çeke ölesin Çifte kurşunlara gelesin Çocuğuna gelsin hadi! Çocuğuna şim indirsin (“üzerine şimşek düşsün” anlamındadır) Damalan yiyesice Dermansız dertlere kalasın Dert tuta Dertlere kalasın Dertlere kalasın da derman bulamayasın Dilin tutula Dilini yılan soka Düştüğün yerden kalkamayasın Ekmeğe dilenesin Ektiğini biçesin Eli kına yüzü duvak görmeyesice Eli yüzü belirsiz kerahat Elin ayağın tutmasın Çifte kurşunlara gelesin Ettiğinden bulasın Evi barkı yıkılasıca Evin barkın viran ola Evin başına yıkılsın Evin düneğin yıkıla Evine baykuşla dönesin Geberesine çocuk Gevur içine gidesice Gevur ölümüne gidesice Gıran giresice Gidişin ola dönüşün olmaya Gidişin olsun da gelişin olmasın Gidişin olur da gelişin olmaz inşallah! Gözleri kör olasıca Gözlerin önüne aksın Gözü çıkasıca Gözü kör olasıca Gözün açık gitsin inşallah Gözün kör ola Gözün kör ola da ahirete kara gidesin Gözün kör olsun Gudum gudum gudurasıca Gözün kör ola da ahirete kara gidesin Gün görmeyesin Gün yüzü görmeyesin Hanen harap ola Hevesin kursağında kala İki yakan bir araya gelmesin İnce ağrılardan gidesice İnce ağrılardan gidesice İnim inim inleyesin Kara yere gark olasın Kurşunlara gelesice Karnına kara yılanlar aksın Kefenin biçile Kıran giresice Köküne kıran girer inşallah Kurban olduğum Allah çeke çeke öldürür Kurtlara kuşlara yem olasın Malıyın da canıyın da hayrını göremeyesin Mezarlara sığmayasın Muradına ermeden geberecise Mürd olasıca Naha gözü kör oldun da yedenler bulunamasın Nim olasıca Ocağı batasıca Ocağın bata Ocağına baykuşlar tünesin Ocağına incir dikile Ocağından duman tütmeye Olmaklara ermeyesice Ölüsünün yüzüne baksın Sang ölümlere gelesice Sang ölümlerine gelesice Sangadak ölümden gidesice Sebep olan kebap ola Sıraca yiyesice (Sarılık hastalığına yakalanasıca anlamını taşır) Soykan kalır inşallah Sürüm sürüm sürünesin Tanrı canını ala Teneşirlerde yunasın Uğum uğum uğunasın Ulum ulum ulasın Var ocağın sönsün hadi! Yağlı iplerde sallanasın Yağlı kurşun yiyesice Yaşına doyamayasın Yek ekmeğe muhtaç olasın Yerinden yekinemeyesin Yüzü donu kara olasıca da ahirete kara gidesice Yüzünü şeytan görsün Zıkkımın kökünü yiyesice Zıkkımın kökünü yiyesin |
kargir |
: |
Taştan yapılmış. |
karı |
: |
Kadın, eş. “Dede Korkud demiş ha demiş Bir de kadınlar için demiş Dede Korkud; Karılar dört türlüdür: Birisi solduran soptur Birisi dolduran toptur Birisi evin dayağıdır (desteğidir) Birisi ne kadar dersen bayağıdır” (Erdoğan Aslıyüce, Çukurovanın Yıldızı Ceyhan, Ekrem Matbaası, Adana 2008) |
karık |
: |
Bağ ve bahçelerde sebze dikilmek için ayrılan bölüm, evlek. “Harımda karık kırıyor Öküzlerin hamıyınan Haydi Çerkez al hayfımı Öldüm düşman eliyinen” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) |
karık çalmak |
: |
Sebze dikmek için içinden su gidebilecekve biraz su birikecek şekilde hatlar açmak. |
karıkmak |
: |
Garıkmak. |
karılmak |
: |
(Hayvanlar) Çiftleşmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
karımak |
: |
1. (Kadın) Yaşlanmak, ihtiyarlamak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç. Osm. Ada.) 2. Kızmak, öfkelenmek. Karşıdan karşıya bana karırsın Kasavet gönlümün gamın alırsın Beni görüp perde ardın durursun Kaçma dilber kaçma varan kör değil Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.478 3.Çok yavaşlamak. 4. Kötülemek. 5. Kocamak, yaşlanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
karın sökülmesi |
: |
Karın erimesi. Şol görünen dağın karı söküldü Gözüm yaşı yeryüzüne döküldü Eller kalktı yaylasına çekildi Bülbül gülden ben yârimden ayrıldım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.486 |
karınca ısırdı oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. KARINCA ISIRDIGece ve gündüz hem içerde hem dışarıda oynanan bir oyundur. Üç ya da dört kişi ile oynanır. Herkes işaret ve başparmağının ucuyla birinin elinin üst derisini çimdikler. Hepsi ellerini böyle koyarak bir kule oluştururlar. Eli en altta olan çocuk oyunu başlatır: - Oof… Onun elini tutan sorar: - Ne oldu? - Karınca ısırdı - Uç da tepesine kondiyerek en alttaki elini kurtarıp en üsttekinin elini tutar. O da bir önceki gibi söyleşir. Çocuklar usanana kadar oyun böyle devam eder. (Aslı Ağcalar, Silifke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Mersin Üni., S.B.E.,TDE., ABD, Mersin, 2009, s. 224-225) |
karıncalanmak |
: |
Hafif kaşınma isteği ve uyuşma hissi,bulanık görmek. |
karıncalı kütük |
: |
Yerinde duramayan kişi. |
karıncalı tırnak |
: |
İçi delik-deşik olan at ve eşek tırnağı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
karıngaç |
: |
Su çevirisi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
karınkaç |
: |
Kalem. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
karınmak |
: |
1. Bir yere bağlanmak. 2. Pay almak, kapmak. |
karınsalık |
: |
At veya eşeğin karnını üvecenden, sakkadan korumak içinkarnına geçirilerek dört ucu ikişer ikişer sırtta düğümlenen bez. |
karınsız |
: |
Kıskanç kimse. |
karış |
: |
Beddua, ilenç, kargış. |
karış tutmak |
: |
El falı açmak. “Ölümden ebeter ettiğin Karşımda karış tuttuğun Kim için gelip gittiğin Kahbe bell’oldu bell’oldu” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 175 |
karışgan |
: |
Bilgiçlik taslayan, her şeye burnunu sokan.(TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
karışmak |
: |
Misafirliğe gitme, oturmaya gitme. gece de onnar ḳarışmaya gėldiler bize. |
kar-karsamba |
: |
(Eşya için) Kuru kalabalık. |
karkın |
: |
Sarı sümbüle denir. |
karlangaç |
: |
Kırlangıç “Yemen ellerinden gelen karlangaç Niçin terk eyledin Hind’i Yemen’i Divana gönlümün de tabibi sensin Onun içinde senden kesmem gümanı” (Dadaloğlu, Derleyen: Duran Doğan, Barış Kabalcı, Kay-nak Kişi: Behzat Gök) |
karlıca |
: |
Karlarla kaplı dağlar gibi heybetli olan. Tükendi cünbüşüm yoktur gıybetim Bir yatsıya kaldı benim mühletim Bilemedim ana baba kıymatın Arkamızda karlıca bir dağ imiş Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.634 |
karma karış |
: |
Karışık olarak. Akça ceran çölden çıkıp kaçınca Mayil olup yâr göğsünü açınca Vakti gelip aşiretler göçünce Düzülür yollara el karmakarış Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.632 |
karmak |
: |
Suyun toplanması, yükselmesi. |
karnı ağrımak |
: |
Çekememek, kıskanmak. |
karnı burnunda |
: |
Doğurması yakın hamile kadın. “Karnı burnunda.” |
karnı karnına geçmek |
: |
Bir deri, bir kemik kalmak, çok arıklaşmak, çok zayıflamak. “Uzaktan, kıraç kepir taşlı yörepten aşağı, karnı karnına geçmiş, dili dışarda, yalpalayarak, kocamış bir kurt geliyordu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
karnı sırtında |
: |
Çok doymuş. |
karnı yememek |
: |
Kıskanmak, kıskançlık göstermek, çekememek. “Babam onlardan çok pamuk topluyordu da…. Karınları yemedi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
karnı dar |
: |
Kıskanç kimse. |
karnıkara |
: |
Kıskanç, hasetçi, başkalarınınbaşarılarını çekemeyen. |
karnının yağları erimek |
: |
Zevklenmek, keyiflenmek, mutluluktan çıldırmakl. |
karpışmak |
: |
Kapışmak, boğuşmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kars |
: |
Dişbudak ağacı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Osm.) |
karsalamak |
: |
Örselemek, bumbuşuruk etmek, hal bırakmamak, karıştırmak. “Tez gelir buranın yazı (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
karsambaç |
: |
Kar ile pekmez, bal gibi tatlandırıcının karışımından oluşan, dondurma yerine geçen bir serinletici. “Nasıl olsa bilmeyenlerimiz ve merak edenlerimiz vardır; karsambaç da neyin nesi? Diye…Karsambaç’ı ilkbaharın sonlarında, ama Şardağı’nın kuzey yamaçlarındaki karlar eriyip bitmesine az kalaen çok da yazın sıcağında keyfe gelen gamsızların canı ister. Üzüm pekmezi ile karın karıştırılmasından oluşur. Ne kar eriyip kaybolacak, ne de pekmez tadını yitirecek bir kıvamda karıştırılır ve kaşık kaşık yenilir. Dikkat edilecek tek şey fazla yemek için acele etmemektir.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
karşıcı |
: |
Karşılamağa gelen kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
karşılama |
: |
1. Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Kazanın dövülürken karşıdaki kimselerin kazanı tutmasıdır. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 39) 2. Kahramanmaraş’ta düğünlerde oynanan bir oyun. |
kart |
: |
Dört, beş yaşlı hadım keçi. |
kart toklu |
: |
3-4 yaşında, enenmiş erkek koyun, keçi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kartal |
: |
Kahramanmaraş’ta düğünlerde oynanan bir oyun. Bir kişi önde, elinde uzun sopa, diğerleri arkada ve herkesin elinde küçük sopa, arka arkaya dizili bir şekilde sıralanır. Genellikle 10 kişi ile oynanır. Grup oynayarak ilerlerken, öndeki sopasıyla arkaya doğru vuruşlar yapar. Arkadaki oyuncular ellerindeki sopalarla kendilerini korumaya çalışırlar. (Hatice Fatoş Derebent, Çağlayancerit Halk Kültürü, Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi, Kahramanmaraş, Mayıs 2015. s. 126) |
kartalaç |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; sac üzerinde yapılan bir tür hamur işi. |
kartalo oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir seyirlik köy oyunu. KARTALO OYUNU Düğünlerde, genellikle kız tarafında oynanan Kartalo oyunu, köy seyirlik oyunlarının dramatik unsurlarını anımsatmaktadır. Bu oyun şöyledir; kız tarafının gençleri, erkek tarafının gençlerini halaya dizerek iple bağlar. Halayın başında ve sonunda kız tarafından oyunu bilen gençler durur, bu oyuncuların ellerinde mendilyerine sopa vardır. Oyun başlar, halay bir tur çekilir ve oyun durdurulur. Halay başı, halay sonundakine şöyle seslenir: -Kartalooo… -Kimdir ooo… -Sizin itle bizim it dövüşmüş… -Ne için? 396 -Cırrık, mırrrık için… -Kimin ağzına? -Ayakkabısını çıkarıp, ağzına almayanın ağzına… Bunu söyledikten sonra halaydaki tüm kişiler bir tane ayakkabısını çıkarır ve ağzına alır. Eğer ağzına almayan ya da geciken olursa, halay başındaki ve sonundakiler onlara sopa ile vurur. Daha sonra ağızda ayakkabı ile 1 tur oynanır, oyun halay başı tarafından tekrar durdurulur. Yukarıdaki karşılıklı konuşma tekrarlanır. En son olarakayakkabı yerine, “ayakkabısını giymeyene” denir. Ayakkabılar giyilir ve bir tur daha halay çekilir. Turun sonunda oyun tekrar durdurulur, aynı karşılıklı konuşmalar tekrarlanır, bu sefer, düzgün oynamayanın ağzına” derler. Düzgün oynamayanlara yine dayak atılır. Bu oyun bu kurallarla oynayanlar bıkana kadar devam eder. Sonrakiturlarda şunlar da denilmektedir,” gömleğini çıkarmayanın ağzına, kucağına bir çocuk almayanın ağzına, kucağındaki çocuğu bırakmayanın ağzına vs… denilmektedir. Oyun köylüler tarafından büyük ilgiyle izlenir, kahkahalar atılır. Oyuncuların çocuk aramaları oldukça komik sahnelerin ortaya çıkmasına neden olur, ağlayan, kaçan, bağıran küçük çocuklar zorla kucaklara alınır. Bazı oyuncular, o sırada küçük çocuk bulamaz, 13 – 14 yaşındaki çocukları kucaklarına alırlar. Bu oyun kız tarafının erkek tarafından öç almasıdır aslında. Kızı veren taraf, alan tarafa eziyet eder. (Duygu Arslan, Kahramanmaraş İli Göksun İlçesi Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üni. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2011, s.395 - 396) |
kartışık |
: |
(Meyve, sebze vb.) Kartlaşmış, kart. |
kartlamak |
: |
Meyve ve sebzenin sertleşmesi, tazeliğini kaybetmesi. Kartlamış: (Prof. Dr. Erman Artun, Adana Karatepeli Fıkraları) |
kartlavuz |
: |
Sert cisimlere ve insanlara verilen bvir isim. |
kartmak bağlamak |
: |
Kir tutmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kartmık |
: |
Hayvan karnının kasığa yakın yerleri. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
karttırmak |
: |
Erkekliği giderilmek, enenmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
karuğra |
: |
Korkulu, sıkıntılı düş, kabus. |
karyağdı |
: |
Atlardaki beyaz benekler. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
karye |
: |
Köy. “Sincan karyesinde gördüm bir güzel Çeşit çeşit başçağızı bağlıdır Ne ben söyledim de ne o açıldı Açılmadık dilceğizi bağlıdır” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 598 |
kas |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; kaz. |
kasafana |
: |
Boş söz. |
kasalak |
: |
Kibirli, gururlu. |
kasalmak |
: |
Gururlanmak, büyüklenmek, övünmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kasar |
: |
Harmanın savrulduktan sonra geride kalan taneli ve samanlı bölümü, henüz taneler gereğince ayrılmadığı için yeniden sürülür ve savrulur. “İki gün sonra harman savruldu. Üçüncü gün kasar sürüldü.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kasavet |
: |
Sıkıntı, kasafet, üzüntü. Dere suyu gibi çağlayıp akma Çevrilip çevrilip önüne bakma Ben senin olurum kasavet çekme Yeter ağladığın gül dedi bana Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.391
Yiğidin eysini neden bileyim Yüzü güleç kendi yaman olmalı Kasavet serine çöktüğü zaman Gönlünün gamını alan olmalı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.419 |
kasd |
: |
İyi niyet göstermeme. Hançerin almış destine Beni öldürmek kasdine Beyaz gerdanın üstüne Yâre bir ben gerek bir ben Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.529 |
kasd ile bakmak |
: |
Kötü niyet ile bakmak. Gidi rakib bana kasd ile bakar Bu garib halımı ataşa yakar Her sabah her sabah misk gibi kokar Kayası toprağı taşı sılanın Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.536 |
kasdetmek |
: |
Sevinilmeyecek bir davranışı sergilemek. Sabahtan uğradım turnaya kaza Güle bülbül konmuş eder âvâze Aman Mevlâ'm aman kasdetme bize Ayırma bülbülü gülünden felek Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.471 |
kasık yarılma |
: |
Fıtık. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kasıl |
: |
1. Ekinin baş çıkarmayan büyüme hali. “Hacı bey ağabeyimiz bir kasıl ektin Yazık ciğerimin başını yaktın Kapadın yolları hep duvar çektin Kırk senelik eski taşı be kardaş” (Aşık Hacı Kütük) 2. Yulafın yeşili. |
kasılmak |
: |
Kibirlenmek, böbürlenmek. |
kasırtı |
: |
Gürültü. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kaspalık |
: |
Bahçe kapısı. |
kastal |
: |
1. Çağlayan, ırmak. 2. Çeşme, şadırvan. “Munbuç’un kapısı altun tokalı Kimse yaptırmamış felek yıkalı Ulu şadırvanlı çatal birkeli Kastalında abdest alanlar hani” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 454 |
kasvet |
: |
Sıkıntı, hüzün. Şu gezdiğim Urum mudur Şâm mıdır Başındaki kasvet midir gam mıdır Kime eylik etsem sonu kem midir Bir gün olsun selâm salmaz nedendi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.608
Kızlar güzel güzel aslı hörüden Yeryüzünü lâle yeşil bürüden Kasvetli gönlümün gamın eriden Karanlık kalbimin çırası kızlar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.580 |
kaş |
: |
1. Bağ ve bahçelerde toprak yığarak yapılan sınır, set. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) 2. Suyun, toprağın bir yanının oyup diğer yanını yükselttiği kısmı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 3. Sırt, kemerli veya çıkıntılı şey veya yer, sınır. 4. Dağın yüzü, sırtı, yakası. 5. Semerin iki yanındaki ağaçlar. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ka:ş |
: |
Keşiş. |
kaşak, kaşşak |
: |
1. Ahırda, malak, kuzu ve buzağı konulan bölme, yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Ağaç kökü. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. Kuru ağaç dalı anlamındadır. “Bölük bölük davarlarım katardım Yârenime, yoldaşıma satardım Üstü kara kuşlu çadır tutardım Şimdi gölgeliğim kaşak olmuştur” (Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I) |
kaşam |
: |
Dam oluğu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kaşanmak |
: |
At veyahut eşeğin işemesi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç.) |
kaşar kaşar |
: |
Kat kat. |
ka:şı |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; karşı. |
kaşığı yur, sapını yur |
: |
İş üretmez, oyalanır. |
kaşığın burnuyunan vermek |
: |
Çok cimrilik etmek. “Irgatlara kaşığın burnuyunan vermeseydibu kadar malın sahibi olur muydu?” |
kaşık çalımı |
: |
Ortalığın kararmaya başladığı akşam yemeği zamanı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kaşık çalımı zamanı |
: |
Akşam yemeği vakti, gün batımına yakın zaman. |
kaşıklık |
: |
1. Kasıkların konması için bezden dikilmis ön tarafında küçük gözleri olan sey. 2. Kaşıkların konduğu yer, sepet. |
ka:şılamak |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; karşılamak. |
kaşın yıkmak |
: |
Gücenlik olmak, kızmak. |
ka:şin dölü |
: |
Müslüman olmasına rağmen küfür olarak keşişin çocuğu. |
kaşkaval |
: |
Oldukça yumuşak, tekerlek biçiminde hazırlanmış peynir. |
kaşları yaya gelmek |
: |
Kaşlara özel bir şekil vererek yürümek. Sabahtan bizim pınara Gördüm bir kız suya gelir Siması melek siması Kız kaşların yaya gelir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.609 |
kaşların ağı |
: |
Kaşların yay şeklinde olması. Karac’oğlan der ki sözün doğrusu Kaşlarının ağı kalem eğrisi Gözleri sürmeli ceran yavrusu Nazlı sunam Han Aslı'ya benzersin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.560 |
kaşmer |
: |
Şakacı, maskara, güldürücü. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kaştır |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; kaçtır. |
katar |
: |
1. Kervan. Develerin peş peşe bağlanması. 2. Sürü, dizi, sıra. Katarında telli maya Camalın benzettim aya Ak göğsünü sıkmış saya Çalar gider peşlerini Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.428 |
katar katar |
: |
Sıra sıra , dizi dizi. Katar katar oldu göçler Donun geydi her ağaçlar Deli deli öten kuşlar Diller bağlar şimden geri Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.461 |
katar yörümek |
: |
Katar katar yörümek, dizi halinde hareket etmek. Turnalar katar yörürler Yayla ummanı bürürler Her dalımı soldururlar İlkyazımı güz ederler Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.593 |
katarlamak |
: |
Hayvanları yola çıkarmak için hazırlamak. Havayı de deli gönül havayı Alıcı kuş yüksek yapar yuvayı Türkmen kızı katarlamış mayayı Hani yaylam der de arzular gider Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.590 |
katarlanmak |
: |
Katar katar olmak, sıra sıra dizilmek. Deniz kenarında biten hurmalar Siyah yüzüm mâh yüzüne burmalar Gök yüzünde katarlanmış turnalar Onlar da çığrışır baz gele deyi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.465 |
kater |
: |
Katar, taşıt dizisi. “Yayla yollarında göç kater kater Ateşim yanmadan tütünüm tüter Yaylanın pınarı bal, bana yeter Arının yaptığı balı nideyim” (Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I) |
katı |
: |
1. Kesin, şüphesiz, kati. Benim sevdiceğim bülbül ünlüdür Ördek simâlıca yeşil donludur Güzeller içinde katı bellidir Tanı da boyumdan bil dedi bir kız Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.649 2. Çok fazla. Karac’oğlan eder dâyim Yâr ile nic'olur halım Anası bir katı zalim Kızına kurban olduğum Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.509 |
katık |
: |
Ayran, ağartı. “Sat da biricik keçiyi, bir damla katıktan da olalım.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
katıklama |
: |
Ayranla herhangi bir şeyin karıştırılmış hali. |
katıklaş |
: |
Yoğurtlu yayla çorbası, katıklı aş. |
katıl |
: |
Atların yazın konakladığı yer. |
katil |
: |
Ev temeli, sütun. |
katip |
: |
Yazıcı. |
katma |
: |
Tekleme. |
katmaç |
: |
Haşlanmış patlıcan ile ayran karıştırılarak yapılan çorba, yemek. |
katmak |
: |
Eklemek, birleştirmek. Karac’oğlan der ki n'eylesek gerek Bağları bağlara katsak mı gerek Herkes göçtü biz de göçsek mi gerek Der iken asnğım Şâm'a çözüldü Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.640 |
katmer |
: |
İçine tereyağı, pekmez vb. şeyler konularak hamurdan yapılan ve sac üzerinde pişirilen bazlamaya benzer bir yiyecek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. Osm. İç.) |
kav |
: |
1. İnce deri, yılanın deri değiştirme zamanında attığı deri. 2. Bazı ağaçların kovuğunda yetişen asalak kav mantarından elde edilen, çabuk tutuşur bir madde. Ateş veya sigara yakmaya yarayan, çakmak taşı vb. ile tutuşturulan bir madde. “Gidenleri saymak sığar mı dile? Tanırlı orda da düşkün mü mala? Kelleci’nin kavı durur mu hâlâ Arada bir mektup yaz Çontar Emmi” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kalp Krizinden Ölen Çontar Ali’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: İsmail Sedefoğlu) |
kavanez |
: |
Domates suyu, salça. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kavanlamak |
: |
Gözlemek, korumak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) |
kavcaklamak |
: |
Hırsla kapmak, kavramak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
ka:ve |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; kahve. |
kavga kaşağısı |
: |
Çok kavgacı, herkesle durmadan kavga eden, geçimsizkimse. “Kavga kaşağısı mübarek.” |
kavırga |
: |
Ateşte kavrulmuş tahıl. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kavil |
: |
Sözleşme, söz, kavl. “Ela gözlü nazlı yari Görem dedim göremedim Boş kalmıştır kavil yeri Varam dedim varamadım” (Ceyhanlı Aşık Ferrahi)
Yücesine çıktım yayla yayladım İndim enginine seyrân eyledim Bayram aylarına kavil eyledim Deniyor yolları yâr benim için Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.543
İlk akşamdan vardım kavil yerine Önegördüm kömür gözlüm gelmedi Bilmem gaflet bastı yattı uyudu Bilmem o yâr bize küstü gelmedi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.437 |
kavilleşmek, kavil kurmak |
: |
Sözleşmek. Turnam gelir süze süze Ötüşerek indi düze Kavil kurduk bahar yaza Gönül yârden ayrılır mı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.641 |
kavim |
: |
Soy ve boy birliği olan topluluk. Karac’oğlan der ki bire erenler Ben gidiyom mâmur olsun örenler Kavim kardaş konuştuğum arenler Sevindirip çıracığım yak benim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.499 |
kavim kardaş |
: |
Bir kimsenin etrafındaki yakın dostları. Kavim kardaş bir araya derildi Güzel dilber oldum deyi yerindi Kitaba baktım ki yollar göründü Gel oldu gidelim bizim ellere Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.412 |
kavlak |
: |
1. Kabuğu yüzülmüş. 2. Üzerinde yeşillikkalmamış olan, kavlak tepe. |
kavlık |
: |
Demircik ağacının kabuğundan yapılan içine mehlep, köknar sakızı vb. konulan kap. |
kavli karar |
: |
Kesin karar. Karac’oğlan der ki ben de yanarım Yâr yitirdim yana yana anarım Üç güne koydumdu kavli kararım Bugün yârdan ayrılalı beş gündür Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.620 |
kavli yalan |
: |
Sözü yalan, sözüne sadık değil. Gitti giden kaldı kalan Yörü bire kavli yalan Yârini yaylaya salan Firkat gelir ağlar bir gün Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.568 |
kavmi harami |
: |
Hırsız aşiret. |
kavralamak |
: |
1. İki eliyle sımsıkı tutmak, ellerinisararak tutmak. 2. Tutmak, avucunun içine almak. “Çalmış çalmış kavralamış Hac’Omar’ın yakasını Hasan bulmuş kokuluyor Tırpanının tokasını” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
kavram |
: |
Bağlam, deste. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kavranmak |
: |
Anlamaya çalışmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kavsara |
: |
Bir şeyin iskeleti. |
kavşıram |
: |
El pençe divan durayım. “Kaşları benziyor eğri kaleme El kavşıram dîvan duram selâma Bilmem ay mı doğdu gün mü âleme Yoksa yârim düğmelerin şeşdimi” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
kavşıt |
: |
1. Çadır penceresi. 2. İki suyun, iki dağın, iki yolun birleştiği yer, kavşak. |
kavşurmak |
: |
Kavuşturmak, bağlamak. Kaşları benziyor eğri kaleme El kavşuram dîvan duram selâma Bilmem ay mı doğdu gün mü âleme Yoksa yârim düğmelerin çözdü mü Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.643 |
kavuk |
: |
İnsan ve hayvanlarda sidik torbası. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kavurga |
: |
Ateşte kavrulmuş tahıl, çerez. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kavut |
: |
1. Kışın hayvanları beslemek amacıyla, çeşitli hububatın kavrulup karıştırılarak taş değirmende çekilmesinden sonra hazırlanan yem, zavara. 2. Kavurganın çekilerek veya havanda dövülerekiçine biraz toz şeker atılmış çerez. |
kavutak |
: |
Kavrulmuş buğdaydan çekilen un. |
kavuz |
: |
Gelişmemiş, çürük meyve. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kavuza çekmek |
: |
Oyunda yenmek, kazanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kavzalamak |
: |
Saç örmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kayalık |
: |
1. İki ile yedi yaş arasındaki dişi deve. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. İki yaşından küçük doğurmamış deve. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) 3. İki üç yaşında erkek deve. (TDK Derleme Sözlüğünden Osm.) |
kayar etmek, kayarlamak |
: |
Hayvanın eski nallarını onarmak, eski nalın çivilerini yenilemek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) |
kaycıtmak |
: |
Kaydırarak hızlı şekilde atmak. |
kaye |
: |
Muhtar. |
kayfa |
: |
Kahve. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) |
kayfe |
: |
Kahve. “Omar almıyor amandan Kayfesi gelir Yemen’den Değirmene taş kestirir Örtülü, Söbeçimen’den” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
kaygana |
: |
1. Yağda yumurta, omlet. 2. Yemek, aş, tencerede pişen şeyler. |
kaygı |
: |
Üzüntü, keder, elem. Kemler eyilik göremez Gamlanma gönül gamlanma Bin kaygı bir borç ödemez Gamlanma gönül gamlanma Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.389
Karac’oğlan der ki görünen dağlar Koç yiğit kavgasın görenler ağlar Öldüğüme kaygı etmem ağalar İman ile şehid giden merd olur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.621 |
kayıl |
: |
Razı. “Yanarım Allah yanarım Şu benim cahil gönlüme Dezz’evin ataşa yansın Kayıl değilim oğlana” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)
Biz de usandık da yiyip içmeden Gayet havalanıp yüksek uçmadan Cana müşter'oldun ağız açmadan Olan bir şey desem kayıl olun mu Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.423 |
kayıl olmak |
: |
Razı olmak. “Bizde usandık da yiyip içmeden Gayet havalanıp yüksek uçmadan Cana müşter’oldun ağız açmadan Olan bir şey desem kayıl olun mu” (Anonim bir türküden) |
kayılmak |
: |
Yığılmak, kümelenmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kayım |
: |
1. Daima, sürekli. 2. Dayanıklı, sağlam. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kayıpmak |
: |
Kaymak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) |
kayırmak |
: |
İçlenmek, üzülmek. “Dadaloğlu der ki, göründü dağlar Aşiret kavgasın görenler ağlar Ben de öldüğüme kayırmam beyler Zalım düşman üstümüze merd olur” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yay. Dağ, İstanbul, 1984) |
kayış |
: |
1. Patosların traktörden gelen ve kasnağa dolanıp döndüren kolan. 2. (Çocuklarda) Burun akıntısının elbisenin koluna silinmesiyle oluşan elbisede oluşan hal. “Burnunu sile sile kayış gibi olmuş golu.” |
kayış atmak |
: |
İş veya oyun dışı kalmak, beklenen eylem ve etkinlikten vazgeçmek. |
kayış kıran |
: |
Zorba, dediğini hemen anlamayan, anlayışı kıt. |
kayış yarmak |
: |
Ortaklaşa yapılan işin yükünü karşı tarafa yüklemek. |
kayışkanat |
: |
Yarasa. |
kayıt |
: |
1. Çift, saban. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Tahta. 3. Gelinin ya da evin ihtiyaçlarını görme işi, hazırlık. “Iramazan gelinceğiz Kayıt yükünen yıkılır Bibi bize nazar değdi Atımız çifte çekilir” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
kayıt görmek |
: |
Düğün hazırlığı yapmak. “Mektebe gidici Duran (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
kayka |
: |
Arkaya doğru eğik, eğri. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kaykılıp kalmak |
: |
Dikilip durmak. |
kaymaca oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. KAYMACA Erdemli’nin dört bir yanını ağ gibi saran, içinde ufak ufak balıkların bulunduğu 40-50 cm. derinliğinde halkın “ark” dediği sulama kanalları vardır. Bunları dibi yemyeşil yosun tutmuştur. Bu arklarda sular az aktığı zamanlar çocuklar burada sırasıyla kayarlar. Önce paçalarını sıvarlar daha sonra ayağın biri önde diğeri arkada olacak şekilde dururlar. Hiç düşmeden, en hızlı ve en güzel kim kayarsa o birinci olur. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s. 216) |
kaymak |
: |
1. Sobaya ya da ocağa odun sıralamak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) 2. İstif etmek, yığmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kayna |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; kaynana. |
kaynana kazan kapağı, oğlu şeker topağı |
: |
İyilerin iyiliği kötülerin kötülüğü konuşulur. “Kaynana kazan kapağı, oğlu şeker topağı.” |
kaynar |
: |
Hastalara kaynatılarak içirilen pekmez, yağ ve baharat karışımı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kaynata |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; kaynata. |
kaypak |
: |
1. Cilalı, parlak şey. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) 2. Kaygan. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kaypıtmak |
: |
(Sabun, kesici alet vb.) Elden kaçırmak, elinden düşürmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kaypmak |
: |
Düz, ıslak ya da kaygan bir yüzey üzerinde sürtünerek kolayca yer değiştirmekya da kaygan bir bir yüzey üzerinde birdenbire dengesini yitirmek, böyle bir yüzeyde dengesini yitirerek düşmek, kaymak. “Trabzanların üstünde kaypmak yasaktır.” |
kayrak |
: |
1. Biley taşı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Döşeme taşı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 3. Taşlı, kumlu, ekime elverişli olmayan toprak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 4. Kaydırak oyunu oynanan ince taş ya da iri çakıl. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 5. Genellikle akarsu içlerinde ve kıyılarında oluşmuş ince kum. “...sonra pınara girip iyice iyice kayraklarla ovalandığını… anımsıyor.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kayran |
: |
Yağmurdan çamur tutmayan yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.). Kayranlı dağının isminin bu sözcükten gelme ihtimali çok yüksektir. |
kayrı |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; gayrı. |
kaysa |
: |
Gaysa. |
kaysak |
: |
1. Sıvıların üzerinde havanın etkisiyle kalınlaşmış tabaka. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Yara, çıban kabuğu. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada. İç.) |
kaysaklanmak |
: |
Yara kabuk bağlamak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kaysalanmak |
: |
Gaysalanmak. |
Kayseri geçidinde eşek izi mi arıyon |
: |
Olmayacak iş peşinde koşanlara söylenir. |
kaysı püsü |
: |
Kayısı ağacından sızan zamk. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kayt |
: |
İlgi, kaydı coşmak, ilgisi artmak, heyecanlanmak. |
kaytan |
: |
Pamuktan yapılmış, fırıldak döndürmede yararlanılan kalın iplik. |
kaytarıvermek |
: |
Takıvermek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kaytarmak |
: |
1. Atın dizginini eğerin üst kenarına takmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Geri çevirmek, döndürmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
kaza |
: |
Vaktinde eda edilemeyen ibadetlerin sonra yapılması. Üç günlük fâni dünyada Ölmeden gülen öğünsün Beş vaktim de kazaya Komayıp kılan öğünsün Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.573 |
kazak |
: |
Sakal bırakmamış orta yaşlı adam. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kazan elden su gölden çim g.tüm çim |
: |
Bedava şeylerintadını çıkarma anlamında kullanılan bir deyimdir. |
kazan g.tüm kara demez |
: |
Kimse kendi eksikliğinigörmez. |
kazan kabı |
: |
Sırtta taşınan torba. |
kazan kulpu oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. KAZAN KULPU Bu oyun bir ekip oyunudur. Oyun evde, 4 ya da 5 kişi ile oynanır. Oyunculardan biri yere yüzükoyun yatıp, dizlerini karnına çeker. Kollarıyla sağı solugörmeyecek kadar yüzünü örter. Diğer çocuklar ellerini onun arkasına (karışık olarak) üstüste koyup değirmen tası döndürür gibi hareket ettirirler. Bu sırada su tekerleme söylenir: Kazan kulpu Yedin mi turpu Değirmene varasın El tasını alasın El el üstünde kimin eli var? Yatan oyuncu bir tahminde bulunur. Tutarsa bildiği kisi yere yatar, bilemezse el el üstüne koyan çocuklar hep beraber ellerini kaldırır “Kaldır, kaldır, güm!” diyerek yatan çocuğun arkasına vururlar ve yatan oyuncu değiştirilerek oyun devam eder. (Aslı Ağcalar, Silifke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Mersin Üni., S.B.E.,TDE., ABD, Mersin, 2009, s. 229) |
kazan nayı |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Kazan, bakraç gibi kapların gövdelerinin şekillendirilmesinde kullanılmakta olup, küçük olanına “ibrik nayı” denilmektedir. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 39) |
kazğıç |
: |
Bel ve küreğin çamurlarını kazımaya yarayan ucu demirli sopa, sıyırgı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kazık bağı |
: |
Bir düğüm biçimi. |
kazıma |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Keskin çelik kalemlerle yapılan süsleme tekniğidir. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 39) |
kazımak |
: |
Saymak, önem vermek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kazma |
: |
Ucu sivri arkası keskin toprak kazmaya yarayan alet. |
kazmalık |
: |
Öküz ya da traktörle sürülemeyen tarlanın kazma ile sürüldüğü yerleri. |
kazzak |
: |
Yırtıcı bir kuş, çaylak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kazzazlık |
: |
Ham ipeği iplik haline getirme işini yapmak. |
kazzık |
: |
Kazık. |
ke |
: |
Kenar, sahil. |
kebe |
: |
Elde dokunan yün ceket, basit, astarsız ceket, kelebek, çoban giysisi. |
kebeb |
: |
Kebap. “Hebeb oldu hübeb oldu Yandı ciyerim kebeb oldu Kör olasın Şerif Fakı Bir guzuma sebeb oldu” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Sarı Mulla (Mullacık)’nın Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Celil Dalkıran) |
keben |
: |
1. Geçit yeri, köprü. 2. Dağların sarp ve kayalık yerleri. “Geben Ovası’nı geçince Meyremçil Kalesi’nin karşısındaki kebenlere bakıp da hayran kalmamak elde mi?” |
keber |
: |
Beyaz çiçek açan bir maki türü. |
kebir |
: |
Iskat. |
kebkebi kesmek |
: |
Soğuk havalarda titreyip donan kişilere söylenir. |
kecefe |
: |
İplik çilesinin açılıp yumak oluşturmak için üzerine takıldığı alet. |
kecere |
: |
Dokumacılıkta ipliği sarmakta kullanılan çıkrık. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
keceve |
: |
Dokumacılıkta ipliği sarmakta kullanılan çıkrık. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
keci |
: |
Renkli başörtüsü. Gelinlere bağlanan başörtüsü. “Başında ipek kecisi Yürekden çıkmaz acısı Haçça gelin olmam diyo Mahfeye binsin bacısı” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
keç |
: |
Sığırları harekete geçirmek üzere söylenir. “Keç! Kêeç! Keç!” |
keççe |
: |
Keçe. Yağmur yağarsa çadır ḵeççe ǥurarız. |
keçe külek |
: |
Yapağı veya keçi kılının dokunmasından elde edilen külah. |
keçebaş |
: |
Kötü, işe yaramaz. |
keçek |
: |
Su, yol, vb. geçit. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
keçemene |
: |
Yosun. |
keçeşmek |
: |
1. Vücut uyuşmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Elin ayağın karıncalanması. |
keçik, keçig |
: |
Değişik ve Maraş’a has hanımların evdeki baş örtme şekli. Baş kısmı tülbentle biraz yukardan, düğümü arkada küçük bağlanması. |
keçik kurmak |
: |
Başörtüsünü ensede, saçın altından geçirerek tepede bağlamak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
keçileri seçmek |
: |
İşbirliğini bozmak, yolları ayırmak. |
keçkele |
: |
İki ucu tutamaklı ahşap, toprak, kum vs. taşıma aracı. |
kedisırnağı |
: |
Yoncaya benzeyen güzel kokulu çiçekleri olan bir çeşit yaban otu. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kedkoza |
: |
Akıldane. |
ke: |
: |
Kahya, muhtar. |
ke:se |
: |
Kilise. |
ke:ye |
: |
Kahya, muhtar. |
kef |
: |
1. Tavada ateşe tutulan yağın yüzünde toplanan özellikle de pekmezin yüzünde oluşan köpük. 2. Yumurtadan yeni çıkmış civcivin ağzının kıyısında bulunan ve zamanla geçen sarı renk. “Yuvada da sarı sarı kocaman ağızlı yavrular, kefli ağızlarını açmışlar, kıyameti koparıyorlardı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kefçi |
: |
Keşif heyeti. |
kefe |
: |
1. Kefiye, poşu, başörtüsü. 2. Kefen. |
kefen |
: |
Ölen bir kimsenin içine konup mezara indirildiği bez. Ferhad derler şu dağları delene İtibârım yoktur yüze gülene Kefen kısmet olmaz güzel sarana Meğer dostum çenberine saralar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.576 |
kefen yırtmak |
: |
Mezarda kefen çürütmek. Yer üstünde yeşil yaprak Yer altında kefen yırtmak Yastığımız kara toprak O da bizi atar bir gün Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.568 |
kefene |
: |
Semercinin kullandığı bir çeşit yüksük görevi yapan bir alet. Yüzük parmağına takılarak, sırımdan ipi diğer parmaklara geçirilerek kullanılır. |
kefenk |
: |
(Taş, vb. için) İçi delikli, hafif, çabuk kırılabilen, yumuşak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kefere |
: |
Kafir. |
kefin |
: |
Kefen bezi. Kefini dikmek tabiri uyak olması için dikme fiiliyle kullanılmış ama kullanımın yanlış olduğunu belirtmeye bile gerek yok. Çünkü kefen dikişsiz bez demektir. Tıpkı ihram gibi. “Gara tren derler de gelip geçiyor Açılmadık yaralarım açıyor Oniki başçavış, iki yüzbaşı Oturmuş Nurettin’e kefin biçiyor” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
kefineya |
: |
Sıkıntı etme, dert etme. “Yaz gelince güller biter Dağlarında bülbül öter Kefineya anam oğlu Enver büyür yerini tutar” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Kızkardeşi Sahriye Hanım’ın Ağıtı, Derleyen: Cabir Tercan, Kaynak Kişi: Enver Şahinkaya) |
kefinnik |
: |
Kefen bezi. |
kefiye |
: |
1. Püsküllü örtü, yaşlı kadınların başına sardığı eşarp tarzı bir örtü. “Emmisi perçem goydurmuş Üsdünde kefiye kablı, Ölen gardaşın guzusu, Acısı canımdan dağlı” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Genç Yaşta Hastalıktan Ölen Murtaza’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) 2. Fillik kuşak. 3. Daha ziyade fesin üzerine delikanlılarca bağlanan yağlık. “Anamoğlu Mehmet Ali Daima bağlardı sarı Kefiyeni çal başına Keskin eser çölün yeli” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
kefki |
: |
Su kabağı. |
kefkir |
: |
Buğday, bulgur, mercimek gibi bakliyatı yıkamak amacıyla ve çekirdekli bazı ürünleri ayrıştırmada ve salça yapımında kullanılır. |
keflemek |
: |
Kazanda kaynayan sıvıyı taşmaması için karıştırmak, savurmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kefri |
: |
Başörtüsü. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kefşil |
: |
Posa. |
keh |
: |
1. Yamaç yer, uçurum. 2. Kenar, köşe, uç. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. Dağların en yüksek noktası, doruk. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.). |
kehad |
: |
Kağıt. “Alın kalemi kehadı Söyleyim yazın ağıdı Nasıl ağlamayım doslar Fatih hepinin yiğidi” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kalp Krizinden Ölen Fatih’in Ağıdı, Ağıdı Yakan: Sıddık Doğan (Kara Müftü)) |
kehere |
: |
Kerhen, istemeyerek. Ördeği koyverdim göle Tüyünü yoldum kehere Kadı Osman Mersin’den gelmiş Duran’ımı sora sora Ayhan Karakaş, Feke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s.163. |
keherelenmek |
: |
Üşenmek, istemeyerek yapmak. |
kehet |
: |
Kağıt, mektup.Kağıt. “kehet salmak”, kağıda yazıp haber göndermek, mektup anlamındadır. “Gızlar da vardı mezere Ehmed uğramış nazara Kehet salın gardaşıma Posta geliyor bazara” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
kehil kehil |
: |
Soluk soluğa. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kehilemek |
: |
Soluk soluğa kalmak, hızlı hızlı solumak. “Kehiliyerek geldi.” |
kehleme |
: |
Pekmez yapılan üzüm şerbetinin köpüklerin alınması. |
kehni |
: |
1. Küçük çapa, ot kazması. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) 2. Üstünden yol geçen tepe. |
kehye |
: |
Muhtar. “Garadut’da görüküyor İmam Kehye birikiyor Martin götüren golları Gurşun yemiş gerikiyor” 133 (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Sarı Mulla (Mullacık)’nın Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Celil Dalkıran) |
kekeç |
: |
1. Elma eşiği, çekirdeli kısmı. 2. Konuşurken kekeleyen kimse, kekeme. |
keken |
: |
Taşlık, kayalık yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
kekge/kȃhge |
: |
Simit, simit şeklinde yapılan bir türyiyecek. |
kekiç |
: |
1. Pamuk kozasının kabuğu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Çekiç. 3. Gaga. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kekil, kekül |
: |
Kakül, alna dökülen kısa saç tutamı, perçem. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada. Osm. Mr. İç.) “Düğüne getmiş dediler Bulduk arayı arayı Alim makine siliyor Kekil darayı darayı” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) “Kelin canı kekil ister.” (Halil Atılgan, Murtçu Folkloru, Karaisalı Kaymakamlığı Yayınları, 2002) |
kekire |
: |
Acımtırak, ağız buran yiyecek tadı. |
kekirmek |
: |
Bedduâ etmek. |
kekiş |
: |
Pamuk kozasının kabuğu. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
keklik oyunu |
: |
Bölgede oynanan seyirlik bir halk oyunu. KEKLİK: Bu oyun avcıdan kaçan kekliğin taklidi şeklinde oluşmuştur. Oyunun keklik avından doğduğu ve başarılı geçen av dönüşünde toplanarak yapılan eğlencelerden oluştuğu söylenir. Hayvanın uçuş, kalkış, sekiş ve uçmak için kanatlarını çırpış anını, korkudan geri geri çalılıklar içine çekilisini ve ıssız yerlerdeki sekisini büyük bir canlılıkla yansıtır. Kaşıklarla oynanır. Kaşık vuruşları, keklik uçuşunu, kanat seslerini ve ötüşünü canlandırır. (Aslı Ağcalar, Silifke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Mersin Üni., S.B.E.,TDE., ABD, Mersin, 2009, s. 239-240) |
kekme |
: |
1. Kavga. 2. Gaga. 3.Kasket siperi. |
kekmek |
: |
(Kuşlar) Yem yemek, gagalamak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
kekre |
: |
Acımtırak, ağız buran yiyecek tadı, dut meyvesinin olgunlaşmamış hali. |
kekremsi |
: |
Tatsız, tuzsuz yiyecek. Genellikle ham meyveler için kullanılır. |
kekri |
: |
Mayhoş. |
kel |
: |
1. Küçük. 2. Önemsiz. 3. Pis. 4. Kötü, çirkin. |
kel gırmızı |
: |
Açık kırmızı. |
kel kaya |
: |
Yumuşak, kaya tabakası. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kel kerkez |
: |
Başı ve boynu çıplak, leşle beslenen yırtıcı bir kuş, akbaba, kerkenez. “Boğarım da üleşini bir mağaraya atarım. Şu ormana da, kel kerkezlerin önüne de.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kel yeŋge |
: |
1. Her şeye maydanoz olan. “Kel yenge.” 2. Kuma. “Kel yengesi olur yanındaki kadın.” |
kelal |
: |
Bıkkınlık, usanç, yorgunluk. |
kelam |
: |
Sohbet. Uçup uçup dağ salından gelirsin Gelişin nereden yalınız ördek Ben bilirim bizim eklen gelirsin Söylesin bir kelam diliniz ördek Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.470 |
kelam söylemek |
: |
Güzel söz söylemek. Karac’oğlan söyler kelâm Dîvanına durur âlem Sevdiğine bir çift selâm Tezce yolla benim için Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.543 |
kelama gelmemek |
: |
Anlatılamayacak kadar çok olmak. Ağyar gelmiş derler senin salana Desem benim derdim gelmez kelâma Ay mı doğdu gün mü doğdu âleme Yoksa yavrım ak göğsünü açtı mı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.643 |
kela:z |
: |
Kele kız. Bayanların birbirine hitap şekli. “Geçmiş olsun kelâz. Daha yeni duydum.” |
kela:z bacım |
: |
Kadınlar için acıma ve uyarma ünlemi. |
kelb |
: |
Köpek, it. Karac’oğlan söyler biz de varalım Kelbler rakib olmuş biz de görelim Halın hatırını anın soralım Götürüp giderler sallar içinde Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.406
Karac’oğlan eydür sarsam dilberler Kelb rakibler birbirine girerler Bundaki güzele niçin kıyarlar Güzeli balinan beslemek gerek Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.472 |
kele |
: |
Bana bak anlamında bayanlar için bir hitap sözü, ayol, lütfen. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) “Hasan “Ana kele”, dedi, “ebem dağda tek başına korkmaz mı?” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006)
“Kele gelin söylesene Benim gö:nüm eylesene Guzum işinden geliyor Yollarını denesene” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İs Kazasında Ölen Oğula Ağıt, Kaynak Kişi: Esme Palalı)
“Gelin geldi de kele kele demesi mi kaldı.” Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
kele anam |
: |
Anam bakar mısın? “Kele anam.” |
kele bacım |
: |
Yahu bacım, bacım bakar mısın? |
kele edem |
: |
Edem bakar mısın? Kele edem |
kele gişi, bu çocu:n ilk dişi |
: |
Geleneklerimize göre çocuğun ilk dişi hediye ister. Çocuğun dişini ilk gören bu tekerlemeyi babaya hatırlatarak hediye alması istenir. “Kele gişi, bu çocûn ilk dişi.” |
kelebcin |
: |
Bıyıklı, kocabaşlı, dar gövdeli, kılçıksız bir balık, yayın balığı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kelebi dolaşmak |
: |
İşlerin düzenini yitirmesi, içinden çıkılamaz duruma gelmesi. |
kelek |
: |
1. Kavun karpuz gibi sebzenin olgunlaşmamış hali. 2. Tulum. 3. Akarsularda bir yandan öbür yana geçmeye yarayan ilkel sal. 4. Şakak ile kulak arasından aşağıya sarkan saç, zülüf. “Bider eker salak salak Tırpan biçer dölek dölek Gelin kaldı demedin mi Elde kına, yüzde kelek” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
kelekesten |
: |
Kertenkele. |
keleklemek |
: |
(Kavun, karpuz)Kelek durumuna gelmek, kelek vermek. “Kavunlar da çiçeğe durmuş, keleklemişti.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kelem |
: |
Lahana. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kelemişliğine ne verek |
: |
Çalımına ne verelim. |
kelemişlik |
: |
Çalım, tafra. |
kelep |
: |
1. İplik, sicim yumağı, iplik çilesi. “Goluma dakdım kelebi Dolaştım Şam’ı, Haleb’i Çorum’da Elvan Çelebi Sen de yalvar bir can versin Duâ eylen bir can versin” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993)
“Gözlerin olmuştur zemzem dolabı Kaşın eder Beyrut ile Halep’i Kıvrılmış saçların sırma kelebi Gün vurdukça parlar tel Acem Kızı” (Kaynak Şahıs: Celil Çınkır, Aşık Hüseyin) 2. Kaya parçası. 3. Boğaza takılan gerdanlık “Gardasım gızı Aniş O da bilmez düzen dolap Ölümüz soğuk olmasın Bacı nice oldu kelep” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Aniş’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
kelep kelep |
: |
Deste, deste. “Evimizin önü dölek Yağmur yağar gölek gölek Hele görsen bibileri Saç topladım kelep kelep” (Nakleden: Zeynep Taştan, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
kelep olmak |
: |
(Yılan) bir yumak gibi tostoparlak olmak, kıvrılıp çöreklenmek. “Mavi, uzun bir yılan geldi, yağmurcuk kuşunun yanı başında kıvrıldı kelep oldu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kelepcek |
: |
Kelepçe. |
kelepe |
: |
Pamuklu bir ip. “Sergi olarak kullanılan savan ve sofra bezi kelepeden dokunurdu.” |
kelepir |
: |
Ucuz. |
keleplenmek |
: |
(Yılan) bir yumak gibi tostoparlak olmak, kıvrılıp çöreklenmek. “Gözlerini uğuştururken yanı başına keleplenip oturmuş kocaman karayılanı gördü.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kelepuğuz |
: |
Rezil, rüsva. |
keler |
: |
1. Sürüngen. 2. Dağ tepelerinde dökülen kil tabakalarından meydana gelen boşluklar, mağaralar. 3. Sürülmemiş tarla. |
kelermek, kelermeg |
: |
1. Gururlanmak, kibirlenmek, kabadayılık yapmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) 2. Bir toprağın ya da ağacın örtüsünü yitirmesi. 3. Bir ağacın ya da hayvanın zayıf ve hasta düşmesi. 4. Meyve ve sebze için benek benek, leke leke olmak. 5. Solmak, güneşten dolayı boyanmış bir şeyin yer yer boyasının açılması, eskimesi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) Kelermiş kumaşlar iyi olmaz. |
kelestesi düzgün |
: |
Fiziği düzgün. |
keleş |
: |
1. Yol kesip baş alan. Karac’oğlan eder okuyam yazam Keleş değilim ki kervanlar bozam Geyinem kuşanam bir hoşça gezem Ben senin kahrını çekemem gönül Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.481 2. Güzel, hoş (İş), yiğit, yakışıklı (İnsan). (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.İç. Mr. Osm.) “Görmeli Ayvaz’ın güleşlerini Sermeli düşmanın üleşlerini Kel Mahmudoğlu’nun keleşlerini Değerinde mezet satın getirin” (Aşık Mehmet Demirci, Kaynak: Refiye Okuşluk Şenesen, Adana Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği Geleneği, Altınkoza, Adana 2009) |
keleş kölge |
: |
Zayıf, etkisi az gölge. |
kelete |
: |
1. Hemen kullanılmak için öğütülen az ölçüde buğday. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Küçük harman. 3. Ormanın içindeki tarla parçası. 4. Küçük çukur. 5. Baran. 6. Küçük çuval. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kelete öğütmek |
: |
Çok önemi olmayan şeyler konuşmak. |
keleve |
: |
Kuyu çıkrığı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Osm.) |
kelez |
: |
Bana bak anlamında bayanlar için bir hitap sözü, ayol, lütfen. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) |
kelez yer |
: |
Verimsiz, kıraç toprak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kelezimek |
: |
Kuvvetten düşmek, yorulmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
keli |
: |
1. Taş ve toprak yığarak yapılan bağ, bahçe ve tarlaların sınırı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Üstünden yol geçen alçak tepe, bayır. “Ağmaşat’ın kelileri (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) 3. Sonra. "Bundan keli (kelli)..." 4. Yüksek yer, tepe. 5. Dağ ve tepelerin eteği. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kelif |
: |
Çardak, yazın çalıdan yapılan küçük barınak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kelik, kelig |
: |
1. Kıraç yer. “Evin’ tutturmuş keliğe (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) 2. Yazma, başörtüsü. 3. Lastikten yapılmış tokalı yazlık ayakkabı, yemeni (bir çeşit ayağa giyilecek). “İk’elimde iki kelik Ciğerlerim delik deşik Altın saçına karışık Elif düğüne mi gelik” (Vahap’ın Ağıtından, Kaynak: Yaşar Kemal, Sarı Defterdekiler, İş Kültür Yayınları, Haz.: Alpay Kabacalı, Mas Matbaacılık, İstanbul 2002) |
kelir (keli) |
: |
Üzerinde suların birikmeyeceği sathi meyiller. |
kelkeser |
: |
Uzun saplı büyük marangoz keseri. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kelle |
: |
1. Arpa, buğday başağı. “Ekinler kelle tuttu. Daha bir damla yamır düşmedi. N’olacak halımız bö:le.” 2. Baş, kafa. “Hösüyün’üm Bey dediğim Ağlar olsun yediğim Yürême derd oluyor Kellen kesile dediğim” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Avşar Hüseyin’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Süleyman Bal (Çoban Kê)) |
kellelenmek |
: |
Arpa, buğday gibi şeylerin baş vermeyebaşlaması. |
kelle çıkarmak |
: |
Arpa, buğday gibi şeylerin baş vermeyebaşlaması. |
kelle kağıdı |
: |
Nüfus cüzdanı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kelle kazanı |
: |
Don kazanının bir alt modeline verilen addır. Daha küçüklerine ise çorba kazanı denilmektedir. Ağız çapı 45 cm., taban kısmı ise 50 cm.dir. |
kelle kesmek |
: |
Baş koparmak. Güzel siz yaylaya konup göçülmez Kelle kesmek ile kanlar saçılmaz Gelirim geçerim gözün açılmaz Bir derdin var bilemedim kız senin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.555 |
kelle kucaklamak |
: |
Ölümü göze almak. |
kellenkesdi |
: |
Kertenkele. |
kellenkeste |
: |
Kertenkele. |
kellenmek |
: |
1. Kendini aşağılanmış hissetmek. 2. Başı dönmek, tansiyonu yükselmek. |
kelli |
: |
Bundan sonra, artık anlamında olmakla birlikte, tek başına kullanılmaz. Genellikle zaman bildiren sözcüklerle kullanılır. Örneğin bundan kelli. “Neyleyeyim şu dünyanın zinetin Akıbeti ölüm olduktan kelli İstemem bahçemde bülbüller ötsün Benim gonca gülüm solduktan kelli” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
kellik |
: |
Aşerme. |
kelo |
: |
Kahramanmaraş’ta düğünlerde oynanan bir oyun. |
kelpeten |
: |
Kerpeten. |
kelteben |
: |
Kerpeten. |
kelten |
: |
Kertenkele. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kem |
: |
Kötü insan. Kemler eyilik göremez Gamlanma gönül gamlanma Bin kaygı bir borç ödemez Gamlanma gönül gamlanma Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.389 |
kem göze uğramak |
: |
Nazar değmek. |
kemal |
: |
Olgunluk. Kırmızı gülden rengini almışsın Güzellikte kemâlini bulmuşsun Sallını sallını suya gelmişsin Güzel senin ziyâretin pınar mı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.452 |
keman |
: |
1. Sevgili. Sana derim sana kaşı kemanım Büküldü kametim geçti zamanım Gidiyorum yedi benli ceranım Yârim gitti deyi yürek dağlama Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.388 2. Yay gibi. Cemalin karşımdan gitmez her zaman Düşünüp derdimi edeyim beyan Gönüller eğleyen bir kaşı keman Kaşları kemanım amanın tez gel Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.475 3. Yay. Gel benim karşımda salın bir zaman Bizi mecnun etti bir kaşı keman Hısnımansur derler ol Adıyaman Oradan Tevcik'in geçti yelleri Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.463 |
kemçik |
: |
1. Küçük, yaramaz kız çocuğu. 2. Yamuk sırtaran, ağzı yamuk, alt çenesi ileriye çıkık olan. |
kemçilmek |
: |
Eğrilmek. |
kemçirmek |
: |
Karşısına dikilerek söz söylemek. |
keme |
: |
1. Yayla, dağ sincabı. 2. Çocukların başındaki kepek, konak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kemeğ |
: |
Uzun ip. |
kemend |
: |
Kalın ip. Esti seher yeli söküldü seller Gidiyorum kömür gözlüm ağlama Ağlamanın vakti geçti ne çare Kemend atıp yollarımı bağlama Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.388 |
kemha |
: |
Bir çeşit ipek kumaş. “Düğün olup al bayrağın açınca Usul boya yeşil kemha biçince Yar salınıp kız karşıma geçince O zaman bildim ki söz uğrun uğrun” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
kemha biçmek |
: |
Elbise dikmek. Düğün olup al bayrağın açınca Usul boya yeşil kemha biçince Yâr salınıp kız karşına geçince O zaman bildim ki söz uğrun uğrun Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.564 |
kemhat |
: |
İpek kumaş. |
kemın |
: |
Kimyon. |
Kemil |
: |
Kamil. “Gıratı çekin dışarı Bindirmiyor çok haşeri Ben de bu dertlere düşdüm Kemil’den ayrı düşeli” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Askerde Ölen Kâmil’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Emine Gök (Hodul Emine)) |
kemirtlek |
: |
Kıkırdak. |
kemkem |
: |
Geveze. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kemki |
: |
1. Alt çenesi öne doğru çıkık olan kişi. 2. İnsan kafatası. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kemlik |
: |
Kötülük. Dokunur hatıra kendisin bilmez Asılzâdelerden hiç kemlik gelmez Sen eyilik et de o zâyi olmaz Darılıp da başa kakıcı olma Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.389 |
kempeşe |
: |
Alay, şaka, eğlenme. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kempmek |
: |
Çökmek, devrilmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kemre |
: |
1. Gübre, tezek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) 2. El ve ayak gibi yerlerde oluşan sinmiş kir tabakası. 3. Bölgemiz göçmen ağzında; bebeklerin kafasında oluşan konak, kabukçuk. 4. Yeni doğan bebeklerin bıngıldaklarının üzerindeki pul pul kalıntılar. 5. Yaranın kabuğu. |
kemrelenmek |
: |
Yaranın kabuklanması. |
kemrişmek |
: |
1. Hayvanların birbirini dişleriyle kaşıması. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Eşeklerin birbirini ısırarak oynaşması. |
kemun |
: |
Geyik sırrı, kimyon. |
ken |
: |
1. Kez, defa. “”Sağır için kırk ken kamet olmaz.” 2. En. 3. Kin. |
ken öte |
: |
En öte. |
kenaz etmek |
: |
Sanmak, ummak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kençik |
: |
Küçük yüzlü insan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kend |
: |
Köy. |
kendir |
: |
Kenevir lipinden yapılmış kalın halat, sicim, urgan. “Sabahleyin erden kalkar (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943)
“İki deli bir araya gelirse kendiri kırar.” (Andırın Atasözü)
“Sırtımda bir top kendirle yüklü.” (Her dediğinden, her yaptığından gıcık almak anlamında bir Andırın deyimi) |
kendir sıçmak |
: |
1. Tuvalette çok zaman geçirene derler. 2. Bir işi ağır yapmak; hımbıl ve beceriksiz. |
kendirik |
: |
Kenevir. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm. İç.) |
kendözü, kendüzi |
: |
Kendisi, özü, kendi. |
kene |
: |
İken. Fiil çekimleriyle bir arada kullanılır. Tek başına kullanıldığında aynı anlama gelmez. “Örneğin; gelirkene, giderkene, ağlarkene vb.” |
kenef |
: |
Ayakyolu, tuvalet, hela. |
kenen |
: |
Büyük iri fare. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kenesine |
: |
Zıddına, inadına. |
kenetleme |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Bakırın birbirine birleştirilmesi işine kenetlenme denmektedir. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 39) |
keŋgel |
: |
Eşek dikeni, kenger. |
keŋger |
: |
Dikenli, gövdesinden sakız elde edilen ve çiçeğinden arıların yararlandığı bir bitki. “Cahan’dan su içenner, Yaylada kenger biçenner, Elli eşşênen yaylaya göçenner, Cıngıloğlu’na dağlı demiş” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İftira Atılan selver Abla’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Süleyman Ateş) |
keŋger sahızı |
: |
Kenger dikeninden yapılan sakız. |
kengi |
: |
1. Romatizma. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Lumbago. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Firengi. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 4. Bel ve bacaklardaki romatizmal hastalık ağrısı. 5. Nezle. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
keni |
: |
1. Arpa ile buğday karışımı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Büyük iri fare. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ke:ni |
: |
Küçük çapa, ot kazması. |
kenli |
: |
Kin güden, kin sahibi. “Laf arasında, Cafer Ağa’nın kenlisinin Sarımazı Köyü’nden Ebelek Halil olduğunu anladım. Aralarında düşmanlık olduğunu duyarım eskiden beri dedi.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
kenna:ğen |
: |
Rağmen, sakıncasını bile bile. |
kennȃsine kennȃsine |
: |
Kinayeli kinayeli. |
kennȃsine |
: |
Tersine söylemek,kinayeli konuşmak. |
kenne |
: |
Kere, kez. |
kennek |
: |
Defa, kez. |
kenni |
: |
Kinli. “Nenni gara gapıt nenni Guluncundan döşü enni Gelmemiş Hacca bacısı Elleheme deve kenni” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
kentiş küntüş |
: |
Eğri büğrü. |
kentmek |
: |
Kafa sallamak. “Gumakertiş gimi ne gafa kentiyon!” |
kep |
: |
Yüksek dağlarda yetişen, geniş yapraklı ekşi bir sebze, ışkın. |
kepak |
: |
Kepek. |
kepa:ze |
: |
Rezil. |
kepçek |
: |
Su kabağından yapılan çamaşır yıkarken sıcak su almak için kullanılan kepçe. |
kepdi |
: |
Yıkıldı. |
keptirmek, kepdirmeg |
: |
Vurunca ağzı üstü düşürmek. |
kepdüşen |
: |
Tahta kapıların iç kilidi, bir tür kapı mandalı. |
kepede |
: |
Güçsüz, kuvvetsiz, dermansız, mecalsiz. |
kepeği tükenmek |
: |
Ölmek, vadesi yetmek. “Bu dünyada kepeği tükenmiş.” |
kepenek, kepeneg |
: |
1. Çobanların omuzlarına aldıkları keçeden giysi, aba. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) 2. Yağmurda başa alınan örtü, keçeden yapılmış çoban başlığı. 3. Kelebek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
keperdemek |
: |
1. Güreşte ya da döğüşte rakibi zor duruma düşürmek. 2. Yapılmakta olan bir işi bitirmeye yüz tutmak. |
kepertmek |
: |
Buğdayı ve mısırı dibekte döverek kabuğundan ayırmak. |
kepez |
: |
1. Kümes hayvanları ya da kuşlardaki ibik. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Göl ve ırmaklardaki çukurlar. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 3. Gelinin başına takılan boyanmış tavuk tüyü. 4. İbik, horoz ibiği. “Süzül ağ horozum süzül Guyruğundan kepezin uzun Böyle işler olur muyudu Kümes yapdım ıdı güzün” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Antakya 1993)
“Bir kuş gördüm ben de tüyü yeşilden Kepezini alamadım başından Yayılırkan da ayrı düşmüş eşinden Öter garip garip varrım dutulmaz” (Gündeşlioğlu, Derleyen: Duran Doğan, Barış Kabalcı, Kaynak Kişi: Behzat Gök) |
kepezi düşmek |
: |
itibar ve nüfuzunu kaybetmek. |
kepi |
: |
Çivi. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kepi kesmek |
: |
Çok üşümek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kepik |
: |
1. Çökük burun. 2. Yıkılmış, çökmüş, devrilmiş. “Gerçi bir karı, bir koca ihtiyarlar ama yarin kendileri ölürse arkalarında nur topu gibi bir oğlan evlatları var. Gene bu dumanları tütecek. Bir yanı kepik kötü bir ev ama bacaları tütecek.” (Memiş Mehmet Köksal, Kaynak: Refiye Okuşluk Şenesen, Adana Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği Geleneği, Altınkoza, Adana 2009) |
kepin |
: |
Erkek tavırlı, erkek görünüşlü kadın. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kepir |
: |
1. Üzerinde bitki olmayan, küçük küçük taşlar bulunan eğimli yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Verimsiz kıraç toprak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. Avuç içiyle sıkıldığında bulgur gibi dağılan bir toprak. “Ormanlar kesilir hopur olurdu. (Cezmi Yurtsever, Andırın Tarihi, Adana 2007, S. 187-190, Kazım Temir’in Andırın Destanı isimli Şiiri) |
kepirtaş |
: |
Yatağında plakalar halinde olan ve çabuk ufalanabilen bir taş. |
kepitmek |
: |
Yapı duvar gibi bir şeyi zor kullanarak çökertmek, yıkmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kepkepi |
: |
1. Çok zehirli bir yılan. 2. Küçük çivi, iri başlı ayakkabı çivisi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kepli |
: |
Çok zengin. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kepmek |
: |
1. Batmak, yenilmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. (Hayvan) Tuzağa, kapana düşmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 3. (Yapı, duvar, toprak) Yıkılmak, çökmek, göçmek, devrilmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç. Osm.) “Babasının Adı Goca Ülger deresinden üce Yer sallandı göğler kepdi Eşimi öldü deyince” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Antakya 1993) |
keprem |
: |
Yorgan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kepsimek |
: |
Tökezlemek, düşer gibi olmak, sendelemek. |
kepş |
: |
Koç. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
keptirmek |
: |
1. Oyunda yenmek, batmasına neden olmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Ağzı üstü düşürmek, yüzüstü düşürmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
ker |
: |
Kâr. “Gaplan geldi heğirmiye Yaşı vardı yiğirmiye Her ananın keri dağal Böyle yiğit doğurmıya” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
ker etmek |
: |
Kazanç sağlamak. “Ejdadımız darba vurmuş gaçına O darbalar ker ediyor içine Çoluk çocuk masum halkın suçu ne? Söylen gardaş kimler gandırdı sizi?” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Şehit Askerlerin Ağıdı, Kaynak Kişi: Sıdık Doğan (Kara Müftü)) |
keram eylemek |
: |
Kerem etmek, büyüklük göstermek. |
keramet |
: |
Şaşkınlık yaratacak durum. On'ki imam gülbangına erişem Anda keramet var Hakk'a yetişem Bahard'açılıp bülbülle ötüşem Güller beni sevdiğime ulaştır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.603 |
kerana |
: |
Ahır, ağıl. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kerata |
: |
Ayakkabı çekeceği. |
kercetmek |
: |
Kinayeli söz söyleyerek alaya almak, çalım satmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kerç |
: |
1. Alay, üstü kapalı, dokundurucu söz. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç. Mr.) 2. Bir şeyi tersinden alarak alay etme, tiye almak, kinaye. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kerçetmek |
: |
Kinayeli söz söyleyerek alaya almak, çalım satmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Anan yaşında gadına kerçetmeye utanmıyon mu?” |
kerçine |
: |
Zıddına, aksine, inadına. |
kerçine kerçine |
: |
Kinayeli kinayeli, zıddına. |
kerçine söylemek |
: |
Kinayeli olarak konuşmak, zıddınasöylemek. |
kerdlez |
: |
Basık burunlu. |
kere |
: |
1. Tuzlanıp bekletilen tereyağının eritilmesi sırasında kazan dibinde oluşan tuzlu birikim. 2. Ahır. “Veli Çavuş darılırsa Çıkar kerede ağlarım Yerindirmem babam oğlu Cennete yağlık bağlarım” “Ömer Kaya, Hacı Abdullah Kozan, Mahalli Kelimeler Sözlüğü, UKDE Yayınları No: 30, Kahamanmaraş, Ağustos 2003. |
kereğine |
: |
Kenarına. |
kerehat |
: |
Pis, melun, mendebur. |
kerem |
: |
Merhamet, acıma. “Bu yüze gülücü hercâyilerden Kerem eyle gönül gel vazgelelim Kerem gelmez imiş çünkü bunlardan Kerem eyle gönül gel vazgelelim” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 497 |
kerem etmek |
: |
Bağışta, iyilikte bulunmak. “Ala gözlüm ben bu elden gidersem Zülfü perîşânım kal melil melil Kerem et aklından çıkarma beni Ağla göz yaşını sil melil melil” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 479 |
kerem eylemek |
: |
Bağışlamak, merhamet etmek. Karac’oğlan'ın gülleri Aralanmıştır elleri Şol başa gelen halları Almasın kerem eylesin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.557 |
keren |
: |
Ağaç kiriş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kerer |
: |
Verimsiz kıraç toprak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kerese |
: |
Fayton. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kereste |
: |
Kunduracı gereçleri. (Kösele, deri, çiriş vb.) (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kerevet |
: |
Evlerde tahtadan yapılmış yüksekçe oturma yeri, sedir. “Zanapalı, kendine küçük gelmiş gibi görünen kerevette ağzına kadar dolu bider çuvalı gimi görünüyordu.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
kerevezlenmek |
: |
Üstünlüğünü göstermek, kendini beğendirmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Osm.) |
kerey |
: |
Sarp kayalık. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kerhen |
: |
Öylesine, istemeye istemeye. “Bunu bana kerhen yaptırdılar.” |
keri |
: |
1. Saman taşımak için kağnıya getirilen kilim, harar. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Sonra. “Süzün Musa oğlum süzün Kaşı kirpiğinden uzun Şimden keri at binersem Muraz almayasın kızım” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
Kerim |
: |
Allah. Karac’oğlan der ki arttı firakım Kadir Mevlâ'm yakın eyle ırağım Ağlama gözlerim Mevlâ'mız Kerim Melilliğim vardır yârdan gelirim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.503 |
keriz |
: |
Lağım ayağı, lağım yolu. |
kerizlenmek |
: |
Bir menfaat ummak. |
kerkeneğim kaçtı |
: |
İştahım yok, arzu etmiyorum. “Kerkeneğim kaçtı.” |
kerkeneğini kırmak |
: |
Hevesini kırmak. |
kerkenek |
: |
1. Çıranın ya da idare lambasının isini toplamak üzere üst tarafına konan kağıt başlık. 2. İştah, arzu, moral. |
kerkez |
: |
Başı ve boynu çıplak, leşle beslenen yırtıcı bir kuş, akbaba, kerkenez. |
kerkezlemek |
: |
Tökezlemek. |
kerkinmek |
: |
Cinsel ilişki taklidi yapmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kerli |
: |
Sonra anlamında olmakla birlikte, tek başına kullanılmaz. Genellikle zaman bildiren sözcüklerle kullanılır. Örneğin bundan kelli. |
kerme |
: |
1. Kalıp olarak kalbur kasnağı kullanılarak yapılan kalın tezek. 2. El ve ayakta katmerlenen kir. 3. Tezek. 4. İnsan ya da patates yüzünde oluşan pütür. |
kermeli |
: |
Yüzü pütürlü insan ya da patates. |
kernep |
: |
Su kabağı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kernip |
: |
Yıkanmak için kullanılan asma kabağı, su kabağı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kerpiç |
: |
Topraktan yapılan ve briket yerine kullanılan inşaat malzemesi. Her sabah her sabah gelem kapına Kerpiç olam yapılayım yapına Sen bir Leylâ ben de Mecnun karşına Kömür gözlü yârim idin bir zaman Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.522 |
kerpik |
: |
Çökmüş, göçmüş. |
kerpmek |
: |
Çökmek, göçmek. |
kerrake |
: |
İnce softan hafif ve dar üstlük. |
kerriklenme |
: |
Kur yapma. |
kersen |
: |
Kaba elle tutulacak kadar iri kir, pislik. |
kertik, kertig |
: |
1. Ensedeki kırışıklık. 2. Çentik, gedik, kertilmiş yer. “Yiğidin sözü demirin kertiği.” (Andırın Atasözü) |
kerte |
: |
Radde, gelinen son nokta. |
kertik |
: |
Çentik, işaret. |
kertil |
: |
İnişli, yokuşlu yol. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kertiş |
: |
1. Küçük semender. 2. Bir tür iri kertenkele. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Çekirge yağacak, solucan, kaplumbağa…kertiş yağacak…” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kertişkumbağa |
: |
Kertenkele. |
kertkoda |
: |
Kendini beğenmiş. |
kertlez |
: |
1. Haylaz, yaramaz. 2. Burnunun üstü çökük olan, basık burunlu. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kertme |
: |
1. Sinirlenme. 2. Nişan yapma. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 3. (Saç tıraşı) Dalgalı bir biçimde. “Çocuğu evde kertmeli traş edip, daha do:rusu traş edemiyep de; “Bir haftıya gadar toparlar, düzelir.” Dememiz incilerimizin başında gelenlerindendi.” (Kadirli Bekereci Köyünden Ekrem, Kaynak: www.bekerecikoyu.com.) |
kertmek |
: |
Yontmak, boğmak, sıkıştırmak, çentik atmak, iz bırakmak, yontmak. “Kulpu ince bir tel olduğundan elini eyle bir kertmiştiki, parmaklarının içi hem acıyor hem de kırmızılı, morlu, beyazlı çizgilerle dolmuş gibi görünüyordu.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan II, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
kertmelemek |
: |
1. Koparmayacak şekilde kesmek, bir işi yarılamak. 2. Çentik atmak, kesici aletler ile işaretlemek. |
kertmen |
: |
Yamaçlardaki seki gibi dar ve düz yer. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) |
kerttirmek |
: |
Saçları iyice bağlamak, kemeri sonuna kadar sıkmak.. |
kervan |
: |
Kalabalık yolcu topluluğu, topluca yola çıkan kimseler. Dirilirler dirilirler gelirler Huzur-ı mahşerde dîvân dururlar Haramî var deyi korku verirler Benim ipek yüklü kervanım mı var Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.581 |
kervan aşması |
: |
Tekrar tekrar geçilmek. Gelin der ki benim yüce başım var Yüce baş altunda hilâl kaşım var Ey kız senin bir gecelik işin var İkincisi kervan aşar yol olur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.622 |
kervan bozmak |
: |
Kervanın yolunu bulup yağmalamak, para veya eşyasını alıp bırakmak. Yiğidin bir başı firaklı gerek Sağ yanı da sol yana çarklı gerek Beriden benzerden yürekli gerek Kötü kervan bozup kumaş alamaz Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.645 |
kervan işlemek |
: |
Kervan geçmek. Eteğinde kervan işler Yükseğinde döner kuşlar Kürk geydirir at bağışlar Hemen beğler sende m'olur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.623 |
kes |
: |
1. Kaba yemlerin doğranmış hali. 2. İri saman, saman içindeki iri çöpler. “Garbi derler rüzgarımız hoş varır Eser eser top zülüfe yalvarır Boz tarlada kızıl buğday haykırır Döven döner saman uçar kes gelir” (Aşık Mahzuni Şerif) |
kesat |
: |
1. Kıtlık. 2. vYolunda olmayan. |
kesbar |
: |
1. İyi üyütülmemiş, tam un haline getirilmemiş buğday ya da arpa. 2. Hayvan yemi olarak kullanmak için çekilen arpa, buğday. |
kesdek |
: |
Kısa, bodur. |
kesdel |
: |
1. Kıldan yapılan ince ip. 2. Toplu mezar. |
kesdil |
: |
Kısa ve tıknaz, honçuk. |
kese |
: |
1. (Yol için) Kestirme, kısa. “En kese yol en iyi bilinendir.” 2. Para çıkını. 3. Hamamda kir çıkarmaya yarayan bir eldiven türü. |
kese yoğurdu |
: |
Beyaz patiska bezlerden dikili keselerde koyulaştırılan leziz bir yoğurt. |
kese yol |
: |
Kestirme yol. |
keseden getmek |
: |
Kısa yoldan gitmek. “Bizim kötü niyetimiz yok. Aşşâdan geliyorduk. Keseden gedek de yol gısalsın dedik. Yağmura dutulunca eylenmek zorunda galdık.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
keseğen |
: |
1. Bel, çapa ve sabanın topraktan kaldırdığı iri parça. 2. Dana burnu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kesek |
: |
Tarla sürerken kötenin, bağ çapalarken çapanın çıkardığı sıkışmış iri ve sert toprak parçası. |
kesek guşu |
: |
Tarlalarda kesekten keseğe konup uçan küçük bir kuş. |
kesele |
: |
Soyu bozuk olan köpek yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kesellemek |
: |
Tarlayı çapalamak. |
kesene |
: |
1. Kızın çeyizi. 2. Götürü, toptan iş. 3. Ortaklaşa tutulan bekçiye verilecekücretin, her eve düşen eşit payı. 4. Kira. 5. Abone. 6. Haraç. 7. Vergi. 8. Kesin. Bir gün kınası olur, bir gün kesenesi yanı kızın ce͜yizi. |
kesene kesmek |
: |
Kızın çeyizinin oğlanın evine getirilmesi. |
kesene ömrüne bereket |
: |
Yemek yediren ev sahibine denilir. Hem yemeğin hem ömrünün artması için dua. “Kesene ömrüne bereket guzum.” |
keser bacaklı |
: |
Kısa boylu. Bölgemizden bir fıkra: KESER BACAKLI GELİN Kadının biri, evinin içine gelin almış. Gelin kaynanasını hiç sevmezmiş. Kaynanasına hizmet etmez, ihtiyaçlarını gidermesi için ona yardımcı olmazmış. Kadın yaşlı olduğundan, bakıma muhtaç olduğundan, gelinin yaptıkları çok zoruna gitmiş. Kötü bir şey söylemek istemediğinden bir gün “ah!” çekerek: -“Eli elçekli gelin -Golu golçaklı gelin -Bu dünya sana da kalmaz - Keser bacaklı gelin” demiş. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s.79) |
keserkennek |
: |
Keserken. |
kesesine kalmadı |
: |
Belasını buldu. “Kesesine kalmadı.” |
kesge |
: |
Ocakta yarısı yanmış odun parçası. “Uzun kesge sonuna kadar yanmaz.” |
kesgenmek, keskenmek |
: |
Bir kimseye vuracakmış gibi yapmak. |
kesgin |
: |
Keskin, kılavlı. “Bu acı çok kesgin acı Beri benzerinen sönmez Sekiz tene bacısı var Heç birinin dili dönmez” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslarda Ağıtlar - Andırın’dan Derlemeler) |
kesginnemek |
: |
Kesici aletleri keskinleştirmek, bilemek. “Çargcı geldi çargcı:. Bıçaklarınızı, oraklarınızı, tahralarınızı, kaliçlerinizi, namtınızı, tırpanlarınızı, çapalarınızı kesginnedirim. Çargcı geldi, çargcı:” |
kesik |
: |
1. Kısa bağcıklı ayakkabı. “Ayağında sarı kesik Cekedi söğüde asık Çağırdım da seslenmiyor Yedi benlim bana küsük” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) 2. Tarla sınırları arasında bulunan arklar. “İki tane kesik geçtim Aktar bulam bulam Bir incecik sal etmişler Gelir dolam dolam” (Derleyen: Osman Taştan, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB KültürYayınları, Altın Koza72) |
kesilme |
: |
1. Paraları birine kaptırma, kazıklanma. 2. Sütün pişirilirken bozulması. |
kesilmek |
: |
Gücenmek, alınmak. Karac’oğlan der her sözle kesilmem Bir kötüye varıp böyle yasılmam Isırırsın dersin vallah ısırmam Okşalarım nazlım şuralarından Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.531 |
kesim |
: |
1. Sebze ve benzer şeylerin dikildiği art arda gelenkarık topluluğu, söz kesmek, sözleşmek. 2. Pazarlık yapmak. 3. Söz, şart, sözleşme. |
kesim kesmek |
: |
Sözleşme yapmak, söz kesmek. |
kesimci |
: |
Orakçı. Bir işi belli birpara karşılığında yapmayı üzerine alan. |
kesimli düğün |
: |
Davullu ve çabalı düğün. “Not düğünümüz kesimlidir.” |
keskel |
: |
1. Arkası peşli entari. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. (Yol, vb.) Kestirme, kısa. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
keskenmek |
: |
Vurmak için davranmak, vurur gibi yapmak, vuracakmış gibi yapmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. Osm.) “Keskenmek b.k yemek, vurmak eşşekliktir.” |
keski |
: |
1. Ayakkabıcıların kullandıkları yassı uçlu bir bıçak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Topraktan yemlik, kenger vb. otları kesip almak için kullanılan demir ya da ağaç saplı keser. |
keslemek |
: |
Kızmak, sinirlenmek. |
kesme |
: |
1.Bir yüksük içine oturtulmuş uzunca fındığa benzeyen yemişi olan bir orman ağacı, bir tür pırnal. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Pekmezle unu (nişastayı) karıştırıp kurutarak kibrit kutusu büyüklüğünde kesilen her bir parça. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Kuru üzümden sucuğa, köpük sucuğundan bastâ kadar, samsadan kesmeye, tut ya da üzüm bekmezine kadar neler yoktu ki.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
kesme çalısı |
: |
Dikenli yapraklarını kışın da dökmeyen meşegillerden ağaç. |
kesmek |
: |
1. Dama, satranç gibi oyunlarda rakip taşı almak. 2. Birini birine kötülemek. 3. İnsanları birbirinden ayırmak, bir araya getirmemek. İslâm dinini yasdılar Beni yârimden kesdiler Seversin deyi asdılar Urganda gerdan iniler Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.590 |
kesmelik |
: |
Egemen öğesi kesme ağaçları olan yer. “Köylüler kepir taşlı kesmeliğe yerleşmişler, kırık dökük birkaç huğ, birkaç toprak dam yapmışlardı kendilerine.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kesmik |
: |
1. Harmanda tam dövülmemiş sap; buğday veya başakla karışık iri saman. 2. Sütün bozulmuş hali 3. Kalbur üstüne toplanan, avuçlanarak atılan cübür. |
kesnik |
: |
Süt veya yoğurdun bozulmuşu. |
kesnük |
: |
Kesilmiş süt. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kespere |
: |
İşe yaramayacak kadar iri, yarı öğütülmüş, tam un haline getirilmemiş.. |
kesret |
: |
Çokluk. |
kessek |
: |
Tarla sürüldükten sonra taş gibi olan toprak parçası, tezek, tümsek. “Çık Başıkesiğe gözle Mazgacı Sıra sıra yük daşları düzüldü Sekiz gelin verdim görpe guzulu Allah dönder yönümü yaylaya doğru” (Nakleden: Fadime Üzümcü, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
kessen bir damla kanı akmamak |
: |
Olağanüstü bir üzüntü ve şaşkınlığa uğramak. “Hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Tutup hepsini teker teker kessen bir damla kanları akmayacaktı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kestek |
: |
1. Kısa boylu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Kesiği olan. 3. Yuvarlak yüzlü, kara gözlü, kibar hanımlar için böyle denilir. “Elimden de kuşum uçtu Gene kelebim dolaştı Kınaman obalar beni Kestek gelin benden geçti” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
kestel |
: |
1. Kıldan ya da yünden yapılmış ince ip. 2. Kist toprağa yapılan eski mezar. |
kestirme |
: |
Pişmekte olan sütün içine yoğurt veya ayran katarak bozulmasını sağlamak sureti ile ondan elde edilen peynirimsi yiyecek. |
keş |
: |
1. Arpa, buğday gibi tahılı eledikten sonra saratın üstünde kalan artık maddelerdir. 2. Kış için kurutulmuş yağsız tuzlu yoğurt. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç.) 3. Yağı alınmış yoğurt ya da sütten yapılan peynir. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 4. Kötü alışkanlıklara müptelası olan, alkolik. 5. Çökelek. 6. Cerahat, irin. "Alanım yok şu gönlümün gamını Süremedim şu dünyanın demini Kör olası zalım Zeytun somunu Yenmeyor kardaşlar keş oldu gene” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 96 |
keşbaş |
: |
İnsanı sokan zehirli bir yıla. |
keşefe |
: |
Pamuk ekimi yapılırken toprağı sıyıran alet, sıyırgı. |
keşen |
: |
İltihaplı yara. |
keşermek |
: |
Ölmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
keşertmek |
: |
Öldürmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
keşgen |
: |
Tarhana vb. pişirirken kullanılan ağaçtan yapılma karıştırma aleti. |
keşgere |
: |
Tahtadan yapılmış ve üzerinde taş taşınan alet. |
keşik |
: |
1. Sıra, nöbet. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç. Osm.) 2. Sıralı yardımlaşma. 3. İmece usulüyle yapılan işlerin nöbetleşe yapılması. |
keşik ödeşmek |
: |
Yapılan bir kötülüğün karşılığını vermek. |
keşir |
: |
Havuç. |
keşki |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; keşke. |
keşşik |
: |
Yardımlaşma, imece, sıra, nöbet. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Bulgura salarım keşik Sanasın kınalı kaşık Camız boduğu yapılı Ne kadar bedenden düşük” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) |
keşikleşmek, keşik etmek |
: |
Sıra ile yapmak, nöbetleşmek. |
keşir |
: |
Havuç. |
keşk’aşı bişiremem, hatın g.tü deşiremem |
: |
Ben o kadar zahmetli işe girişemem. “Keşk’aşı bişiremem, hatın g.tü deşiremem.” |
keşkek |
: |
Dövülmüş buğday ve etle pişirilen bir çeşit yemek,lâpa. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç.) |
keşkere, keşgere |
: |
İki kişi ile götürülen ağaçtan yapılmış taşıma aracı. “Keşkere üzerinde kum, tuğla, briket vb. inşaat malzemesi taşımakta kullanılan bir taşıma aracıdır. Benzerini Erzurum’da galaklardan tezek taşımada kullanıldığına tanık oldum. Orada da kejkere deniliyordu adına.” |
kete |
: |
Unun tereyağında kavrularak içine konduğu bir çeşit çörek. “Anamın ettiği kete Heç biribi yemedin mi Sığ öteden yürüyüşün Ben özneyim demedin mi?” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) |
keteg |
: |
Yazma, örtü. Aman şoför eğle dedim Zalım şoförde eğlememiş Kırmızı ketege aldım Güzel anam bağlamamış (Suat Savur, Adana İli Tufanbeyli İlçesi Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üni., SBE., TDE. ABD, Adana, 2010, s.274). |
ketenpere |
: |
Hile, hurda, sakat. |
ketez |
: |
1. Araba tekerinin çevresindeki demir çember. 2. Sandık çevresine çakılan 1-3 cm eninde demir çember. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
ketin |
: |
Keten. |
ketip |
: |
Katip, yazman. “Sêmen geldi gol gol gezer Üç ketip cehezini yazar Beş lirelik telden izar Soykalar galdı Hacca’dan” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kına Gecesi Ölen Hacca Kız’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Hürside Karpuz - Döndü Parmaksız) |
ketlemek |
: |
Kaynayan yemeği taşırmamak için karıştırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
ketmetmek |
: |
Hakkına el koymak, gasp etmek. |
kevek |
: |
(Taş, vb. için) İçi delikli, hafif, çabuk kırılabilen, yumuşak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
keveke |
: |
Tarhana vs. için çok gevrek. |
keven |
: |
1. Yörüklerin ısıtmada yakacak olarak kullandıkları, dikenimsi bir yayla otu. 2. Baklagillerden, dikenli bir çalı olupkimi çeşitlerinden kitre denilen zamk çıkarılır, geven. “Cıngır cıngır öten koşar Ellerin ardına düşmüş Yağlı kurşun değincağız Kevenin içinde şaşmış” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I) |
keven daşı |
: |
Üstünde keven döğülen taş. |
keveret ola |
: |
Geçmiş olsun. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kevgi |
: |
1. Su kabağından yapılan su kabı. 2. Romatizma. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kevgir |
: |
Süzgeç. |
kevik |
: |
1. İçine ot bağlanmış hayvan derisi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Kalburda kalan iri saman ve başak taneleri. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Hevenk, sepet vb. şeyleri asmaya yarayan ağaçtan yapılmış çengel, çivi. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 4. Fırsat yakalama. 5. Hayvanın sırtına, derisine. |
kevikli |
: |
Kalburda kalan iri saman ve başak taneleri. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
keviklik |
: |
Samanlık. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada. Mr.) |
kevki |
: |
Kepçe, sukabağından yapılmış kap. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kevkir |
: |
Kevgir. |
Kevrangıran |
: |
Akşam ilk doğan yıldız. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kevren |
: |
Kervan. “Evine umucu geldi Davran gul olduğum davran Çekdir gırın golanını Gezbel’den aşıyo kevren” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
kevüklük |
: |
1. Yapı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Samanlık. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kevzilemek |
: |
Yaprak biti düşmek. |
key |
: |
Sınır, kenar. |
keyf’otu |
: |
Çok gerekli olmayan, zevk için alınan, bulundurulan nesne. |
keyfi: |
: |
İsteyerek, bile bile, özellikle. |
keyfi çatmamak |
: |
Rıza göstermemek, gönlü olmamak. |
keyiş |
: |
Papaz. |
kéyke |
: |
Başı yukarda, çenesi ilerde dolaşan. |
kéyke kéyke |
: |
Gaksız kasvetsiz, başı yukarıda çenesiileride dolaşmak. |
kéykelmek |
: |
1. Sert ve dik durmak. 2. Geriye doğru tavır yapmak, arkayayaslanmak, yaslanır vaziyette ise birden doğrulma vaziyetialmak. |
keykenek |
: |
Kapuşon, başlıklı bir çeşit yağmurluk. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
keynişmek |
: |
Kıskanmak, benzerini almaya veya yapmaya çalışmak. |
keypenek |
: |
Yağmurluk. |
keyri |
: |
Sonra. |
keyvat |
: |
Bisküvi arası lokum. |
keyveni |
: |
Ahçı. |
kezzek |
: |
Tarla sürerken kötenin, bağ çapalarken çapanın çıkardığı sıkışmış iri ve sert toprak parçası. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) |
kıbal |
: |
1. Değişik ve özel biçim, yol. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç.) 2. Yüz, yüz özellikleri, eşkal. (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kıbık |
: |
Bir bölgeye özgü hastalık. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kıble |
: |
Güneyden esen yel, namazda yönelinen yön. Kıbleyedir çeşmesinin akışı Bülbüle hoş varır gülün kokuşu Mısır hazinesi değer bakışı Top zülüflü güzeli var bu çölün Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.572 |
kıbrıs zeybeği oyunu |
: |
Bölgede oynanan seyirlik bir halk oyunu. KIBRIS ZEYBEĞİ: Coğrafi, ekonomik ve iktisadi koşullarla bağlantılı olarak, Kıbrıs'ta bilinen bu dans Silifke'ye taşınmış ve sevilmiştir. Oyun Kıbrıs'a Türkmen aşiretlerinin gidip gelmesi dolayısıyla yaptıkları kahramanlıkları anlatmaktadır. Silifke Zeybeğinin bilinen bir öyküsü yoktur, yörede oynandığı için bu isim verilmiştir. Çok hareketli, kıvrak ve çok figürlü bir oyundur. (Aslı Ağcalar, Silifke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Mersin Üni., S.B.E.,TDE., ABD, Mersin, 2009, s. 240) |
kıcı |
: |
1. Tütün fidesi yetiştirilen yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Bora, rüzgarla karışık yağan yağmur. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 3. Keçi, koyun pisliği. 4. Dolunun küçüğü. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) “İskeleden kalkmış ol Osman Paşa Kıcıllı boranlı dağ var önünde Elbeyli beyleri atbaşı çekmez Çevrilip konacak yer var önünde” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul, II. Baskı, 1984) |
kıcık |
: |
1. İnce, bacağın içine doğru kıvrık kuyruklu koyun. 2. Küçük. |
kıcık vermek |
: |
1. Oyunbozanlık etmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Dedikodu yapıp iki kişiyi birbirine düşürmek, kışkırtmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Kızdırmak, sinirlendirmek, öfkelendirmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kıcıktırmak |
: |
Sıkıştırmak, acele ettirmek, ivdirmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kıcıma |
: |
Sonra. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kıcırdamak |
: |
Gıcırdamak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) |
kıcırım bükme |
: |
Tavşan kaçışı. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kıcırım bükmek |
: |
Zorla yapmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kıcırım etmek |
: |
1. Üstelemek, sırnaşmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Bir şeyi gizlemek amacıyla işaretle anlatmaya çalışmak. |
kıç |
: |
1. Ayak bileği. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Ayak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) “Başında hünkari yazma Kaş eğdirip gözün süzme Kıçında kılıklı çizme Giyip de gezenim öldü” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Hacı Hüseyin’in Oğlu’nun Ağıtı, Derleyen: Cabir Tercan)
“Neydi Kibar’ın suçu Yandı Adana’nın içi Beşini birden astılar Sallanıyor eli kıçı” (Ahmet Şükrü Esen - Kibaroğullarının Ağıdı) |
kıçı yanık it gibi dolaşmak |
: |
İşsiz güçsüz gezip durmak. “Kıçı yanık it gibi dolaştı durdu.” |
kıçın kıçın |
: |
Arka arka, geri geri, anariye. |
kıdık |
: |
Gerdan. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kıdım kıdım |
: |
1.Az az, küçük küçük, ağır ağır, yavaş yavaş. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Sindire sindire, yavaş yavaş. “Yılan bile toprağı kıdım kıdım yalarmış bitecek diye.” |
kıdırış |
: |
İyi gelişmemiş, kötü. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kıfı |
: |
Güldürücü, eğlendirici. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kıfır |
: |
Böceklerden korumak için asma kütüklerine ve filiz yerlerine sürülen macun. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kıflamak |
: |
Arpa, buğday vb. tahılın başını koparmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
Kığ |
: |
Nohut büyüklüğünde kurumuş koyun b.ku. |
kığı |
: |
Hayvan gübresi. |
kığılamak |
: |
(Tavuk) Gıdaklamak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kıkaç |
: |
Eğik olarak dizilmiş, arkaya doğru eğilmiş şeyler. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kıkımak |
: |
Kızmak, öfkelenmek, hiddetlenmek. |
kıl ipten kuşağa muhtaç |
: |
Yoksul kimse. “Kıl ipten kuşağa muhtaç duruma düştü ama gene de ders almadı.” |
kıl köprü |
: |
Sırat köprüsü. İlettiler kıl köprüyü geçmeğe Gayrı yolum yoktur dönüp kaçmağa Uçmaklık olanlar gitti uçmağa Günahkâr olanlar yansa gerektir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.613 |
kıl ördek |
: |
Daha biçimli, daha güzel ördek. Kılkuyruk da denilir. Güvercin duruşlu keklik sekişli Kıl ördek boyunlu ceren bakışlı Tavus kuşu gibi göğsü nakışlı Şöyle bir güzel ver gönlüm eğleyim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.505 |
kılağı |
: |
(Bıçak, makas vb. şeyler için) Keskinlik. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.). |
kılağı vurmak |
: |
Keskinleştirmek, bilemek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kılağılamak |
: |
Bilemek, keskinleştirmek.(TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kılağılı |
: |
(Kesici araç) Keskin durumda, keskin. |
kılanlı |
: |
Keskin. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kılapa |
: |
İyi gelişmemiş ekin. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kılav |
: |
Dinçlik, beden sağlığı, neşe. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Naçar kılavcığım naçar Alacanlı huğa kaçar Karşıda bir atlı görse İkisi bir çaydan geçer
Aldık gittik kızıŋızı İt yalasıŋ yüzüŋüzü (Toroslarda gelin getirirken söylenen taşlama.) |
kılavlamak |
: |
1. (Kesici aracı) Bilemek, keskinleştirmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. Osm.) “Çakısını uzun uzun kılavladı, keskinleştirdi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) 2. Okşamak, övücü sözler söylemek. |
kılavlanmak |
: |
1. Süslenmek, boyanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. (Kesici araç) Bilenmek, keskinleşmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Usturaları bilemeden sonra, biraz daha keskin ve ağzı düzgün olsun diye varsa eğer bazı pütürler giderilsin diye direkte asılı olan kayışa yukardan aşağı ve aşağıdan yukarı her iki tarafı da bir kaç kere sürtülerek kılavlanırdı.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan II, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
kılavlı |
: |
1. Keskin. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Yaşı büyük olup da genç görünen. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 3. İştahlı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada.) 4. Sağlığı yerinde, iştahlı, istekli. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kılbaş |
: |
Erkek çocukları. “Akıyor gözümden durmayıp yaşlar Babam diye ağlaşıyor kılbaşlar Tuz ekmeği helal edin kardaşlar Sağ gedip de gelmemize güman hey” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 142 |
kılbaşı |
: |
1. Koyun ve keçilerin ayaklarında çıkan bir çeşit çıban. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. İnsanlarda parmak üzerinde çıkan yumruk büyüklüğünde bir çeşit çıban. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kılbır |
: |
Yörük yaşamında, özellikle yaylalarda şiddetliesen yele karşı içinde oturmak ya da yatmak için taşlarla çevrili ve bir giriş kapısı bulunan yuvarlak bir muhafazakarlık. “Hacı Memmet Kastal’ı geçince Yassıkaya’nın alt tarafında Muzu’da Dölek Armudun üst tarafına kılbırını ördü. Kılbırın heme yanıbaşına da davarları için ağıl ve kom yaptı. Arı kovanlarını da komun yan tarafına yaptığı arı damının içine yerleştirdi.” |
kılcar |
: |
Keçi kılından, dokuma kumaştan yapılmış don, şalvar. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kıldır |
: |
Hoppa, oynak, hafif kadın. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kıldırdamak |
: |
Oyalanmak, sallanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kılguyruk |
: |
Bir çeşit su kuşu. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kılıcına koymak |
: |
Dikdörtgen biçimindeki ağaç, demir, tuğla vb şeyleri dar olan yüzleri üzerine koymak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kılıç |
: |
1. Başağın sivri ucu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. El tezgahında dokuma malzemesini sıkılaştırmakiçin kullanılan tahtadan yapılmış kılıç biçimindeki araç gereç. 3. Boyunduruğun ortasındaki deliğe takılan kısa ağaç. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
kılıç arpa |
: |
Hayvanlara yedirilen başağın taneleri iki sıralı dizilmiş olan, sivri, uzunca ve kuvvetli arpa. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kılıç kırmaca |
: |
Doğrudan doğruya, direkt. |
kılıç oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. KILIÇ OYUNU Erkek çocukları arasında oynanan bir oyundur. Oyuna başlamadan çocuklar kendilerine tahtadan bir kılıç yapar. Oyuncular karşılıklı geçerek kılıçlarını birbirine vururlar. Her oyuncu hem kendini savunur, hem de rakibine saldırır. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s. 218) |
kılıçlı |
: |
Bir çeşit kilim. Bir de ḵılıçlı kilim doḫudum. |
kılkurt |
: |
1. Soğuktan, nemden, davarların ciğerlerinde, nefes borularında olan ince uzun bir kurt. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. İnsanın mide ve barsaklarında yaşayan asalak solucan ,şeritler, tenya vs. |
kımbıl |
: |
Eskimiş giysi. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kımçınmak |
: |
Yaşlı ya da dişsiz hayvan otu kavrayamadığı için salyasını akıtarak otlamaya çalışmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kımıl |
: |
Buğdaylara dadanan, tahtakurusuna benzer, koku çıkaran kanatlı bir böcek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kımıl kımıl |
: |
Yavaş yavaş, ağır ağır. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) |
kımıltısı kesilmek |
: |
Hareketsiz kalmak. “Kımıltısı kesildi.” |
kımpeş |
: |
Aykırı, ters. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kımraşmak |
: |
Kımıldamak, kıpırdamak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kımuşmak |
: |
Kımıldamak, kıpırdamak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kına yanmak |
: |
Kına yakmak. Burada oynayan oynar gúlen gúler ḳına yanır. |
kınacık |
: |
Tahıl bitkileri çiçekteyken yağmurun çok yağması nedeniyle, başakların arasında kalan damlalaların oluşturduğu pas rengindeki hastalık. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm. Mr. İç.) |
kınafır |
: |
Hoppa, oynak, hafif kadın. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
kınak |
: |
Uşak, hizmetçi. |
kınalı kuzular |
: |
Askere yollanan gençler. |
kınamak |
: |
Ayıplamak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç. Mr. Osm.) Yüküm kumaştandır satamaz oldum Garib bülbül gibi ötemez oldum Kınaman komşular yatamaz oldum Giriyor sevdiğim düşüme benim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.499 |
kıncıfır |
: |
1. Naz, cilve. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Kötü, arabozucu kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. (Kadın) Hoppa, oynak, hafif. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kıncıflı |
: |
1. Süslü, şatafatlı. 2. Nazlı, cilveli. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kıncıfmak |
: |
Üşenmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kıncırak |
: |
Tahterevalli. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
kındam |
: |
Kazma, balta vb. araçların arka ve sivri tarafı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kındıra |
: |
Sulak yerlerde yetişen, ince uzun yapraklarının kenarları keskin, geliçgillerden bir ot. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
kındırık |
: |
1. Aralık, az açık. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. (Kapı, yara vb.)Tam kapanmamış. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
kındırmak |
: |
(Kapıyı, pencereyi) Aralık bırakmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) “Bırak kındırık kalsın öyle.” |
kıneycesi |
: |
Kına gecesi. |
kıŋgıç |
: |
Tahtarevalli. |
kınıkınına |
: |
Tastamam, tıpatıp. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kınıkmak |
: |
1. Zor durumda kalmak. 2. Yaban hayvanını kendine alıştırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) Bir tilki yakaladım, kendime güç kınıktırdım. |
kınmak |
: |
İleri geçmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kıntaş |
: |
Yan, eğri, yamuk. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kıntıma |
: |
Cimri, pinti. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kıpa bakmak |
: |
Gözünü kısarak bakmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kıpçınmak |
: |
Sakınmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kıpıktırmak |
: |
Zorlayarak harekete geçirmek. |
kıpırcım goyurmak |
: |
Zorlayarak harekete geçirmek veçok çalıştırmak, yormak. |
kıpırdak |
: |
Çabuk. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kıpırtı |
: |
Hafif ses. |
kıpmak |
: |
(Göz) Kırpmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kıpnistan |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Kahve cezvesi gibi küçük bakır ürünlerinde kullanılan örse verilen addır. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 40) |
kıpraşmak, kıpramak |
: |
Yavaşça kımıldamak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
Kıprıs |
: |
Kıbrıs. |
kıptik |
: |
Polis. |
kır |
: |
1. Kulağı beyaz işaretli keçi. 2. Beyaz siyah karışımı, kırçıl. Beş yüz atım olsa beş yüzü doru Binse etbalarım eylese harı Beş yüzü de öveyk bini de kırı Beş yüz yedeğine al ister gönül Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.482 |
kır dağ |
: |
Ağaçsız taşlık dağ. |
kıraç |
: |
Verimsiz, çorak toprak. |
kırağ |
: |
İstek, neşe, sağlık. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kırağına |
: |
Kıyısına. “Ulu suyun akıntısı, Kıragının yıkıntısı, Dar Ova’sının döküntüsü, Sardı Elif’imi Elif’imi” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Elif Kız’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Safiye Temiz) |
kırak |
: |
Kenar, kıyı, bir şeyin sınırını oluşturan çizgi ya da çizginin yakınındaki yer. “…şalvarının cep kıraklarını altın sırmayla işleten odur.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kıran |
: |
1. Çevre, kıyı, kenar, uç. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) 2. Dağ tepesindeki ağaçsız, çıplak düzlük. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Salgın, salgın hastalık. “UFO’nu dersen Nurhaklı vurdu Postalın içini al kan doldurdu Helete Köyü’ne kıranı girdi Neneyle neneyle Iraz neneyle” |
kıran artığı |
: |
Salgın hastalık sonunda sağ kalan. |
kırandıkılasıca |
: |
Kökü kuruyasıca. |
kıran dıkılmak |
: |
Salgına maruz kalarak telef olmak. “Kıran dıkılasıcalar.” |
kıranına |
: |
Kıyısına. |
kıranında |
: |
Kıyısında. |
kıranlık |
: |
Kötülük, fenalık.(TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kıraşmak |
: |
(Boynuzlu hayvanlar) Birbiriyle vuruşmak, süsüşmek. |
kırat |
: |
Yaklaşık 22-25 kg buğdaya ya da çeltiğe verilen ad. |
kıravga |
: |
Kıraç toprak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kırcalı |
: |
Kaçak tütün, ünlü Bulgar tütünü. |
kırcı |
: |
1. Dolu. (TDK Derleme Sözlüğünden İç. Osm.) 2. Ufak ve sert taneli kar. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Kıçı. |
kırcılı yağmur |
: |
Esintili ve eğimli gelençok sulu bir yağış türü, kıcılı yağmur. “Kırcılı yağmur Avarlığı harap etmiş. Baldırcanların yaprakları delik deşik olmuş, domateslerin alayı dalından dökülmüş, fasulyelerin çıbıkları birbirine girmiş.” |
kırçarmak |
: |
Sertleşmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kırçıl |
: |
1. İhtiyarlamış erkek domuz. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Kırlaşmaya başlamış dik saç. 3. Beyaz. 4. Siyah beyaz karışımı. |
kırçınlamak |
: |
1. Korunmak, sakınmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. kaçınmak, çekinmek, yapmam,k istememek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kırçınmak |
: |
Kaçınmak, çekinmek, yapmak istememek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kırçmak |
: |
Bir şeyi dişle kesmek, koparmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kırdağ |
: |
Ağaçsız taşlık dağ. |
kırdıran |
: |
Oynak, kötü kadın, fahişe. |
kırf etmek |
: |
Paramparça etmek, altüst etmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kırfacan |
: |
Acınacak, utanılacak durum. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kırfacan etmek |
: |
Kırıp geçirmek. “Köyün hepsini de kırfacan ettiler.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kırfacana çevirmek |
: |
Kırıp geçirmek. “Üstlerine yağan bombalar gavurları kırfacana çevirir.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kırfacana uğratmak |
: |
Kırıp geçirmek. “Marmaraya bir şeyler oldu, yunuslar kırfacana uğratılınca denizden bet bereket çekildi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kırgı |
: |
1. Gövdeden ayrılmış ve yaprağı dökülmüş ince ağaç dalı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç.) 2. Âfet, belâ, kıran. 3. Kırılmış çalı. |
kırgım |
: |
Geline yakınlarının verdiği armağan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kırgım davarı |
: |
Düğün adeti gereği olarak gönderilen bir hediye türü. “Kıza giden davarın adına KINADAVARI, düğün sahibine hediye olarak gelen davarların ismine de KIRGIMDAVARI derler.” (Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I) |
kırı |
: |
Merkebin bir yaşlarındaki sıpasına denir. “Bir yaşına geldi kırı ama hala anasının yanından ayrılmıyor.” |
kırık |
: |
1. Kadının yasalara ve törelere aykırı olarak ilgi kurduğu erkek sevgili. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Çok samimi arkadaş ya da sevgili, hovarda, dost. (Yalnızca erkekler tarafından kullanılır.) “Kırığına güvenip kocasız kaldı.” “Kırığına güvenen ersiz kalır.” |
kırık dölü |
: |
Piç, evlilik dışı olan çocuk. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada. İç.) |
kırık kırtık |
: |
Kurumuş ve dökülmüş çalı çırpı, çerçöp. Ada. Mr. |
kırık tutmak |
: |
Zina etmek, dost tutmak (kadın için). |
kırık yerin olmayacak |
: |
Çekindiğin yer olmayacak. “Kırık yerin olmayacak, başın dik olacak.” |
kırıkhan |
: |
Kahramanmaraş’ta düğünlerde oynanan bir oyun. Sağ ayak sağa doğru basılıp sol ayak yanına çekilirken alkış vurulur. Aynı hareket sağ ayak öne ve arkaya biçiminde de yapılır. II. Adım cümlesi: Sağ ayak öne basılır, sol kalkar, sol ayak basılır, sağ kaldırılır, sağ ayak yerine basılır, sol ayak dizden bükülerek kaldırılır. Sol ayakla öne topuk vurulur ve yerine çekilerek sağ ayak kaldırılır. İlk üç sayıda kollar öne arkaya sallanır. III. Adım cümlesi: sürükleme hareketi yapılır. IV. Adım cümlesi: İkinci adım cümlesinin hoplatması yapılır. (Hatice Fatoş Derebent, Çağlayancerit Halk Kültürü, Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi, Kahramanmaraş, Mayıs 2015. s. 100) |
kırıklanmak |
: |
Başını dikerek gösteriş yapmak, kasılmak. |
kırıklığa gitmek |
: |
Eşi olmayan kadınla ilişkiye girme. |
kırılmak |
: |
Ölmek, kıran girmek. |
kırım |
: |
Köy sandığına yatırılan para. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kırıntı |
: |
Yemiş, çerez. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kırıp sırmak |
: |
Bütün varını yoğunu bir araya getirmek. |
kırışgan |
: |
İyi dövüşen öksüz. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kıri |
: |
Eşeğin sıpası. |
kırkaç |
: |
Davar kırkılan makas. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kırkı kırkına karışmak |
: |
Doğdaçlar için aynı günlerde doğmuş olmak. |
kırkım atmak |
: |
Düğün hediyesi vermek. “Abim kırkım attığı halde tosunumu hala vermedi.” |
kırkınmak |
: |
Köpek havlamak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kırkını saymak |
: |
Çok korkan bir kimseninkırk içinde öleceğinden korkulduğu içinkırk günü atlatmasını beklemek anlamında. |
kırkkanat |
: |
Yaraları iyileştirmek için kullanılan, yaprakları damarlı bir ot. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kırkkatanak |
: |
İşkembenin bir bölümü, kırkbayır. |
kırkkıvrım |
: |
Hayvanların kat kat olan midesi, şirden. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kırklamak |
: |
Boğaz hastalıklarında boğaza masaj yapmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç. Ada. Mr. Osm.) |
kırklı |
: |
Kırk günü dolmamış bebek. “Bir oğlu var, kırklı kızı Beyler ısmarlamış bizi Konağımı çevirdiler Doğarkene tan yıldızı” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I) |
kırklık |
: |
Davar kırkılan makas. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kırlangıç |
: |
Öküz arabasında arka dingil ve tekerlekleri özeğe bağlayan çatal ağaç. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kırma |
: |
1. Av tüfeği. 2. Pekmezle yarmadan yapılan tatlı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 3. Melez. |
kırman |
: |
Kirmen. |
kırmavık |
: |
Dişi kedilerin çiftleşme isteği gösterdikleri durum veya zaman. |
kırmıt |
: |
Kiremit. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kırnak |
: |
Buyrukaltı, uşak, hizmetçi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
kırnap |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; kendirden yapılmış ip. |
kırt kırt |
: |
Havuç. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kırtışık |
: |
Kırışık. |
kırtışmak |
: |
Kırışmak, kırış kırış olmak. |
kısağı |
: |
Çevresi sarp ve engebeli yer. (TDK Derleme Sözlüğünden. Osm.) |
kısarak |
: |
1. Biraz kısa, kısaca. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Kısaca, kısa boylu. Sarı çedik geymiş koncu kısarak Gidiyor da birim birim basarak Anası mayadır kızı beserek Emirler'den bir kız indi pınara Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.397 |
kısboğum |
: |
Darboğaz. |
kısık |
: |
İki dağ ve tepe arasındaki dar geçit. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
kısıkmak |
: |
Kaçıp kurtulma yolu kalmamak, sıkışmak, (El vb.) iki şey arasında kalmak, sıkışmak, zor ve çaresiz bir hȃle düşmek, madden veyamanen yardıma ihtiyaç duymak.. “Kapana kısıktıklarını anlıyor Deli Durdu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kısıktırmak |
: |
Bir şeyi yapmak ve yaptırmak için veya birvesileyle kişiyi sıkıştırmak. |
kısır |
: |
Kuzusuz koyun ya da doğurma özelliği olmayan canlı varlıklar. “Kazanında kısır kaynar Odasında köçek oynar Arık Hasan Boz Ömer’im Bütün eller methin eyler” (Derleyen İbrahim Davutluoğlu, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
kısırtı |
: |
Çalılıklar arasından ya da otlar arasından gelen ne tarafından çıkarıldıgı belli olmayan ses. “Kocaman bulutlar ayın önüne gelmiş ve kayaların ağaçların gölgeleri birbirine karışmıştı. Dokurcun Dağı, az önce olanları unutmuş, ardıçlardaki birkaç kuşun kısırtılarını dinliyor gibiydi.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
kıska |
: |
Soğan tohumu, arpacık soğanı, küçük soğan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç. Osm.) |
kıskaç |
: |
Mandal. |
kıskıs |
: |
Köpekleri kızdırma, kışkırtma ünlemi. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kısmat |
: |
Kısmet, nasip. “Kısmatın var ise gelir Yemen’den Kısmatın yoğ ise ne gelir elden Hüccetim kadıdan beratım senden Hiç yazılan yazı karalanır mı” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 425 |
kısmet |
: |
Nasip. Kalk gidelim atım harab haneden Kısmetimiz versin Mevlâ'm Yaradan Eğrikol'da yem yedirem atıma Gece Eğrikol'da yatalım atım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.491 |
kısmet olmak |
: |
Nasip olmak. Kısmet olup ben bu elden gidersem Sen de bu ellerde kal kara gözlüm Gurbet elde kem habarım duyarsan Başının çaresin bul kara gözlüm Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.514 |
kısmık |
: |
1. Bakla. 2. Cimri, pinti. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kısmır |
: |
Kıskanç. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kısnık |
: |
Cimri, pinti. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kıssık |
: |
Dar ve yüksek bayırlı dere. |
kısta |
: |
Kıssa, misal. “Sırını verme de avrada dosta Aklı olan alır bundan bir kısta Şerlice olursan, çıkarsın üste Zamanenin geçinmesi şerinen” (Dadaloğlu, Derleyen: Duran Doğan, Barış Kabalcı, Kay-nak Kişi: Behzat Gök) |
kıstırgaç |
: |
Saç tokası. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kıstırma |
: |
Saç tokası. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kış katığı |
: |
Kış için hazırlanan yiyecek, zahire. |
kış yarısı (saya) oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir seyirlik köy oyunu. KIŞ YARISI (SAYA)Ocak ayının on beşinden sonra, bir kişinin yaşlı kadın kılığına girerek, tüm evlerin kapı kapı dolaşmasıyla yapılan, bereket ve bolluğun artırılması amacı taşıyan bir köy seyirlik oyunudur. (Duygu Arslan, Kahramanmaraş İli Göksun İlçesi Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üni. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2011, s.395) |
kışalamak |
: |
Kümes hayvanlarını “kışkış” sesiyle çıkararak kovmak, ürkütmek. “Öylesine yorgundu ki, sinekleri kışalayamadı bile, uyudu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kışe kışe |
: |
Kümes hayvanlarını kovalama ünlemi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kışla, kışlak |
: |
1. Kış geçirilecek yer. Bölgeden fıkra gibi bir yaşanmışlık. YÖRÜK GÖÇÜNDE ÖLÜM BU KADAR OLUR Yörükler yılın belli zamanlarında “kışlak” ve “yaylak” olarak mekân değiştirmek zorundadırlar. Bu gidiş gelişler onların bildiği yollardan olur. Yola çıkmadan önce birtakım hazırlıklar yapılır. Bu hazırlıklar büyük önem taşır. İlk olarak develer süslenir ve üzerlerine çantalar asılır. Göçün önünde yeni elbiselerini giymiş bir gelin elinde kirmanı ile yün eğirerek gider. Yeni doğmuş bebekler beşikleri ile develere asılır. İşte yine böyle bir gün tüm hazırlıklar yapılmış. Fakat ihtiyarın biri çok kötü hastalanmış. Ne yapalım, diye kara kara düşünmeye başlamışlar. Develer yüklenmiş, hazırlıklar yapılmış. Erkenden yola çıkılması gerekiyormuş. En sonunda çocuğun birini adamın yanına koymuşlar: “Koca ölünce şura bir yere göm gel.” demişler. Çocuk beklemiş beklemiş kocanın öldüğü yok. Bir taraftan da hava kararırsa göçe yetişemem diye korkuyormuş. Oradan bir yerden odun parçası bulmuş, bir çukur eşmiş. Adamı canlı canlı içine koymuş. Adam: “oğlum ben daha ölmedim” diye bağırıyormuş. Çocuk ta: “olsun olsun, Yörük göçünde ölüm bu kadar olur.” demiş. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s.84) 2. Koyun ve keçi sürülerinin gecelediği ya da kışın barındıkları kapalı ağıl. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kışman |
: |
Çok fazla ve şiddetli (Genelde kış mevsimi için kullanılır.) |
kıtalmak |
: |
Kıtlaşmak, azalmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) “Aşık Halil derde eyledim naklim Tükendi sermayem kalmadı saklım Kıtaldı dermanım zayi oldu aklım Yoksa vadelerim yakın mı ola” (Celil Çınkır, Andırın Sözlü Kültür Varlıkları Envanter Çalışmaları - I, “Beşbucaklı Aşık Halil”.) |
kıtık |
: |
Cimri. |
kıtırak |
: |
Kıt, az. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kıtmır |
: |
Cimri, pinti. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kıtsat hatırlamak |
: |
Eksik anımsamak. |
kıv |
: |
1. Avcılıkta avı ürkütüp belli bir yöne sürmek için topluca çıkarılan yaygara. “Arkasından yangın ağzını açmış koşturuyordu. Kıv eyliyordu” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) 2. Yüreklendirici, iştahlandırıcı ses. 3. Cesur, korkusuz. “Atın eşkini de yiğidin kıvı Güzelin üstüne kurulu kâvî Gökte göğel ördek şahanın avı Çalıp kanadını uçamıyorum” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 510 |
kıv etmek |
: |
Avcılıkta “vardı ha, geldi ha, kaçıyor ha” diyerek avı istenen yöne sürmek, herkesi gayrete getirmek için bir takım sesler çıkarmak. |
kıvcı |
: |
Sürek avında avları ürkütüp gizlendiği yerden çıkarmak için gürültü patırtı yapan kimse, Kıv eden kimse. “Alimallah biz bu dağlarda gaybolurug. Avlagları da bilmiyog kine. Yayla yolu da muntazam değil . Bana sorarsanız bir kıvcı alalım.” |
kıvı |
: |
Hücum, saldırma. |
kıvılcık |
: |
Can sıkıntısı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kıvırcık |
: |
Bir santimetre eninde, on santimetre boyunda yaprakları kıvrımlı bir çeşit ot. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kıvırmak |
: |
Aşırmak, çalmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kıvırşık |
: |
Pazı bitkisi. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kıvlamak |
: |
1. Hücum etmek, saldırmak, seyirtmek. 2. Birini bir şeyi yapmaya yüreklendirmek, iştahlandırmak. 3. Gayret göstermek. |
kıvlanmak |
: |
Kıvamlanmak. “Veli’nin yağlığı ağlı Şöyle gelin dili bağlı Kara çadır büyük evli Kıvlanmış babam uşağı” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
kıvrak |
: |
1. Çevik, tetik, çalışkan. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Aceleci. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. İş ve söz ustası, maharetli. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Geldi kötünün uşağı Ne kıvrak bağlar kuşağı Öldürmüşler Duran’ımı Boşuna atman fişeği” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I) |
kıvramak |
: |
Gayrete gelmek. |
kıvrambaç |
: |
Viraj. “Kıvrambacı geçince göreceksin bizim haymayı.” |
kıvranmak |
: |
Dolanmak. “Gıvranın gemiye binin (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
kıvratmak |
: |
Döndürmek, örmek. “Kıvratmaktan parmağımın ucu uyuştu.” |
kıvrıktırmak |
: |
Acele ettirmek, ivdirmek, sıkıştırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kıvrışık |
: |
1. Kıvırcık. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Eğri büğrü, buruşuk, kırışık. 3. Pancar yaprağı. 4. Kılçıklı taze fasulye ve bununla yapılan zeytinyağlıyemeğe verilen ad. |
kıvrışmak |
: |
Sarmal bir biçimde birbirine sarılmak, (saç) lüle lüle olmak, kıvrık duruma gelmek. “Fesin altından kara kakülleri çıkmış, kıvrışarak alnına dökülmüştü.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kıvşıltı |
: |
1. Gizli konuşma, fısıltı. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Çabuk ve kısa adımlarla gezinme, gidip gelme. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kıy dövmek |
: |
İlgisiz görünmek, uzak durmak. |
kıya kıya bakmak |
: |
Öldürür gibi bakmak. Gargıcak'ta bir güzele uğradım Ala gözler kıya kıya bakıyor O güzeli görmemesi yeğ imiş Ciğerciğim aşk oduna yakıyor Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.614 |
kıyak |
: |
1. Hoş, güzel, kibar. 2. Güzel giyimli, yakışıklı, düzgün giyimli. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kıyalamak |
: |
Aralamak. |
kıyalı |
: |
Az, azıcık. |
kıyamet |
: |
Dünyanın sonu. Sıracalar çıksın nazik teninde Dilerim ölesin tatlı deminde Yüzün kara olsun Hak dîvânında Kıyamet gününde başın dar olsun Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.565 |
kıybet |
: |
Gıybet. |
kıydırmaç |
: |
Kızak, kızak kaymak. |
kıyığa gitmek |
: |
Dağdan çalı çırpı toplamaya gitmek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kıyık |
: |
1. İğne. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Yonga. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Büyük yorgan iğnesi, çuvaldız. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. Osm.) |
kıyık kıyık kıymak |
: |
Öldüresiye dövmek. “Bir beni bulursa. Allah var demez…kıyık kıyık kıyar beni” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kıyılgan |
: |
Çok küçük, ince ve sivri uçlu ağaç parçası, kıymık. “Yalın ayak gezme batar kıyılgan Gizli şor hemencek olur duyulgan Haflı insanlara derler bayılgan Diline hayranım Çukurova’nın” (Aşık Feymani (Osman Taşkaya)) |
kıyılıkıpılı |
: |
1. Sessiz sedasız (duruş), düzenli yapılmış iş. 2. Bir uçlu, yavaş, yavaşça. |
kıyın kıyın |
: |
1. Kıyıdan kıyıdan, 2.Yavaşça, sezdirmeden.
|
kıyıp yemediğin malın hesabı şeytan elinde |
: |
Sen yemezsen elin adamı yer. |
kıykaç |
: |
1. Yan yan bakış. 2. Üç köşeli, beyaz, kadın başörtüsü. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kıykam |
: |
Eğri, yan. “Esvap gülgülünün hası Biraz kıykam giymiş fesi Kızlar halaya dizilmiş Zalha’mınki turna sesi” (Derleyen: İbrahim Davutluoğlu, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
kıylı |
: |
Tencereden biraz büyük kazan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kıyma |
: |
1. Küçük kuşbaşı etlerden kavrularak yapılmış kışlık kavurma. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. İnce bulgurla çiğ etten yapılmış dolma içi, çiğ köfte. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kıymat |
: |
Kıymet, değer. “Sıdk ile baktım da güzelin genci Ağzının icinde dişleri inci Al Yusuf alması Aydın turuncu Güzelin kıymatın bilmeli” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
kıymık kıymık kıymak |
: |
Paramparça etmek. “Ben burada durur muyum? Ben ahıra koymayınan Ben eşimi bilmez miyim? Kıymık kıymık kıymayınan” (Derleyen: İbrahim Davutoğlu, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
kıymat |
: |
Kıymet, değer. Gök yüzünde meleklerin pirisin Yer yüzünde arıların balısın Yeni açmış has bahçanın gülüsün Kömür gözlüm kıymatını bilene Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.394 |
kıymatçık |
: |
Az da olsa değer, kıymetçik. Gurbetlikte demir zincir kırılmaz Koç yiğidin kıymatçığı bilinmez Her sabah her sabah yavru görünmez Yol ver dağlar ben sılaya gideyim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.505 |
kıymış |
: |
Keçinin kulağının bir tarafa bükülmüş durumu. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kıyna |
: |
Yavaş, düzenli, sakin. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kıyna kıyna |
: |
Özenle, itina ile, kalem gibi. |
kıypıtmak |
: |
Bir şeyden kendine koparmak. |
kıyrat |
: |
Önem vererek, dikkatli dikkatli, döne döne. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kıytak |
: |
Yonga, kıymık. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kıytık |
: |
Yonga, kıymık. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kıytırık |
: |
Değersiz, iyi yapılmamış. |
kız başlı |
: |
Başında, kızların bağladığı başlık bulunan kimse. “Amanın da Karac’oğlan amanın Kirpikler ok olmuş kaşı kemanın Evvel kız başlıydın duldur zamanın Olursa kız olsun dulu n’eyleyim” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 508 |
kız bitirmek |
: |
Bir erkeğe kız istemek, söz kesmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) “Karayolcu Memmed’in kızını Haluk Hoca’ya bitirmişler. Daha yeni duydum.” |
kız satmak |
: |
Başlık parası alınarak, kız vermek, evlendirmek. |
kızan |
: |
1. Bölgemiz göçmen ağzında; küçük çocuk. 2. Çiftleşme isteği uyanmış dişi köpek. |
kızan olmak |
: |
(Dişi Köpek, kurt, kedi vd. hayvanlar) Çiftleşme isteği uyanmak. |
kızboğan |
: |
1. Sinek yiyen sarımtrak renkte kertenkeleye benzeyen hayvan, çıyan. 2. Kertenkele. |
kızdırma |
: |
1. Sıtma. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada.) 2. Ateş, yüksek vücut ısısı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. Ada.) |
kızdırmak |
: |
Isıtmak. “Emiş!... Çorbayı kızdır!... Ağayın yemeğini ver kızım!...” (İbrahim Boysal - Dönük (Roman) Cadde Yayınları, İstanbul 2006, I. Baskı) |
kızeylim |
: |
Kadınların birbirlerini çağırma ünlemi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kızgaç |
: |
Yel tutmayan, güneş gören, kuytu yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kızgın |
: |
Sıcak. “Kızgınımış yavrum.” |
kızgın getirmek |
: |
Sıcak tutmak, ısıtmak. Hem ḵeççe ǥızgın tutar. |
kızgın taş oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. KIZGIN TAŞ Bu oyun ateşte ısıtılan avuç içi büyüklüğünde bir taş ile oynanır. Oyuncular eşit sayıda iki gruba ayrıldıktan sonra ateşte ısıtılan taş, oyuncular görmeyecek şekilde uzak bir noktaya atılır. Sonra oyuncular taşları teker teker kontrol ederek ısıtılmış taşı bulmaya çalışırlar. Taşı bulan kişi, taşı belirlenen bir noktaya doğru rakip oyunculara kaptırmadan getirmeye çalışır. Rakip oyuncular taşı bulanı fark edip taşı elinden alırlarsa oyunu kazanırlar. Taş belirlenen noktaya getirildikten sonra “sobe” denir ve sobe diyen takım bir puan alır. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s. 218)
KIZGIN TAŞ (GEVİR GÜVÜR) OYUNU Gece oynanır, genç delikanlılar oynar. İki grup oluşturulur. Her grubun ismi olur. Bir taş ısıtılır, kızdırılır. Bir grubun oyuncularından biri taşı uzak bir yere atar. Gruplar karanlıkta elleriyle arar, sıcaklığını hissederek bulmaya çalışır. Taşı bulan grup bulmayan grubu sırtında taşır. (Hilal Gülben Gerek, Adana İli Pozantı İlçesi Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E. TDE. ABD, Adana, 2012, s. 173) |
kızgıncık |
: |
Kızdırılmış bir taşın bulunmasına dayalı biroyun, sıcacık. |
kızgındam |
: |
Hamam. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kızıl |
: |
Müstehcen. “Kızıl şaka.” |
kızıl bozul olmak |
: |
Bir şeyden dolayı çok kızmak,sinirlenmek, bunun sonucu renk değiştirme. |
kızıl ekşi |
: |
Köpek ısırmasında ilaç olarak kullanılan sumak suyu. |
kızıl kır |
: |
At renklerinden pekmez köpüğünü andıran bir renk. (TDK Derleme Sözlüğünden İç. Ada.) |
kızıl örtlek |
: |
Gırtlak, yemek borusu. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
kızıl sıcak |
: |
Yazın en sıcak anı. |
kızıl ümük |
: |
Gırtlak, yemek borusu. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kızıl yürük |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; vücutta çıkan bir çeşit yara. |
kızılak |
: |
Gülgillerden alıç ağacı ve meyvesi. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kızılbaş |
: |
Şiilere ve alevilere verilen bir isim. |
kızılkabuk |
: |
Çamın dış kabuğu. |
kızılkan |
: |
İnsanlardaki üreme suyunun birleşmesinden sonra aldığı yeni şekil. Hakk'ın kandilinde gizli sır idim Anamın beline indirdin beni Ak mürekkep idim kızıl kan ettin Türlü irenglere yandırdın beni Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.457 |
kızılkıvrım |
: |
Kuraklık nedeniyle filizlenen tohumun toprağın yüzüne çıkamaması. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
kızınmak |
: |
Ateş karşısına geçip belli bir sıcaklık kazanmak, üşümesini gidermek, ısınmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç. Osm.) “…üşümüş çocuklar, ateşin kıyısına sokulmuşlar kızınıyorlardı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kızırganmak |
: |
Esirgemek, vermemek, göstermemek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) Kimin malını kişmden kızırganıyorsun. |
kızlarcık |
: |
Kanatları kara, sırtı kül rengi, diğer yanları beyaz ve tüylü bir kuş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kızzak yolu gezdirmek |
: |
Bir şeyi yanlış yerde aratmak. |
kızan olmak |
: |
Dişi köpeğin cinsel ilişki isteği duyması. |
kibar |
: |
Nazik, ince kimse. Nazlı yâr elinden bir selâm geldi Ecel şerbeti de bağrımı deldi Kibar yâr alnına bir yağlık çaldı Yeşil midir oflaz mıdır al mıdır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.606 |
kibrik |
: |
Kirpik. |
kibrit kâğıdı |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. Kibrit Kağıdı: Bu oyun 2-3 oyuncuyla oynanılabilir. Kumda küçük bir daire çizilir. Kibrit kutusunun kağıdı çıkarılır. Düzleştirilir. Kumda çizilen dairenin üzerine kibrit kutusunun kağıtları üst üste dizilir. Düz bir taşla üst üste dizilen bu kağıtlar dairenin dışına düşürülmeye çalışılır. En çok düşürenoyuncu kazanır, kağıtları alır. (Mısra Uğurlu, Adana İli Karataş İlçesi Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üni., SBE. TDE. ABD, Adana, 2010, s.128) |
kibrit oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. KİBRİT OYUNU Uzun kış gecelerinde oynanan bir çocuk oyunudur. Ara sıra büyüklerinde katıldığı olur. Oyun için bir masa (bu çoğunlukla yufka açmakta kullanılan senittir), bir kutu kibrit ve en az üç oyuncu gereklidir. Kibrit kutusu havaya atılır. Yere düştüğünde dik tarafı üzerine durursa atan kişi “ Hakim” unvanını alır. Yan tarafı üzerine dik durursa atan kişi “jandarma” görevini üstlenir. Düz kısmının bir tarafı davacı diğer tarafı hırsız olarak belirlenir. Oyunculardan biri hırsız tarafı attığında, jandarma onu hemen elinden yakalar ve hakime “suçüstü yakaladım” der. Davacı da şikâyetini dile getirir. Suçun ehemmiyetine göre hâkim bir cezaya hükmeder. Kaynak kişi Zeynep Özkapı oyundaki cezalandırma işlemini şu şekilde açıklamaktadır: “istediği yeri düşüremeyen dayak yerdi. Elimizde sopa olmadığı zaman tülbendin ucunu bağlardık. Onunla vururduk. O çok acıtırdı, jandarma denk getiren kurtulurdu.” Diğer mesleklerin bir etkisi yoktur. 3-4 kişi ile oynanabilen bu oyunda amaç, yere düşen kibrit kutusunun düz kısmın (hırsızı) denk getirmeden oynamaktır. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s. 218-219) |
ki:f |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; keyif. |
ki:se, ke:se, ki:se |
: |
O olmazsa, o olur, neyse. |
kiğtermek |
: |
Soğuktan titremek. |
kirdemek |
: |
Densizce gülmek. |
kikirik |
: |
1. Çok gülen. 2. Horoz olmak üzere olan piliç. |
kiksisi |
: |
İçten pazarlıklı. |
kil |
: |
Eskiden şampuan yerine kullanılan, su geçirmeyen bir tür toprak. |
kil leğeni |
: |
Kadınların hamama giderken malzemelerini koydukları, hamamda ise kili yoğurdukları kaptır. |
kilden, kildennig |
: |
1. Hamam tası. 2. Su içmek için kullanılan su bardağı hacminde metal kap, tas, küçük su tası, bardak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kildenlik |
: |
Hamama giden kadınlar kil kardıkları kap. Maraşlı kadınlar hamama gider iken içine tasını, tarağını, havlusunu, kilini değişik elbiselerini bırakır. Hamamda yiyeceği azığını ya da tarhanasını da koyduğu olur. Bir tür çanta vazifesi görür. Küçük, orta ve büyük boyları vardırç. |
kildirmek |
: |
Fırlatmak, fırlatıp atmak. |
kile |
: |
1. Bölgede 12 kutu tahıla bir kile denmektedir. 2. Bölgemiz göçmen ağzında; kilo. 3. Bir ölçü birimi, 20 kg. Buğday karşılığı ölçü. |
kilemedre |
: |
Kilometre. “Bö:le mâlihülle yapa yapa üç yüz elli kilemedre gelmissim.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
kilik |
: |
1. Andız. 2. Bir çeşit ağaç. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kilitli |
: |
1. Alt ve üst dudağı beyaz olan at. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Atın alnındaki beyazlığın burnundan aşağı akarak alt dudağına geçmesi. “Kilitli atlar yeğlenmez.” |
killeme |
: |
1. Yeni doğan çocukların bağışıklığını güçlendirmek veya güzel kokmalarını sağlamak için onları kille yıkamak. 2. Asmalara zarar veren bir çeşit hastalık, külleme. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
killi |
: |
Kirli. |
kilte |
: |
Toka, patiklerin ayak üzerinden geçen parçasını gövdeye tutturan toka. |
kilteli |
: |
Tokalı ayakkabı, tokalı patik. |
kilten |
: |
Eklem yeri. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kimbazi |
: |
Bazen. |
kimezi |
: |
Kimisi, bazısı. |
kimi ununa gider, kimi ününe gider |
: |
Kimisi para peşinde, kimisi şöhret peşinde. “Kimi ununa gider, kimi ününe gider.” |
kimin atına eşek dedik |
: |
Etliye sütlüye karışmadık. “Kimin atına eşek dedik ki.” |
kimine hay günü, kimine pay günü |
: |
Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
kiminsin |
: |
Kimin kızısın, kimin yarisin. Salınıp seyrân yerine Çıkan dilber kiminsin sen Siyah zülfün mâh yüzüne Döken dilber kiminsin sen Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.532 |
kimken |
: |
Kimi kez, arasıra, bazen. |
kimranmak |
: |
Kıvranmak, can çekişmek. |
kimya |
: |
Az buluınan faydalı şeyler. Yükseğinde namlı karın görünür Engininde güzellerin salınır Kimya dedikleri sende bulunur Burcu burcu kokar gülün Erciyes Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.630 |
kin etmek |
: |
Kin beslemek. Kime kin ettin de geydin alları Yakın iken ırak ettin yollan Çok mihnetle yetirdiğim gülleri Vardın gittin bir soysuza yoldurdun Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.562 |
kine |
: |
Ki. “Gozan hasdaneye vardım Dokdor da hortum atıyor Şöyle döndüm bakdım kine Gadir sedada yatıyor” (Sedye demek istenmiş burada) (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Apandistten Ölen Kadir Demir’in Ağıdı, Ağıdı Yakan: Duran Hacımehmetoğlu) |
kinez |
: |
Koz, ceviz. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kinit |
: |
Anahtar. |
kinni |
: |
Kinli, kinle dolu. |
kinniyesine |
: |
Karşısındakine gıcık vermek için, kinayesine. “İsdiyerek de:l, kinniyesine yapıyor gavırın gızı.” |
kip |
: |
1. Sağlam, dayanıklı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Uygun, tıpatıp gelen. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
kipekip |
: |
Uygun, tıpatıp gelen. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
kipgelmek |
: |
Aynen olmak, tamamen uygun düşmek. |
kipiciklenmek |
: |
Gözleri kapanır gibi olmak, sık sıkgözlerini kırpmak. |
kipinos |
: |
Çizgili sek sek oyununda bir terim. |
kipir kipir |
: |
Bir şeyin hakkını vererek. |
kipirdeme |
: |
1. Kımıldamak, kıpırdamak. 2. Göz seğirmesi. |
kipişik |
: |
1. Kirpikleri birbirine yapışık, gözünü büzerekgörmeye çalışan. 2. Gözünü açamayan. |
kipkipi |
: |
Gözünde tik olan. |
kipri |
: |
Kirpi. |
kiprik |
: |
Kirpik. “Çok gezdim dünyayı, görmedim eşin Nurhak karı gibi parlayor döşün Halkalı gözlerin, kalemdir kaşın Ok kiprik, ala göz, sürmeli gözel” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 110 |
kir |
: |
Haykır, kükre. “Ün etsem de gelir de çitten, çemenden Ağustos ayında kir Mursal Oğlu İçti doluyu da yenemedim Avşar’ı Soyayı iriden vur Mursal Oğlu” (Dadaloğlu, Kaynak: Erhan Çapraz, Fahri Bilge defterlerindeki Kayseri ve Yöresi konulu Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üni., Kayseri 2005) |
kiral |
: |
Kiler. “Köylü arasında kilerin ismi ‘kiral’dır. Mutfağa da ocak dediklerini işittim.” (Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I) |
kiramusa |
: |
Büyük altın. Küçükten büyüğe doğru altın sıralaması şöyledir: çeyrek (urup), yarım, cumhuriyet. Kiramusa cumhuriyet altınının 2.5 katı büyüklüğündedir. “Altınların küçükten büyüğe doğru sıralanması şöyledir. Çeyrek, urup, yarım, cumhuriyet şeklindedir. Kiramusa cumhuriyet altınının yaklaşık 2.5 katı büyüklüktedir.” |
kirc |
: |
Dal. |
kircikmek |
: |
1. Şüphelenmek. 2. Temiz olmasına rağmen kirli bir görünüm almak,rengini kaybetmek. |
kirç |
: |
1. Dut meyvesinin hamı, ham dut. 2. Küçük çam kozalağı, çam tohumu. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 3. Ardıç yaprağı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 4. Tomurcuk. 5. Pur, kurumuş çam dalları, ağaç dalları. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç.) |
kire |
: |
Verimsiz, çorak toprak. |
kirekmek |
: |
Kirli. |
kirekör |
: |
Kir götüren, kir göstermeyen. |
kirevit |
: |
Kerevit, sedir, tahta kanepe. |
kirez |
: |
Kiraz. |
kiri kirpiğinden akıyor |
: |
Çok kirli, pasaklı. “Kiri kirpiğinden akıyor.” |
kirik |
: |
1. Boza yakın renk. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Ördek yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 3. Kullanıla kullanıla ufalmış, ele gelmeyecek kadar küçük sabun. 4. Horoz olmak üzere olan piliç. “Ekinlerde olur firik Tavuklarda boynu uzun kirik Gırıtlar’a sansar eniği girik(girmiş) Duydun mu boynu uzun kirik” |
kirinci |
: |
1.Bir yaşına gelmiş dişi deve. 2. 2-3 yaşlarında deve. |
kirinçe |
: |
Kıvraklık. |
kirinden kirt etmek |
: |
Çok kirli olmak. “Kirinden kirt ediyor.” |
kirinmek |
: |
Kendine verilen işi başkalarına gördürmek için tembellik etmek, üşenmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kirinti |
: |
Ufalanmış sabun parçası. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kiriş |
: |
Pamuk atmak için kullanılan araç. |
kirişi kırmak |
: |
Hızla kaçmak. “Sonunda kirişi kırdı.” |
kiriştek |
: |
Döndürülerek oynanan bir oyuncak, fırıştak, topaç. |
kirizlenmek |
: |
(Döğüş hayvanları)Kavgaya hazırlıklı olmak. |
kirkele |
: |
1. Kertenkele. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Pis çocuk, pis insan. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. Bukalemun. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kirkit |
: |
1. Halı, kilim, çul dokumada atkı ipliğini sıkıştırmada kullanılan, genellikle metalden yapılmış dişli araç. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada. Mr. Osm.) “Hüsne ile perde ıydım Kirkiti çuvala goydum Arada bir fısırtı var Bana olduğunu bildim” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) 2. El tezgahı. “Elinde kirkidi vuruyor defe Şafkı düşmüş çadırdaki tenefe Allın değil göstereyim sarrafa Beytullah’ın nuru muydu, ne idi? (Karacaoğlan) “Ömer Kaya, Hacı Abdullah Kozan, Mahalli Kelimeler Sözlüğü, UKDE Yayınları No: 30, Kahamanmaraş, Ağustos 2003.” 3. Badem şekeri biçiminde, tatlı ve gevrek bir üzüm çeşidi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kirlenmek |
: |
Kadınların adet görmesi. |
kirli çıkın |
: |
“Parasını, pulunu saklayan kimse” anlamında kullanılır. “Ne kirli çıkındır o var ya.” |
kirlik |
: |
Kadın giysisi, fistan, gömlek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kirmân |
: |
Eğri ve keskin kılıç. “Belimizde kılıcımız kirmânı Taşı deler mızrağmız temreni Sultan hakkımızda etmiş fermanı Ferman padişahın dağlar bizimdir” (Haşim Nezihi Okay, Köroğlu ve Dadaloğlu, May Yay., 1970) |
kirmen |
: |
Elle yün eğirmede kullanılan, uzunca ve yuvarlak bir çıta ile ona çapraz bağlanmış küçük iki çıtadan oluşan araç. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kirmen gimi dönmek |
: |
Çok çalışmak, çırpınırcasına iş yapmak, bir oraya bir buraya gidip hiç durmadan çalışan. “Kirmen gibi döndü durdu atelyede.” |
kirmeni |
: |
1. Bağlı. 2. Kirmanî, Kirman işi kılıç. “Kirmeni de kılıcımız kirmeni Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 446 |
kirp |
: |
Uygun, tıpatıp aynı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kirp diye |
: |
Bıçakla kesilmiş gibi, birden, ansızın, hemencecik. “Yamaçtan aşağı inerkken ağlaması kirp diye kesildi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kirpas |
: |
1. Kirli, pis, bulaşık, pasaklı. 2. Uyuşuk. 3. Pinti. |
kirpedek |
: |
Bir anda, aniden, hemencecik, bıçakla kesilmiş gibi. |
kirpeden |
: |
Bir anda, aniden, hemencecik, bıçakla kesilmiş gibi. |
kirpiştirmek |
: |
(Gözü) Çabucak kapayıp açmak, sık sık kapayıp açmak, kırpıştırmak. “Gözlerini kirpiştire kirpiştire açtı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kirpit |
: |
Kibrit. |
kirpitin |
: |
Çapa işi gören ucu sivri tarım âletlerinden biri. |
kirrek |
: |
İki delikli ip geçirilmiş ve belli el hareketleriyledöndürülen oyuncak. |
kirrik |
: |
Eşek yavrusu, sıpa. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kirs |
: |
Killi ve çakıllı yağlı ve kaypak toprak. |
kirtelmek |
: |
(Saçlar) Kirden birbirine yapışıp taranmaz duruma gelmek, kıtıklaşmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kirtik (firtik), kirtig |
: |
Küçük sabun, kulanıla kullanıla ufacık kalmış sabun. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç. Mr. Osm.) “İsraf olmasın diye kirtik kadar sabun verilirdi.” (Av. M. Metin Şirikçi, Maraş’ta, Ankara 2001, S. 13) |
kirtik gimi |
: |
Çok küçük, minnacık. “Kirtik tâ galmış.” |
kirtik kadar kalmak |
: |
Çok zayıflamak. “Kirtik kadar kalmış. Yürâm acıdı.” |
kirtil |
: |
1. Sinirli. 2. Sayım vergisi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kirtil çıkarmak |
: |
Çocukların dizkapağının hemen üstünden canlı bir şekilde tutarak canını acıtıp akabinde de kirtilini çıkarayım mı diye onları korkutmak için söylenen bir söz, iliklerini sökmek. “Güccük çocuklara: “Kirtiliŋi çıkarrım bak.” Şakamız, (Kirtil neyise, vücudumuzun neresindi:yese?) incilerimizin başında gelenlerindendi.” (Kadirli Bekereci Köyünden Ekrem, Kaynak: www.bekerecikoyu.com.) |
kirtilini çıkarmak |
: |
Bir şeyi en ufak hȃline gelinceye kadarkullanmak. |
kirtiş |
: |
1. Su kovalarının kulp takılan yerine çember oluşturacak şekilde yapılan kertik. 2. Kısa boylu, gotik. 3. Pürüz, girinti çıkıntı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kirtme |
: |
Kur yapma. |
kirtmek |
: |
Halıcılıkta ipleri bağlamak, ilmek atmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kirve |
: |
Sünnet olan çocuğu tutan kişi. |
kis |
: |
1. Killi toprak. 2. Taş, kum, kil ile karışık kaynaşmış sert tabaka. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. Ada. İç.) |
kisb |
: |
Kazanılan. |
kisb ü kâr |
: |
İş güç, alış-veriş. “Nice merdler durur merd ülkesinde Adam heveslenir eğlenmesinde Diyâr-ı gurbetin çar köşesinde Eğleşilmez kisb ü kâr olmayınca” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 382 |
kisdel |
: |
Eski zamanlardan kalma ve harç kullanılmadan taş parçalarından inşa edilmiş yapı. |
kise |
: |
1. Tarihi bilinmeyen eski devirlerden kalma bina yıkıkları. 2. Kimsesiz ölü. |
kiskibar |
: |
Tertemiz. “Hemi dedim, kiskibar dedim, yü:ye arıda dedim. Piriç gırı: goyi:lermiş, bilmem ney goyi:lermiş içine, yog yog ben eliminen yaparım.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
kiskisi |
: |
İçten pazarlıklı, sinsi kimse. |
kispet |
: |
Dar paçalı meşin pantolon. |
kiş |
: |
Haydi! |
kiş kiş |
: |
Ocaklardan ırak olsun anlamında bir dilek. |
kişelemek |
: |
Kümes hayvanlarını ya da sinek gibi uçan böcekleri “kiş kiş” diyerek kovalamak. “Kapılarındaki at nalları, nazar boncukları gibi… Nazarı kişelesin diye kullanılırdı bunlar.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
kişenmek |
: |
Öç almak için birisinin arkasından atıp tutmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kişi |
: |
Evin erkeği, koca, eş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
kişiflemek |
: |
Dikizlemek, habersizce gözetlemek. |
kişilemek |
: |
Kümes hayvanlarını kovalamak, kümes hayvanlarına kişkiş demek. |
kişip |
: |
Karın dolu gibi yağması. |
kişizade |
: |
Soylu kişi. |
kişkini kırılmak |
: |
Morali bozulmak. |
kişkirmek |
: |
Saldırıya geçirmek, itleri saldırıya geçirmeye uğraşmak. |
kişkirtmek |
: |
İnsan ya da hayvanı kavgaya kışkırtmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kişkiş |
: |
Ocaktan uzak, bizden uzak olsun. |
kişkiş olmak |
: |
Söyleyenden uzak olmasını istemek. |
kişlemek |
: |
(Sivri bir şeyi) Hızla batırmak, saplamak. |
kişlenmek |
: |
1. Kovulmak, kapı dışarı edilmek. 2. Saplanmak, ucu sivri veya kesici şeylerin batması, saplanması. “Güneş tepemizdeydi. Mıh gibi kişleniyordu tepemize.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kişniş |
: |
Ufak daneli çekirdeksiz üzüm, kuş üzümü. |
kişşiflemek |
: |
Dikizlemek, habersizce gözetlemek. |
kiştene |
: |
Salyangoz, sümüklüböcek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kitaba bakmak |
: |
Fala bakmak. |
kitabın dediği günler |
: |
Kıyamet. “Kitabın dediği günlerin çıkmasına az galdı.” |
Kitabullah |
: |
Allah’ın kitabı, Kur’an. Senden gayrı yâr sevmedim vallaha Getir el basayım Kitabullah'a Gece gündüz yalvarırım Allah'a Hak yanında kabul olsun dilekler Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.591 |
kitaptan silmek |
: |
İlişiği kesmek. |
kitipiyoz |
: |
Sıradan insan, paraya pula aşırı değer veren insan |
kitir |
: |
Katmanlardan oluşan yumuşak taş, kepir. |
kitle |
: |
1. Mandala takılan parça. 2. Pantolon düğmesi, toka. |
kitlemek |
: |
Kilitlemek. |
kitli |
: |
Kilitli, kapalı. “Ecel büktü belimizi Yasa boğdu hepimizi Galemin gırılsın felek Kitli goydun gapımızı” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
kiviz |
: |
Kivre. |
kivra |
: |
Kirve, dost, arkadaş. “Yalak’ın arkası kaya Oradan bakarlar aya Oğlum kivrasına gitmiş Gezememiş doya doya” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
kivre |
: |
1. Abdal. 2. Kirve. “Hasan kirvem çiftten gelir Yanmış kavrulu kavrulu Sünnet düğününden gelir Perçem savrulu savrulu” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) |
kiya |
: |
Muhtar, köy bekçisi, köy kahyası. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kiyat |
: |
Kağıt. |
kiyef |
: |
Keyif. “Elboğlu Gündeşli-zına dü:n yapdıriyor. Her tarafdan aşiret âlarını ohudular. Dağ, daş, bütün insan oldu. Develer kesildi, camızlar kesildi, bin bir ayaķ. Haydın güle güle siz de gedin. Derhal bu gafaslar galabalık bir tarafdan dü:n halhının içine girdiler. Elboğlu’na habar verdiler. İki garip geldi deye. Elboğlu bunnarı getittirip guş tüyünden döşşân üsdüne otutdurdu. Kiyef bütün, gayfe, tütün, işdikden soğna bu misafirler seyr eyledi ki, kim yerde güleş dutulüyor, kimi yerde uzun tura oynaniyor. Âşer mâşer olmuş bütün halk. Bu mimval özerine gelinleri getirdiler.” (Ahmet Caferoğlu, Anadolu Ağzı Derlemeleri, Maraş Bölümü, Kaynak kişi: Tokmaklı’dan Ehmet Kılıç) |
kizir |
: |
Köy bekçisi. |
kobilik |
: |
Cevizin yarısı. |
koca |
: |
(Özellikle erkekler için) Yaşlı, ihtiyar. |
koca nene |
: |
Büyükanne. |
koca sabahtır |
: |
Sabahın erken saatinden beri. |
kocabaş |
: |
Şekerpancarı, pancar. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kocabuğday |
: |
İri taneli, yumuşak ve sarımsı bir çeşit buğday. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kocacık |
: |
1. Yaşlıca. 2. Tillenin boşta kalan ucunun takıldığı, semerlerin arkasına takılan koç başlı kanca. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kocalık |
: |
İhtiyarlık, yaşlılık. |
kocalmak |
: |
1. Kucaklanmak. 2. İhtiyarlaşmak. |
kocamak |
: |
Yaşlanmak, ihtiyarlamak. “Kurt kocayınca köpeklerin maskarası olurmuş.”
Kocadım çekemem nazı Bağrıma dökemem közü Yârin bana kötü sözü Kara bağrım deler gelir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.610 |
kocuk |
: |
Mont. “On yaşında tohum eker birçocuk Sırtlarda yok artık eski bir kocuk Hep sayende yokluk nedir unuttuk Bilinçli bir tarım yolunu tuttuk” (Aşık Ferahi (M. Asım Görbil), Kaynak: Erdoğan Aslıyüce, Çukurovanın Yıldızı Ceyhan, Ekrem Matbaası, Adana 2008, S. 475) |
kocumak |
: |
Sarılmak, kucaklamak. “Yavrumun gittiği Bulgar Dağı’dır Beni işittikçe zülfün dağıdır Öpülecek, goculacak çağıdır Yar türkü söylüyor dilleri sarhoş” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
kocundurmak |
: |
Kuşku vermek, sakındırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
koç |
: |
Yiğit, güçlü, kuvvetli, yakışıklı. |
koç - kolan |
: |
Kuşak. “Başı burada da, de boynu şurda Koç-kolan yetmiyor göbeği yerde Dün Daharoğlu’nda bugün şu evde Ayakları ufak olur güzelin” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul, II. Baskı, 1984) |
koçabilmek |
: |
Kucaklayabilmek. “Bugün ben bir güzel gördüm Ne öpüp ne koçabildim Ne meclisinde oturdum Ne dolusun içebildim” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 493 |
koçak |
: |
1. Eliaçık, cömert. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Yiğit, kahraman, genç. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Keskin idim bıçak gibi Salınırdım koçak gibi Vaktı geçmiş çiçek gibi Sarardım soldum Allah’ım” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 489 |
koçkır |
: |
Köroğlu’nun atı. |
koçmak |
: |
Kucaklamak, sarmak, sarılmak. “Padişâhsın bil kendini Çöz güzel göğsün bendini Esirge derdimendini Koçtukça güzel olursun” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 567 |
koçmar |
: |
Akdeniz bölgesinde yaşayan siyah renkli, küçük, timsaha benzeyen, kertenkele cinsi, sürüngen. |
koçsamak |
: |
(Dişi koyun) Erkek koyun istemek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
koçulmak |
: |
Kucaklanmak. “Yavrumun gittiği Bolkar Dağı’dır Beni işittikçe zülfün dağıdır Öpülecek koçulacak çağıdır Yâr türkü söylüyor dilleri sarhoş” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 636 |
kodalak |
: |
Kaba saba, edepsiz. |
kodaş |
: |
Bencil, kendini beğenmiş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kodaz |
: |
Bencil, kendini beğenme. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr. Ada.) |
kodçek |
: |
Püsküllü boncuk. |
koddaz |
: |
Bencil, kendini beğenmiş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kodduş, koddoş |
: |
Kurnaz, uyanık. Az önce (debiyak), demine (bayak) Kurnazlara (koddoş), kibara (kıyak) Çukur taşa (gağlık), dağlara (koyak) Yaz bahar eyyamı hoş derler bizde. (Hayati Vasfi Taşyürek) |
koduş |
: |
Bencil, kendini beğenmiş. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kofa |
: |
Kva. |
kofalak |
: |
İçi boş, kof. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kofalmak |
: |
Gururlanmak, övünmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kofursu |
: |
Yanan kıl ya da yün kokusu. Dedikoducu, dedikodu etmeyi seven, arkadan çekiştirme huyu olan. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
koğ |
: |
Dedi-kodu, yerme, kötüleme, çekiştirme. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
koğak |
: |
Saçtaki kepek. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
koğal koğal |
: |
Akın akın. “Koğal koğal gelen kazlar Onlar birbirini gözler Yekin gadasın aldığım Seni kıskanıyor kızlar” (Kaynak: İbrahim Davutoğlu, Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
koğan |
: |
İnce çubuklarla örülüp, içi dışı sıvanan arı yuvası, kovan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
koğcu |
: |
Dedikoducu, dedikodu etmeyi seven, arkadan çekiştirme huyu olan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç.) |
koğkun |
: |
Uzun ve sürekli izleme. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
koğlamak |
: |
Dedi-kodu yapmak, arkadan çekiştirmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
koğlaşmak |
: |
Gıybet etmek, dedikodu yağmak, birinin arkasından konuşmak. “Hemene de Karac’oğlan hemene Çanlı kervan indirmişim Yemen’e Sevdim ise ben yârimi kime ne N’ettim ola şu koğlaşan ile ben” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 527 |
koğmak |
: |
İzlemek, takip etmek, kovalamak. “Mürsel der de; Mirza etme inadı Bir kez de deden dedemi sınadı Benim koğduğumun kalmaz kanadı Çelen kanatlarını çekmem var, dedi” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul, II. Baskı, 1984) |
koğsak |
: |
Genişçe kovuk “Mağaranın üst tarafına doğru, gün batımı tarafındaki büyükçe koğsak yere ardını dönmeyi ihmal etmiyordu. Orada Höllüoğlu varıdı.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
koğu |
: |
Dedikodu. |
kohmak |
: |
Kokmak. “Yata yata gözü şişer Kahar eşikliğe işer Çökeliğine kurt düşer Ayranı kohar oturur” (Aşık İmami) |
kohug |
: |
Kokmuş. |
koka koka |
: |
Koku saça saça, sataşa sataşa. Karac’oğlan der ki yol büke büke Yönümü dönem de çağıram Hakk'a Elinde bir deste gül koka koka Nazlı yârim yaylasına göçtü mü Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.643 |
kokal |
: |
Diz kapağı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
Kokar |
: |
Kadirli’de şifalı suları ile tedavi kaynağı olan bir kaplıca. |
kokarot |
: |
Kokulu bir yabanotu. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kokulamak |
: |
Koklamak. Geydireyim yeşil ile al ile Besleyeyim kaymak ile bal ile Anan bana versin şunca mal ile Kokulayım bil domurcuk gül gibi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.435 |
kokulatmazam |
: |
Koklatmam. Kız da der ki bu sözünü tutmazam Senin de meyline meyil katmazam Zülfümden bir teli kokulatmazam Allah'ın sevgili kulu isen de Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.404 |
kokuşlu |
: |
Kokan, koku yayan. Tülü maya yörüyüşlüm İspir balaban bakışlım Yayla çiçeği kokuşlum Nergiz topla benim için Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.542 |
kol halkası |
: |
Bilezik. |
kol oyunu |
: |
Kaydırak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kola düşmek |
: |
Sığınmak. “Bende geldim elinize (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
kolaç |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; arefe günleri yapılan hamur kızartması. |
kolaŋ |
: |
Keçi kılından yapılan, odun ve şelek taşımada kullanılan, bir ucu halkalı, uzun, yassı ip, urgan. “Bir gün Tufanbeyli ile Saimbeyli arasında meşhur Obruk yaylasının düzüne konmuş Abdalların çadırlarına, evin kızına komşuları tarafından dünür gelir. Abdal kızının babasının gönlü var gibi kızı vermeye, fakat hanımı diretiyor. Kızın Anası: “İşte başlık olarak 6 direkli, 12 kazıklı bir kıl çadır, Antep sedefli gümüş metemli bir kaba zurna, kırmızı kayışlı, ceviz kasnaklı oğlak derili bir davul, boynu örmeli, gözü sürmeli, iki yaşlı bir sıpa, Göksün sırmalı meşin kaşlı bir semer, üstelik 20 milyon başlık parası” deyip duruyor. Kızın Babası: “Avrat bak kızıyın durumunu sen biliyon. Kızın leyleğe dönmüş, kara sevdiye yakalanmış, sen palanı, kolanı bırak, kızını vermeye bak. Vermezsen bu kız kaçar sonra” diyor. Kızın Anası: “ Vallâ da vermem, Billâ de vermem . Ben kendilerin oğluna dullu derlihli kız vermiyem. Çiğdem çillikli kız veriyem, kız oğlan kız veriyem.” Dünürcüler: “Siz bilirsiniz.” deyip giderler. Akşama doğru olunca ne görsünler kızla, oğlan çalılıkların kayalıkların arasından kayarak Fıyrat dağına doğru kaçmışlar. Bunun üzerine karı koca arasında bir hırıltı, bir gürültü kavga başlar. Kızın Babası: “Kızı verseydin kız kaçmazdı.” Kızın Anası: “İstediğim başlıkları niye vermediler.” Kızın babası çadırın kazığını çeker, aracı olan komşularına: .“Çekilin şu köpên kızını vurum da öldürüm.” diyor. Çadır kazığını yiyen kadıncağız can acısıyla: “Çekilin de öldürsün bakalım, öldürünce kim sepet, kalbur, elek örücü, yemeni kim yapıcı, çamaşırını kim yıkacı, ahşam olunca ne halt edici, tek başına yatınca ne yapıcı, sonra netçen, de bakali.” (Kaynak kişi: Aşık İmami) |
kolan dolanmaz olmak |
: |
Geniş kuturlu, kalın. |
kolastar |
: |
İki ucu saplı ağaç biçmekte kullanılan geniş ağızlı, bıçkı, testere. |
kolbağı |
: |
Kola sarılarak eğirtmece inceltilen yün. |
kolcak |
: |
1. Eskiden kadınların giydiği, önden kolla giyilip arkadan bağlanan gömlek gibi fakat ondan kısa giysi. “Ağ kolcak giyer döşüne Ne güzel sıkarak koyun Yarın buray’ yaz gelirse O zaman oynarım oyun” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) 2. Türkmen köylerinde kadınlar çalışırlarken özellikle de inek sağarken kollarına kolluk takarlar, buna da kolçak adını verirler. “Sabahleyin erden kalktı Kolçağı koluna taktı Kadanı alayım Eşe Potuk sürdü nergis soktu” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) 3. Bileğe takılan yünden örme eldiven. “Güzellerin salağına varmalı Kırmızı kolçaklı altın burmalı Ak elleri topak olur güzelin” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) 4. Ceket, gömlek ya da elbise kollarının kirlenmesine engel olmak için bilekten dirseğe kadar geçirilen eğreti kolluk. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 5. Bir çarkı döndürmek, çevirmek içinona takılan demirden ya da tahtadan kol. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kolçak |
: |
Ceket, gömlek ya da elbise kollarının kirlenmesine engel olmak için bilekten dirseğe kadar geçirilen eğreti kolluk. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kolka |
: |
Yalçın kayalardaki kovuk. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kolkoymak |
: |
İmzalamak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kolon |
: |
At ve eşek yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
koltuğa çalmak |
: |
Vücudun koltuk bölgesine koymak. Alnına bağlamış altundan akça Koltuğuna çalmış bir ipek bohça Seherde kalkıp da gezerken bahça Sanırsın su gibi akıp gidiyor Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.616 |
koltuğunun altına iki çakıt karpuzu kıstırmak |
: |
İşi bitirecek kişiye yağ çekmek. |
koluna düşme |
: |
Eline düşme. |
kolunç |
: |
Omuz. “Ak eline al kınalar yakarsın Mor beliği koluncuna dökersin Kaş altından melil melil bakarsın Azıcık da gönlün var gibi gibi” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 435 |
kolümbe |
: |
Çıkrığın dönen parçası. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kom |
: |
Ağıl, davar ahırı. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
kom edivermek |
: |
Kışkırtıvermek, ayaklandırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
koma |
: |
1. bir erkekle evli iki kadın, kuma. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Koyma. |
komak |
: |
Koymak. “Oturmuş ağ gelin taşın üstüne Taramış zülfünü kaşın üstüne Bir selamın geldi başım üstüne Alırım kız seni, komam ellere” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yay. Dağ, İstanbul, 1984) |
komper |
: |
Patates. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
komperaser |
: |
Kompresör. |
kompil |
: |
Patates. |
komsu |
: |
Yapmacık hareketler yapan, murai. |
kon |
: |
Koyun, bırakın. |
konak |
: |
1. Yolculukta geceyi geçirmek üzere yapılan yer, han. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Bir hububat çeşidi. 3. Saç kepeği. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
konakçı |
: |
Konuğa yer hazırlayan kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
konalga |
: |
Konaklama yeri, mola yeri, göçün konakladığı yer, durak yeri. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. Osm. Ada. İç.) “Süre süre konalgasın getirdim Ak pınarda türlü manca yedirdim Sakarca’yla eyriceler bitirdim Hilaf mıydı Mahmut Bey’in sözleri” (Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I)
Bugün geçtiğimiz Geben'in suyu İncedir belleri usuldur boyu Yarın konalgaınız Meryemşil Beli Oğul balı verir dili yavrunun Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.564 |
konarga |
: |
Konak yeri. “Hey ağalar da, Kara Dağın eteği Dağılsın mı Elbeyli’nin peteği Veir konargası, arslan yatağı Beyimize malûm olsu halimiz!” (Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I) |
koncik |
: |
Cübbe. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
koncuk |
: |
Pantolon. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
konç |
: |
Çedik, çizme, çorap vb.nin ayak bileğinden yukarıdaki kısmı. Sarı çedik geymiş koncu kısarak Gidiyor da birim birim basarak Anası mayadır kızı beserek Emirler'den bir kız indi pınara
Sarı çedik geymiş koncu dizinde Arzumanım kaldı ala gözünde Böyle güzel m'olur köylü kızında Emirler'den bir kız indi pınara Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.397 |
kondak |
: |
Toprak üzerindeki çukurlar. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kondur |
: |
Yol yordama düşkün, çalımlı, kurumlu kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
konduraklı |
: |
Tam yerinde söylenen uygun söz. |
kongrak |
: |
Hayvanların boyunlarına takılan küçük çan, çıngırak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kongur, konur |
: |
Hafif esmer /Sarı ile siyah karışımı bir renk, koyu kumral, kestane rengi. |
konkuluz, konkulus |
: |
Yanan kıl ya da yün kokusu. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
konmak |
: |
Oturmak, yerleşmek. Karac’oğlan der ki konmadan göçmem Her olur olmaza sırrımı açmam Kötüler köpr'olsa üstünden geçmem Taşkın suya uğradırım yolumu Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.643 |
konsol |
: |
Vitrin. “Fatma deze, Fatma deze Soldu mu Hatın’ın yüzü Konsol’un dilini almış Soğucaklı Çerkez kızı” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Gallik Mustafa’nın Gelini Hatın’ın Ağıdı, Derleyen: Mehmet Öztürk, Kaynak Kişi: Nazlı Özdemir, Cennet Öztürk) |
koŋsuk |
: |
Köşe, bucak, dip yer. |
koŋsuklanmak |
: |
Bir köşeye çekilip işe güce karışmamak. |
kontar |
: |
Eşek yavrusu, sıpa.(TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
konukmak |
: |
(Yara) Mikrop kapıp şişmek, yangılanmak. |
konulga |
: |
Konalga. |
konulmak |
: |
Konmak. “Ekbez de batak olmuştur konulmaz Halbur’un belinde karar alınmaz Arasam cihanı misli bulunmaz Irgalar saç bağın beli yavrunun” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 564 |
konup göçmek |
: |
Oturup kalkmak. Karac’oğlan der ki konup göçülmez İyi kötü birdenbire seçilmez Denerim yolları yârsız geçilmez Yârin alan gidişinden bellidir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.598 |
konur |
: |
1. Süslü, çalımlı, şık, kurumlu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Kendini büyük gören, kibirli. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
konuş |
: |
İkamet edilen yer. |
kopa kopa |
: |
Koşa koşa, koşarak. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
kopan |
: |
İri kulaklı bir çeşit av köpeği. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
koparan |
: |
Kolları geriye sarkık cepken biçiminde, beyaz keçeden yapılmış, kaytanla işlemeli bir çeşit ceket. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kopay |
: |
İri kulaklı bir av hayvanı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada.) |
kopek |
: |
Köpek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kopil |
: |
1. Bölgemiz göçmen ağzında; yaramaz erkek çocuk. 2. Yeni yetme. |
koplu |
: |
Birden çok, kesici, yuvarlak döner bıçağı olan ve pulluk görevi yapan iş makinası, diskaro, kezzek kıran tarım aleti. |
kopmak |
: |
Koşmak, hızlı gitmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kopturmak |
: |
Koşturmak, atı dört nala koşturmak. |
kopuklenmek |
: |
Köpüklenmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kopuz |
: |
Boğaz, dar yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kor |
: |
1. Parlak ateş. Karac’oğlan der de bir ah derinden Ciğer kebap oldu yandı korundan Mor bilekte siyah saçın ardından Boynuna dolanan kol incinir mi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.453 2. Taşları birbirinin üzerine koyarken meydana gelen katlara kor derler. Kerpiçler de böyledir ve her katın ismi kordur. “Karac’oğlan derki; belim büküldü Yarı gördüm kemerciğim söküldü Ömrüm sarayında üç kor döküldü Devşirip kerpicin öremedim ben” (Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I) |
kora |
: |
Anahtar. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
Koraf |
: |
Saf, grup. |
koraf koraf |
: |
Sürü sürü, küme küme. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
koramaz |
: |
Kimseyi beğenmeyen, kurumlu, kibirli kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
korkma mısın |
: |
Korkmaz mısın. Gayrı bana bakma mısın Yangına su dökme misin Sen Tanrı'dan korkma mısın Yok mu kalbinin îmanı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.426 |
korktucağım |
: |
Korktuğum. Ne güzel yapıldı Cennet yapısı Çor aradım görünmedi kapısı Benim korktucağım Sırat Köprüsü Cehennem üstüne kurulur bir gün Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.569 |
korku vermek |
: |
Korkutmak. Dirilirler dirilirler gelirler Huzur-ı mahşerde dîvân dururlar Haramî var deyi korku verirler Benim ipek yüklü kervanım mı var Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.581 |
korkunççalık |
: |
Köprü kenarlarına yapılan parmaklık. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
korlanmak |
: |
Kor halini almış ateş gibi yanmak. “Şurda bir oğlansız ölük Yandım korlanı korlanı Yorganını aldım çıktım Öldüm arlanı arlanı” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) |
korlumak |
: |
Korumak, saklamak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kormen |
: |
Yaban pırasası, bir çeşit sarımsak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kortuk |
: |
Tırmık. |
kortul |
: |
1. Koska ve ukala. 2. Yaşlanmış ve boyu küçülmüş ağaç. |
koru |
: |
Üzüm bağı. |
koruk |
: |
Genç, taze, yeni yetişmekte olan. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
korulanmak |
: |
Süslenmek. “Karac’oğlan der ki eller Bahçende açılmış güller Koç yiğide düşen dilber Al çiçekle korulanır” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
koruluk |
: |
Otunu biçmek için korunan tarla. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
korum |
: |
Dağların zirvesindeki sınırlı ve dar otlak alanı. “Özellikle karlı zirvelerin, sarp yamaçlarında, yalçın kayalıkların aralarına serpilmiş, tekelerin on-onbeş gün kadar, suya bile ihtiyaç duymadan yayılıp yaşayabilecekleri, onların güçlenmeleri için seçilen, sınırlı otlak alanları bulunur. Buralara da kapuzlardaki gibi gerek kurt uğraması ve gerekse de hırsızların uğraması kendi açılarından oldukça risklidir. Çobanlar arada bir gidip tekeleri bir araya toparlayıp , gerektiğinde suya götürüp getirip tekrar aynı yere geri sürerler.” |
kosa |
: |
Tırpan, bir çeşit uzun saplı orak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kosalmak |
: |
Gururlanmak, övünmek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
koska |
: |
1. Çalımlı, iyi giyinmiş, güzel, yakışıklı. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Sahte azamet. |
koskos |
: |
Çalımlı, iyi giyinmiş, güzel, yakışıklı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
koskos etmek |
: |
İftihar etmek, kurulmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
kostak |
: |
1. Çalımlı, iyi giyinmiş, güzel, yakışıklı. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Oturaklı, ağırbaşlı, kendini beğenen. 3. Kıvrak yürüyüş, işveli. “Güzelin yüzü de ayın tekeri Dili oğul balı, nöbet şekeri Omuzlar aşağı, gerdan yukarı Yürüyüşü kostak olur güzelin” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul, II. Baskı, 1984) |
kosulmak |
: |
Çalım satmak, gösteriş yapmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
koşam, koşan |
: |
Avuç, iki elle yapılan avuç, avuç dolusu. “Urkiye ablana git de bir koşam çörotu istiyor anam de. Arefe kömbesi yapaca:mı söyle.” |
koşar koşar |
: |
Yanyana. |
koşarı |
: |
(Aksatmadan) Müdavimi. “Babamızın eseriydi Karac’oğlan coşarıydı Camilerin koşarıydı Gitti babam oğlu gitti” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Ağabey Ali’nin Ağıdı (Babam Oğlu), Ağıdı Yakan: Nuri Çıngıl) |
koşatlamak |
: |
Birbirine destek olmak, yardım etmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
koşe |
: |
1. Yapılarda köşelere konan iri taş. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Köşe. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
koşera |
: |
Koyunları sağmak için kullanılan üstü kapalı koyun ağılı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
koşk |
: |
Tahta karyola, kerevet. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
koşmak |
: |
1. Dokuma için iplerin yan yana dizilmesi, tezgahtahazır hȃle getirilmesi. 2. Bağlamak. “Atı arabaya koş.” |
koşum |
: |
Araba hayvanının kayış takımı. |
kotarmak |
: |
Bir işi başarı ile sonuçlandırmak, boşaltmak. “Gurbet elde bir silen yok yaşımı Kendim gider kotarırım aşımı Yuvası içinde gönül kuşumu Gözyaşım akıtıp baz eylemesin” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 557 |
kova kova |
: |
Koştura koştura. “Sen gibi gözele ben çok sarıldım İkrarsız yâr kova kova yoruldum Çekme bu sürmeyi sana darıldım Zalım Kürdistanı değer gözlerin” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 129 |
kovalamaca oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. KOVALAMACA Oyuncu sayısında sınırlama yoktur. Ne kadar çok kişi olursa o kadar eğlenceli olur. Sokakta, bahçede, kırda oynanan bir oyundur. Sayışmaca yoluyla ebe seçilir. Ebe 10-15 sayı sayıp, çocukların kaçmasına izin verdikten sonra onları yakalamaya çalışır. Yakaladığı oyuncu ebe olur. Yakalayamazsa ebeliği devam eder. Oyun yoruluncaya kadar devam eder. Günümüzde oynanan oyunlardandır. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s. 217)
KOVALAMACA OYUNU Bu oyun düğünlerde ve kına gecelerinde oynanan kişilerin dikkatini çekmek ve ortamı hareketlendirip insanları eğlendirmek için oynanan bir oyundur. Bu oyunda düğüne katılanlardan boylu boslu hızlı bir kadına erkek kıyafetleri giydirilir. Erkek kılığına giren kadın diğer kadınların arasına katılır, yanlarına oturur, onların dikkatini çeker, şakalaşır. En sonunda işi iyice zorlaştırmak için kadınlardan birini habersizce öper. Öpülen kişi sinirlenir, erkek kılığındaki kadın kovalanmaya başlanır. Uzun süren kovalamaca sonucu erkek kılığına giren kadın yakalanır, ceza olarak kendisine bazen sofra kurdurtulur ya da çerez dağıttırılır. Bu oyun düğüne katılanlar tarafından beğenilerek izlenilen eğlenceli bir oyundur. (Fatmagül Yolcu, Adana İli Ceyhan İlçesi Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü., TDE. ABD, Adana, 2008, s.287) |
kovalambaç |
: |
Çocukların bir çoğunun günümüzde adından bile haberdar olmadığı bir tür çocuk oyunu. |
kovalık |
: |
Sazlık yer. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kovalmak |
: |
1. (Ağaç) Koflaşmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Çıbanın içi boşalmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Gururlanmak, öğünmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kovarmak |
: |
Salıvermek, koyuvermek. “Kovar gitsin itoğlu itleri.” |
kovcu |
: |
Dedikoducu, dedikodu etmeyi seven, arkadan çekiştirme huyu olan. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr. İç.) |
kovermek |
: |
Bırakmak, azat etmek. “Has bahçe içinde çok olur yonca Aldanırsan gönül sen aldan gence Alırsa şahinim koverrim dince Elin kovup yorulmuşun neyleyim” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 116 |
kovgun |
: |
Talan, sürgün. |
kovlamak |
: |
Arkadan çekiştirmek, dedikodu etmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kovlaşmak |
: |
Arkadan çekiştirmek, dedikodu etmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kovmak |
: |
Koşturmak, kollamak, gözetlemek. “Dostum benim hatırımı sayardın Nerde olsan gayretimi kovardın Yârim diye canından berk severdin Ellerin adamı mal m’oldu sana” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 91 |
kovsak |
: |
Aralık, açıklık. |
kovsuk |
: |
Boşluk. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kovuk |
: |
Dağ, ağaç vb. nin boş kısmı. Hem okudum hemi yazdım Yalan dünya senden bezdim Dağlar kovuğunda gezdim Yitik yavru bulunur mu Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.640 |
kovulmuş |
: |
Koşturulmuş, yorulmuş. |
koy |
: |
Dağda köşe, bucak, girinti. |
koyak |
: |
1. Dokunaklı hikayelere de koyak denilmektedir. “Kış gecelerinde aşıklar sazları eşliğinde köy odalarında koyaklar anlatırlardı.” 2. Bırakalım, koyalım. 3. Yukarlardan inen suların toplanıp küçük dere yaptığı yer. 4. Üç tarafı yüksek tepe ile çevrili düzlük. 5. Etkili, dokunaklı, acıklı, içli ses. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 6. Kurumuş küçük dere. 7. Bir ucu dağda son bulan kapalı boğaz, iki dağ ya da tepe arasındaki boşluk, vadi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç.) Karac’oğlan der ki derdim yetirdim Gülün aldım reyhanını bitirdim Küçücükten bir yâr sevdim yitirdim Kaldı koyağında gümanım dağlar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.576 |
koyga |
: |
Çok hoş, çok güzel, kara. “Seherden uğradım ben bir gözele Yazılarda geziniyor toy gibi Koyga kirpik kara kaşa karışmış Kara kaşlar kuruluyor yay gibi” (Aşık Kul Mustafa, Derleyen: Duran Doğan , Barış Kabalcı, Kaynak Kişi: Behzat Gök) |
koygul |
: |
Koyu. (Renk için kullanılır.)(TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
koygun |
: |
1. Yoğun, koyu. Renk için kullanılır. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Öteki dört köy şenlik içindeydi. Koygun koygun davul sesleri geliyordu oralardan da.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) 2. Derinden, içten, duygusal. “Bayrağın yüksek kaldırın Davulun koygun dövdürün Asbab geydirdim gelmedin Gelin evin’indirdim” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) 3. Etkili, dokunaklı, acıklı, içli ses. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç) “Kayanın başına çıkmış Ne koygun vurur ışlığı Dar ikindin vakit akşam Elime aldım işliği” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) 4. Ünlü, onurlu, kuvvetli. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
koygunlaşmak |
: |
Yoğunlaşmak, koyulaşmak. “Köyden gelen uğultu, gittikçe çoğalıyor, koygunlaşıyor, karşıki kalenin kayalıklarında yankılanıyordu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
koykul |
: |
Koyu. (Renk için kullanılır.)(TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
kόylük |
: |
Köylü. Oranın kόylúḵleri bizim buranın ne olduğunu bilmiyor. |
koymak |
: |
Etkilenmek, dokunmak. |
koyseri |
: |
Kahramanmaraş’ta düğünlerde oynanan bir oyun. |
koytak |
: |
1. Koyak, dağlarda kuytu yer. 2. Yel değmeyen yer, çukur. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
koytan |
: |
Rüzgâr değmeyen yer. |
koyu |
: |
Katı. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
koyuk |
: |
Etkili, dokunaklı, acıklı, içli ses, şarkı vb. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr. İç.) |
koyultmaç |
: |
Yenim doğum yapmış hayvanın ilk sütü, ağız. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
koyun alıcı |
: |
Yaylada yetişen yabani ağaç ve bitkiler arasındadır. |
koyun gözü |
: |
1. Tehlike anında yuvarlanıp kıvrılarak bir kokusaçan kırkayak cinsi. 2. Papatya. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
koyunlu |
: |
Hamile. |
koyurmak |
: |
Serbest bırakmak. “Keçileri koyur da gütmeye götür.” |
koz |
: |
Ceviz. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
koza |
: |
(Bitki olarak) Pamuk. “Yok dedim Ağa , malım ne varsa anam südü gibi sana helal olsun. Kozam, küncüm, buğdayım, anan südü gibi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
koza bozması |
: |
Pamuk ürünü hasatından sonra arta kalan boş tarla. |
kozak |
: |
Güneş görmeyen, gölgede kalan yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
kozan |
: |
Ekin biçildikten sonra kalan kökler. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
köçek |
: |
1. Kapı, dolap ya da sandık kilidi. 2. Kirli giysileri yıkamaya yarayan tahta tokmak, tokaç. 3. Deve yavrusu. 4. Erkek oyuncu, düğünlerde para karşılığı oynayan kimse. |
köfde |
: |
Köfte. “Çi: köfde günü dutarıdı. Hamırı da yoururdu, dü:n egmânin hamırını.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
köfe |
: |
Küfe, büyük sepet. |
köfeke, köfeki |
: |
1. Yumuşak, dayanıksız, kil gibi çabuk ufalanantaş, kireç taşı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada.) 2. Çürük toprak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada.) 3. Kapıların baş taraflarında köfeke olmak üzere 1,5 m uzunluğunda 0,8 cm genişliğinde ve kalınlığında altı tane küp vardır. Çevresindeki dağların taşları hep köfekedir. Sanki dondurulmuş minyatürler gibidir. |
köfez |
: |
Tırnakla oyulabilecek kadar yumuşak bir tür taş. |
köfnek, köfnük, köfün |
: |
1. İşkembe. 2. Gövde, vücut. 3. Yumuşak, dayanıksız, kil gibi çabuk ufalanan taş, kireç taşı. (TDK Derleme Sözlüğünden İç. Ada.) |
köfteli yahni |
: |
Bulgur ve etten bilye gibi yapılan bir çeşit ekşili köfte. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
köfter |
: |
Pekmez ve nişastadan yapılan pestil. |
köfün |
: |
Büyük sepet, küfe. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
köğük taş |
: |
İşlenmesi kolay beyaz renkli yumuşak taş. |
kökcek |
: |
Güzel, latif, hoş. |
köke tesbih |
: |
Sarıtaş tesbih. |
köken |
: |
Kavun, karpuz, kabak gibi bitkilerin toprak üstünde yayılan dalları. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kökgüç |
: |
Otuz, kırk santim uzunluğunda, beş altı santim çapında, yuvarlak ve uzu sivri değnek parçası, kazık. |
köklemeç |
: |
Topaçlarla oynanan bir çocuk oyunudur. Bir çocuk ebe olarak topacını yere koyar.Diğer çocuklar yerdeki topaca kendi topaçlarıyla vurarak açılan bir çukura girdirmeyeçalışırlar. Ebe olan topaç çukura girdirildiğinde topacın ucundaki nal çivisiyleönceden belirlenen sayıda cezalı topaca vurulur. Topacı dönerken eline alıp ebetopaca vuramayan oyuncunun topacı yeni “ebe” olur. |
köklemek |
: |
Ağaç, çalı vb. köklerini söküp toprağı ekime elverişli bir duruma getirmek, tarla açmak. “Şu karaçalılığı köklemek gerek. Karaçalılık beş bin dönümdür.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
köklü |
: |
Temelli, ilelebet. |
kökü kömeci belli |
: |
Soyu sopu belli. “Kökü kömeci belli oğlanın. Fazla da düşünmeye gerek yok.” |
köküç |
: |
1. Otuz, kırk santim uzunluğunda, beş altı santim çapında, yuvarlak ve uzu sivri değnek parçası, kazık. “Çocuklar bir gübreliğin üstünde köküç oynuyorlardı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) 2. Kısa kürek. |
kölek |
: |
Yağmur sularının toplandığı küçük çukur. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
köleker |
: |
Bir çeşit kilim. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
kölge |
: |
1. Gölge. “Sabahınan kalkmışıdı Kölge düşüyor gözüne Merhametsiz hademeler Çarşaf örtüyor üstüne” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) 2. Heybet. |
kölgelenmek |
: |
Gölgelenmek. |
kölgeli |
: |
1. Heybetli. “Kölgeliydi. Salavatsız yanına varılmazdı. Ben benim diye giden ben kimim diye dönerdi yanından. O da battal oldu. Yalan dünya işte. Niynemeli üçü dokuzu.” 2. Çevresine yararı dokunan kimse. “Kölgeli bir ağabeyimiz. Başı dara düşen onun kapısını çalar.” |
kölgesi ağır |
: |
Ağırlığı olan, sözü dinlenen kimse. “Kölgesi ağır.” |
kölüg |
: |
Boyu küçük karnı büyük sığır. |
kölük |
: |
Boynuzu olmayan keçi. |
kölük aşı |
: |
Ekşili, etli ve sarımsaklı bulgur lapası. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
köm |
: |
1. Dağdaki davar ağılı. 2. Hayvanların kışın barındığı bir tarafı toprağa gömülü, arkası yamaca dayalı, toprak dam. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
köm körletmek |
: |
Üstünü kapatmak, kaybetmek. |
kömbe |
: |
1. Külde pişirilen yağlı kete. 2. Arasına et veya çökelek konarak yapılan börek şeklinde hamur yemeği. 3. Şişmanca, toparlak. 4. İnce taşta veya sacda pişirilen bir ekmek türü, tandırda yapılan bazlamadan daha kalın mayasız ekmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç. Osm.) |
kömçek |
: |
Uzun paçalı don, şalvar. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
kömeç |
: |
Tarlalarda kendiliğinden yetişen, yaprakları sebze olarak pişirilip yenilebilen, çiçekleri öksürüğe vb. karşı iyi geldiği söylenen bir ot, ebegümeci. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
kömeg |
: |
Yardımcı, dayanak. |
kömek olmak |
: |
Kümelenmek, toplanmak. |
kömler |
: |
Çokluk, kalabalık. |
kömmek |
: |
Mezara koymak. “Yaşıyamam yaşıyamam Gökan’ımsız yaşıyamam İkimizi bile kömün Ben bu canı daşıyamam” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
kömü |
: |
Toprakta gömülü define, mal, para. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
kömülmek |
: |
Gömülmek. |
kömür saymak |
: |
Nazar değdiğine inanılan bir kimsenin nazardan kurtulması için közü suda ıslatarak dua ile suyunu sürmek veya içirmek. |
könç |
: |
Çizmenin yüz kısmı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
könçek, köncek |
: |
Belden aşağı giyilen uzun paçalı don, külot, don. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) “Kapıdan gardaşı Mustuğu ayağındaki uzun könçekle dışarı çıkıyor görünce, içini bir sevinç dalgası kapladı.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
köndelen |
: |
Kısa boylu, kilolu kimse, tıknaz. |
könes |
: |
1. Çarşı iti. 2. Köpeğin yavrusu, enik. 3. Ufak tefek. “Onun könes olduğuna bagma sen. Dogguz gişinin yedi:ni yer, on gişinin yabdı:nı yapar.” |
könnüğüne kötü olmak |
: |
Uykusuna dayanamamak. |
könte |
: |
(Bıçak ya da balta) Ucu küt. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kö:nek |
: |
Köynek, gömlek. “Çoğu şalvarlı, koyu renk, eski ve solmuş ceketli; arada sırada o da küllü su ve sabunla yıkandığından beyaz sarı arası renge bürünmüş gömleklerini düğüne bayrama sakladıkları için kir hahı gri renk ağırlıklı köonekli; mutlaka yelekli; belleri genellikle beyaz poşu türü uzun ve dolana dolana sarılan bir bezle kuşaklı; yüzde yüzü bıyıklı, hem de cuvara dumanı ile orta yerleri sararmış bıyıklı ve belirginleşmiş sakallı; esmer, güneş yanığı çehreli, büyük çoğunluğu da başlarındaki şapkalarıyla sanki birbirlerinin aynısı imiş gibi köylülerimiz, omuzlarında heybeleri ile akşam kararmadan işlerini bitirmek ve köylerinin yoluna koyulmak için bir hay huy içinde, gelir gelir giderler, gider gider gelirlerdi.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan III, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
kö:te |
: |
Köfte. |
köpek nallamak |
: |
Olmayacak veya olması imkânsız, boş işlerle uğraşmak. “Köpek nallamaktan bir vazgeçse adam olacak amma…” |
köpen |
: |
1. Kıldan dokunmuş çul, kaba yünden yapılmış giysi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada. İç.) 2. Deve çulu. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) “Köşeği olmadan köpenini kayırma” (Bir işi tamamlamadan öteki işe el atma, öteki işi düşünme, ya da doğmadık çocuğa don biçilmez sözüyle aynı mesajı taşıyan Ceyhan Atasözü.) |
köprüden geçerken g.tg.te tokuşmuş |
: |
Çok uzak akraba olmak. “Köprüden geçerken g.tg.te tokuşmuşlar.” |
köpsümek |
: |
Mayalanan yiyeceklerin veya bozulmuş ekşimiş yemeklerin kabarması. |
köpük atmak |
: |
Köpürmek, köpüklü hale gelmek. Lâle sümbül biter dağın başında Tutu kumru öter dağın peşinde Ulu sular köpük atıp coşanda Geçemem artıyor figanım dağlar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.577 |
köpümek |
: |
Döşek yahut yorganın pamuğunu melefeye koyduktan sonra konan maddelerin belli bir yerde yığılmasını önlemek için çeşitli yerlerinden elle dikmek. “Yorganın yüzünü geçirmeden önce melefeyi dakardı ve onu da dört bir yanından köpürdü.” |
köpürköz |
: |
1. Tam sönmemiş köz. 2. Korla dolu mangal. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada.) |
köpürük |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; köpük. |
kör |
: |
Keskin olmayan, sönük, albenisi olmayan. “Kör bıçak ele yavuz, kötü avrat dile yavuz.” |
kör duman |
: |
Sis, pusu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
kör itiŋ öldüğü yer |
: |
Uzak yer. “Kör itin öldüğü yere gelin vermişler.” |
kör karının bir değneği olmak |
: |
Bir evin tek evladı. |
kör küsnü |
: |
Köstebek, tarla faresi. |
kör sö:nük |
: |
Mat. |
kör taka |
: |
Duvarın içine yapılan kapaksız dolap. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kör tapa |
: |
Sulama borularının en ucuna takılan tapa. |
köre |
: |
1. Karınca yuvası. “Sol yanında bir karınca köresi gördü.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) 2. Demir alet yapılan yer, demirci ocağı. “Bilirim bilirim de gene de yüreğim yanar, demircilerin köresi gibi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
körebe oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. KÖREBE Bu oyunda kişi sayısı önemli değildir. Sayışmayla “ebe” seçimi yapılır. Ebenin gözleri eşarp, tülbent veya bir bez parçasıyla bağlanır. Oyun alanı önceden belirlenir. Oyuncular ebeden kaçarken belirlenen alanın dışına çıkmaz. Ebe ellerini uzatarak oyuncuları yakalamaya çalışır. Ebeye yakalanan ebe olur. Oyun bu şekilde devam eder. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s. 217) |
köreken |
: |
Enişte, damat, güveyi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
körektirmek |
: |
İştahını kırmak, moralini bozmak. |
körelemek |
: |
Köre döndürmek, süslenmemek. |
körelmek |
:: |
1. (Ateş ya da ışık) Yavaş yavaş sönmeye yüz tutmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Keskinliğini kaybetmek. “Bıçân âzı körelmiş.” |
köreltmek |
: |
Hevesini kırmak. |
köremez |
: |
Yoğurdun yeni mayalanmış hâli. |
köresi geçmek |
: |
Ailesi yok olmak, odu-ocağı sönmek. |
körestek |
: |
İşi dolaştırmak, zora sokmak. |
Köresten |
: |
Karanlık dehliz. |
körez, körezi |
: |
1. Kullanılmış at mıkı, kullanılmış çivi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Osm. Ada.) 2. İnce, silik ve bozuk olduğundan okunamayan yazı. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Sönük, donuk, az pırıltılı.(TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 4. Bir erkek ya da lakap adı. “Körezden aldığım doru Ne hodul yörürdü kırı Ben eşimi bilmez miyim Salta mavi, yağlık sarı” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
körezi |
: |
Renk için soluk.(TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
körezimek |
: |
(Ateş ya da ışık) Yavaş yavaş sönmeye yüz tutmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
körfez |
: |
Sönük, donuk, az pırıltılı.(TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
körgemele |
: |
Köstebek. |
körkeseye |
: |
Boşuboşuna, pisipisine. |
körmen |
: |
Yabani sarımsak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
köroğlu |
: |
Lastik ayakkabı. |
körpe |
: |
Genç kız, sevgili. Karac’oğlan derler benim adıma Körpem gelir benim her dem yâdıma Hûda'm ben dahi irem muradıma Zaman ver hey güzel Allah zaman ver Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.594 |
körpecik |
: |
Çok taze, yeni büyümekte olan. Arzular da deli gönül arzular Ağrıyor kemiğim iliğim sızlar Ayrılalı ak körpecik kuzular Anasız yavruyu yatıramadım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.485 |
körsek |
: |
Sönük, donuk, az pırıltılı.(TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
körsemek |
: |
(Ateş ya da ışık) Yavaş yavaş sönmeye yüz tutmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
körsen |
: |
Karanlık, az ışıklı. |
körseni |
: |
Sönük, donuk, az pırıltılı.(TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kört |
: |
Kesmez. |
körtelmek |
: |
Bıçağın kesmez olması, keskinliğini ve etk,inliğini yitirmek. |
körtopal |
: |
Zarzor. |
körtüğüm, körtü:m |
: |
Kördüğüm. “Kul Karaozan’ı terk edesice Bedeninin suyu çekilesice Gözünün elifi dökülesice Körtüğüm olmuş ta çözülmüyor ki” (Kaynak Şahıs: Celil Çınkır, Şair: Karaozan Eshabil Karademir) |
körük |
: |
Karınca yuvası. |
körük oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir orta oyunu. KÖRÜK OYUNU Gündüz ve dışarıda oynanan bir oyundur. Bu oyun üç kişiyle oynanır. Üçüncü kişi oyunu bilmeyen biri olmalıdır. Oyunu bilmeyen kişi oyunu bilenlerden birinin dizine yatırılır. Diğer kişi de karsıya oturur ve diğerine “Usta baban ölmüş, körüğü boşlayalım mı?” diye sorar. Bu arada usta olan kişi elinde kömürle oynamaktadır ve körük sürer gibi yapar “Ölsün, onun için is mi bırakılır, devam et” diye cevap verir. Bu defa karsıdaki kişi “ Usta annen ölmüş, körüğü boşlayalım mı?” diye sorar. Usta; “Ölsün varsın bunun için iş mi bırakılır, devam et” der. Oyun karşıdaki kişinin benzer sorularıyla devam ederken sonunda “Usta nişanlın ölmüş, körüğü boşlayalım mı?” deyince. Usta olan kişi bu soruya “Aaaa öyle mi” der ve elindeki kömürün siyahını dizinde yatan kişinin yüzüne sürer ve kaçarlar. (Aslı Ağcalar, Silifke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Mersin Üni., S.B.E.,TDE., ABD, Mersin, 2009, s. 245) |
körüg |
: |
Özellikle demircilerin ve kalaycıların ateş yakmada kullandıkları hava üfleme aygıtı. |
körüz |
: |
1. Cılız kalmış, büyümemiş keçi yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden. Osm.) 2. Vaktinden evvel tekeye gelerek yavrulamış keçi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Osm.) 3. Çebiş, oğlaklıktan yeni kurtulmuş keçi. |
köryapalak |
: |
Yarasa. |
kös |
: |
1. Altı çöple oynanan bir oyun. 2. Devenin üst tarafına asılan süs çanı. 3. Yeni doğan kuzuların konulduğu yer, ağıl. “Gene yeşillendi ova yazılar Meleşir de kösten çıkar kuzular Oğlum, kızım ağlaşır da bozulur Kurarlar konağa figanı bir gün” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
kös kös oturmak |
: |
Karamsar olmak anlamında bir deyim. Somurtarak oturmak. |
kös gelmek |
: |
Yer minderinde yastığa yaslanarak oturmak. |
kösa: |
: |
1. Ateş karıştırmaya yarayan bir ucu yanmış odun, tahta. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Tam yanmamış. |
kösdeg |
: |
Saat gibi eşyaların bir yere sabitlenmesi için kullanılan süslü zincirler. |
kösdü |
: |
1. Köstebek. 2. Sakalsız, bıyıksız, köse. |
köse |
: |
1. Kısa boylu. 2. Sakalsız ve bıyıksız. |
köse buğday |
: |
Başağı kılçıksız, bir çeşit beyaz buğday. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
köseği |
: |
Ateş karıştırmaya yarayan, bir ucu yanmış odun, tahta. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kösem oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. KÖSEM OYUNU Beş altı kişiyle oynanır. Önce sayışılır. Çocuklardan biri ortaya geçer ve sırtı yukarda olacak şekilde yumulur. Bu kösedir. Diğer çocuklar kösenin etrafında çember olup şu tekerlemeyi söyler: “Kösem gider dolambaca Bıyığı batmış bulamaca Ben kösesiz olamıyom Böyle köse bulamıyom Kösee köseee Kavurma versem yen mi” derler. Köse de “yemem” der. Çocuklar da “ananın dibini ye” diyerek köseyi yumruklar. Sonra yerine bir başkası geçer. Yine aynı şekilde söylenir. Ancak bu sefer başka bir yiyecek ismi söylenir. Her seferinde bu kısım değiştirilerek söylenir. Oyun bu şekilde devam eder. (Hilal Gülben Gerek, Adana İli Pozantı İlçesi Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E. TDE. ABD, Adana, 2012, s.167-168) |
kösemen |
: |
1. Dişi deve. 2. Sürünün önünde giden teke veya koç. |
kösemor |
: |
Başağı kılçıksız, bir çeşit beyaz buğday. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kösengi |
: |
1. Ocakta yana yana kısalmış odun parçası. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Ateş karıştırmaya yarayan, bir ucu yanmış odun. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 3. Kazık. (TDK Derleme Sözlüğünden Osm.) |
kösenti |
: |
Ateş karıştırmaya yarayan, bir ucu yanmış odun. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kösga: |
: |
Kor halinde olan odun parçası. |
kösgelmek |
: |
1. Uzanıp yatmak, ayakları uzatarak yatar gibi oturmak, sere serpe oturmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) 2. Dirseklerini ya da bir dirseğini destek yaparak uzanmak, yaslanmak, yan şekilde yaslanmak. “Sonra yastığa kösgelip, olanı biteni… uzun uzadıya anlattı.”, “Ali de onun gibi kösgelmek istiyor, ama karşısında bir Ağa oğlunun varlığını hissediyordu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006)
“Kös gelip oturmiye çok sevişimiz so:ra da “laf verin ba:m bire ulan” deyip sohbeti başlatma çabalarımız… incilerimizin başında gelenlerindendi.” (Kadirli Bekereci Köyünden Kubilay, www.bekerecikoyu.com) |
kösgüç |
: |
1. Otuz, kırk santim uzunluğunda, beş altı santim çapında, yuvarlak ve uzu sivri değnek parçası, kazık, kısa kürek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
köska: |
: |
Uç kısmı yanmış ve köz durumundaki küçük odunparçası. |
köskeği, kösgeğe |
: |
Ucu yanmakta olan odun parçası. |
köskelmek |
: |
Yaslanmak, uzanarak oturmak, dirseği üzerine yaslanarak oturmak.. |
köskenmek |
: |
1. Uzanıp yatmak, ayakları uzatarak yatar gibi oturmak, sere serpe oturmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Büzülmek, toplanmak, toparlanmak. Uzanıp yatmak, ayakları uzatarak yatar gibi oturmak, sere serpe oturmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 3. Dirseklerini ya da bir dirseğini destek yaparak uzanmak, yaslanmak, yan şekilde yaslanmak. |
köskü |
: |
Köz karıştırıcı. |
köslemek |
: |
Kilitlemek. |
köslü |
: |
Köstebek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kösmek |
: |
1. Ağacı eğmek, devirmek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Ayağını uzatmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kösmük |
: |
Toparlak odun. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
kösnü |
: |
1. Toprak altında yaşayan, bitki kökleriyle beslenen tarla faresi. 2. Köstebek. |
kösnük |
: |
Çiftleşme zamanı gelmiş at, eşek. |
kösre |
: |
Kesici şeyleri bilemeye yarayan taş, bileği taşı. |
kösrelemek |
: |
(Kesici şeyleri) Taşa sürerek bilelemek. “İçerden kösre taşını aldı, cebinden çakısını çıkardı, çakısını kösürelemeye başladı, çakı kılı keser oldu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kösrük |
: |
Sivri uçlu çocuk oyun sopası. |
kösseağaç |
: |
1. Köseği (kösâ) ye dönmüş odun, tam yanmamış kömür gibi siyah odun parçası. 2. Köseağaç. |
kössü |
: |
Kösnü, tarla faresi. |
kösteği yünden etmek |
: |
Kaçmak sıvışmak. |
köstek |
: |
1. Manda ve sığırların hareketlerini kısıtlamak için bir ayağına bağlanan ağırlık. 2. Engel. 3. Saat gibi eşyaların bir yere sabitlenmesi için kullanılan süslü zincirler. “Sabahanan kaktımıdı Ali’m öter Kesteğinen Ağam tütüncünün başı At yaydırır kösteğinin” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) |
köstek kancası |
: |
Çoban köpeğinin boynuna takılan mahmuzlu demir halka. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kösteg mıhı |
: |
Kalın ve uzun çivi. |
köstü |
: |
1. Köstebek. “Kimi zaman da alttan inerek bir köstü yuvasından kabarmış bir avuç toprak alıyor.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) 2. Sakalsız, bıyıksız, köse. |
köstük |
: |
Köstebek. |
köstüköpek |
: |
Osmaniye, Düziçi, Düldül dağı eteklerinde vecivarında yetişen endemik bitkilerden biri, bir tür sıklamen. |
kösük |
: |
Köy evlerinde kapıyı kilitlemeye yarayan ağaç takoz. |
kösülmek |
: |
1. Boylu boyunca uzanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç. Ada. Osm. Mr.) 2. Uzanıp yatmak, ayakları uzatarak yatar gibi oturmak, sere serpe oturmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) Bölgemizden bir fıkra: UZUN AHMET Üçtepe köyünde bir Uzun Ahmet varmış. Bu adam üç evliymiş. Her bir eşinden dokuz, on çocuğu varmış. Adam hiçbiriyle ilgilenmez boş boş dolaşır işe de gitmezmiş. Bir gün adam çarşıya gitmiş. Bu arada kahveye de uğramış. Cebinde parası olmayınca gördüğünden çay istermiş. Etraftakiler de buna bir iki laf söyler dayanamaz çay ısmarlarlarmış. Bir gün canı mangal istemiş. Eve gitmiş. Ortaya mangalı koymuş ama içinde kömür yok, cepte de para yok. Derken, bu adamın zoruna gitmeye başlamış. Düşünmüş düşünmüş: “Ortada mangal içinde kömür yok Gızın avradını sevdiğim Çarşıda gezen, cebinde paran yok Uzun avradını sevdiğim Yorganın kısa, boyun uzun Kösül avradını sevdiğim.” dermiş. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s.77) |
kösüre daşı |
: |
Kesici şeyleri bilemeye yarayan taş, bileği taşı. “Gılıcıma çaldırayım kösüre Kusur bulmam Zeynep gibi mısıra Kör Hüdü’yü bir yalancı gısıra Zeyneb’im Zeyneb’im allı Zeyneb’im Yedi köy içinde şanlı zeynebim” (Mehmet Saygaz - Mustafa Sarıçerçi, Dört Mevsim Maraş Dergisi Sayı: 2) |
köş |
: |
Dur. (Develer için kullanılır) |
köşe |
: |
1. Kadınların başlarına takarak yanaklarına sarkıttıkları altın ya da gümüş takı. 2. Taş, biriket, pirket, tuğla, ev yapımında kullanılan sert yapı malzemesi. 3. Dış kapı. “Yüce dağda bir bölücek kar idim Garbi değdi erim erim eridim Evvel muhabbetli yârim ileydim Şimdi köşelerden bakan ben oldum” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
köşe kapmaca oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. KÖŞE KAPMACAKız erkek birlikte veya ayrı oynanabilir. Beş kişi ile oynanan bir oyundur. Evde, okulda bahçede, kamyon kasasında oynanabilir. Oyun alanında köşe olarak belirlenecek dört yerin olması gerekir. Açık alanda oynanıyor ise ve yeteri kadar köşe yok ise, köşe olarak ağaçlar, elektrik direkleri ve kapı girişleri kullanılır. Sayışmaca yoluyla ebe belirlenir. Oyunda amaç şaşırtmacadır. Ebe oyun alanının ortasında dururken diğer oyuncular köşelerde yerlerini alırlar. Oyun başladıktan sonra çocuklar köşelerini değiştirmek zorundadır. Çocuklar köşelerini kaybetmemek için önlem alır, birbirleriyle göz, kaş işareti yaparak anlaşırlar. Oyuncular köşelerini değiştirirken ebe onlardan hızlı davranıp köşeye sahip olur. Bu kez açıkta kalan oyuncu ebe olur. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s. 217) |
köşek |
: |
1. Bir yaşından küçük deve yavrusu. 2. Bir yaşındaki deve yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Küheylanı tavlasında çatılı Pohuru da köşeği de katılı Çadırımız Şam elinde tutulu Ortalık çadırlık beğler görünür” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 629 |
köşel |
: |
Döşeli. |
köşger |
: |
1. Saraç, yemeni yapan kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden. Osm.) |
köşk |
: |
1. Üç ayaklı tabure, kerevet. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Tahta karyola, kerevet. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.İç.) 3. Hayma. 4. Saray. “Isga deli gönlüm ısga Derdim çokdur yaram başga Çıkda otur gul olduğum Cennetde ki yeşil köşge” (Kaynak: Hürü Köse, Andırın Büveme Köyünden) |
köşke |
: |
Ateş koru. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
köşker |
: |
Kunduracı, yemenici, kundura onarıcısı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç. Osm.) |
köşşek |
: |
1. Rahat, büyük, geniş, iyi. 2. Devenin yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada. İç.) “Hasan’ı da dersen uşak Sülemen’e aldım guşak Varıyor eşim varıyor Tülü dağal maya köşşek” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008)
“Deve bile köşşeğine bozular.”Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
köşt |
: |
1. Tabure, sandalye, kerevet. (TDK Derleme Sözlüğünden. Osm.) 2. Gülle (misket) altlığı. |
köşüklemek |
: |
Karıştırmak. |
köşüm |
: |
Merak ve kaygı. |
kötea: |
: |
Köteği. |
kötek, köteg |
: |
1. Bir çeşit kavga sopası. 2. Dayak. “Deli Yusuf der ki, kaçma ha köpek İşte geliyorum öpme ha etek Senin istediğin iyi bir kötek Ağana paşana başlarım şimdi” (Hacı Ali Özturan, Maraş Ağzı Köroğlu, Ukde Yay. Kahramanmaraş 2009)
“Köteksiz köye uğramış eli değneksiz geziyor.” |
kötelek |
: |
Bir çeşit kavga sopası. |
kötelemek |
: |
İttirmek. |
köten |
: |
Önüne beygir koşulan, kazacağı toprağın derinliği ve genişliği ayarlanabilen, bütünüyle çelikten yapılmış, bir çeşit saban, pulluk. “Evlerinin içinde eğilip bükülmüş, erimiş kap kacak, bir köten, birkaç saban demiri, kireçleşmiş bir yığın çakmak taşı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kötü |
: |
Zavallı, kısa boyluca, kötü. |
kötü yara |
: |
Firengi. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
kötüğrek |
: |
Kısa boyluca. |
kötülenmek |
: |
1. Komaya girmek. 2. Zayıflamak. “Zalım gurbet ellerinde kötülenmişsin guzûûm. Yôsa sen hasdanıya yatdın da habarımız mı olmadı?” |
kötürüm |
: |
Eli ayağı tutmayan, yatalak. |
kötüş |
: |
Ufak tefek, zayıf. |
köy |
: |
Semt, bölge. “Karac’oğlan yâr köyünden gelirim Eğlenirim dost yanında kalırım Ben yârimi kokusundan bilirim Zülüfleri misk ü amber yağlıdır” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 598 |
köy göçtü |
: |
Üçerli yalak ve her yalağa 9 taş konulup sırayla taşları yalaklara tek tek atarak oynanan oyun. Daire, sopa ve dana adlı yuvarlak taşla oynanır. |
köy görmüş abdal gimi davranmak |
: |
Çok hızlı ve görgüsüzce hareket etmek. “Köy görmüş abdal gibi davranmayın sakın.” |
köylük |
: |
Bir yerin çevresi, merkeze bağlı yerler. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
köyna:m |
: |
Gömleğim. “İki tene basma köynâm var ıdı. Gerisi de damalı köyneg. Çıbıg, çıbıg damalılar olurdu, culfa dohuması.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
köyna:n |
: |
Gömleğin, fanilan. |
köyna:ni |
: |
Köyneğini, atletini, gömleğini. “Gene, köynâni ters geymişsin, çamlar gibi devrilesice” |
köyneg |
: |
Giysi, atlet, gömlek, mintan. |
köynek |
: |
Giysi, atlet, gömlek, mintan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.)Göynek de denilir. Bedene giyilen ilk giysidir. Şimdiki atlet yerine kullanılır. Yakası yuvarlak ya da hakim yaka, önü göğse kadar 10-15 cm. açıktır. Boyu diz altındadır. Beyaz veya açık renkte olanları yaygındır. Etek kısmı şalvarın içine sokulur. “Yıkıldım da kalkamıyom Sağ elime verin deynek Çobana böyle ağlarım İk’elimde ganlı köynek” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
köynekçek |
: |
Köynek, eskiden atlet yerine kullanılan beyaz ketenden yapılmış iç çamaşırı. |
köyte |
: |
Köfte. |
köyveni |
: |
İyi ev kadını, Evine iyi bakan kadın. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
köz |
: |
Kor halinde yanmış odun parçası, alevsiz ateş. (TDK Derleme Sözlüğünden İç. Ada. Osm. İç.) “Belli ki ocaktaki sıcak su güğümüne altındaki meşe odunu közünü eline aldığı çubukla karıştırıp durmaktan büyük keyif alıyordu.”
Gide gide hep yollarım düz oldu Yandı ciğerciğim kömür köz oldu Yârin dedikleri acı söz oldu Ağlarım giderim gülemem kalan Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.520 |
köz saydırmak |
: |
Hastalık, nazar değmesi vb için dua eşliğinde suya atılan közün suyun içirmek. |
köz suyu saymak |
: |
Nazar değdiğine inanılan bir kimsenin nazardan kurtulması için közü suda ıslatarak dua ile suyunu sürmek veya içirmek. “Güççü:ken hasda oldukmi:n annannem gel o:lum sana bir közsuyu sayim deridi. Bir tas suya ocakdan aldı: közleri atar cos cos diye közler sö:ner, su vakırdar, annannem bişeyler sö:ler, so:ra o közlü küllü suyu soğutup bize içiriridi. Göz de:mesine iye gelirimiş. Amma bu közsuyu mu yoğsam gözsuyu mu bilmiyom. Bu köz suyu nerden ireli geliyo, nasıl bişet köye getti:mde bir sorim annanneme. En kötüsü de o közlü, küllü bulanık, sası suyu içmek. Bizim sitiye (www.bekerecikoyu.com) de göz de:mesin diye annanneme bir köz suyu saydırim. Amma içmesek olur mu annanne? Tesir eder mi gene? Malum gendimize saydırmıyok közsuyunu, sitiye saydırıyok. Sitenin muhkem yellerine döksek olma mı?” (Kadirli Bekereci Köyü’nden Herif lakaplı hemşehrimiz, www.bekerecikoyu.com) |
közçek |
: |
Ateşte pişirilmiş kalınca yufka. “Arasına yeşil suvan koyar közçekle dürüm yapar yerdik davar gütmeye gittiğimizde.” |
köze basmış aptal gibi hoplamak |
: |
Yerinde duramayanlar için kullanılır. |
köze bastırmak |
: |
Tuzağa düşürmek, hile etmek. |
közleme |
: |
Pirzola. |
közlemeç |
: |
Köz üzerinde basit şekilde pişirme. “Dar vakıtta vurduğun guşun ne guşu olduğu bile belli dêl…. Heç bişeceğe yok. Közlemeç edek dedik heç bir şeye benzemedi.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
közü guca:na deşmek |
: |
Tek tabanca çalışmak, her işte kendisi yararlanmak, nalıncı keseri gibi kendine yontmak. “Közü gucâna deşer hep.” |
kubar |
: |
Verimsiz tarla. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
kubarık |
: |
Kibirli. |
kubarlanmak |
: |
Tozlanmak. “Urfalıyım; kimse yarin övmesin Sökemedim ak göysünün düğmesin Kaldır zülüflerin yere deymesin Yerler kubarlanmış toz konar sana” (Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I, S. 15-16) |
kubarmak |
: |
Çalım satmak, övünmek, gururlanmak, şişmek, böbürlenmek, kibirlenmek. “Kasaba Kalaycının ölümünü duymuştu. Koca Osmanın böyle kubara kubara dolaşmasının sebebini anlıyorlardı.”, “Siz de gelirsiniz, arkadaş diye söz ederekten karşımda kubarırsınız.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kubat |
: |
Kaba, şişman, biçimsiz. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr. İç.) |
kuble |
: |
Balta ve çapanın sap takılan deliği. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kubuduk |
: |
Kabadayı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kubur |
: |
1. Sahtiyandan yapılmış bele bağlanan bir çeşit çantadır. Erkekler, tabakalarını, cüzdanlarını, çakmaklarını, buna benzer gereçlerini kuburlarına koyarlardı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. Ada.) “Bulut buluta söykenir (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) 2. Kuru çam yaprakları. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 3. Eskiden kullanılan bir çeşit tabanca. 4. Kan. “Burnundan kanlar sökmüş de Ağzından geliyor kubur Bizim için düğün kurmuş Ocağı bataçça müdür” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
kuburluk |
: |
Eskiden bele bağlanan para keselerine verilen ad. |
kucağına çekmek |
: |
Arka çıkmak, birisinin sorununa sahip çıkmak. |
kucaklık |
: |
Kiler. |
kudret |
: |
1. Allah’ın gücü. Çıktım Kırklar Dağı'n seyrân eyledim Sallanarak gider yolu Hama'nın Yel vurdukça derdli dolap iniler Burcu burcu kokar gülü Hama'nın Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.537 2. Allah’tan, doğuştan. Kudretten karadır yarimin kaşı İnciye benziyor ağzında dişi Şu gelen güzel de dostun gelişi Süzülerek gelir gözler yorgundur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.618 |
kudret kalemi |
: |
Allah’ın gücü. Telli marhamasın atmış başına Kudret kalemini çekmiş kaşına Bir güzel de düşemezse eşine Ah çektikçe yüreğinden kan gider Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.586 |
kudret nurları |
: |
Allah’ın verdiği güzelliğin ışıkları. Karac’oğlan hiyle yoktur sözünde Hak nazarım kaldı ala gözünde Kudret nurlarını gördüm yüzünde Güzelliğin bana bildir de yörü Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.644 |
kudret sürmelisi |
: |
Doğuştan sürmeli. Gariblik gurbetlik düşmüş özüne Kudret sürmesini çekmiş gözüne Dökünce zülfünü bedir yüzüne Ben sandım ki bulut aya bağlıdır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.597 |
kudretten |
: |
Allah tarafından, yaratılıştan. “On beş yaşadım ben de uslandım On altı deyince şimdi seslendim Elmas gibi sandıklarda beslendim Kudretten dökmedir, benim kaşım” (Kaynak Şahıs: Celil Çınkır, Aşık Hüseyin) |
kudümlü |
: |
Uğurlu, hayırlı, kademli. |
kudümsüz |
: |
Aç gözlü, uğursuz. “Karalı bayrak kaldırdım Çifte davullar dövdürdüm Beni kınaman komşular Kudümsüz gelin getirdim” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) |
kufa |
: |
Küfe. “Menengiç ağacına çıtımık denir Kırmızısı ham olur yeşili yenir Mezdeği sakızı kufayla gelir Kekiğin, dağ çayın şifadır yaylam” (Mustafa Kıreker, (Kösepınarı) Ericek Yaylası İsimli Şiiri, Çukurova’dan Dünya’ya Kadirli Dergisi, Haziran 2008, Sayı: 24) |
kuğu |
: |
Uzunca kıvrık boyunlu, geniş gagalı ve geniş kanatlı su kuşu. Pınara konan kuğunun Kanadı beyaz çoğunun Çöldeki Arab beğinin Çadırı kara değil mi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.450 |
kukumavuk |
: |
Baykuş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kukurt |
: |
Çift hörgüçlü deve. |
kul |
: |
1.Hizmetçi. Karac’oğlan der ki kurban olayım Canımı yoluna fedâ kılayım Kapında eğlenip kulun olayım Sorarlarsa de ki benim kulumdur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.618 2. Yaratık, mahluk. Sabahtan uğradım ben bir güzele Yörü ey günahkâr kul dedi bir kız Bugün cellât olur kıyarım cana Hemen yoktur imdat bil dedi bir kız Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.649 |
kula |
: |
1. Sarışın mavi gözlü. 2. Al ile kır arası bir at rengi. Sarıya yakın açık kahverengi at ve kısrak rengi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Beygirin kulası, malın ebeşi Başıboş seyipler köyün ibişi Esmer insanlara derler Habeşi Diline hayranım Çukurova’nın” (Aşık Feymani (Osman Taşkaya)) |
kulaç |
: |
İnsan kollarını açtığı zaman, birinin ucundan ötekinin ucuna kadar olan uzaklığı karşılayan bir ölçü ki, derinlikleri ve ip gibi uzun şeyleri ölçmek için kullanılır. |
kulağı çatılmadık eşşek |
: |
Eşeğin eşeği. Çok ham insan. |
kulağı çıŋlayasıca |
: |
Konuşma sırasında bulunmayan biri övülürkenböyle söylenir.Bir tür övgüyle anma. |
kulağı tozlu |
: |
Çiftçi, işçi. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
kulak |
: |
1. Yağmur ve sel sularının toplandığı çukur, su yatakları. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) 2. Küçük dereler. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 3. Köprünün iki yanındaki duvarlar. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 4. Devenin yularının iki yanına asılan çana denir. 5. Denizlerin karalara doğru girmiş olan parçalarına (burunun aksi) kulak derler. “Balıklar sürüler halinde kulağa kadar gelirdi.” |
kulak tozu almak |
: |
Tokat atmak. |
kulaktan kulağa oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. KULAKTAN KULAĞA Oyun da kişi sayısı ne kadar fazla olursa o kadar eğlenceli olur. Oyuncular yan yana dizilir. İlk oyuncu yanındakine diğerleri duymayacak şekilde bir şeyler fısıldar. İkinci oyuncu da yanındakine fısıldar. Bu şekilde devam eder ve son oyuncuya sıra gelir. Son oyuncu duyduğu kelimeyi yüksek sesle söyler. Tabii çoğunlukla ilk kelimeden farklı, komik kelimeler ortaya çıkar. Ortaya farklı bir kelime çıkmışsa, hangi oyuncunun iyi duyamadığı belirlenir ve o oyuncu grubun sonuna geçer. Oyunu zor ve eğlenceli yapmak için söylenmesi zor kelimeler seçilir. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s. 218) |
kulaktan kunnacı olmak |
: |
Çok meraklı, bir ortamda konuşulan her şeyi duymak istemek. “Kulaktan kunnacı mübarek.” |
kulalı |
: |
Kuleli. |
kuldur |
: |
Fıtık hastalığı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kulef |
: |
Külah. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kulluk eylemek |
: |
Hizmetçilik eylemek. Şurda bir dilbere gönül düşürdüm Severim billâhi nic'olur olsun Varır kapısında kulluk eylerim Dökerim kanımı nic'olur olsun Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.566 |
kulplu |
: |
1. İri çuval. 2. Yemek tavası. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kulpluca |
: |
1. İki kulplu orta boy bakır kazan. 2. Bir çeşit kova. Şōraya bir ḳulpluca koruñ boyaçıdan boya aldırırıñ. |
kulun |
: |
Henüz doğmuş at ve eşek yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr. Osm.) “Birden kapıştılar kulunu tayı Kanı karrak oldu yoksulu bayı Böyle sağ gezmeden ölmemiz eyi Her birimiz bir kötüye kul oldu” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul, II. Baskı, 1984) |
kulunç |
: |
1. Kürek kemiği, sırt, sırtın iki omuz arası, kemiklerin ortası. “Bir öğün yemeye yetmez bir davar Kolları çınar da kuluncu duvar Kovalarsa tutar, tutarsa boğar Kırk yiğide bedel aslan Hasan’ım” (Hacı Ali Özturan, Maraş Ağzı Köroğlu, Ukde Yay. Kahramanmaraş 2009) 2. Omuz. “Ak eline al kınalar yakarsın Mor beliği kuluncuna dökersin Kaş altından melil melil bakarsın Azıcık ta gönlün var gibi gibi” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
kulungu |
: |
6 aylık at yavrusu, tay. |
kulunlu |
: |
Karnında yavrusu olan at, eşek vb. hayvan. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
kuma |
: |
Yenge, hanım üstüne hanım almak. |
kumak |
: |
Koymak. Kara dutun dutunu Ağır yanar odunu Benim için kumuşlar Dorlak kızın adını Ayhan Karakaş, Feke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s.148 |
kumakertiş |
: |
Kertenkele. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kumanda |
: |
Kumanya. |
kumaşır |
: |
Kumaş satan. |
kumaz |
: |
Koymaz. “Kitabını yere kumaz Derdini kimseye demez Ben küstürdüm bir yavrumu Kalkıp yemeğini yemez” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Trafik Kazasında Ölen Zübeyir Temiz’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Kara Sultan Temiz) |
kumbur |
: |
Patates. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada.) |
kumbut |
: |
Su bidonu. |
kumbuz |
: |
Gülle oyununa en son katılan oyuncu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
küme |
: |
Yaylada ağaçtan yapılan geçici ev. Yaylıya gėçerdik, yıkılırdıḳ ağaçlardan bir kúme yapardıḵ, yanı ev. |
kumkum |
: |
Sakız leblebisi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kumluç |
: |
Bulut halinde uçan bir çeşit küçük sinek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kumpanya |
: |
Daha çok yabancı ortaklarla iş yapma, şirket kurma, bunlarla kurulan şirket. Yabancı sözcüğü bünyesine uydurmada maharetli olan bölgemiz İngilizce şirket anlamına gelen “company” sözcüğünü bu şekilde lügatine katmıştır. “Katarlanmış beş on deve Kahvesi yüklenir denge Kumpany’açar, çete dizer Aşiretin vermez harbe” (Derleyen: İbrahim Davutluoğlu, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
kundup suyu |
: |
Ayranın haftalarca bekletilerek fazla ekşitilmesi ile husûle gelen bir nevi içki. Çerkezler bunu çok kullanırlarmış. Kışın ayran yerine içilen, kaynatılmış yoğurdun yaz mevsiminde dört ay müddetle bekletilmesiyle yapılan kışlık yoğurt. Bir bardak kundep suyu, çok ekşi olduğu için, normal günlük ayranın 3-4 bardağına bedeldir ve kesinlikle içki değildir. “Ağaçtan atına binmiş Yönünü evine dönmüş Kundup suyu erişmemiş Ölmüş, Kasım Ağa’m ölmüş
Hastalıktan sızılıyor Eve kâğıt yazılıyor Yüreğinde sızısı var Kundup suyun arzuluyor” (Andırın Gökahmetli Köyü’nden Merhum Hasibe Teyze.) |
kumpas |
: |
Hile, fesat, gizli tertip. |
kumpir |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; patates. |
kundan |
: |
Cevizden fırıldak. |
kunduru |
: |
Başağı dört sıralı, bir çeşit sert sarı buğday. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr. İç.) |
kunlacı |
: |
Karnında yavrusu olan at, eşek vb. hayvan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kunlamak |
: |
1. (Hayvanlar) Doğurmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. (Tavuk için) Yumurtlamak. “Tavuklar gıdaklamaya başladılar. Belli ki kunladılar.” |
kunnacı |
: |
(Kısrak, eşek, kedi,köpek) yavrulayacak olan, karnında yavru bulunan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç. Osm.) |
kunnaç |
: |
Çok yumurtlayan tavuk. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kunnamak |
: |
(Kısrak, eşek, kedi, köpek) yavrulamak, doğurmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç. Osm.) |
kunt |
: |
1. Dayanıklı, kalın, sert şey. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada. İç.) 2. Sağlıklı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kupay, kopay |
: |
İri kulaklı bir çeşit av köpeği. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada. İç.) |
kupdüşen |
: |
Bir çeşit ufak sinek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kupüldemek |
: |
(Lamba) Sönecek gibi olmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kurabiye |
: |
Şekerli küçük çörek. Nerde kaldı şekerli kurabiye Ne demeli furun eti kebaba Bazılar da su mu katar şaraba Neme lâzım adın demek isterim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.502 |
kuracık |
: |
Kuracağız. “Atına binmiş geliyor (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
kurada |
: |
1. Zayıf hayvan, işe yaramaz hayvan, hurda. 2. (İnsan ve hayvan) Gelişmemiş, zayıf, cılız. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. İşe yaramaz, yıpranmış, eskimiş, bozulmuş eşya. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr. İç.) |
kurampa |
: |
Dolandırıcılık, düzen. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kurban olmak |
: |
Feda olmak, bir şeyi feda etmek. Çıkabilsem Eyyubların Dağı'na Canım kurban olsun göğsün ağına Her sabah her sabah kuşluk tavına Gel de muradını al dedi bir kız Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.650 |
kurbed |
: |
Gurbet. |
kurdalamak |
: |
Bir şeyin orasını burasını ellemek, karıştırmak, yoklamak, kurcalamak. |
kurduku |
: |
Hırka. |
kurdun ağzına kan değmek |
: |
Yavuz birinin yavuzlukta ilk adımı attığında, artık eyleminin önlenemeyeceğini anlatmak üzere kullanılır. “Vali bey, bu itoğlu yakalansa da olan oldu zaten. Kurdun ağzına kan değdi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kurgu |
: |
Ölçüp biçilerek yapılan iş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kurk |
: |
Kuluçka, kuluçka tavuk. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
kurk tavuk |
: |
Kuluçka tavuk. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kurmut |
: |
Yaban armudu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kurna kurna |
: |
Pekçok yerden suyun aktığını belirten bir tekrar. Ala pınar kurna kurna Gökyüzünde telli turna Zülüflerin burma burma Çiçek topla benim için Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.542 |
kurs |
: |
Kokulu bir ağaç. “Çıkar Mayilin dağına (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
kursağının altı |
: |
Çenesinin altı. |
kursak |
: |
Mide. |
kursak kavurgasını ister |
: |
İyi davranışı hazmetömeyenler için söylenir. |
kursaksız |
: |
1. Patavatsız, dengesiz. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Değer bilmeyen, vefasız, abur cubur yiyen kimse. “İnsanın kötüsü eylikten bilmez Kursaksıza öğüt versen de almaz İnsan çiğ süt emmiş itimad olmaz Kapında hizmetkâr kulundan sakın” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 534 |
kurşun döşşemek |
: |
Silahla durmadan ateş etmek. “Mustan onun ayaklarının dibine, sağına soluna kurşun döşşüyordu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kurt eniği kurt olur |
: |
Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
kurtalmak |
: |
Kurtulmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
kurtlangaç |
: |
1. Kürdan. 2. Kuş avlarken yemin takıldığı düzenek. |
kurtlanmak |
: |
Kıskanmak, çekememek. |
kuru |
: |
Kuru toprak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kuru dipi |
: |
Açık fakat çok soğuk hava. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kuru duvar |
: |
Taşların harçsız olarak üst üste yerleştirilmesiyle yapılan duvar. |
kuru söz |
: |
Gönül kırıcı söz. |
kurulmak |
: |
Gururlanmak, böbürlenmek. |
kurumsak |
: |
İnce zayıf. |
kurumsu |
: |
Kuru gibi, kurutulmuş meyve, meyve kurusu,benzetme amaçlı zayıf ve sevimsiz kimse. |
kuruşmak |
: |
Bahse girmek. |
kuruya yüzme |
: |
Bedavaya çalışma. “Kuruya yüzmekten gına geldi.” |
kus |
: |
Daire. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kuskun |
: |
1. Şalvarın bel ağzı. 2. At, kısrak, katır ve merkeplere palan vurulduğu zaman, palanların hayvanların boyun kısmına doğru kayıp gitmemesini sağlayan; palanın sırt yanlarına uçları dikili olup, keçeli ve yuvarlaklaştırılan ortası kuyruk altından geçirilen kolan parçası. “Kuskun, uzun zamandan beri kullanıldığından iyicene dayremiş, neredeyse koptu kopacak hale gelmiş.” |
kuskus |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; elde yapılan bir tür makarna. |
kusur |
: |
Yanlış davranış, suç, hata. Ağam kusur var mı şol kara kaşta Dostumun sevdâsı kaynıyor aşta Tunus Tırabulus koca Maraş'ta Reyhan'ın içinde birdir bu gelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.553 |
kusur koymak |
: |
Kusur işlemek. Ala gözlerini sevdiğim dilber Niçin benden ay yüzünü dönderdin Yoksa hizmetinde kusur mu koydum Niçin gül dalına harı kondurdun Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.562 |
kuş |
: |
Üzeri renkli kağıtlarla kaplanmış, hafif çıtalardan yapılmış çokgen biçimli gövde ve süslü bir kuyruktan oluşan, sicimle bağlanarak, rüzgâr yardımıyla uçurulan bir tür oyuncak, uçurtma. “Kasnaklı kuş yapardım. Kuyruğu iki metreyi geçerdi. Kuş uçurtma yarışına giderdik. Kuyruğuna bir de cilet takardık. Öteki çocukların kuşunun ipini kestirmek için. Çocukluk işte.” |
kuşak |
: |
Bel sargısı. Ahmediye veya toçca kuşak da denilir.yünden yapılır ve çizgilidir. Aba şalvarın içine sokulduktan sonra bele bağlanır ve iki ucu yanlardan içe sokulur. Geyin hey sevdiğim kuşağın kuşan Del'olur hey yavru peşine düşen Dilber benim deyi sarıp sarmaşan Elimi tutacak elin kalmamış Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.631
Mehveşleri bekler yayla yolunda Kemer kuşak parlar yârin belinde Salını salını gezseyanımda Salınıp gezişin kime ne dilber Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.585 |
kuşana |
: |
Orta boy tencere. |
kuşanmak |
: |
Giyinmek. Haramî olmuş da yola inmişsin Öldürmüş âşığı kana girmişsin Geyinmiş kuşanmış güzel olmuşsun Güzellik kıymatın bilmeli gelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.547 |
kuşburnu |
: |
Yaban gülünün kırmızı tohumu. |
kuşgana, kuşkana kazanı |
: |
Tencere. Zemin kısmı ile baş kısmının ölçülerinin aynı olduğu kazanlardır. |
kuşluğaça |
: |
Kuşluğa kadar. “Buyur Arap oğlum buyur Kuşluğaça adam m’uyur Hacvellerden kız istemiş Ona da giderim düğür” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
kuşluk |
: |
Sabahla öğle arası, öğle yemeği. |
kuşluk tavı |
: |
Kuşluk vakti. “Çıkabilsem Eyyubların Dağı’na Canım kurban olsun göğsün ağına Her sabah her sabah kuşluk tavına Gel de muradını al dedi bir kız” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 650 |
kutlu |
: |
Uğurlu, mübarek. |
kutluk |
: |
Kümes, tünek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kutnu |
: |
Pamuk veya ipekle karışık pamuktan dokunmuş kalın, ensiz kumaş türü. “Çadır görünmez atlıdan Yemeği çıkar tatlıdan Düşmana yatak yazmışlar Safi ibrişim kutnudan” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943)
Sabahtan uğradım ben bir uşağa Hayrân oldum belindeki kuşağa Döşeneli kutnu yüzlü döşeğe Beğenmez yastığı kol ister gönül Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.482 |
kutnu kumaş |
: |
Kıymetli bir kumaş türü. |
kutu cuvarası |
: |
Tekel sigarası. |
kuvam |
: |
Yağmurun yağma süresiyle ilgili bir vakit, birsüre. |
ku:mak |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; kovmak. |
kutu kutu pense oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. KUTU KUTU PENSE Genelde okulda oynanan oyunlardandır. Oyuncu sayısı en az üç kişidir ama ne kadar çok kişi olursa o kadar eğlenceli olur. Bu oyunda oyuncular birbirlerinin ellerini tutarak daire oluştururlar. Daha sonra da oyuncular daireyi bozmadan şu tekerlemeleri söyleyerek çevrelerinde dönmeye başlarlar: Kutu kutu pense Elmamı yense Arkadaşım (Bir arkadaşın adı söylenir) Arkasını dönse Adı söylenen oyuncu arkasını döner, bu sırada oyuncular dönmeye de devam eder. Bu şekilde herkes arkasını döndüğü zaman oyun biter. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s. 217 - 218) |
Kuvet |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; kuvvet. |
kuyak |
: |
Engebeli, çukur yer. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
kuyarmak |
: |
Bırakmak, koyurmak. |
kuyluşmak |
: |
Birbirine girmek |
kuyluşturmak |
: |
Yerleştirmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kuymak |
: |
Krema ve un ile yapılan mahalli bir pasta. |
kuyruğölü, kuyruğörü |
: |
Akrep. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kuyruğu çal omuz etmek |
: |
Gayrete gelmek. |
kuyruğu çöp deşirmek |
: |
Yoksul düşmek, çok yoksullaşmak. |
kuyruğu gıllan gıllan etmek |
: |
Yaltaklanmak, göze girmeye çalışmak. |
kuyruğu ile oynamak |
: |
İşleri yolunda olup da yapacak iş aramak. |
kuyruğu kıstalamak |
: |
Sessizce kaçmak, korkup kaçmak. |
kuyruğu kuş pişirmek |
: |
Aşırı telaşlı olma hali. “Kuyruğu kuş pişiriyor.” |
kuyruğu tava sapına dönmek |
: |
1. Çok zayıflamak, çok kötü olmak. 2. Çokmemnun ve mutlu olmak. |
kuyruğundan kıl aldırmamak |
: |
Çok dikbaşlı olmak, kimseye eyvallah etmemek, alınganlık göstermek. “Kuyruğundan kıl aldırmaz hiç.” |
kuyruğunu altına alıp yatmak |
: |
Verilenle yetinmek, rıza göstermek. |
kuyruk ölüsü |
: |
Akrep. |
kuyruklu |
: |
1. Akrep. 2. Tava. |
kuz |
: |
Güneş almayan ya da az güneş alan, serin ve gölgeli yer. “Hep kar olmuş yüce dağın kuzları Çözüldü mü Güredi’nin buzları Hey ağalar dostun ala gözleri Gece gündüz hatırımdan getmeyor” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 137 |
kuz etmek |
: |
Gölge etmek. |
kuzay |
: |
Güneş görmeyen, gölgelik yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
kuzey ya da kuzeri |
: |
Kuzeye ya da gölgeye düşen yerler. “Dedem arı damını evin kuzerine yapmıştı.” |
kuzgun |
: |
1. Kuzeye bakan soğuk yer. 2. İri kara karga. “Durnam gateriniz bozuk bozguna Cura şahin avın vermez kuzguna Eşinden ayrılmış öter bir suna Yeşiller bağlamış al deyip gider” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 589 |
kuzguni |
: |
Kapkara. |
kuzlacı |
: |
Gebe, doğuracak hayvan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
kuzlak |
: |
Gebe, doğuracak hayvan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kuzlamak |
: |
Hayvan yavrulamak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
kuzluk |
: |
Keçi ve koyunların konulduğu çalı çırpılarla çevrilmiş yer, kuzuluk. |
kuzu |
: |
1. Koyun yavrusu. 2. Mecazenevlat. |
kuzukukalğı |
: |
Yenilen yayla otları arasındadır. |
kü: |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; köy. |
kücü |
: |
Isdarda dokuma iplerinin bağlandığı yarı sabit düzenek. |
kücülemek |
: |
1. Tezgahta halı, kilim, kumaş vb. dokurken çözgü ipliklerini gücü ağacına bağlamak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Başarmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kücümek |
: |
Ayrılan iplerin ıstar tezgahına getirildikten sonra çaprazlamayı sağlamak için atılan ilmik. |
küçcürek |
: |
Küçük. |
küçen olmak |
: |
Dişi köpeklerin esrimesi, cinsel istek duyması. |
küçküç |
: |
İri daldan yapılan ve çamura saplanan bir oyun şeklidir. |
küçük oruç |
: |
Tahtacılarda, muharrem orucunun son akşamında gece yattıktan sonra sabaha kadar hiçbir şey yenilip içilmeden tutulan oruç. |
küçükke |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; küçükken. |
küddüş |
: |
Becerikli. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
küde |
: |
Kısa boylu. |
küf |
: |
Gelinbaşı. |
küfaylan |
: |
Küheylan, bir at türü. “Odasında terzi işler Küfaylanlar yeri dişler Ünü büyük Gozanoğlu Kürk geydirir at bağışlar” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
küfeylan |
: |
Küheylan, soylu arap atı.” |
küffar |
: |
Kafirler, düşmanlar. “Oğlan senin şorun duyar küserim Küserim de zülüfüme asarım Küffar kalesinden yeğdir hisarım Varmam şimden geri beğoğl’isen de” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 405 |
küfrana |
: |
Döküntü, rastgele atılan gereksiz eşyalar. “Küfrananı deşirmek zorunda de:lim, gusura gamla Sülemen Efendi.” |
küfre uymak |
: |
İslamiyet dışı davranışlarda bulunmak. Ala gözlüm benim ile dilersen Bahar ayları gelsin de gidelim Bağlar almış ılkımını karını Yollar çamur kurusun da gidelim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.495 |
küfülemek |
: |
Kızmak. “Küfüleye küfüleye geldi. Açtı ağzını yumdu gözünü.” |
kühar |
: |
Kühhar, kâfir, gâvur |
küheylan |
: |
Soylu arap atı. Küleylânı tavlasında çatılı Pohuru da köşeği de katili Çadırımız Şâm elinde tutulu Ortalık çadırlık beğler görünür Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.629 |
küheylanlık |
: |
Küheylan gibi olma hali. Karac’oğlan der ki yârin yâr ise Ağyâr ile muhabbeti yoğ ise Atım sende küheylânlık var ise Gece yâr koynunda yatalım atım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.492 |
kük |
: |
Yaşlı, ihtiyar, işe yaramaz. |
küküm |
: |
1. Kötürüm. “Mirza; Savaş paklar işin sağını Küküm ettim Kürdistanın beyini Başına yıkarım Beyrut Dağı’nı Yazın Andırın’a dökmem var, dedi” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul, II. Baskı, 1984) 2. Felçli, yatalak. 3. İhtiyar. “Nasıl goydun guru yere Gara kekil büküm büküm Gayri eller düver beni Elim dutmaz oldum küküm” (Doç. Dr. Esma Şimşek, 8. Yıl Türk Folkloru- Sayı 78, 3 Ocak 1986, S. 32) |
kükürt |
: |
1. Üç yaşını bitirmiş buhur deve. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) Kara dutun dutunu Ağır yanar odunu Benim için kumuşlar Dorlak kızın adını Ayhan Karakaş, Feke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s.149. 2. Anası tüylü, babası boz deve yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
küküş |
: |
Açılmamış pamuk kozası. |
kül kömbesi |
: |
Ateşi sönmemiş közlü külün içine içine yatırılarak konulan hamur. Bu hamurun içine yerine göre soğan, kuş eti, vs. konularak pişirilir. |
kül şeker |
: |
Toz şeker. |
külbe |
: |
Ocakların bad denilen yan duvarlarının iç kısmına açılan oyuk. |
külçe |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Bakırın ham haline söylenen isimdir. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 40) |
küldöken |
: |
Hanım, mıymıntı, eylemsiz. |
külek, küleg |
: |
1. İçine katı pekmez konan tahta kap, tahta kova. “Evlerinin ardı gölek Ganlar akar külek külek Enişte gayın vurur mu? Buna da ne diyek felek” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 2. Kürek. 3. Tahıl ölçmede kullanılan 24-32 kg.lık ölçü birimi. Üç tasa eşit ağırlık. |
külekömbe, küle kömme |
: |
Sıcak küle gömülerek pişirilenbir tür hamur işi yiyecek. |
külemek |
: |
(Birinin)Ayaklarını ve ellerini birbirine bağlamak. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) “Yusuf benim canım yok mu Başına su elemişler Suçun neydi babamoğlu Koyun gibi külemişler” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
külfan |
: |
1. Hamam, külhan ocağı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Kül gibi toprak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
külhavış |
: |
Paramparça. |
külhavış etmek |
: |
Paramparça etmek. |
külleme |
: |
Külde pişen börek. |
külliyetli |
: |
Çok, fazla. “Bir adam hasmını utandıramaz Elde külliyetli var olmayınca Pervane şem’ini uyandıramaz Başta sevdâ kalpde nâr olmayınca” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 382 |
küllü |
: |
Hepsini. “Küllü beleşe getirdim ben. Bindim, dagdım lasdi: altına, basdım geliüm. Yolda geliüm amma garnımın içi de garişiür.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
küllüg |
: |
Kırmızı topraktan yapılmış büyük küp. “Bir tene küllüg burada, bir tene küllüg şonun evinde, te.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
küllük, küllüg |
: |
1. Meşe külünden elde edilen çamaşır suyu, ve bu suyun içine konulduğu büyük küp. 2. İçine küllü su konulan kırmızı topraktan yapılmış küp. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 3. Hayvan tersinin ya da evlerin önünde çöplerin atıldığı yer, zibillik. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm. Mr. İç.) “Küllüğe atıver de gel guzum çöpleri.” “Küllükte bittim gül bittim.” |
küllük küllük öksürmek |
: |
Kuru öksürük için söylenir. “Sabahaçâ küllük küllük öksürdü durdu.” |
küllük tutmak |
: |
Kafaya bir şeyin çarpmasını önlemek için boynu bükerek kafayı öne doğru eğmek. “Sayın köylülerimiz ve ziyaratcılar, sitemiz henüz inşaat aşamasındadır. İnşaata girmek tehlikeli ve yasakdır. Gafanızı küllük dutun. “ (bekereci.com) |
küllükte yatar, padişahı düşünde görür |
: |
Aç tavuk rüyasında darı görür misali. “Küllükte yatar ama padışahı düşünde görür.” |
küllümen yalan |
: |
Külliyen yalan, tamamen yalan. “Küllümen yalan.” |
küllümün hasarat |
: |
Ele alınır tarafı yok. |
külmek |
: |
El ve ayaklarını bağlamak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
külte |
: |
Bağlam, düzine, demet. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) |
külteli |
: |
Vücutça iri olan, cüsseli, iri kıyım. |
kültüllü |
: |
Kültürlü. “Bin doguz yüz admış birde orie vardım. Afedersin aha bir gödden bacag daha geldi dediler. Benim boyum gısi:miş. Seçme asger götürüller orie. Heb de kültüllü.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
külufam, külufak |
: |
Paramparça. |
kül umbaç |
: |
İyice kırılıp tuz buz olmak. |
külük, külüg |
: |
Balyozun küçüğü. |
külünk |
: |
1. Taşçıların kullandığı sivri kazma. 2. Birhububat çeşidi. 3. Balyoz. |
külüstür |
: |
Bozuk. |
kümbet |
: |
Yemekleri korumak için üstlerine kapatılan, kulpsuz oval sepet. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kümele |
: |
Bostan ve bağ bekçisinin kulübesi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kümet |
: |
Çocuğun doğum haberini veren kimseye babanın verdiği bahşiş, muştuluk parası. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
kümkermek |
: |
Şişmek, kendini beğenmek. |
kümküm |
: |
Yaşlı, beli bükülmüş kişi. “Ağ konakta çatal pece Sabah olmaz uzun gece Silkinip ata binerdim Şimdi oldum kümküm koca” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
kümküm koca |
: |
Beli bükülmüş çok yaşlı. “Ak konakta yüksek baca (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
kümpmek |
: |
Birdenbire düşüp kalmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kümrenmek |
: |
Beyit söylemek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kümsümek |
: |
Nemden dolayı mantarlanmak, kokmak vebozulmak. |
kümül |
: |
1. Biçilmiş ve birkaç bağı bir araya toplanmış küncü kümesi. Toplanmış küncü, kurumuş horum. Otuz bağlık küncü (susam) kümesi. 2. İmamoğlu’nda susam bitkisinin sapı. |
kümürdek |
: |
Kıkırdak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kün |
: |
Ol. |
küna |
: |
Güna. |
küncü |
: |
Susam, darı büyüklüğündeki söbe ve sarımtırak tohumlarından yağ çıkarılan, öğütülerek tahin yapılan küçük bir tarım bitkisi. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr. Osm. Ada. İç.) “Küncüyü de buydadan so:ra ekeller genelde. Yağmır ya:mazsa eyi olmaz. Yolumu zor olur yani hasadı. Yolaca:n, bağliyece:n, horum yapaca:n so:ra güneşin altında kuruyeceg, so:ra devirece:n çırpaca:n, eliyece:n bilmem ne. Baya: zor yani. Toz torpak karışmiyecek.Bi de yolariken elin suya de:miye, gör ortalık sele gedmiyo mu?” (Kadirli Bekereci Köyü’nden Kubilay, kaynak: www.bekereci. com) |
küncü ba:lası |
: |
Susamları sapıyla beraber kurutmak için bağlanmış hâli. |
köncü göneni |
: |
Ne iyi ne kötü, orta kıvamda yaşamak. |
küncü göneni olmak |
: |
1. Toprağın ancak yüzünün ıslanması. 2. Bir işi yapmak için zamanın çok uygun olması. “Küncü göneni şimdi.” |
künde |
: |
Her gün, günde. “İşte geldim anam bacım (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
künde gördü: küllü çöreg |
: |
Aynı yaşantısı değişmeden devam ediyor. “Künde gördü: küllü çöreg.” |
künde künde |
: |
Her gün, her gün. |
kündeki |
: |
Hergünkü, sıralı olarak hergün. |
kündelik |
: |
Her gün, yevmiye. |
kündükü |
: |
1. Koyu mavi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) 2. Mor renkli. “Obalar bizden belledi Kündükü zubun giymeyi Ağ takaklı işlik giyer Vururdu heril düğmeyi” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
küne |
: |
Küme, toplu olarak. “Armudun künesine El vurdum memesine Diz dize otururduk Utandım demesine” (Veli Aba, Seyfi Metin, Ö. Tuğrul Kara, Osmaniye Manileri, Adana 2011) |
künek |
: |
İçine bal, yağ, yoğurt gibi şeyler koymaya yarayan tahta kova. |
küni |
: |
Adalet, doğruluk. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
künkül |
: |
Kuşların tepelerindeki sorguç. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
künküllemek |
: |
Yaşı ilerlemek, elden ayaktan düşmek, gözleri görmez olmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
künküm |
: |
Elden ayaktan düşmüş, çok ihtiyar. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
künnek |
: |
Hayvanların bir arada sıklıkla bulundukları yer. |
künnemek |
: |
Evcil hayvanların soğuk, korku vb. yüzünden birbirlerine sığınarak durmaları. |
künücü |
: |
Kıskanç. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
küpecik |
: |
Küçük küp. “Hanlarda, insanlarla hayvanlar çoğu zaman ayrı, bazen de sıkışıklıktan veya parasızlıktan aynı odada kalırlarmış. Boyunlarına yem torbaları takılmış eşek ve katırlar, kütür kütür arpa karıştırılmış samanlarını yerken sahipleri de azzıklarını bulurlarsa bir tas ayran veya hayattaki küpecikten aldığı bir tas su ile yer ve erkenden yatarlarmış.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
küpeli |
: |
1. Kulplu orta boy kazan. 2. Süslü bir çıkıntısı olan eşya. |
küpeli gazan, küpel’a:zan |
: |
Kulplu kazan. |
küper |
: |
Tahta sundurma, tahtalık. |
küpgü |
: |
Toprağı deşmekte kullanılan ucu sivriltilmişağaçtan bir araç gereç, aynı zamanda çamurlu zeminde atarakyere batırılan üstüne bir başkasının atarak onu yıkmasışeklinde oynanan oyunda kullanılan ucu sivriltilmiş araçgereç. |
küpgü oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. KÜPGÜ OYUNUKışın oynanan bir oyundur. Oyun hayvanların zibillerinin döküldüğü yerde, sivri uçlu sopalarla oynanır. İlk olarak kuru zibilin üzerine oyun içinde bir taş koyulur. Sivri uçlu sopayı atan oyuncu taşın koyulduğu yeri dört parmak geçirirse oyunu o kazanır. Geçiremezse sıra diğer oyuncuya geçer. Oyundaki oyuncu sayısı değişiklik gösterebilir. (Uğur Bilgici, Osmaniye / Bahçe Halk Kültürü Üzerine bir Araştırma Konulu Yüksek Lisans Tezi, Osmaniye Korkut Ata Üni., S.B.E., TDE., ABD, Osmaniye, 2018, s.169) |
küplȃ gimi |
: |
Küp gibi, kilosu yerinde. |
küpmek |
: |
1. Ekşimek. 2. Otsu bitkiler için kabarmak, şişmek, büyümek,hacimce genişlemek. |
küpsümek |
: |
1. Midesi ekşimek. 2. Pekmezin niteliğini yitirerek ekşiyip köpürmesi. |
küpsütmek |
: |
Mideyi ekşitmek. |
küpşümek |
: |
Pekmezin niteliğini yitirerek ekşiyip köpürmesi. |
küpteği |
: |
Balta ve keserin kesmeyen kalın tarafı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
küpü |
: |
Eşya, malzeme. |
küpü küllüğü kırmak |
: |
Her türlü ilişkiyi koparmak, saygı göstermeyi bir yana koymak. |
küpül |
: |
Dokuma savan, bez parçası, çaput. |
küra: |
: |
Küreği. “Evlerinin önü cilâ Hak’dan diledik dilâ Emine Iraz’ı gaçırınca Gayını çekdi kürâ” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
küra:nen |
: |
Kürekle. |
kürcelemek |
: |
Fırlatma, fırlatıp atmak. |
kürcü |
: |
Susam. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kürdüğü |
: |
Hırka. |
kürdük |
: |
1. Pamuk ipinden elle (Ev tezgâhında) dokunmuş kalın dokumadan yapılmış iş ceketi. 2. Alt üst elbise. 3. Elbisenin belden yukarı olan kısmı. 4. Gömlek, mintan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kürdün |
: |
Bir çeşit kilim. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kürdünlemek |
: |
Çukuru doldurarak düzlemek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
küre |
: |
1. Eşeğin sıpası, kürü. 2. Çiftleşme arzusundaki inek. 3. Demirci dükkanı. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
küre: |
: |
Küreği. “Elime aldım kürê Yıkıldı damımın dirê Yanı sıra verin bardak Yangın eşimin yürê” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Koca Durmuş’un Ağıdı, Kaynak Kişi: Nadire Erkek) |
kürea |
: |
Küreği. “Satıcı bakkal/manav eğer, sürekli satıcılardan değilse, yani, yerleşik ve köklü bir satıcı değilse, siniden dutu almak için gerekli olan faraşa benzer küçük tahıl kürekleri olmazdı da onun yerine, yağtenekelrinin kapaklarını eğip bükerek yaptıkları kürea; bazıları da eğip bükmeden,olduğu gibi, dümdüz kapâ kullanırdı.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
kürelemek |
: |
1. İteklemek. 2. Kovmak, uzaklaştırmak. 3. Tutup fırlatmak, atmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
kürelenmek |
: |
Koyunların bir araya toplanması, küren. |
küreme |
: |
Ekmeğin yufka, bazlama gibi türlerini yemeğe bir kâşık gibi daldırarak yemek. |
küren |
: |
1. Yaban hayvanları sürüsü, kuş sürüsü. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. Osm. Ada. İç.) 2. Koyunların dağda kaya veya ağaç diplerini eşerek yattığı gölge yer, kürnek. 3. Pek çok, çokluk. “Kartallar küren küren, zurba zurba, üst üste, kanat kanada çukura iniyor.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kürk |
: |
Beştaş oyununda sayı alma bölümü. “En zor ve en zevkli bölümdür beşdaş oyununda kürk.” |
kürnek |
: |
1. Hayvanların sıcak günlerde toplu olarak yatıp dinlendikleri yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Otlatılıp doyurulmuş olan sığır sürüsünün ikinci otlama vaktine kadar, sıcaktan korumak için topluca bulunduruldukları genellikle su kıyısı yer. “Leylekler havada kurarlar dernek Sığırlar kuşlukta ararlar kürnek İnatçı olana derler ne sırnak Diline hayranım Çukurova’nın” (Aşık Feymani (Osman Taşkaya)) |
kürnemek |
: |
1. (Hayvan için) Yuvarlanmak, çırpınmak.(TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. (Hayvanlar) Sıcak ve soğuğun etkisiylebirbirine sokulup toplanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. (Sığır)Kürnekte dinlenmek. |
kürneşmek |
: |
Bir arada toplanıp öylece durmak. “Koyunların kürneşme vakti tam da.” |
küroh küroh |
: |
At ve eşek yavrularını çağırma ünlemi. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
kürnük |
: |
Gömlek. |
kürrük, kürrüg |
: |
At ya da eşek yavrusu, sıpa, tayın küçüğü. |
kürs |
: |
Kuytu yerlere toplanmış kar ya da kum yığını. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kürsü |
: |
1. Tandır. “Dayanıklı meşe közünü de kürsüye doldurup akşam ısınmaya devam ederiz, diyeniniz var mı hiç, daha doğrusu kürsüyü (tandır diyenler de var) unutmayanınız var mı?” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) 2. Küçük masa, bir tür iskemle. “Çok evde soba yoktu o zamanlar. Kışın oturma odalarında şöm,ne benzeri ocaklardan yemek pişirilirken yayılan ısı veya mangala çekilen közü ile yetinirdi insanlar… Soğuklar artınca, hele küçük çocuklar dayanamaz olunca, oturma odasının uygun bir köşesinde, yere çukur açılarak, tahta döşemeli ise daire şeklinde ve kırk elli santimetre çapında oyulup içine yarım küreye benzer tenekeden yapılmış bir yuva yapılarak veya ayaksız bir mangal oturtularak bir çukur yani küçük bir tandır elde edilirdi. Bu çukurun üzerine , boyu yüksek olmayan bir kürsü yani alçak boylu bir masa yerleştirilir, onun da üzerinden, etrafına oturacak herkesin, içine girip omuzlarına kadar bürüyebileceğibüyüklükte bir yorgan örtülürdü. Artık kürsü hazırdır.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007)
“Gelin altın kürsü getirmiş, üstüne kendi oturmuş.” Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
kürsük |
: |
At ve eşek yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kürsün |
: |
Kar yığını. |
Kürt harbi (Andırın’da) |
: |
1860’lı yıllarda konar-göçer aşiretlerin zorunlu olarak iskana tabi tutulmaları esnasında Okçu İzzettin aşiretine mensup olanlar –ki bunlar kürt kökenli vatandaşlarımızdandır- ile Andırın’da yaşayan diğer Türkmen aşiretleri arasında çok büyük bir kavga çıkar ve bu kavga sonucunda Okçu İzzettin aşiretine mensup olanlar yenilirler ve Andırın bölgesini terk etmek zorunda kalırlar. |
kürtbülbülü |
: |
Ötücü bir kuş. |
kürtküpesi |
: |
Bir çeşit kilim. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kürtük |
: |
Tipinin oluşturduğu kar yığını. |
kürtül |
: |
Kuytu yerlere toplanmış kar ya da kum yığını. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kürtün |
: |
1. Kar yığını. 2. Semer, palan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. Osm.) “Eşeğin, tamamen tahtadan yapılan semeri varsa çıkartılır, kürtünü vurulurdu. Kürtün daha kalın, eşeğin sırtını boylu boyunca kaplayan, içi ot ile doldurulmuş keçe ve kalın dokumalardan yapılmış bir araçtı.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
kürü |
: |
1. Eşek yavrusu, sıpa. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm. İç.) 2. Küçük at yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Anam her gün ekmek yapar Çocuklar ikişer gapar Kimi aksak kimi topal Üç beş tane kürümüz var” (Kaynak Şahıs: Celil Çınkır, Aşık Hüseyin) |
kürüç |
: |
Kumru. |
kürüdişi heybesi |
: |
Bir çeşit heybe. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kürük |
: |
At ya da eşek yavrusu, sıpa, tayın küçüğü. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. Osm.) |
kürümek |
: |
(Toprak, çamur, kar gibi şeyleri) kürekle sıyırıp atmak. |
kürünç |
: |
Kumrudan az küçük bir çeşit kuş. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
küsa:n |
: |
Çabucak küsen. |
küseğen |
: |
Alınma huyu olan, çok sık ve çabuk küsen. |
küsemek |
: |
Kıskanmak. “Kör olsun bu nefis eli küsedim Yoktur alam, kaçam atım, pusadım Dertli Kerem gibi yandım, susadım Çözülsün buzların sel verin dağlar (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 134 |
küsgen |
: |
Çabuk küsüveren, hemen alınıveren. “Karac’oğlan der ki bakalım yüze Mevlâ’m hûb yaratmış o benler yüze Çok heves etme kocamış kıza Naz etmesin bilmez küsgen gül olur” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 623 |
küsgü |
: |
Kayaları oymaya yarayan çelik alet. |
küsgüç |
: |
30-40 santimetre civarında, ucu sivri ince kazık. “Bir ata tayken emek verilirse, kişi onu istediği gibi eğitirdi. Tayları gübrelikten indirdi. Oralarda küsgüç oynayan çocuklara sordu. - Ulan çocuklar, bu taylar kimin? Nerede bunların evi? - Çocuklardan biri, Hıh! Deyip küskücü çamıra sapladıktan sonra; - Deha, şo kapı emmidedi, Fatma karının evi.” (Hacı Ali Özturan, Maraş Ağzı Köroğlu, Ukde Yay. Kahramanmaraş 2009) |
küsgün |
: |
Küs, dargın. “Biri gelir biri geder Zahir böyle imiş gader Tez gel gatın gızım tez gel Baban evden küsgün gezer” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
küsgün getmek |
: |
Küs ölmek. |
küskil |
: |
Bir hububat çeşidi. |
küskü |
: |
Taş kaldırmakta kullanılan uzun demir çubuk ya da ağaç, basit kaldıraç. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
küsküç |
: |
Ağaç ya da demir sopa. Havuç, çiğdem, vb. ni çıkarmakta kullanılır. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
küskün |
: |
Küsmüş. Yörü bire güzel yörü Has bahçalar seyrân yeri Gelmez oldun dünden beri Küskün müsün akça gelin
Kaşları siyah karadan Seni halketmiş Yaradan Şimdi ne geçti aradan Küskün müsün akça gelin
Selâm verdim almaz oldun Kadir kıymat bilmez oldı:n Dünden beri gelmez oldun Küskün müsün akça gelin
Yngın Karac’oğlan yangın Yüksek değil gönlüm engin Gül yüzlerin döngün döngün Küskün müsün akça gelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.545 |
küssük |
: |
Peynir basmaya yarayan kalın ve uzun değnek. |
küssüklemek |
: |
Kapıyı arkasından sürgülemek, kilitlemek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
küsur |
: |
Artık, fazla. Ben bir bezirgânım sen de bir yesir Bahanı ödemez Hind ile Mısır Verdim yedi bini kaldı mı küsur Bahaya kalanı daha ne dilber Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.585 |
küsük |
: |
Küs. “Evlerinin önü eksik Üstünü kölgeler basık Gonuşmuyor bizim Adem Bilmemkine kime küsük” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Zatürreden Ölen KeleşAdem’in Ağıdı, Ağıdı Yakan: Fatma Temiz) |
küsükcü |
: |
Küsme huyu olan. |
küşdere |
: |
Büyükçe marangoz rendesi. |
küşgü |
: |
Yer delmeye, eşmeye yarayan ağaç. |
küşkürmek |
: |
Köpekleri saldırtma ünlemi. Hakaret amacıyla da kullanılan deyim. |
küşküt, küşgü:t |
: |
Küçük kazık. |
küşne |
: |
Hayvanlara yem için ekilip biçilen mercimeğe benzer bir ot, burçak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Gabakesmi’ye de bir hoca gelmiş Milleti şindiden hep merak salmış Ağ Musdafa’nın küşnesi tarlada galmış Adem arıyordu yoldurmag için” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Sıla Ağıdı II, Kaynak Kişi: Hacı İsmail Özdemir) |
küşne çuvalı gimi |
: |
Tıkız ve sert. |
küşneli ahır |
: |
Yiyeceğin bol olduğu yer. |
küştüre |
: |
Rende. |
küşüm |
: |
1. Merak ve kaygı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Bura dört duvar arası Azgın yiğidin yarası Boşa küşüm çekme nazlım Bunlar Çıngıllar paresi” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Çıngılların Güvel’in Ağıdı, Derleyen: Hatice Hurmanlı, Kaynak Kişi: Hüseyin Şahin) 2. Kuşku ve şüphe. “Emmilerin hep biriksin Gelinimi vericiyim Küşüm çekme Kar’aslanım Dediğini ediciğim” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) 3. Küsmek. “Gelin kaldı yalınızım Kucağı oğlansız bekar Arkandan küşüm eyleme Atına seyisin bakar” (Derleyen: İbrahim Davutluoğlu, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
küşüm çekmek |
: |
Kaygılanmak, üzülmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
küşümlenmek, küşüm etmek |
: |
Kaygılanmak, üzülmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
küşürdemek |
: |
Özellikle kemikler için ses çıkarmak. |
kü:teci |
: |
Köfteci. |
küt |
: |
Ağzı kesmeyen bıçak, makas. |
kütenez |
: |
Kısa, geniş vücutlu. |
kütlez |
: |
Kısa boylu, şişman, bodur. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
kütlü |
: |
Çiğidi ayıklanmamış, çırçırdan geçirilmemiş pamuk. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) “Zalacanın eli makine gibi işliyordu. Üç kocaman sepet kütlü toplamıştı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
kütük |
: |
Makara. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
kütüleme |
: |
Derelerin taşkın olduğu zamanki hali. “Muzunun geçeğine zor düşdük yağmırdan yaşdan. Goca suyun öyle bir akışı vardı kütüleyerek. Goca goca gayalar içinde kum tanesi gibi gidiyordu.” |
kütüz |
: |
Kısa boylu, tıknaz. |
küvmek |
: |
Beklemek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
küykü |
: |
Yer almayan kuytu yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
küymek |
: |
Gözlemek, beklemek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |