KAHRAMANMARAŞ YÖRESİNDE KULLANILAN MAHALLÎ KELİMELER
ġa:nı |
: |
Kağnı. |
ġa:ile |
: |
Sıkıntı dert. |
ġa:nı |
: |
Kağnı. |
ġa:til |
: |
Katil. |
gaari |
: |
Gayri. |
gab |
: |
Mutfak eşyası, kap. “Kör olası kötü kuyu Alamamış bir gab suyu Bu ay da zemheri ayı Çok üşürsün Zekiye gelin” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kuyuya Düşüp Ölen Zekiye’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Fatma Temiz) |
ġaba |
: |
Halaya başlamak için ağır ağır ilerleyen bir tür oyun, bir işe razı olmamak. |
ġaba ġuşluk |
: |
Sabah saat dokuz-on sırası, öğleye yaklaşık iki saat kala. “Sırtında da yeşil içlik Bedeni de dar geliyor Yekinsene babam oğlu İşde oldu gaba guşluk” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġabaca görmek |
: |
Uygun görmemek. |
ġaba:ğaç |
: |
Büyük, ulu meşe ağacına veya buna benzer ağaçlara verilen isim. |
ġabag |
: |
Kabak, başı açık. “Yaldızlı filcan içinde Eşe nere gedik tabak Mevlâ’m bir evlat vermedi Sekoluca başı gabag” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġabag çiçe: gimi açılmak |
: |
Fazla muhafazakar bir kadının kızın ya da kızın birdenbire açılması durumunda söylenen bir deyim. “Gabag çiçê gimi açılmış, gözlerime inanamadım.” |
ġabagulak |
: |
Bir kulak hastalığı, yalangı, calba. |
ġabaguşluk |
: |
Saat 10 suları. |
ġabahara |
: |
Şaha kalkmak. “Eşk atını gabahara galdırır Tanrılığın gullarına bildirir Birçok ağlayanı bir gün güldürür Sallan yamacına var ala gözlüm” (Afşin’in Ağıtları, Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Bedevi Böke’nin Ağıdı, Derleyen: Hikmet Böke, Kaynak Kişi: Gülseren-Nuri İlhan) |
ġabak |
: |
1. Kabak. “Gar kakınca yeşil ırmak çıkardı, (Cezmi Yurtsever, Andırın Tarihi, Adana 2007, S. 187-190, Kazım Temir’in Andırın Destanı isimli Şiiri) 2. Açık, örtüsüz. “Tarlalarda ot yolarım Ayak yalın başı gabak Allah sabırını versin Uzun gece olmaz sabah” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) 3. Boynuzsuz keçi. 4. Kel. |
ġabak leblebi |
: |
Sarı leblebi. |
ġabaklamak |
: |
Tarla açmak için çalıların kökünden kesilmesi. |
|
|
|
ġabala |
: |
Götürü. “Yer Andırın Büveme Köyü. Tarih: 1980-90’lı yıllar. Büveme ile Andırın arasında yolcu taşımacılığı yapan iki minibüsten biri Büvemeli Daktır (Mustafa Kara) diğeri cambazlı (Adını bile kimse söylemez) Cambaz oğlu dur. Aralarında öyle büyük rekabet vardır ki birbirleriyle konuştuklarını bile gören yoktur. Büveme’den Doktor (Mustafa Güngör) bazen Cambazoğlu’na bazende Daktır’a biner. Doktor’un çocukları da son zamanlarda hep Cambazoğlu’nun minibüsüne binerler. Tabi bizim Daktır buna içerlemektedir. Bir gün Doktor hakkın rahmetine kavuşur. Cenazesini kaldırırken Daktır biraz gecikir. Cenaze evine giderken karşıdan halkın cenazeyi getirdiğini görür. Yanındakilere “ Geliyor erkek, ölüsü bana biner, dirisi Cambazoğlu’na” der. Yine aynı cenazeyi mezarlığa doğru omuzlarda götürürler. Ev ile mezarlık arası uzaktır. Herkes değişe değişe götürürken Kel Memmet (Mehmet Demirdelen)’in tuttuğu yeri unuturlar kimse değişmez. Yorulan Kel Memmet bırakıverir. “Bana gabala mı verdiniz? “ der. (Fıkra gibi yaşanmış bir olay) |
ġabalak |
: |
1. Mantar. 2. incir ağacının meyvesinin henüz olgunlaşmamış hâli. |
ġabalamak |
: |
Üstünkörü yapmak. |
gabalbazar |
: |
Göz kararı, ölçüp tartmadan tahmini değer biçme. |
ġabaltı |
: |
Dar sokak ya da geçitlerin kullanımını engellemememk için üstüne köprü gibi yapılmış evin bölümü. Bir sokağın iki yanındaki eki evi birbirine bağlayan veya zorunlu olarak sokağın iki yanına paylaştırarak yapılan bir tek evin bölümlerini birleştiren geçide verilen isim. “Genişine hiç rastlanmayan, eğri büğrü sokaklardı onlar… Bir çok yerde gabaltı denilen ve Elbistan’da sanki bir mimari özellik haline gelmiş üst geçitlerle şekillenmiş sokaklar… Üstü evin bir bölümü, altı, geçit olarak şekillenmiş sokaklar… Şen şakrak yaramaz mı yaramaz çocukların oyun oynayıp gavga ederken eş seçip ebe olurken attıkları çığlıkları arardı eğer Elbistan’la birlikte bizleri terk etmemiş olsalardı.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ġabanlamak |
: |
Kaplamak, sahip olmak, hakim olmak. |
ġabannamak |
: |
Bir şeyi tümden sahiplenmek, zapt etmek, mülkiyetine geçirmek. |
ġabara |
: |
Ayakkabıların altına çakılan çivi. |
ġabar ġabar |
: |
Kabarmış. |
ġabarcık |
: |
Yuvarlak taneli bir çeşit üzüm. “Maladya’dan gureyş üzümü yügledi:dim. Gabarcâ benzer, serd bir üzüm mar.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
ġaba:t |
: |
Kabahat. “Toz şekeri gaymak tozu etdiler Kilosunu on liraya satdılar Gabâtı bütün bize atdılar Söylen suçumuzu bilek efendim” (Andırın’dan Aşık Hüseyin Topal) |
ġabartlama |
: |
1. Bazlama türünde bir yiyecek. 2. Ölçü olarak kullanılan tahıl kabı dolduktan sonra üzerine fazladan biraz daha konulması. 3. Saman ya da pamuğun çuvallara sıkıştırılmadan konulması. |
ġabcık |
: |
Kabuk. “Değil bir kese, davulumun kasnağını altınla doldursanız, din gardaşlarımın bağrına çomağımı vurmam. Müslüman gardaşlarımın soğanının gabcığına muhtacım, sizin altınlarınıza muhtaç değilim. Abdal Halil Ağa” (Birinci Dünya Savaşı sonrasında Maraş’ın işgal yıllarında Fransızları davul zurna ile karşılaması karşılığında Ermeni Agop Hırlakyan tarafından davulunun kasnağının altın ile doldurulması teklif edildiği halde bunu reddeden Abdal Halil Ağanın Kızı Yeter Davulcubaşı.) (Kaynak: Gökhan Şen, Beyaz Sessizlik Kızının Dilinden Abdal Halil Ağa, Öncü Basımevi Ankara 2010, S. 24) |
ġabgab |
: |
Boyun, gerden, çenealtı. |
ġabgacak |
: |
tabak çanak. |
ġabık |
: |
1. Hayvan derisi. 2. Kabuk. “Boğazında deri gat gat olup gararmış sanki pul pul gabık bağlayık gibi görünmektedir.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan III, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ġabıklı |
: |
1. Sünnetsiz. 2. Pahalı satan, pahalıkçı. |
ġabıl |
: |
Kabul. “Göğşen kendirini gersin Ben cehizin atıcıyım Ener bacım gabıl olsa Ben yerine yatıcıyım” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Şerif Gök’ün Ağıdı, Kaynak Kişi: Hürside Karpuz - Döne Ekici (Gök)) |
ġabır |
: |
Kabir. “Bahçasının sekileri Irahannar gurudu mu? Sürmeli gızım gelin olmuş Gabırlara yollandı mı?” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Gebenli Fatma’nın Ağıdı, Ağıdı Yakan: Döne Höbek) |
ġabırlıg humarcısı |
: |
Çok kumar oynayan kimse. “Gabırlıg humarcısı olduk çıkdık.” |
ġabırlık |
: |
Mezarlık. “Götivli’den aşdı mı ola Tozlu yola düşdü mü ola Sana derim ey gabırlık Telli burdan geçdi mi ola” (Kaynak: Andırın Büveme Köyü’nden Cinnilerden Ahmat Kıvrak Cinne-met) |
ġabış |
: |
Boynuzsuz keçi. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġabıt |
: |
Kaput. |
ġabil |
: |
Kabul. “Bize atalı:n yapdın nazınan Gırmadın galbini acı sözünen Bir canın bir oulun bir de gızınan Hak gabil ederse gurbanım babam” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġabil da:l (dal) |
: |
Kabul değil. |
ġabilos |
: |
Kabul ettim, kabulüm. |
ġabine |
: |
Kabile. |
ġabir |
: |
Kabir. “Gabırımı derin eylen (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
ġabiş |
: |
1. Boynuzsuz mal. 2. Saçı olmayan kişi, dazlak, kel. |
ġablık |
: |
Kaplık, mutfaktaki kap kacakların dizildiği raf. “Gaplı:n yanında dutag dakılıyıdı. Kim aldı acaba?” |
ġabsalık |
: |
Çıtalardan yapılmış ahıl ya da bahçe kapısı. |
ġabul |
: |
Kabul. “Fakılar bizim obamız Gabul olursa töbemiz Hem anamız hem babamız Hakkı çokdur bacılarım” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Emine Doğan (Öksüz Garı)’In Ağıdı, Kaynak Kişi: Hürside Karpuz - Sıddık Doğan (Kara Müftü)) |
ġaburcak |
: |
Tahıl kabuğu. |
ġabza |
: |
Kılıcın elle tutulan kısmı, kabza. |
gacik |
: |
Erkek gavur. |
gaco |
: |
İşsiz avare dolaşan aylak işe yaramaz toplumda dışlanan gençlere denir. “Ahmet Amca’nın gacosu geliyor.” |
ġaçamak |
: |
Mısır unundan yapılan bir tür yemek, mısır ununun tereyağında kavrulmasıyla yapılan ve genellikle sıvı pekmeze banarak yenen bir yemek. “Güvercin etinden yahni sulusu. (Cezmi Yurtsever, Andırın Tarihi, Adana 2007, S. 187-190, Kazım Temir’in Andırın Destanı isimli Şiiri) |
ġaçamıg |
: |
Mısır unundan yapılan bir tür yemek, Mısır ununun tereyağında kavrulmasıyla yapılan ve genellikle sıvı |
ġaçarkene |
: |
Kaçarken. |
ġaçgaç devri |
: |
Yörede Ermenilerin Fransızlarla bir olup Türklere zulmettiği, katliamlar yaptığı dönem “Gaçgaç devri” olarak adlandırılmaktadır. |
ġaçgın |
: |
Firari, kaçak. “Cemaat gaçgını biri.” |
ġaçıl |
: |
Yol açılmasını istemek. |
ġaçılmak |
: |
Bir yana kaçmak, bir yana çekilmek, yoldan çekilmek, önünden çekilmek. “Gaçılın, Zaloğlu Rüsdem geliyor.” |
ġaçın ġaç ġuruş |
: |
Senin gibi sıradan insanlara pek değer vermezler. “Gaçın gaç guruş senin. Kim verecek sana o mayışı.” |
ġaçim |
: |
Kaçayım. |
ġaçkıntı |
: |
Zamansız doğum yapan keçinin doğum şekli. |
ġaçma tura |
: |
Kayış veya kemerle vurarak oynanan oyun. |
ġaçmak |
: |
Kaçmak. “Bu dilki gaçıvermiş, orda bir pencere varmış, o pencereden çıkıp gaçmış. Ayı arkasından goşmuş amma dilkiyi dutamamış.” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Yukarı Çukurova Masallarında Motif Ve Tip Araştırması, C.II) |
ġaçman |
: |
Kaçmayın. |
ġada |
: |
1. Küçük kardeş. 2. Dert, bela, sıkıntı, keder, can, günah. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Gadanı alayım Emiş (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
ġada savmak |
: |
Kazayı belayı üzerinden atmak. |
ġadahkâr |
: |
Kadeh yapan, içki içen. |
ġadak |
: |
1. Çivi. 2. Kadar. 3. Kazan kulpunun tutturulduğu yer. 4. Tırpanın ökçesinin sağlam olması için tırpana vurulan demir. 5. Küçük çocuklar için kullanılan ufaklık anlamındaki söz. 6. Çivi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ġadakmak |
: |
Ölmek. |
ġadamhane |
: |
Kenef. “Gadamhane diye bir şey var memlekette.” |
ġadan alam |
: |
Gadanı alayım. Günahın, vebalin boynuma olsun anlamında olup yörede sevgi ve muhabbat duyulan kişilere söylenir. |
ġadana |
: |
1. Koca at. 2. Çok şişman. |
ġadaŋalim |
: |
Sana gelecek dert bana gelsin. |
ġadasını alayım |
: |
Senin yerine ben öleyim, günahın bana geçsin anlamında kullanılır. |
ġadasını aldı:m |
: |
Genelde bir istekte bulunurken söylenir bir nevi ayak yapmak yani. “Gadasını aldığım su gabağıyınan Daşpınar’dan bir su alıver de gel atıyan dediyen hayrına.” |
ġadasını almak |
: |
“Canını sevdiğim” ya da “Sana gelecek kaza, bela bana gelsin” anlamında söylenir. “Gadasını aldığım İstanbul’a varır varmaz mektup yaz e mi?” |
ġaddimci |
: |
Her gün aynı işi yapan kimse. “Garaguş ganadın dartar Pençe vurur yeri yırtar Gurban oluyum gadim bibim Altınını ver de gurtar” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hacı Be Ahmet’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Hacı Kayranlı) |
ġade |
: |
Kardeş. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġadef |
: |
Kulplu bardak, bardak. |
ġadem |
: |
Ayak, kadem, uğur. |
ġademli |
: |
Uğurlu. “Ayân gademli geldi gonşu.” |
ġademsiz |
: |
Ayağı uğursuz. “Gınalı bayrak galdırdım Kitaba gullar döğdürdüm Gınaman bizim gomşular Gademsiz gelin indirdim” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġader |
: |
Kader. “Dolmacı’nın dağları oldu vatanın Silada yokdur da mektub atanım Kimselerim yok ki derdim dökeyim Tükenmez ömrümü tüketdin gader” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hastalanıp Ölen Abo Mehmet’in Kızının Ağıdı, Ağıdı Yakan: Bayram Tüten) |
ġadersiz |
: |
Kaderi kötü, kadersiz. |
ġadı beyni |
: |
Yoğurt ve pekmez karışımı bir yiyecek. |
ġadı evinden ġaygana mı gelici |
: |
Neden yemek yapmıyorsun yoksa zengin bir yerden yemek mi bekliyorsun? “Gadı evinden gaygana mı gelici.” |
ġadın |
: |
Kadın. |
ġadınnar |
: |
Kadınlar. “Özellikle yaşlı gadınnarımızıŋ, çocuklara zorla bir şeyler yedirme huyundan vazgeçmemeleri incilerimizin başında gelenlerindendi.” (Kadirli Bekereci Köyünden Ekrem, Kaynak: www.bekerecikoyu.com.) |
ġadi:f |
: |
Kadayıf. |
gadife |
: |
Kadife. “Düşümde gördüm düşümde Gadife gömlek döşünde Vurmuşlar da Sarı Mullam Ateşler’in üsd başında” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Sarı Mulla (Mullacık)’nın Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Celil Dalkıran) |
ġadimi |
: |
Devamlı, sürekli, daimi. |
Ġadir |
: |
Kadir. “Yetdi Gadir Mevlam yetdi Verdiceyin ömür bitdi Şükür olsun Mevlam sana Salından çok adam dutdu” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Dursun Gök’ün Ağıdı, Ağıdı Yakan: Behzat Gök) |
Ġadirli |
: |
Kadirli. “Gene bindi seyyar alayın Gadirli buldu belayın Işgıyalar teslim olmuş Kürtler çekiyor halayın” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kurşuna Dizilen Eşkıya Hacı Veli’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Âşık Ali Ateş)
“Gadirli’den geldim Andırın yolu Yanımda arkadaş su Goca Veli Ne güzel öğrenmiş erkânı yolu Şeyda bülbül gibi dilli Fadıma” (Andırınlı Aşık Mehmet) |
ġadirlik olmak |
: |
Hak etmediği halde cezalanmak. |
ġadlı, ġadli, ġatli |
: |
Kez, defa. “Bu gadlı uğraşmana heç gereg yok ki. Adam olana hızmat edilir.” |
ġadusdura |
: |
Kadastro. |
ġafa |
: |
Kafa. “Evlerinin önü okul Gafamda galmamış akıl Feride’yi dutmuş vekil Dört yavrıya guzularım” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Keşkahlı Hüsne Çınar’ın Ağıdı-2, Ağıdı Yakan: Hüsne Çınar) |
ġafadan atma |
: |
Uydurma. “Gafadan atmasan olmaz mı?” |
ġafadar |
: |
İyi anlaşan arkadaşlar. |
ġafamın içi don küllü:ne döndü |
: |
Konuşulanlardan dolayı başım ağrıdı. “Gafamın içi don küllü:ne döndü.” |
ġafas |
: |
Kavas. “Elboğlu sen olasın benim fermanımı alır almas, derhal burya gelesin, gelmedin tagdirde seni evinen, malınan yıharım, deyi yazıp gafaslara verdi. Gafaslar hareket etdi. Gelirkene mekdübü açıp okudular ki: mesele böyledir halallaşdılar, âladılar, ne yapaķ gaderimiz imiş, çâresi yoķ, vericiyik.” (Ahmet Caferoğlu, Anadolu Ağzı Derlemeleri, Maraş Bölümü, Kaynak kişi: Tokmaklı’dan Ehmet Kılıç) |
ġafası firirek |
: |
Anormal davranışlarda bulunanlar için söylenir. “Gafası firirek.” |
ġafasını küllük dutmak |
: |
Kafasını biraz aşağı eğmek. "Abudamyâ (birdirbir) oynarken başını küllük tutmadığı için sırlından allayan oyuncuyu yere düşürdü." |
ġafayı küllük dutmak |
: |
Başı öne eğmek. “Gafayı küllük dut, ayağam çarpmasın.” |
ġafes |
: |
Kafes. “Yavrımın öldüğü gece Yağmır yağdı sular taşdı Bir tor şahanım varıdı Gafesi gırdı da gaşdı” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Üç Kardeşin Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Belkıse Gök (Ballı Hatın)) |
gafıl, gafil |
: |
Gafil, etrafında olup biteni sezemeyen. “Karaçayır burma burma Üstümüzden geçen durna Düşman topunan gelirken İrbehem’im gafıl durma” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Topuz Kaynanasının Döne’ye Ağıdı, Derleyen: Selçuk Osman Belli, Kaynak Kişi: Fadime Şahin)
Seher zamanında uğradım sana Görünce gül yüzlüm kaldım ben tana Gafilken bir dolu sundun sen bana İçirdin ağıyı bal deyi deyi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.466 |
gafilin |
: |
Gafilce, etrafında olup biteni farketmeden. Koç yiğidin eğlencesi saz imiş Gafilin geçirdim ömrüm az imiş Sıfat kocar gönül kocamaz imiş Dosta gider ikin yolda tanıdım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.486 |
ġafla |
: |
Kafile, sürü, topluluk. “Büyük küçük herkes oraya toplanır ve günlerce süren gösterisini gafla gafla giden büyüklerle birlikte izlerdik.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan III, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ġaflaynan |
: |
Kafileyle. “Gaflaynan çocug var başımda, beş altı tene.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
gaflet |
: |
Habersizlik, dalgınlık. Uyan Karac’oğlan gafletten uyan Atma binip de kargına dayan Ölümden korkup da sonunu sayan Ölür gider yâr koynuna giremez Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.645 |
gaflet basmak |
: |
Uykusu gelmek, üzerine ağırlık çökmek. Kalk sevdiğim geyin kuşan Topuğundan arta saçın Gaflet basmış uyumuşsun Uyan deyi dürte saçın Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.533
|
ġafli:nen |
: |
Kafileyle. “Çarşambônü de ö:len gına deller, geder idi millet gafli:nen.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
ġagıl |
: |
Çakıl.(TDK Derleme Sözlüğünden. Osm.) |
ġağıl |
: |
Çakıl.(TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġağıldamak |
: |
(Hasta) Anlaşılmayacak sesler çıkarmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
ġagın |
: |
Havalı. |
ġağırmak |
: |
1. Bağırmak. 2. Kargaların ötmesi. |
ġaglık |
: |
Yagmur sularının biriktiği kaya oyuğu, ki sarnıç olarak kullanılabilir. |
ġağnı |
: |
Kağnı. “Aşağıdan gelen gağnı Gağnının tekeri çanrı Biz de bir yiğit yitirdik Yüzü bedir bedir benli” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġağnıcak |
: |
Dört tekerlekli ve tekerlekleri ağaçlardan kesilerek yapılan, ön ve arka tekerleklerin arası tahta ile birleştirilen, kolan yahut tahtadan kollarla ön tekerlerin iç kısmına da direksiyon işlevini yerine getiren parçaların takılmasıyla meydana gelen, genellikle meyilli arazilerde oyun amacıyla kullanılan oyuncak araba. |
ġağrık |
: |
Erkek kekliğin çıkardığı kalın ve acıklı sesi anlatır. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġâh gelmek |
: |
1. Usanmak, bezmek, gırtlağına gelmek. 2. İtiraz etmek, reddetmek. |
ġahbanalı |
: |
Kahpe analı. “Kele yılarından fırtmış beygir gimi damda ne depişiyorsûz. İlâ âğzına it s…lar? Yimâ niye kesek atıyorsûz gahbanalılar sizi… İlahim, çar çar çatlayası:z da ılımadan çıharası:z e mi?” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ġahbavradlı |
: |
Kahpe avratlı. “Öldürüci:di gavbavradlı beni.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
ġahbe |
: |
Kahpe. |
ġaherlenmek |
: |
Küsmek, darılmak. “Evini yayladan çekin Davarını suya dökün Gurban ollum vezir gardaş (Memmed size gaherlenir) Bu yıllık geline bakın” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kız Kaçırma Olayında Vurulan Sülü Memmed’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Hatice Çerçi) |
gâhi |
: |
Bazen, ara sıra. Karac’oğlan eydür ah u zarımdır Bu dünyada hasret benim yârimdir Gâhi bir bulanmak kisb ü kânmdır Tuna seli gibi akar yörürüm Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.516 |
ġahir |
: |
Sitem, kahır, derin üzüntü. “Aman İstanbul’un içi hardır Güzeli çok işi zordur Getme dedim gurbetele Elin gahrin çekmek zordur” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġahir etme |
: |
Sitem etme. |
ġahirli |
: |
Kahırlı, sitemli, sitemkar. |
ġahmak |
: |
Kalmak. |
ġahren |
: |
Kinaye. |
ġahretmek |
: |
Sitem etmek. |
ġahrimen |
: |
Kahraman. “Gahrimen dersen gahrimen Gahrimen dağlar menendi Çıkıcâm itin gızı Yenice galbim inandı” (Derleyen: Osman Taştan, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
ġahrine |
: |
Kahrına. |
ġahve |
: |
Kahve. “Ağlarım deli divane Deliğin damında gahve Bir sözümüz vardır amma Bunun hangisinde paye” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġahviye |
: |
Kahveyi. “Şurda da bir çiçek bitmiş Altı mavi üstü yeşil Hanımlar geldi oturdu Gak durmus gahviye bişir” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Koca Durmuş’un Ağıdı, Kaynak Kişi: Nadire Erkek) |
ġail |
: |
Kail, razı. “Ben gardaşa gail değilim (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
ġak |
: |
1. Gülünç söz veya hareket. 2. Kalk. “Şurda da bir çiçek bitmiş Altı mavi üstü yeşil Hanımlar geldi oturdu Gak durmus gahviye bişir” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Koca Durmuş’un Ağıdı, Kaynak Kişi: Nadire Erkek) 3. Su biriken küçük kaya çukuru. |
ġak get ba |
: |
Yanlış düşünüyorsun. |
gaklamak |
: |
Traş arasına sıkışan elden kalkan deri parçası. |
ġaklık |
: |
İçine sukların biriktiği, dışarıya akıntısı olmayan kaya oyuğu, kayadaki çukur kısım. |
ġakmak |
: |
Kalkmak. “Eminem derkine aman Üstümüzden gaksa duman Bizim vatanımız Gaman Mor sümbüllü goruyunan” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
ġal |
: |
Güherçile. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ġala |
: |
1. Kale. “Anavarza goca gala Başımdan gedmiyor bela Hastahane oda oda Gelin gızıma açdı oda” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) 2. Sahip, arka. |
ġalaba |
: |
Topluluk, kalabalık, belli bir amaç için bir araya gelmiş insanlar. |
ġalabağ |
: |
Mantar. |
ġalabalığı kakmak |
: |
Ortalıkta görünmez olmak, ölmek vb. anlamında bir deyim. “Galabalığı kakdı.” |
ġalaca:nız |
: |
Kalacaksınız. |
ġalacı |
: |
Kaleci. “Galacımız da möhkem oynadı yani. Yi:di öldür haggını inkar etme.” |
ġalafat gibi |
: |
Fazla süslü; büyük, cafcaflı eşya, giyecek vb. |
ġalag |
: |
Kep, hemşire başlığı. |
ġalaglı |
: |
Katlı, birkaç kat. |
ġalak |
: |
1. Kanın pelte akması. 2. Hayvanlarda burun ucu, kalak. |
ġalaklama |
: |
1. Ağzı üzeri düşmek, yüzükoyun düşmek. 2. Ayağı takılıp sendelemek, düşecek gibi olma. “Garam garşıdan çıkışın Altında atı galaklar Cenazeni gılsın galan Cennetten hürü melekler” (Belgin Elgün, Adana-Ceyhan S. 76) |
ġalaklamak |
: |
Bir yerden ayağı kayıp düşeyazmak, tökezlemek. |
galan |
: |
Artık, sonra, bundan sonra, bundan böyle, şimdiden sonra. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Ağa da duyarsa duysun Nasibime gurşun goysun Han’evimiz haraboldu Galan orusbusun yensin” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) “Çok yorulan birine “yeter galan dayandı:n” deyip gel şuriye söyken de diinen deyişimiz, incilerimizin başında gelenlerindendi.” (Kadirli Bekereci Köyünden Kubilay, www.bekerecikoyu.com) |
ġalankı |
: |
Geriye kalan. |
ġalas |
: |
1. Kalın dilinmiş uzun tahta. 2. Helke. |
galat |
: |
Hata, yanlışlık, galet. |
ġalaz |
: |
1. Kalas. 2. Deriden yapılmış su kabı, plastik leğen. |
ġalb |
: |
Kalp. |
ġalbır |
: |
Kalbur, buğday vb. şeyleri elemek için yapılan âlet. “Daha gem sürülürken ebecêzim galbırı saratı alıp gelirdi.” |
ġaldı:na |
: |
Kaldığına. |
ġaldırdınmiyin |
: |
Kaldırınca. |
ġaldırmak |
: |
Kaldırmak, “Neyin garannısı gece Yıkılsın engini yüce Memmed’i galdıran hoca Namazın gılmaya geldim” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kadirli (Kars)’de Vurulan Mehmet’in Ağıdı, Kaynak Kişi: İbrahim Gök) |
ġale |
: |
1. Kale. Hingilli’nin ardı gale Sunam gelir döne döne Çolağın gelini Hantallı Sen de müzevirlik eyle Ayhan Karakaş, Feke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s.169. 2. Sincap. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ġa:le |
: |
Aile sorumluluğu, aile yükü. “Golay mı işi? Yedi baş horantanın galesi sırtında.” |
galebördü |
: |
Siyahla kırmızı arası bir renk (pekmez köpüğü rengi) |
ġaleci |
: |
Kaleci. |
ġalem |
: |
Kalem. “Tren gelir posda posda Galemleri desde desde Bir duydum ki Celal hasda Celalım oy aslanım oy” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġalemi düzgün |
: |
Fiziği düzgün. |
ġalender |
: |
Alçak gönüllü. |
galet |
: |
Galat. |
ġaley |
: |
Kalay. “Arabi: güvenemi:g. İçindâ yüg arabanın on bedeli. İçindâ galey, sa:de bahır, gazan, teş, sini, arabanın yükü.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
ġaleyci |
: |
Kalaycı |
ġaleyi kitlemek |
: |
Konuşacak hali kalmamak, susmak. |
ġaleylemek |
: |
Kalaylamak. |
ġaleyli |
: |
Kalaylı. “Hasta eşcêzim hasta Su veririm galeyli tasda Ötüşürdük eşiminen İkimiz bir kafesde” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Koca Durmuş’un Ağıdı, Kaynak Kişi: Nadire Erkek) |
ġalfe |
: |
Kalfa. “Galfe yemâ getdi. Gelsin de o bulsun hoturaflarınızı.” |
ĝalḫım |
: |
Küçük mağara, kaya kovuğu, saklanılabilecek alan. |
ġalıç |
: |
1. Küçük orak. 2. Ot biçmeye yarayan, tahta saplı, orağa benzer, hilal şeklindeki alet. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ġalık |
: |
Kalmış. “Maraş’ta da çifte oluk İşimiz Allah’a galık Babam oğlu gurşun değmiş Barmakların belik belik” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġalın |
: |
1. Kalın. 2. Başlık parası, yatak çeyizi parası, evlenecek kızın ailesine verilen para. Hakkında yüksek lisans tezi hazırlanacak kadar güçlü bir kelime. “Babam çok mu aldı senden galını Onun uçun vururlar mı gelini Söylen babama da versin malını Gıyma gannı zalım, gel bana gıyma Yalandır ellerin sözüne uyma” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġalın ekma: |
: |
Kız istemede ailelerin bir anlaşmaya varabilmeleri için oturup konuşmaları ve anlaşmalarının ardından verilecek yemekte yenecek ekmekler, danışık ekmâ. |
ġalın kesmek |
: |
Başlık parasını konuşup karara bağlamak. |
ġalıp |
: |
Kalıp, görünüş. “Galıbının adamı dealımış. Tek kelimiyenen yazzıklar olsun ona.” |
ġaliç |
: |
Ot biçmeye yarayan küçük orak. |
galila:na |
: |
Galeyana. “Gariban babanın evladı, galilâna gelmissig Selâddin Usda diü bâ. Gelmissim demiü de gelmissig diü.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
ġalili |
: |
Eşkili köfte. “Dilleri köftelik oldu Galili yapasım geldi Burnu mummuş nohudu Aşlara atasım geldi” (Av. M. Metin Şirikçi, Maraş’ta, Yusufçuk Bas. Yay. Ve Tanıtım Hiz. Ankara 2001) |
ġalin |
: |
Bir ucuna sigara takılıp öbür ucundan nefes çekilen çubuk biçiminde tütün içme aracı, ağızlık, bir çeşit pipo. |
galiptoz |
: |
Okaliptüs ağacı. Galiptoz dellėrdi ende: a:ca. |
ġaliye almamak |
: |
Dikkate almamak, önem vermemek. |
ġaliyen |
: |
Sigara ağızlığı. |
ġalkmak |
: |
Kalkmak. |
gallangup |
: |
Hep birlikte, tümüyle, tamamen. “Gallangup geldiler.” |
ġalle |
: |
1. Kalle, para çekmecesi. “Gallie iki el girmez. Düvencili:n birinci guralı bu” 2. Sincap. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġalleci |
: |
Kasadar, kasiyer. “Galleci dudmuş bir de. Sanki düvende çok iş var da.” |
ġallem kilit |
: |
Bu tabir oyunda yorulan oyuncunun söyleyip oyuna ara verdiğinde kullandığı gibi mecazi anlamda da kullanılır. “Gallem kilit.” |
gallemis |
: |
Güzel koku veren bir nesne. “Adana çizmesini giymiş kıçına Yüz dirhem gallemis yetmez saçına Yeni değmiş onüç ondört yaşına Usuldur boyları, yaşa da uygun” (Karacaoğlan’dan, Kaynak: Yaşar Kemal, Sarı Defterdekiler, İş Kültür Yayınları, Haz.: Alpay Kabacalı, Mas Matbaacılık, İstanbul 2002) |
gallemis kutusu |
: |
Aşiretin kullandığı biryantin kutusu. |
gallep, galle |
: |
Yaklaşık seksen türü bulunan, kısa vücutlu, sık ve genellikle kül rengi tüylü, düz gagalı, hızlı ve uzun süreli uçabilen, evcil türleri olan, yemle beslenen, eti yenilebilen bir kuş, yabani güvercin. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
ġalleş |
: |
Kalleş. “Çamurda bağlanır poçu Galleşçe yüzüyor goçu Neyidi de gıllı Kürtler? Bu uşacakların suçu?”3124 (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İnce (Safiye) Memmed’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Mehmet Çığşar) |
gallep |
: |
Yabani güvercin. |
ġalli |
: |
Ağaçlar üzerinde, ağaç ve kaya kovuklarında yaşayan, genellikle yemişlerle beslenen, ince uzun gövdeli, çok tüylü, uzun kuyruklu, çok çevik bir hayvan, sincap. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Bu dağların ak çağşaklı, pınarları, geyikleri… gallileri, kurtları…. Hepsi Haşmet Beyimizindir.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006)
“Galli cevizinde sincap avlamak Alağbak kuşuna sapan sallamak Çukurova’ya gidene selam yollamak Pınarların özlemi bitmiyor yaylam” (Mustafa Kıreker, (Kösepınarı) Ericek Yaylası İsimli Şiiri, Çukurova’dan Dünya’ya Kadirli Dergisi, Haziran 2008, Sayı: 24) |
gallim |
: |
Sincap. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
ġallin |
: |
Bir ucuna sigara takılıp öbür ucundan nefes çekilen çubuk biçiminde tütün içme aracı, ağızlık, bir çeşit pipo. |
ġalliz |
: |
İki grup hâlinde oynanan bir çocuk oyunudur. Gruplar, 3 ayaklı bir ağaç kökünesahiptir. Önce bir grup, adından diğer grup dikilen bu 3 ayaklı ağaç köklerini yıkmayaçalışırlar. |
gallül |
: |
Pipo. |
ġalmak |
: |
Kalmak. “Karac’oğlan gelir derler Gelir burda galır derler Söylemeden ölür derler Dili yârdan ayrılanın” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
ġalp |
: |
1. (İnsan) Hantal. 2. Tembel, yavaş. 3. Kalp “Durdu Memmed derler idi adama. Yıl 2002’de galpten öldü zavallı. Tokdura gettiyidi ölüsü geldi fıkaranın.” |
ġaltak |
: |
1. Semerin tahta yerleri. 2. Zayıf, kötü, yaramaz kadın. |
ġalyen |
: |
Bir ucuna sigara takılıp öbür ucundan nefes çekilen çubuk biçiminde tütün içme aracı, ağızlık, bir çeşit pipo. “Koca Osman hiç aldırmıyordu. Galyeni ağzında, boyuna duman püskürtüp, yangının karşısında geriniyor, gülüyordu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
gam |
: |
Sıkıntı, keder. Yiğit yiğide yâr olur Kötülerde ham süt olur Kara gün ömrü az olur Gamlanma gönül gamlanma Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.390 |
gam çekmek |
: |
Sıkıntılı olmak, kederli olmak. Gam çekme halına dîvâne gönül Sana da bulunur elde neler var Ayva mı eksik turunç mu yoksa nar Sun elini beri dalda neler var Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.583 |
gam kasavet basmak |
|
:Sıkıntı basmak. Benden selâm olsun yedi benlime Yine gam kasâvet bastı gönlüme Saçım başım yolup kendi eğnime Geyik postlarını bağlar gezerim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.503 |
gam kasavet çekmek |
: |
Sıkıntı çekmek. Gam kasâvet çekme dîvâne gönlüm Her zaman da dünya başa dar olmaz Yıkılıp düşene gülme sakın sen Yiğit düşüp kalkmayınca bell'olmaz Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.647 |
gam yememek |
: |
Sevinçli olmak, gamlanmamak. Kapısında kara kullar olduğum Ataşından sararıp da solduğum Gam yemezdim ben bu derdden öldüğüm Dolansa boynuma akça bilekler Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.591 |
gam yükü |
: |
Çokça dert ve sıkıntılar. Akşam olur ben yerime yatamam Eski derdi yenisine katamam Silkinip de gam yükünü atamam Ara yerde ölüm olduktan geri Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.460 |
ġama |
: |
Kama, hançer. “İkindininen ağşam arası Hayli çekiyor deresi Bir gurşuncuk vurun ölsün Zor olur gama yarası” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġamalak |
: |
1. Çamın kabuğunun altındaki ince zar. 2. Sarı katran çıkarılan, çam türünden bir ağaç, katranağacı, dağ servisi, sedir, Toros sediri. |
ġamalaklaşmak |
: |
Palazlanmak, büyümek. |
gamalmak |
: |
Çizgi oyununda elde edilen dört köşeli yeri X işareti ile işaretlemek. |
ġamanmak |
: |
Dik durmak. |
ġamaşmag |
: |
1. (Göz için) Kamaşmak. 2. Ekşi yiyecek ya da içeceklerden dişlerin etkilenmesi. |
ġamayınan |
: |
Kama ile. “Galleş Halil fişşek düzer Mehmed gardaş okur yazar Berk sıkışmış çetelerim Gamayınan siper gazar” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İnce (Safiye) Memmed’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Mehmet Çığşar) |
ġamaz |
: |
Şiddetli rüzgar, kasırga, rüzgar hortumu. |
ġambak |
: |
Kavlak, kel. |
ġamber |
: |
Sadık. |
ġambır |
: |
Kambur. “Unu elemiş, elêni duvara asmamış. Gambırı çıkmış amma hala işinin başında.” |
ġamçalamak |
: |
Bir şeyi avuçlayarak almak. Bayram şekerlerini de çocuḳlar ġamçaladı. |
ġamçı |
: |
Kamçı. “Bacısının adı Eşe Gamçısın dayamış daşa Gardaş güleşe çıkışın Selam salmış Kemal Paşa” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Gebenli Karcı İs-mail (Kahveci)’İn Ağıdı, Kaynak Kişi: İbrahim Gök) |
ġamere |
: |
Kamera. “Diyarbakır’dan uçak kakdı Esgerlerin belin bükdü Gamereler nasıl çekdi Esgerlerim guzularım” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Uçak Kazasında Ölenlerin Ağıdı, Kaynak Kişi: Hatice Salan) |
ġamet |
: |
Erkek veya dişi üreme hücresi, cinsiyet hücresi. |
ġamga |
: |
Ağaç kabuğu, soyulmuş olan ağaç parçası, yonga. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
ġamga:mı, ġamga gimi |
: |
Daha çok da insan için çok zayıf. |
ġamgalanmak |
: |
Yaranın kabuk bağlaması. |
ġamgayla kaşınmak |
: |
Paraca çok darda olmak. “Heç sorma bu aralar gamgayla kaşınıyom.” |
ġamıdıp durmak |
: |
Hastalık veya üzüntüden dolayı durgun olmak. “Sabahdan beri gamıdıp duruyor guzum. Bir doktura götürsek yavrımı.” |
ġamış, ġamiş |
: |
1. Erkeklik uzvu. 2. Kamış. Tarlalarda biter gamış Uzar gider vermez yemiş Çöl Yemen’de can verenner Biri Mehmet biri Memiş” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
gamıtık |
: |
İçine kapanık. |
ġamıtmak |
: |
Yüzünü asarak küsmüş gibi durmak. “O kadar sinirliydi ki, istediğini koparıncaya kadar saatlerce gamıtıp dururdu.“ |
ġamıyanan |
: |
Kama ile. |
ġamıyon |
: |
Kamyon. |
ġamine |
: |
Bol, bir çok, bir sürü, alabildiğince. |
gamlanmak |
: |
Kederlenmek, üzülmek. Kemler eyilik göremez Gamlanma gönül gamlanma Bin kaygı bir borç ödemez Gamlanma gönül gamlanma Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.389 |
ġampık |
: |
Ağaç kabuğu, soyulmuş olan ağaç parçası, yonga. |
ġamrık |
: |
Kasık bölgesi. |
ġamyon |
: |
Kamyon. “Gamyon Hacı’nın karşı yamacında Dulkadiroğulları’ndan kalma çeşme, onun da bitişik arkasında Gücük Mâmed’in kasap dükkanı, yanında da leblebici Yusuf Ağa’nın dükkanları vardır.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
gamze |
: |
Yanaktaki çukurluk. “Elif kaşlarını çatar Gamzesi sineme batar Ak elleri kalem tutar Yazar Elif Elif deyi” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
ġan |
: |
1. Kan. 2. Tadı yerinde, yemek için revaçta olan şeyler, nadasa bırakılmış tarla. 3. Derin. “Gan uykudaydı hırsız eve girdiğinde.” |
ġan dutmak |
: |
Kanlı bir olay anında donup kalmak. |
ġaŋ gatıran |
: |
Zehir, kötü. |
ġan gimi |
: |
(Su ve benzeri içecekler için)Çok ılık. “Gan gimi ıpılık.” |
ġan işleri |
: |
Kötü işler, düşmanlık. |
ganalga |
: |
Kanma ve inanma özelliği. |
ġanalgası tez |
: |
Çabuk inanır. “Ganalgası tez.” |
ġanat |
: |
Kanat. “Birine siŋirlendiklerinde: “Ulan çocuk seniŋ ganadıŋ elime geçer za:r.” deyip aslında bir zaman so:ra, ganadı eline geçse bile: “Ulan çocuk hersim indi.” diyecek hoşgörüye sa:bolmamız incilerimizin başında gelenlerindendi.” (Kadirli Bekereci Köyünden Ekrem, Kaynak: www.bekerecikoyu.com.) |
ġanatma |
: |
Kengerden sakız yapma işlemi. |
ġanayaklı |
: |
Kadın. |
ġâncak |
: |
El arabası. |
gäŋce |
: |
Tadı yerinde, yemek için revaçta olan şeyler. |
ġancı |
: |
Boynuzdan yapılma bir düzenekle kan alan kişi. |
ġancıg |
: |
Cinsiyet yönünden dişi. |
ġancık |
: |
1. (İnsan, hayvan) Cinsiyet yönünden dişi. 2. (Aşağılama anlamında ) Dönek, kalleş, hain, kötü ahlaklı kadın. “Gancık yalanmazsa, köpek dolanmaz” (Bir Yörük Atasözü) |
ġancık eşşek şansı olmak |
: |
Hiç ummadığı bir anda isteğine kavuşan kimselere denir. Çok ama çok şanslı olmak. “Onda gancık eşşek şansı var.” |
ġancıkmak |
: |
Kurutulmak için toplanan tütün yapraklarının uzun süre asılmadan beklemesi durumundazarar görmesi, ezik, ele alınmaz olması. |
ġandak |
: |
1. Dar ve derin sel yarıntıları. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) 2. Yollarda tekerleklerin oydukları yer. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. Su dolu çukur. 4. Çok su veya içki tüketen. 5. Hendek, derin yer, büyük çukur. |
ġande:r |
: |
Çok kıymetli. |
ġandırmak |
: |
İkna ederek aldatmak, kandırmak. “Alma Dağı’na gondurrum Cemalönü’ne indirrim Yalınız ağlama hatın Seni ağada gandırrım” (Mehmet Temiz Yüksek Lisans Tezi Andırın Ağıtları, Zilfaroğlu İsmail Ağa’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Sariye Gök) |
ġandil |
: |
Kandil. “Deniz kenarında akan umudum Gandiler içinde yanan mumudum Evel Allah yarda idi umudum Umudum elime verdin niniyem” Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Güllü’den Ağıt, Derleyen: Bünyamin Gönen, Kaynak Kişi: Kızılay Bekir Dayının Eşi) |
ġane |
: |
1. Kiremit. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Çeşme, musluk. “Çöpçüler, ganelerden doldurdukları tenekelerle önce her tarafı yarım daireler halinde adım adım serperek sular ve suyun çekilmesini bekledikten sonra da süpürmeye başlarlardı.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan III, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ġanel |
: |
Kanal, su arkı. “Ali’m ganellerde gezer Zalım felek yazı yazar Yiğid idi yiğit Ali’m Uğramış da değmiş nazar” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġäŋelmek |
: |
Nadası bırakıldığı için verimli hâle gelmek. |
ġanepe |
: |
Koltuk. |
ġanere |
: |
1. Köpek demek ama bizde başıboş gezene derler. 2. Karnı doyup da gözü doymayan kimse. “Altmış altın ganeresi Su çıkarır dolabından Böyle benim vezir babam Konuşurdu Haleb’inen” (Derleyen: İbrahim Davutluoğlu, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
ġaneviz |
: |
Kavanoz. |
ġaŋgal |
: |
1. Kangal. 2. Uzun boylu, boz renkli, çiçekli bir bitki, kenger. |
ġangalaaşşık |
: |
Deniz kenarında bulunan beyaz oval konkav yapılı kabuk, deniz kabuğu. |
ġangan, ġanggang |
: |
Araba, kağnı. |
ġangıldağı çıkmak |
: |
Çok zayıflamak. |
ġaŋgıldak |
: |
1. Zayıflamış, kupkuru kalmış, içi boşalmış yaşalanmış sadece kabukları kalmış. 2. Dikenli kalın otlar. |
ġaŋgılığı çıkmak |
: |
Çok zayıflamak. |
gangış |
: |
Cılız, zayıf. |
ġanı ġarrah |
: |
Çok zengin. |
ġanı ġarrah olmak |
: |
Ganimete üşüşmek, çoğalıvermek. “Hösüyün Ağanın öldüğü günün Allah etmiye meresçileri ganı garrah oldular.” |
ġanıkmak |
: |
Alışmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ġaŋırtmak |
: |
Ters tarafa zorlamak, kanırtmak. |
ġani |
: |
1. Allah, Tanrı. 2. Cömert, bol, zengin, varlıklı, bir erkek ismi. “Ali’yi özne durdurdum Bağlat tırabulus kuşak Sabah bunun ganili var Evrenler devşirir uşak” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
gani garrah olmak |
: |
Ganimete üşüşmek, çoğalıvermek. |
Gani Süphan |
: |
Allah. |
gaŋil |
: |
Kanun, adet, görenek. “Ak ellerin şıfka parmak Ellerin dokurdu örnek Bu da bizden ganil kalsın Halakada beşik kalmak” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
gaŋil kalmak |
: |
Gelenek olmak, âdet kalmak. Eser, hüner, yıllarca söylenilecek işlek bırakmak. |
gaŋil olmak |
: |
Gelenek olmak, adet kalmak. “Gürün’ün Gürün elması (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
ganim |
: |
Doyumluk. “Yüzüne bir ganim bakılmaz.” |
ganime |
: |
1. Doluca, dopdolu. 2. Sürekli, durmaksızın. 3. Bol, bir çok, bir sürü, alabildiğince. |
gani:nen |
: |
Kaneyle, kiremit, kırmızı topraktan pişirilerek yapılmış oluk. |
ga:ŋñirmek / ga:rmek |
: |
Geğirmek. |
ġanlı |
: |
Kanlı, kan davalısı, düşman. “Tuvalas’ın yayla suyu Akar doluyu doluyu Gurşun saçmış Saf’ye Memmed Ganlı soluyu soluyu” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġanmak |
: |
İnanmak, kandırılmak. |
ġannar |
: |
Kanlar. “Gışla yeri dölek dölek Gannar akar gölek gölek Sarı Mullam savışırkan Düşmannar vermemiş yolak” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Sarı Mulla (Mullacık )’nın Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Celil Dalkıran) |
ġannı |
: |
1. Kanlı, kan davalısı, düşman. “Beyaz miltan geymedin mi? Öylen yemen yemedin mi? Gannı ırmağa düşen Gadir Gurtar gardaş demedin mi?” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993)
“Gannının gapısına salmak.” (Düşmandan bile çare ummak anlamında bir Andırın deyimi) 2. Karnı. |
ġannı ġubur |
: |
1. İltihaplı yara. 2. Kanlı ve koyu ağız suyu. |
ġannın |
: |
Kanlın, katilin. |
ġannısı |
: |
Katili, kan düşmanı. “Ben nasıl başa çıkarım ki, gedip gannısı olduklarına habardar edeceğedim.” |
ġaŋsırmak |
: |
Boğazını temizlemek, balgam çıkarmak. |
ġantarma |
: |
Ocaklığın üst kısmındaki raf, taş kemer. “İdarenin yeri gantarmanın göbeği idi.” |
ġantarma gimi |
: |
Çok ağır. |
ġanturon |
: |
Kırmızı, sarı, mavi ve beyaz çiçekli, kurutulmuş yaprakları halk hekimliğinde kullanılan ot. |
ġap |
: |
Mutfak eşyası, kap. “Raflar olurdu, kenarları süslü, aşganalarda uygun bir duvara çakılıp gapları dizmeye.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ġapak |
: |
1. Yarım daire şeklinde yaklâşık 60cm yarıçapı olan üstü naylonla örtülü ince uzun küçük sera. 2. Kapak. “Gazana da goydum gabak Ağzına da goyduk gapak Gühacı’nın oğlu Höbek O’da almaz Kirlim seni” (Kaynak: Andırın Büveme Köyü’nden Cinnilerden Ahmat Kıvrak Cinne-met) |
ġapaklama |
: |
Kapaklama, tohumun toprakta çürümesi. |
ġapalı |
: |
Tesettürlü. |
ġapalı bazar |
: |
Pazar günü. “Bugün gapalı bazar.” |
ġapanmak |
: |
Örtünmek. |
gapcık |
: |
Kabuk. |
ġapcıklı |
: |
Sünnetsiz. |
ġapdaş |
: |
Taş çanak, küvet. “Her oluğun önünde bir gapdaş vardır Meyremçil Yaylası’nda.” |
ġapdıgaştı |
: |
Pikap, minibüs. |
ġapdırmış geli: |
: |
Hızlı geliyor. |
ġapgacak |
: |
Mutfak eşyası. |
ġapgara |
: |
Kapkara. “Benim annemin ayakları gınalıydı, senin ayakların gapkara. Sen annem olamazsın” demiş. (Doç. Dr. Esma Şimşek, Yukarı Çukurova Masallarında Motif Ve Tip Araştırması) |
ġapı |
: |
Kapı. “Gapıda goçu bağlanır Toprakda meti söylenir Avcıl İrbehem deyincek Göğsün elleri sallanır” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Avcı İbrahim’in Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Mustafa Balıkçı) |
ġapı küsü (kösü) |
: |
Gelin çıkarken gelinin kardeşlerinden birisi kapıyı kilitler. Kapının açılması için Damat tarafının bir şeyler vermesi gerekmektedir. Verilen şeye gapı küsü denir. “Toroslar’da geleneksel düğünlerin olmazsa olmazlarından bir tanesi de gapı küsüdür.” |
ġapıd |
: |
Sırta giyilen manto, asker paltosu. “Gelin bacılar gelin Mezerliğe doğru varın Arif Maraş’dan geliyor Gapıdını elinden alın” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Arif Bilici’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Mehmet Bakacak) |
Ġapıküf Da: |
: |
Kaf Dağı. |
ġapılmak |
: |
Tutulmak, sevdalanmak. |
ġapıp ġuvarttı |
: |
Çok hızlı uzaklaştı. “Tavşan tazıyı görünce gapıp guvarttı.” |
ġapıp koyuverdi |
: |
Aldı yatırdı. “Gapıp koyuverdi.” |
ġapısa |
: |
Küçük bahçe kapısı. |
ġapısalık |
: |
Tam tekmil olmayan bağ kapısı. |
ġapışmak |
: |
Boğuşmak, dövüşmek, kavgaya tutuşmak.. |
ġapıt |
: |
Pardüsü, palto. “Al at nenni, gır at nenni Emiş’in başı borannı Gızlar bir gardaş yitirmiş Al gapıtlı, çuha donnu” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
ġapıtlı |
: |
Kaputlu, paltolu, pardesülü kimse. “Uzun gabıtlı Sar’aslan Yekin de boyunu gösder Eşe’n de izine gelmiş O da bizden baba isder” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
ġapıyı dillemek |
: |
Kapıyı kilitlemek. “Aha gapının dili. Şimdi üstünden gapıyı dilleyeyim de get bakalım nasıl gedersen dedi, gülümseyerek. Sonra da yavaşça dışarı çıktığında, Rüstem de gapıyı arkadan sürgüledi.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
ġapız |
: |
Boğaz, dar geçit, dar vadi. |
ġaplık |
: |
1. Defter, kitap kaplamaya yarayan her şey. 2. Mutfak rafı. |
ġapmak |
: |
Kapmak, tutmak. |
ġaporo |
: |
Ön peşinat, kaparo. |
ġapsalık, ġaspalık |
: |
Bahçe kapısı, dış kapı, parmaklık. “Abdal Meded tek ağız barakanın etrafına bir çit çekmiş. Giriş kapısına da bir gapsalık yapmaya karar vermiş. Gitmiş dere kenarından zakkum dallarından kesmiş. Zakkum dallarını gün önünde çakmaya başlamış. Abdal bir taraftan çit çatarken mahallenin çocukları da çiti söküyormuş.” Abdal Meded: “Bre çocuk öte git,” diyormuş. Abdal bir uyarmış, iki uyarmış sonra dayanamamış bağırmaya başlamış. Abdal: “Ben çatam, sen bozan, gelirsem çiti yedirem diyerek çocukları kovalamış.” (Kaynak kişi: Mahmut İmeci, Erman Artun, Seyirlik Köy Oyunları ve Anonim Halk Edebiyatı Araştırmaları, Kitabevi, İstanbul 2008) |
ġapsin |
: |
Fişek kapsülü. |
ġapu |
: |
Kapı. “Goşuda atın gezdirir Üsdüne dakım düzdürür Gani gönül benim eşim Gapuda gısır yüzdürür” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġar’ı:ş |
: |
Karakış. |
ġar |
: |
Kar. “Yüksek yaylaların başı Garı erir dura dura Sene geçse gün dolansa Unutmam sürmeli gızı” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Gebenli Fatma’nın Ağıdı, Ağıdı Yakan: Döne Höbek) “Gar senesi, var senesi” (Andırın Atasözü) |
ġar anası, ġor anası |
: |
Çocuğuna soğuk ana, çocuğuna sıcak ana. “Gar anası, gor anası.” |
ġar ġarsamba |
: |
Evdeki kalabalık eşya. |
ġara |
: |
Kara, siyah. “Ablak Gar’ismet’im ablak Gıyıp da vurmadım şaplak Ben sana doymadım guzum Doysun gayrı gara toprak” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġara bere |
: |
Ciltte çarpma nedeniyle oluşan morluk. |
ġara çapar |
: |
Siyaha yakın, ala renk. |
ġara çomu |
: |
Siyah keçi. |
ġara mes |
: |
Lastik ayakkabı. |
ġara: |
: |
Ağacın dalını eğmeye yarayan çatal. |
ġara bağlanmak |
: |
Yas tutmadan dolayı karalar giyinmek. |
gara bilecen (olmak) |
: |
Gelecek kötülükleri önceden söyleyen veya tahmin eden ya da hep kötü taraftanbakıp ya şöyle olursa ya böyle olursa diyen. |
ġara cırtnavıl gimi |
: |
Kapkara. “Evleri de acar yapıda Gapıları da soldan takılı Gızları da gara cırtnavıl yapılı Gasım emmimde de var bir tane” (Mehmet Dağdeviren) |
ġara eriġ |
: |
Kara erik. |
gara garatma getirmek |
: |
Geleceğe dair olumsuz tahmin ve önyargıda bulunmak, işin neticecisini daha kötüsüne bağlamak. |
ġara ġurşun |
: |
Çok kötü, talihsiz kurşun. |
ġara lök |
: |
Siyah, yaşlı deve. |
ġara sergi |
: |
Kurutulan bir üzüm. |
ġarabatak |
: |
Su altında yüzme. |
ġaraç |
: |
Garaj, araçların park etmesi. “Arabalar oldu garaç Yana yana oldum kireç Memmed’im olmuş bir turaç Uçup getdin bu dünyadan” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġaraçalı |
: |
Bir çeşit dikenli çalı. |
Ġaradepe |
: |
Kadirli’nin fıkralarıyla ünlü bir yerleşim yeri. “Bugün bir davşan boku gördüm.” veya “Bugün bir keklik sesi duydum.” diyecek gadar, avsız galmamız, bazen de; “Bir sene Garadepiye getdidim, şu gadar garatavık vurdu:düm.” diye devam eden avcılık muhabbetlerimiz, incilerimizin başında gelenlerindendi.” (Kadirli Bekereci Köyünden Ekrem, Kaynak: www.bekerecikoyu.com.) |
ġaragmaġ |
: |
Akşamın karanlığı başlamak. |
ġaragol |
: |
Karakol. |
ġaragucak |
: |
Bir güreş stili. |
ġaragucak olmak |
: |
Sarmaş dolaş olmak. “Şimdi uzatmayalım bu adamlar Maraş’a vardılar, dahil oldular. Mıroğlu’nu aradılar buldular. Mıroğlu bunlarlan garagucak oldu. Gendilerini misafir odasına aldı, atlarını ahıra çektirdi. Yediler, içtiler, yattılar,galktılar, sabah oldu.” (Aşık Hacı, Kaynak: Refiye Okuşluk Şenesen, Adana Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği Geleneği, Altınkoza, Adana 2009) |
ġaraġura |
: |
Korku. |
ġarağan |
: |
Bir çeşit bitki. |
ġarağı |
: |
Huğun tavanına yerleştirilen sazları, mertekler üzerine çivilenen kargılara tel ya da kınnapla bağlamak içinkullanılan basit aygıt. |
ġarahan olmak |
: |
Çok mesut olmak. |
ġarakmak |
: |
Kararmak. “Denizi gördüm de garakdı gözüm Yanıyor içerim galmadı özüm Göresim geldi de Zeynep’im gızım Yol ver de gedelim dumannı dağlar” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġarakol |
: |
Karakol. |
ġarakürelemeye |
: |
Kabaca, el yordamıyla, inceden inceye hesaplamadan. |
ġaralama vermek |
: |
Kötüleme, iftira. |
ġaralamak |
: |
Kötülemek. |
ġaralı |
: |
Karalı. “Üsdüne geymis garalı Benim yüreğim yaralı Memmed gaç gün olduyudu? Sen eşinden ayrılalı” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Doğumda Ölen Sultan Temiz’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Ayse Temiz (Patlakkızı)) |
ġaraltı |
: |
Karanlıkta iyi seçilemeyen görüntü, karartı. “Garaltısını görmesiynen gel ha etmesi bir oldu.” |
ġaramak |
: |
Kötülemek. |
ġaramet |
: |
İftira, kara çalma. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Atım var atlar içinde Nalı parlıyor gıçında Biz de bir gelin yitirdik Garametlerin içinde” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Ayşeye Ağıt, Derleyen: Hasan Batmaz, Kaynak Kişi: Elif Bayer) |
ġarametçalmak |
: |
iftira etmek. |
ġarametetmek |
: |
iftira etmek, abartılı davranmak. |
ġaramet ġandan çetin |
: |
İftiraya uğramak herşeyden daha kötü. “Garamet gandan çetin.” |
ġaramık |
: |
Sert ve uzun dikenli, ufak boylu çalı. |
ġara:mtırak |
: |
Alacakaranlık. |
ġarangaz |
: |
Yaşlı ağaç. |
ġaranġılık |
: |
Karanlık. |
ġaraŋımak |
: |
Hava kararmak. |
ġaranışmak |
: |
Havanın kararması. |
ġaranmak |
: |
Birinin ya da bir şeyin aleyhinde konuşmak, dert yanmak, şikayetçi olmak. “Garpızıŋ para etme olasılı:nıŋ az olmasına ra:men, her sene garanarak ve bir işda:nan garpız ekilmesi incilerimizin başında gelenlerindendi.” (Kadirli Bekereci Köyünden Ekrem, Kaynak: www.bekerecikoyu.com.) |
ġarannık |
: |
Karanlık. “Mezer de garannık olur Yakar da gorum idare Ben Selver’in hatiresi için Bu yanna etdim mudare” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġarar |
: |
Karar. “Yoldan geden moturun sesinden kimiŋ moturu oldu:nu tahmine çalışma ve uzun tartışmalardan so:ra, garara ba:lanması ve gerçekden de bilinmesi incilerimizin başında gelenlerindendi.” (Kadirli Bekereci Köyünden Ekrem, Kaynak: www.bekerecikoyu.com.) |
ġararbazara |
: |
Tahminen. |
ġararbazara hareket etmek |
: |
Plansız hareket etmek. “Gararbazara hareket etmesinden bıktım, usandım.” |
gararmak |
: |
Kararmak, morarmak. “Dudak barmaklar garardı Saçlarını kim daradı? Gelin giden bebeğim Samenini kim eğledi” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Zatüreden Ölen Zeliha’nın Ağıdı, Ağıdı Yakan: İbrahim Gök) |
ġarartı |
: |
Karanlıkta iyi seçilemeyen görüntü, karartı. “Bir şapkasının silüetinden bekçi şapkası olduğunu anlayınca içimiz rahatlardı, bir de gölgenin sahabının yaşlı bir amca olduğunu anlayınca. Aksi halde garartının sahabı yanımızdan geçip uzaklaşıncaya kadar neredeyse hafakanlar geçirirdik.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ġarartılamak |
: |
Dikkatli bir şekilde bakmak. |
ġarartlama |
: |
Kötüleme, iftira. |
ġarartma vermek |
: |
Kötülemek. |
ġarasevda |
: |
Onmaz aşk. |
ġarâş |
: |
Gardaş, kardeş. |
ġara:ş |
: |
Kara kış. “Garâş geldi gapıya dayandı. Korganın oraya gar düşeli neredeyse bir hafta oldu.” |
ġaratavık |
: |
Bir tür av kuşu. |
ġaravana |
: |
Karavana, asker yemeği. “Şubeye vardım da soyun dediler Asger elbiseni geyin dediler Tayin garavana nedir bilmezdim Tayin garavanayı yê dediler” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Askerlik Ağıdı, Kaynak Kişi: Ahmet Aslantaş) |
ġaravayvaycı |
: |
Bir işin kötüye gideceğini söyleyen, şeamet tellalı. “Şom ağızlı. Garavayvaycılıktan başka bildiği bir şey yok.” |
ġaravık |
: |
Dağlarda yetişen yenilebilir bir ot. |
ġaraya:z |
: |
Karayağız. |
ġaraz |
: |
Kin. “Evimizin önü kiraz Dünyadan almıyom mıraz Ya n’edeyim Hatça Bacım Felek etdi bize garaz” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Küçük Kemal’in Ağıdı, Ağıtı Yakan: Safiye Temiz) |
garbi |
: |
1. Batıya ait. 2. Güney bölgelerinde harman savurmaya en çok yarayan batı rüzgarı. “Garbi derler rüzgarımız hoş varır Eser eser top zülüfe yalvarır Boz tarlada kızıl buğday haykırır Döven döner saman uçar kes gelir” (Aşık Mahzuni Şerif) |
garbiyeli |
: |
Akşam üzerleri sert esen bir rüzgar. |
ġarbunat |
: |
Karbonat. |
ġarcaşmak |
: |
1. Kaos, ağız kavgası, itişip kalkışma. 2. Kalabalığın dalgalanması, olağanüstü bir durum yaşaması, karışıklık. |
ġarçın |
: |
1. İçine hem elbise koyulan hem de yastık olarak kullanılan, yünden dokunmuştorba. 2. Çuval. |
ġardak |
: |
1. Kırışık, tam açılmamış olan. “Gutnu zubunun gardağı Elinde gümüş bardağı Zahmerinin ortasında Od’a vermişler çardağı” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) 2. Dokumada veya dikişte pürüz, potluk. 3. Çirkin, uygunsuz. “Yıkıldı mı goca çardak? Bizim iş de geldi gardak Yangın eşimin yürê Yanı sıra verin bardak” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Koca Durmuş’un Ağıdı, Kaynak Kişi: Nadire Erkek) |
gardalı |
: |
Buruşuk, sıkışık, düzgün değil. |
ġardaş |
: |
Kardeş. “Gardaşım binmiş atına Başkente getmiş gezmiye Goska gezer babamoğlu Giyer körüklü çizmiye” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kalpten Ölen Kenan Kurtbeyoğlu’nun Ağıdı, Kaynak Ki-şi: Sariye Gök) |
ġardaşġuşa: |
: |
Gelinin beline kız evinden çıkarken kardeşi tarafından sarılan kırmızı kuşak. |
ġardaş yolu |
: |
Gelin çıkarken gelinin kardeşlerinden birisi kapıyı kilitler. Kapının açılması için Damat tarafının bir şeyler vermesi gerekmektedir. Verilen şeye gardaş yolu denir. “Yöremizdeki geleneksel düğünlerin olmazsa olmazlarındandır gardaş yolu. Gelinin gardaşı yoksa emmioğluna bu kapı küsü verilir.” |
ġardeş |
: |
Kardeş. “Güçcük yaşda yetim galmış Bizim gimi yok gardeşi Görmediğim gara düşü İşte gördüm bacılarım” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġare |
: |
Kara, siyah. “Yedi bacın gelmiş ağlar Başında gareler bağlar Hatırlıydı gardaşcağ’zım Başında toplanmış beğler” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġarel |
: |
Yaklaşık, aynı düzeyde. |
ġarelleştirmek |
: |
Kararlaştırmak, sonuçlandırmak. |
ġaremet |
: |
İftira, kara çalmak. |
ĝaremik |
: |
Kırmızı veya siyah renkli bir çeşit yabani, küçük erik. |
ġarer |
: |
Yeterince, kıvamında, ölçüsü tam. “Garer hey Allah’am garer Gene başdan aşdı zarar Necdet de esgerden gelir Gözler anasını arar” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġarer bazarı |
: |
Göz kararı. |
ġarerlemek |
: |
1. Herhangi bir şeyin göz kararı ile miktarını ayarlama. 2. Ölçüp biçerek uygun hale getirmek, göz kararı hesaplamak, ayarlamak. |
ġarerleşdirmeg |
: |
Kararlaştırmak. |
ġarermek |
: |
Kararmak. “Bu Muzu sözü özerine Ali Gadoğlu’nun yüzü garermeye başladı. Soğna ayvâh Elboğlu’na biz avradı verdirmissik deyi gendi gendine mırıldandı. Fât Elboğlu türküsüne devam etse de Muzunun Ali Gadoğlu’nun avradı oldûnu âğnadı.” (Ahmet Caferoğlu, Anadolu Ağzı Derlemeleri, Maraş Bölümü, Kaynak kişi: Tokmaklı’dan Ehmet Kılıç) |
ġarez |
: |
Kin, husumet, düşmanlık besleme. |
ġarga |
: |
1. Karga. 2. Hayvan alıp satan. |
ġarga bunnu |
: |
Kapı arkasına takılan sürgü, kapı kilidi. |
ġarġarsamba |
: |
Kuru kalabalık. |
ġarġas |
: |
Karkas, içi ahşap dışı çamur sıvalı ev. “Temeli taştan, orta katı analı kuzulu kerpiçten ve üst katı da gargas denilen içi ahşap (onun da içi saman dolu) dışı çamur sıvalı evler…. Anadolu evlerinden , bozkırın ayazı ve sıcağı düşünülerek, insanı, hayvanı ve bunların tüm ihtiyaçları göz önüne alınarak yapılmış harikalar…” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ġarġaşan |
: |
İri dallı bir çiçek. |
ġarġaşana |
: |
Kargaşa. |
ġarġatmaç |
: |
Taze karın pekmezle karıştırılmasıyla yapılan tatlı. |
ġargı |
: |
1. Avcıların barut, saçma ve kapsül koydukları üç gözlü teneke ya da ağaç kap. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Hu otunu bağlarken kullanılan alet. 3. Kamış, bataklık kamışı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġarġı düzmek |
: |
Çubuk düzmek, hu ottan ev uapmak. |
ġargın |
: |
1. Çok fazla. (ateş). 2. Gebe. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 3. Yönü belli olmayan suyun rasgele akımı. 4. Suyu daha yukarılara aktarabilmek için yapılan bent ve buna bağlı olarak akıtılacak tarlanın seviyesine kadar yapılan su kanalı. |
ġarı |
: |
Eş, yaşlı kadın. “Ana ağlar, bacı ağlar Ağ gelinler gara başlar Hep gapandı böyük evler Goca galdı garıyınan” (Yaşar Kemal, Ağıtlar, YKY, İstanbul, 1993, S. 64) |
ġarı lafı |
: |
Aslı olmayan söz. |
ġarık |
: |
1. Bahçelerin parsellenmiş herbir bölümü, toprağın fide dikimine hazır hale getirilmesi. 2. Ark, su yolu. “Çetilleri dikmeden önce garıkları açmalı guzum.” |
ġarıkmak (karıkmak) |
: |
Kardan rahatsızlanmak. |
garıldak |
: |
Bir tür oyuncak. |
garım |
: |
Hısım, akraba. “Hepisi de birbirine hısım garım.” |
ġarımak |
: |
(Kadınlar için) ihtiyarlamak, yaşlanmak. “Oulan bildig çıgmamış. Çünkü bileceg hâlı galmamış, garımış. Aradan yıllar geçmiş.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
ġarın |
: |
Canlıların midelerinin dış parçası, işkembe. |
ġarınça |
: |
Karınca. “Aptal davılı furuyor Alem bizi de görüyor Garınça başın incitmezdin Aleme akıl veriyor” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġarınsalık |
: |
Hayvanın bacağına sinek çökmesin diye arkasından bağlanan bez. |
ġarınsız |
: |
Kıskanç, başkasının kazancını kıskanan. “O ne garınsız o var ya. Elinden gelse ekmânı âzından alacak.” |
ġarısımak |
: |
(Kadın) yaşlanmak. |
ġarışgın |
: |
Karışık. “Bizi:ler onu bekliyor. Ermenilerin dışarı çokca çıktığı yok. Pek dükkân filân da açmaz olmuşlar. Ortalık garışgın halda….” (İbrahim Boysal - Dönük (Roman) Cadde Yayınları, İstanbul 2006, I. Baskı) |
ġarışġın çokmak |
: |
Asıl kabilenin içindeki kabileden olmayan yabancı insanlar çok olmak. |
ġarışık |
: |
Net olmayan. |
ġarışmak |
: |
Karışmak, müdahele etmek. “Aziziye vardımıdı Ballar çıkmış tabak tabak Garışmış Avşar’ın ili Mehmet gitmiş gabak gabak” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġarıyı ġazana ġuyan |
: |
Nisan soğuğu. |
ġarıyık |
: |
(Kadınlar için) ihtiyarlamış, yaşlanmış. “Çoktandır görmüyordum Eşe bibimi. Ona n’olmuş ö:le. Niye ö:le cip garıyık.” |
ġarıyınan |
: |
Karı ile. |
ġari |
: |
Gayri, artık. “Andırın’dan döndük beri Cenazeyi aldık geri Gelin hele guzularım Souk yüzün görün gari” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hatice Salan’ın Ölen Esinin Ağıdı, Ağıdı Yakan: Hatice Salan) |
ġarib |
: |
Kimsesiz, ruhunun eşi olmayan. İneyim gideyim Osmaneli'ne Sevdâya düşenler yorulmaz imiş Herkes sevdiğini almış yanına Garibin hatırı sorulmaz imiş Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.635 |
ġarib bel |
: |
Zavallı be, sıkıntı veren vücut. Barçın Yaylası'nda üç güzel gördüm Birbirinden üstün şıvga fidandır Aklım şaştı garib belim büküldü Kaşlar hilâl gözler ahu cerandır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.600 |
ġariban |
: |
Fakir, zavallı. |
ġariblik |
: |
Kimsesizlik. Gariblik gurbetlik düşmüş özüne Kudret sürmesini çekmiş gözüne Dökünce zülfünü bedir yüzüne Ben sandım ki bulut aya bağlıdır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.597 |
ġarim |
: |
Hısım, akraba, eş dost, aile. |
ġarik |
: |
Gayri. “Sabah beni salıcılar (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
ġarinçe |
: |
Karınca. “Garinçeler oydu m’ola? Bibimoğlu gözlerini Sal bağlayıp gederiken Bibi yoldum yüzlerini” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Hanımından Kocasına Ağıt, Derleyen: Nimet Gezer) |
ġarip el |
: |
Yabancı yerler, insanın doğup büyüdüğü veya oturduğu yerin dışındaki yerler. Şahanı koyverin avını alsın Yârenim yoldaşım yanıma gelsin Şu garib ellerde düşmanım ölsün Emmili dayılı ile gidelim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.496 |
ġarip ġarip |
: |
Garipçe, kimsesi yokçasına. Yavru bülbül garib garib öticek Gül yerine şimdi sümbül biticek Yârim ile seher yerde yatıcak Çemen ver hey güzel Allah çemen ver Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.594 |
ġarip yiğit |
: |
Kendi halinde, yoksul. “Bir garip yiğidim burada.” |
ġaripdos |
: |
Çok çabuk büyüyen, toprağın suyunu bol bol emdiği için bataklıkların kurutulmasında yararlanılan, boyu yüz metreyi aşabilen, kerestesi ve odunu işe yarayan, uçucu yağından, reçinesinden vb. hekimlikte yararlanılan bir ağaç, okaliptüs. |
ġark etmek |
: |
Zengin etmek, bolluğa kavuşturmak. |
ġark olmak |
: |
Boğulmak, batmak, doymak, Bir şeyi bir kimseye veye yere bol miktarda vermek. “Bakıda’dan indik kol kola düze Melekköy gark olmuş güle nergize Arkık’ta uğradım bir güzel kıza Terlemiş yanağı ballı görünür” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 628 |
ġarlangaç |
: |
Parlak siyah beyaz tüylü, ince uzun kanatlı, çatal kuyruklu, kısa ve geniş gagalı, sürekli olarak uçarak avladığı sinek vb. lerle beslenen, küçük, ötücü bir göçmen kuş, kırlangıç. “Baharın habarcısı sayılan garlangaçlar köyümüze geldi. Yöremizde halk arasında ayrı bir yere sehep olan garlangaçlar, binaların dam altlarına, saçaklara ve pencere oyuklarına, köprü altlarına çamur ve kilden çanak şeklinde sağlam yuvalar yapallar. Dişi garlangaç, erkeğinin tükürüğüyle harç ederek kekmeyinen getirdiği çamuru toplar, saman ve otlarınan sekiz gün içinde sağlam bir yuva yapallar.Elemterede bahsi geçen ebabil ile özdeşleştirildiğinden köyde evlerin nerdiyese içine gadar dıkılıp yuva yapan garlangaçlara kimse tokanmaz. Kimse avlamaz, yuvasını bozmaz. Hatta bu guşa zarar verenin başına bir iş, bir uğursuzluk gelece:ne dair inanışlar da vardır.Bu guşun cücüklerini yuvasına bağladığı, yere yakın uçdu:nda yağmur yaya:ca: söylenir. Bir de yılanla heyka:si annadılır. Bu heyka:yi de eyi bilen biri annatsın.” (Kadirli Bekereci Köyü’nden Herif lakaplı hemşehrimiz, www.bekerecikoyu.com) |
ġarlı |
: |
Karlı. “Garlı dağlar garsız dağlar Garı erir de suyu çağlar Gocam desem eller gınar Gocam dêl de emmimoğlu” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kız Kaçırdığı İçin Öldürülen İnce Hacı’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Şemsi Kodal) |
ġarlıca |
: |
Bol karlı. “Sultan Ebeş bir garlıca dâ olur Suyun içen hastaları sâ olur Ben gedersem kötü kürtler be olur Ben gediyom telli yaylam gal galan” (Ahmet Caferoğlu, Anadolu Ağzı Derlemeleri, Maraş Bölümü, Kaynak kişi: Tokmaklı’dan Ehmet Kılıç) |
ġarmak |
: |
1. Özellikle arkta akan suyun bir engelle karşılaşıp birikerek geri dönmesi. 2. Karıştırmak. |
ġa:rmak |
: |
(Kuşlar) Ötmek. |
ġarmalı |
: |
Yağ-pekmez katması. |
ġarmançorman |
: |
Dağınık. |
ġarmanhort |
: |
Karışık. |
ġarnı ġurtlanmak |
: |
Kıskanmak, çekememek, haset etmek. “Ne zaman bir başarı elde etsem Adem Efendi’nin garnı gurtlanır hemen.” |
ġarnı yırtılmak |
: |
Kıskançlıktan çatlamak. |
ġarnı zil çalıyor |
: |
Çok acıkmış. “Garnım zil çalıyor.” |
ġarnın içi karışmak |
: |
Kafası bulanmak, kafasız kalmak. |
ġarnından başka ġaraltı istemez |
: |
Bir şeyden kendisinden başkalarının yararlanmasını istemeyen kimseler için kullanılan bir deyim. “Garnından başka garaltı istemez.” |
ġarnının içi garışmak |
: |
Kafası bulanmak, kararsız kalmak. |
garnış |
: |
İçine çamaşır konulan bir dokuma çuval. |
ġarôl |
: |
Asma kütüğü. “Bağbatçı garôl çalar. Azzık bekler. O asmayı bazen üzümüne, bazen çubuğuna aşılar. Üzümüne aşılarsa dal kısa olur. Bağına aşılarsa dal uzun olur. Bazen ışkına, bazen da aşkına budar.” (M. Metin Şirikçi, Maraş’ta, Yusufcuk Bas. Yay. Tan. Hiz. Ankara 2001) |
ġaro:l |
: |
1. Asma budandıktan sonra kalın çubuk parçalarına verilen ad, ince odun. 2. Asma kütüğü. 3. Karakol. |
ġarpıslık, ġarpızlık |
: |
1. Çerkez eğerlerinde olan öndeki parça. 2. Karpuzluk. |
ġarpız |
: |
Karpuz. “Gumar gimi ne gimi bişet bu garpız. Bi sene eyi para gazanın bi sene dibe vurun. Onun uçun gumar diyom. Amma gene de her sene bir umut ekeller eyi olur hayalinen. Bu sene bi umudum var. Avrupa gupasından dolayı yani. Yo:sa ekmesi zo:r, bakması zo:r, to:mu desen pa:lı, ilacı desen pa:lı, sulamasan zatı olmaz. Her gün gidip bakaca:n ne istiyo diye. Ö:le bişet yani.” (Kadirli Bekereci Köyü’nden Kubilay, kaynak: www.bekereci. com) |
ġarrâ |
: |
1. Üzerine kovaları takarak omuza alınan su taşıma çubuğu. 2. Ağaç dalını aşağı doğru eğmede kullanılan ucu çatallı değnek. |
ġarrağ |
: |
Ağaç dalını eğmeye yarayan çatal. |
ġarrahan olmak |
: |
Çok mutlu olmak. |
ġarrangaç |
: |
Kırlangıç. |
Ġars |
: |
Kars Zül-Kadriye, Kadirli ilçesine eskiden verilen ad. “İtim itlerin tazesi Yanıyor Gars’ın gazası Halakanın huvardası Filiğe benzerdi itim” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġarsalamak |
: |
Buruşturmak, örselemek, sallamak, karıştırmak, un ve suyun karşılaştırılması. “Gitti geldi baharları yazları Avlattılar şahinleri, bazları İskan etti gelinleri, kızları Duydum garsalanmış gülü Avşar’ın” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul, II. Baskı, 1984 S. 190) |
ġarsamak |
: |
Karıştırmak. |
ġarsamba |
: |
1. İnsan kalabalığı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) 2. Eşya kalabalığı, ıkış tıkış, birbirine karıştırılmış, karışık. |
ġarsambaç |
: |
Kar ile pekmez, bal gibi tatlandırıcının karışımından oluşan, dondurma yerine geçen bir serinletici. |
ġarsambalık |
: |
1. İnsan kalabalığı. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Gereksiz eşya kalabalığı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
ġarsantı |
: |
|
ġarsı |
: |
1. Kar gibi kokan, karsı çalan anlamında. Dışarda kalan elbiseler için kullanılan bir sözcük. “Damda sızmış galmışsım yıldızları seyrederkene. Garsı garsı kokmamın sebebi sensin. İnsan üstüme bir şey örtmez mi?” 2. Ermeni kadını. |
ġarşı |
: |
Karşı. “Garşıda yassı daşlar Kölgelenir kaba ağaçlar Vermen beni Develi’ye Ağ ellerim gergef işler” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġarşı geçe |
: |
Karşı yamaç, karşı taraf. |
ġarşıda:na:rı |
: |
Karşı taraftan. |
ġart |
: |
Yaşlı, taze olmayan. |
ġart adam |
: |
Yaşı büyük, olgun adam. |
ġart horuz |
: |
Zampara, söz ustası kimse. “Gart horuz.” |
ġartal |
: |
Kartal. |
ġartalmak |
: |
Vakti geçmek, yaşlanmak |
ġartaşkın |
: |
Kartlaşmış, yaşlı. |
ġartaşmak |
: |
1. Eskimek, kalınlaşmak, yaranın kabuğu kalınlaşmak. 2. Kartlaşmak, yaşlanmak, fazla büyümek. |
ġarti |
: |
Artık. “Ni:se, işde o gün evde gıneyce yapılırdı, bazar günü âşam. O gün gıneyce yapıldı. Devlisikiün garti tohumgavıd gedi: ya, o gederdi.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
gartlangabak |
: |
Su kabağından yapılan bir oyuncak. |
gartlangazık |
: |
1. Yenmeyecek kadar sert. 2. Nezaketsiz insan. |
ġaru:ş |
: |
Kötü haber getirdiğine inanılan masalsı kuş. “Helgincig’in gayaları Çan çalıyor mayaları Zor muyumus ağ bebeğim? Garûşun soyaları” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, BoşBeşik Ağıdı (Bebegin Ağıdı), Kaynak Kişi: Safiye Temiz) |
ġaryola |
: |
Karyola. “Pencereye çekmem perde Yeni düşdüm zalım derde Garyolada yatan yiğit Nasıl yatsın guru yerde” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġasaba |
: |
Kasaba ama Andırın’lılara göre Andırın demektir. “Gice gasabadan haberini aldık Ölü var mı deyi gelene sorduk Bu ne acı haber şaşırdık galdık Ağlar ana ağlar vay guzum deyi” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Bektaslı’da Devrilen Kamyonda Ölenlerin Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Durdu Temiz) |
ġasad |
: |
Sefer, kez. |
ġasafana |
: |
Yanıltmaca, yanlış. |
ġasafet |
: |
Kasavet, gam, keder, şüphe. “Kadir kıymet kalmamış sefil fakirden Kılarım namazımı kalmam şükürden Bilmem gasafetten yoksa fikirden Aşkın dalgaları akışmaz oldu” (Celil Çınkır, Andırın Sözlü Kültür Varlıkları Envanter Çalışmaları - I, “Beşbucaklı Aşık Halil”.) |
ġasalak |
: |
Kibirli. “Geldiği yeri unutmuş. Gasalaklığından yanına yaklaşılmıyor.” |
ġasalmak |
: |
Öğünmek, kibirlenmek. |
ġasar |
: |
1. Kalburun üstünde kalan sap kalıntısı. 2. Buğdayın samandan ayrıldıktan sonra düvenle ikinci kez sürülmesi. |
ġasat |
: |
Kat, kez. |
ġasavan |
: |
Sohbet, laf. |
ġasavan atmak |
: |
Sohbet etmek. “Akşama kadar gasavan etmekten başkaca yaptığımız bir iş yok.” |
ġasavancı |
: |
Bol yalan söyleyen kimse. |
gasavet oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir seyirlik köy oyunu. GASAVET Gasavet sıkıntı anlamı taşır. Kızlı erkekli oynanan bir oyundur. Yine ellerde kaşıklar vardır. Halka şeklinde oynanır. Eskiden Bozyazı’da Yörükler göçebe hayatı yaşarlardı. Şimdi bile aynı hayat az da olsa sürüyor. Kışı sahilde yazı Taşeli yaylalarında geçiren bu Yörüklerin hayatları gibi düğünleri başkadır. Düğün hazırlıkları aylarca önce başlar ve düğün bir hafta sürer. Düğünün esas yemeği keşkektir.(Bekârlara halk arasında düğünün ne zaman yerine keşkeği yiyeceğiz diye sorulur.) Allım Yeşillim tüm Yörük kızları dibek taslarında keşkeklik mısır döverler. Aynı yerler yavuklular için söylenen türkülerin, manilerin segi yeridir. Buralarda ergen genç kızlar yarınlarını görürler ve kendi düğünlerini düşlerler. Haftanın Perşembe günü gelin indirme günüdür. Çünkü Cuma akşamı dine olan saygı ve bunun yanında evliliğin mutlu süreceği inancını da simgeler. Pazartesi çalgılı nisan gider, Çarşamba gelinin çeyizi yüklenir. Börü canlı develere ala kilimlerle örtülü develer çalgı eşliğinde gelin evine yollanır. Akşamları ise düğün evinin cümbüş zamanıdır. Kazan kazan pişen aşlar, salçalı, yoğurtlu, ayranlı ve sütlü keşkekler konuklara yedirilir. Çifte davullar öter evde ….Kızlar bir tarafta oynarlar oynarlar da oynarlar. Yörenin bu yiğit gençlerin yüreklerine bir kor gibi iner. Bu korlar yeni bir gönül oyunun kamçısıdır. Böyle bir düğünde, belikleri belini döven karagözlü alma yanaklı, kiraz dudaklı bir ganayaklıya gönül düşüren yiğit o güzelden yakınlık göremez. İçine öyle bir gasevet çöker ki alır başını ayrılır obasından. Iraklara düşer, bu delikanlının içinin ağrısını gasavet türküsünde bizde duyar ve aşkını biz de yaşarız.
Gönüllerde anonim bir türkü olan Gasavetin sözler ise söyledir:
Yatamadım gasavetten ay abam of Meraktan vay Ask atası çıkmaz oldu ay abam of Yürekten vay Bittim ola bizim elin ay abam of Söğüdü vay Ben giderken yapacağı ay abam of Göğüdü vay. (Sezgin Ataş, Mersin İli Bozyazı İlçesinin Tarihi, Sosyo-ekonomik ve Kültürel Yapısı Konulu Yüksek Lisans Tezi, Niğde niversitesi,S.B.E.,İlköğretim ABD, Niğde, 2007, s. 87-88) |
ġasbalık |
: |
Çitten ya da aralıklı çakılan tahta parçalarından yapılan derme çatma bahçe ya da ağıl kapısı. “Gasbalığı gapat da gabaklığa mal dıkılmasın” |
ġasdal |
: |
Su kanalı. |
ġasef etmek |
: |
Kaygılanmak. |
ġasefet |
: |
Kasavet, gam, keder, şüphe. “Çekmem gasefet, gavili Sürmedim dünya demini Hatice deyin çağırdım Vermedin hatın sesini” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġasefet basması |
: |
Kederlenmek. |
ġaset |
: |
Dam loğlarken bütün yüzeyin bir defa dolaşılması. “Bir gaset yapıncaya kadar cıbıdığı çıktı.” |
ġasġası |
: |
Heyecan, telaş. |
ġasġasılanmak |
: |
Çok su harcamadan yıkanmak. “Gasgasılanıverdi çıktı câdan.” |
ġasıl |
: |
Göceğin büyüğü, yeşilken hayvanlara yedirilmek için ekilen ekin, yulaf. “Arpa ekilirdi olurdu gasıl. (Cezmi Yurtsever, Andırın Tarihi, Adana 2007, S. 187-190, Kazım Temir’in Andırın Destanı isimli Şiiri) |
ġasıllık |
: |
Gasıl ekilen bahçe, küçük tarla. “Gasıllığa mal girmiş habarın yok mu gelin” |
Ġasım |
: |
Kasım. |
ġasırtıya ürmek |
: |
İlgisi olmadığı halde her söze karışana derler. |
ġaslegden |
: |
Bilerekten, kasten. |
ġaslek |
: |
Bilerek, bile bile, hususi. |
ġasnak |
: |
1. Elek, kalbur, sarat gibi eleme araçlarının kenarındaki tahta kısım. 2. Davulun kenarındaki tahta kısım. |
ġaspalık |
: |
Çitten ya da aralıklı çakılan tahta parçalarından yapılan derme çatma bahçe ya da ağıl kapısı. “Aynen gaspalık.” Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
ġastan |
: |
Yalan. |
ġaste |
: |
Gazete. |
ġasteg |
: |
Bilerek. |
ġasten |
: |
Hususi, bilerek. |
ġastetmek |
: |
bilerek, bile bile yapmak. |
ġaş |
: |
Kaş, semerin yük balarken halatın bağlanmasına yarayan ön ayna kısmı. “Yapmıya yapdın amma semerin de gaşını gırdın.” |
ġaşa:lamak |
: |
Kaşağılamak. |
ġaşa: |
: |
Kaşağı. |
ġaşgöz etme |
: |
İşaretleşme. |
ġaşı:nan |
: |
Kaşıkla. “Sabahları,öyle her evde ve her zaman çay pişirilmezmiş. Düğürcük çorbası, sütlü çorba, tarhana, erişte ve mercimek çorbası pişirilirmiş. Pendir sürülmüş tüm ekmeanen, gedip gedip gelen ağaç gaşı:nan höpürdete höpürdete içilirmiş.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ġaşık |
: |
Kaşık. “Mezerinde yanar ışık Yana yana oldum aşık Müslüm de ölmüşdeyince Elimden de düşdü gaşık” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġaşıklık |
: |
Sepet, söğüt eşgın' (ışgın veya taze filiz)larından örülmüş küçük üzüm veya incir sepeti. |
ġaşın barnakları |
: |
Semerin üstündeki iki demir. |
ġaşmak |
: |
Kaçmak. “Yavrımın öldüğü gece Yağmır yağdı sular taşdı Bir tor şahanım varıdı Gafesi gırdı da gaşdı” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Üç Kardeşin Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Belkıse Gök (Ballı Hatın)) |
ġaşşağını almak |
: |
Kökünü çıkarmak. |
ġaşşak |
: |
1. Çalı, ağaç kökü. 2. Davar ağılı. 3. Sık. |
ġaşşaklamak |
: |
Çalı ya da ağacı kökünden sökmek. |
ġaşşık |
: |
Kaşık. “Erzurum’ sorarsan altın eşikli Sufralar yazıldı gümüş gaşşıklı Nice gelin verdik yanı beşikli Gelinleri yetim geden Erzurum” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġat |
: |
Uçurum, kat, katman. “Binmiş Burak atlarına Getmiş göyün gatlarına Sen yanasın kör olası Cehennemin odlarına” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġatalamak |
: |
Katmak, karıştırmak. |
ġataö:l edmek |
: |
Apar topar göndermek. |
ġatar |
: |
Katar, taşıyıcı dizisi. “Arada da deli gönül arada Bir yavrı bırakdım şorda yuvada Gatar dutmuş uçarsınız havada Medet ey durnalar sunam ey medet” (Karac’oğlan) |
ġatarlamak |
: |
Dizmek, sıralamak. “Ak deveyi gatarlamış gidiyor Türkmen kızı bir ormanın içinde Sırtında bir çocuk deve güdüyor Türkmen kızı bir ormanın içinde” (Kaynak Şahıs: Celil Çınkır, Aşık Hüseyin) |
ġater |
: |
Katar, taşıyıcı dizisi. “Durnam göç eylemiş düzmüş bir gater Şahin girmiş arasına çığrışır öter Müşteri olana telini satar Yavru şahin heybetinden toz vurup gider” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 589 |
ġaterlenmek |
: |
Katar olmak, taşıt dizisi olmak, kafileler halinde olmak. “Gaterlenmiş gara tiren Yok mu Mahmıd’ımı gören Ziyaratın gediğinde Motor da dutmamış firen” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Mahmut Kütküt’ün Ağıdı, Kaynak Kişi: Aynur Doğan) |
ġatı |
: |
Kıvamlı. |
ġatı yiyecekler |
: |
Katı yiyecekler. “Bulgur Pilavı: Yaz-gış ölen-a:şam yenir. Yeme:n gıralıdır bizim oralarda. Amma ö:le guru guru de:l. Şe:riyesi bol, hafif ya:lıca. Hazır şe:riyeli:nen olmaz, ille de köy şe:riyesi olacak. Tepsiye de dökece:n, yuka ekme:nen verece:n lokmıya. Yanında tomatis mancası, hıta cacı:, (yo:sa ayran-mümkünse torba gatı: özemeci) Bunnar bulgur pilavı:nan e: geder. Ö:le her şey her yemenen yenmez. Amma bulgur pilavı her yeme:n yanına yakışır evel Allah!” Sıkmalı Kö:te (Mercimekli Kö:te) : Genelde bahar aylarının yeme:dir. Bulgurun içine mercimek karıştırılarak yapılır, harcının felan ayarını e: dutturursan tavatır olur. Gatıklı şo:rasız olmaz. Duruma göre gatıklı şo:ra yo:sa; gene cacık, ayran veyahut so:kluk gatmacı da olmaz de:l yanında. En güzeli de sıkmalı kö:te yo:rulurkan, fırsattan istifade zuladan götürebilin. “Ulan çocuk dur zatı az yapdım” laflarına aldırmadan.” (Kadirli Bekereci Köyü’nden Ekrem Kandırmaz, www.bekerecikoyu.com) |
ġatıg |
: |
Katı yemeklerin yanındaki sıvı yiyecek, içecek. |
ġatıglı |
: |
Dövme, yarma pilavına yoğurt konarak hazırlanan bir tür yemek. “Yarpızlı, yanıktan yeni çıkmış ayrannan yapılmış bir gatıglı şôra olsa hayır dermiyidiniz çok marak ediyom.” |
ġatık |
: |
1. Ekmeğin yanındaki yiyecek, azık çabuduna konulan yiyecekler. 2. Yoğurda su katılarak yapılan içecek, ayran. |
ġatıksamak |
: |
Peynir için katılaşarak yenecek kıvama gelmek. |
ġatır |
: |
Katır. |
ġatıran |
: |
Katran. |
ġatıran torusu |
: |
Sedir ağacının genç, kâlem gibi olanı. |
ġatışdırmak |
: |
Karıştırmak, birbirine eklemek. |
ġâtil |
: |
1. Ev yapımında direkler arasında yanlamasına konulan ağaç. 2. Katil. “Lambaların fitiliyim Ben bir derdin yetimiyim Gurbete gız mı verilir Ben gızımın gatiliyim” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Medine’nin Ağıdı, Derleyen: Canan Ceran) |
ġatkıntı |
: |
Karışık tohum, Sonradan katılmış, karışık. |
ġatlanmak |
: |
1. Hazırlık Yapmak. 2. Katlanmak, dayanmak. “Çifte davul çifte düdük Ahacık sêmen atlandı Arabasın beri çekin İçerde cehez gatlandı” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Ömer Ağanın Kızı Hayriye Hanım’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
ġatlı / katlı |
: |
Kadar. |
ġatma |
: |
Cacık. |
ġatmak |
: |
Katmak, karıştırmak. “Değirmenin önü yazı Goyuna gatarlar guzu Ben doktura getmem diye Anasına ediyor nazı” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġatmer |
: |
1. Tandır ve saç üzerinde pişirilen yağlı ekmek, katmer, yağlı sac ekmeği, katmer. 2. Hayvaniç yağının küçük küçük doğranıp yufka içine konulması ve bu işlemin dört kez yapılmasıyla oluşan böreğin sacdapişmiş haline verilen ad. |
ġav |
: |
1. Kav, yılan derisi. 2. Fitilli çakmaklar için ağaçlardan elde edilen mantar. “Dedemin tabakasının yanında çakmak daşı ve gavı hep hazır bulunurdu.” |
ġavag |
: |
Kavak. “Gapımızın önü gavag Işgın sürer uvak uvak Elin gına yüzün duvak Uyan Mehmed dezzem oğlu” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Düğün Günü Ölen Mehmed’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Hatice Öksüz) |
ġavak |
: |
Kavak. “Evlerinin önü gavak Dalın gırdım ufak ufak Elim gına yüzüm duvak İşde goyup gediyorum” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġaval |
: |
1. Çocuk oyunlarında en son sıradaki oyuncu. 2. Kaval. |
ġavalo |
: |
Aklı havalarda, bir işe kafasını yormayan, verieln görevi tam anlayamayan, yerine getiremeyen, başarılı bir çizgisi olmayan. |
ġavar |
: |
Su kenarında oluşan küçük bataklıklar. |
ġavara |
: |
Osuruk, yellenme. |
ġavat |
: |
Kavat,pezevenk, yaramaz, haşeri, gevat. |
ġavcak |
: |
İçine çakmak ya da kav konan deri cüzdan. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
ġavga |
: |
Kavga. |
ġavga bucağı |
: |
Batıda yükselen ve yağmur yağdıran bir bulut. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
ġavgaraş |
: |
ġavġaraş Şakacıktan yapılan kavga. Genelde tarlada çalışırken birbirie bir şeyler atarak yapılanşakacıktan kavga. |
ġavgaz |
: |
Hafif. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
ġavın |
: |
Kavun. |
ġavıniçi |
: |
Turuncu. |
gavır |
: |
1. Kafir anlamında sevecenlikle söylenen söz, domuzcuk der gibi. 2. Gayri Müslim, Ecnebilere verilen ad, kötü kişi. “Şo gardaşım çöl veziri Yakardı balık veziri Gonya’ya tosun sürdürmüş Niyeti gavır İzmir’i” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
Gâvır belirsiz, Müslüman belirsiz |
: |
1. Alaca karanlık, 2. Kişilerin birbirinden seçilemediği karmaşa ortamı. |
gavır bılızı |
: |
Gavur çocuğu. “Göçücüyük gayrı, vardım da yanına Gavır bılızı nasıl vurmuş beline Hag’dan dönmüşler de gılbe yönüne Ciğer pare pare olmuş ne fayda” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
gâvır paklası |
: |
Bir çeşit bakla. “Heç sevmezdim gavır paklasını.” |
ġavırga, ġavırka |
: |
Kavrulmuş buğday. |
ġavırġaç |
: |
Kavrulmuş buğday. |
ġavırmak |
: |
“Kavurmak” kurşun yağdırmak, her tarafı kurşunlamak anlamındadır. Aynı kelime yörede normal anlamında -eti tereyağ ile gavırdı gibi- da kullanılır. “Gara dağyı çevirdiler Gurşununan gavırdılar Gurban olam İnce Hacı’m Seni benden ayırdılar” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġavışmak |
: |
Kavuşmak. “Yoncalı’nın çılga yolu Gede gede gavışıyor Omar’ı vuran jandarmalar Elvan elvan savışıyor” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġavıt |
: |
1. Kavrulmş buğdayın üğütülmüş hâli. 2. Davar yiyeceği. |
ġavıtmak |
: |
Üşüyerek titreyip büzülmek. |
ġavi |
: |
Sağlam, dayanıklı, güçlü. |
ġavil |
: |
Anlaşma, sözleşme, kavil, söz. “Çekmem gasefet gavili Sürmedim dünya demini Hatice deyin çağırdım Vermedin hatın sesini” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġavil yapmak |
: |
Sözleşmek. |
ġavilleşmek |
: |
Sözleşmek. “Esgiden bö:klerimiz ballandıra ballandıra annadırdı evli bekar maçlarını. Ben o zaman bekardım tabi:. Yok “Hayri Hoca (Allah Rahmat Eylesin) şö:le avlardı“, yok “Erbakan (Kamil Kandırmaz) şö:le pasörlük yapardı“, yok “Cart Battal (Ona da Allah Rahmet Eylesin) bö:le servis atardı“, “Bekçi Sele:ddin şö:le küt vururudu” diyen. Gençleri voleybol işine birez havaslandırınca gendimize güven geldi, sülüklerin yan çukura: dedikleri hesap meydan okuduk evlilere. Bizi:nen dalga geçdiler “bö:ne gadar da: bekarlar evlileri yenemedi” falan diye. Neyise biraz gaz verdik, biraz gıcık verdik, maça havaslandırdık adamları. Havaslanmıyacak gibi de:l zatan Sofular’dan Bahadırlı’dan seyirci çekmiye başladık galan, namımız yayılıyo annıyaca:nız. Gavilleşdik Cuma namazından sonra maç yapaca:k. Evli Bekar maçı! Namazdan önce antıraman yapıyok, evlilere birez hava atıp gözlerini gorkudaca:k. Üç beş derken “Anam ana:m!” dedi Memmet hoca, yere yığıldı kaldı iki metirelik adam. Hemen goşduk ne oldu diye, ayaa dönmüş hemen şişdi oracıkda. Bir arabaya atdık Meşhur sınıkçı Gısacık Halile (öldüyse o na da Allah Rahmet eylesin!) gönderdik. Memmet Hoca’ya mı üzüli:m, en etkili elemanı gaybettiğimize mi üzüli:m bilemedim. Namazı gıldırmak da bana galdı bu arada. Namazdan sonra takımlar yerlerini aldı, Cömaat da da:lmadı düzüldüler tesbih gimi kenara. Rakibe bir bakdım şö:le kimler yokkine. Küt mevki:nde Nazım abicik ve Bekci Sele:ddin, pasör mevki:nde pasörlüğün duayeni Kamil Kandırmaz, ortada joker eleman Efendi Sakar. Avlama virtiözü Hayri Hoca, kenarda gıcık verme usdası Mıkdar Osman (ona da Allah Rahmet Eylesin). Yaşlı genç herkes orda. Neyise başladık maça ama adamlar hızlı giriş yapdılar ilk seti rahat aldılar. İkinci set birez çekişmeli geçdi amma vermedik durum 1-1 oldu. Üçüncü seti de adamlar kıl payı aldılar. Bu arada kenardan gıcık verenneri mi aran, “siz bunnarı nasıl yeneceniz brülen!” diye bizim oyuncuları güccük göreni mi aran. Neşeleri yerinde adamların, yaşlılar bile “bir set verin bre yazzık ço:klara, baya: uraşıyollar” diye gıcık veriyo. Dördüncü setde de adamlar arayı baya: açdılar. 12 ye 6 falan zannedersem. Bu arada benim omuzum çıkdı, golumu galdıramaz oldum, benden başga küt vuracak adam da yok. Bu arada Memmet hocanın canı gediyo nerdeyse deyne:nen oynıyacak. Amma adamın durumu durum de:l. Bizim adamlara birez motivasyon yapdık iki üç sayı üsdüsde alınca çeklerin hesabı adamlar ıcık paniklediler, birez de yoruldular. Gevşeme de oldu tabi: birez. Çok uğraşdılar amma seti vermekden de gurtulamadılar. Kendi aralarında da birez tartışmaya başlayınca tam bizim istediğimiz gıvama geldi maç. Beşinci set de adamlar heç dayanamadılar arayı iyicene açınca. Bir baktım ihtiyarlar önde, daha az ihtiyarlar daha arkada kimi mezerle: yokarı kimi okulun yanna aşşa: kimi sakızlığın yanna aşşa: tram tram düzüldüler. “Nere:diyonuz brülen daha maç bitmedi:di!” falan dedim amma duyan bile olmadı beni.” (Kadirli Bekereci Köyünden M. Yakar, www.bekerecikoyu.com) |
ġavlak |
: |
1. Başında saçı olmayan, kel kimse, tüy ve kabuğu dökülmüş deri. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Soyulmuş ağaç. 3. Çam ağacının tatlı özsuyu, yalamık. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 4. Dış kabuğundan soyulmuş ceviz vb. kuru yemiş. |
ġavlamak |
: |
Derisini kabuğunu dökmek atmak. |
ġavlangoz |
: |
Aptal, akılsız. |
ġavlatmak |
: |
Kabuğunu soymak. |
ġavlık |
: |
1. İçine çakmak ya da kav konan deri cüzdan. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Demircik ağacının kabuğundan yapılan içine mehlep, köknar sakızı vb. konulan kap. “Gavlık yapardık. Mehlepleri içine koyardık.” |
ġavralamak |
: |
Kuvvetli bir şekilde tutmak, kavralamak, yakalamak. “Çarşafın ön tarafını bir çırpıda bulmuş, parmaklarını ustaca hareket ettirerek çarşafı elinde toplamış ve sonra da kavraladığı gibi Emine Bacı’nın başından aşağı geçirmiş ve ustaca hareketlerle ilk tuttuğu yeri bel hizasına kadar indirmişti.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan III, Bassaray Matba:sı, İzmir, II. Baskı 2007) |
ġavralaşmak |
: |
İki kişinin güreşir gibi birbirine sarılması. |
ġavram |
: |
Tutam, Elin bir seferde alabildiği miktar. |
ġavsara |
: |
1. Çay söğüdünden örülen ve içine öteberi konulan küçük sele, kavsara. 2. Herhangi bir nesnenin veya varlığın dışyapısı, görünüşü. 3. Bir şeyin iskeleti. |
ġavsarası çıkmak |
: |
Çok zayıflamak, bir deri bir kemik kalmak. “Gavsarası çıkmış.” |
ġavsarlama çıkartmak |
: |
Kavga çıkarmak. |
ġavsarlamak |
: |
Herhangi bir işi baştan savma, yarım yamalak yapmak. |
ĝavşıt |
: |
1. Çadır penceresi. 2. İki farklı suyun birbirine karıştığı yer. |
gävur |
: |
Kâfir, Müslüman olmayan kimse. |
gävur dölü |
: |
Ele avuca sığmayan, önüne engel konulamayan, yaman kişi, hakaretamiz bir söz. |
gavur pancarı |
: |
Bir nevi yeşil ot. |
ġavurga |
: |
1. Kavrulmuş nohut, mısır, yer fıstığı, susam. Çerez. 2. Kavrulmuş buğday. “Kilerde, öte duvarın dibinde de, çoğu zaman bir tahtanın, kütüklerin veya engince sandıkların; bazı evlerde de eşeklerin üstünde; buğday, un, bulgur, ölü, iri bulgur, düğürcük, gıl düğürcû, bulgur unu, nişe, mercimek, nohut, gendime, biyaz pilôvluk pirinç, tarhana, dutmaç, şeker, erişte ile hedikliklerin, gavurgalıkların, çuval ile dizilmiş oldukları görülürdü.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007)
“Gursak gavurgasını ister.” Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
ġavurgacı |
: |
Kavrulmuş mısır, arpayı satan kişi. |
ġavurgaç |
: |
Tam olgunlaşmamış, hafif yeşil buğdayın ateşte kavrulmasıyla yapılan yiyecek. |
ġavurma |
: |
Kavurma. “Getir gavurmayı da gör savurmayı.” Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
ġavurtmaç |
: |
Tirşiğin yarı pişmiş hali. |
gävurubillah |
: |
Allah'ın kâfiri, hakaretamiz bir söz. |
gävuruŋ do:rdu: < doğurduğu / emzirdi:, emzirdiği |
: |
Hakaret sözü. |
gavurun dölü |
: |
Hileci,her pis işlerle uğraşan kişi. Çok yaramaz çocuklar için kullanılır. “Gavurun dölü.” |
gavurun südüğü |
: |
Hileci,her pis işlerle uğraşan kişi. Çok yaramaz çocuklar için kullanılır. Gavur dölü, gavur soyundan gelmiş anlamında bir sövgü sözüdür. “Gavurun südüğü.” |
gavurun tohumu |
: |
Hileci,her pis işlerle uğraşan kişi. Çok yaramaz çocuklar için kullanılır. “Gavurun tohumu bahçaya girmiş, erikleri dalıyınan yolmuş.” |
ġavuşmak |
: |
Birleşmek, bir araya gelmek, kavuşmak. “Yoncalı’nın cılga yolu Gide gide gavuşuyor Seni vuran cendermeler Çalımınan savışıyor” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Yoncalı Ömer’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Mustafa Göğüs) |
ġavut |
: |
1. Yalan. 2. Tahıldan yapılan bir tür kışlık meze şeklinde yiyecek. “Gavut’un hazırlanışı: Buğday yıkanır, kurutulur. Kurumuş buğday kızgın sac üzerinde kavrulur. El değirmeninde un haline getirilir. Un haline getirmede kullanılan değirmene distar denilmektedir. Distar denilen değirmenin üst taşının ortası deliktir ve tutacak bir yeri vardır. Bu taş diğer taşın üstüne konur. Bir eliyle üstteki taşı çeviren kadın diğer eliyle deliğe buğday koyar.” |
ġaya |
: |
Kaya. “Şu Toros’un gayaları Zilüf düver mayaları Berk mi dâğdi ağ bebeğim Garaguşun sayaları” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġaya kekici gimi |
: |
Ufak tefek ve çirkin kadınlara söylenir. “Gaya kekici gimi.” |
ġayak |
: |
Kaya dibi. |
ġayakertici |
: |
Kayalıklarda yaşayan boz renkli, kabuklu bir çeşit kertenkele. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
ġayal |
: |
Kail, razı. |
ġayalık |
: |
İki yaşını geçmiş boz devenin dişisi. |
ġayatdan |
: |
Gayet. |
ġaybeylemek |
: |
Kaybetmek. “Şu Çokak’ın garagolu Eser rüzgar deli deli Ben gomşumu gaybeyledim Görmedin mi canım köylü?” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İntihar Eden Ali Uzman’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Atnen Aydın) |
ġayda |
: |
1. Kaide, usûl. 2. Türkünün, şarkının makamı, müziği, melodisi. |
ġaydaklamak |
: |
1. Yığmak, biriktirmek. 2. Kaymak. |
ġaydalanmak |
: |
1. Gaydalı (bk. gaydalı) davranmak. 2. Sekerek yürümek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ġaydalı |
: |
1. Kafiyeli, yani söz uyumlu gibi okkalı konuşan. 2. Manken gibi yürüyen. |
ġayde |
: |
Kaide, kural, ezgi, melodi. “Şairin, daha önce kendileriyle aynı şeyleri yaşadığını belli eden bir şiirini yarı yarıya tutturduğu bir gayde ile okumaya başlar.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan II, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ġaydırmak |
: |
Kaydırmak. “Bir su kenarına vardı:mızda; “Bak daş nasıl gaydırılır” diyerek, aslında daşı gaydıramayışımız incilerimizin başında gelenlerindendi.” (Kadirli Bekereci Köyünden Ekrem, Kaynak: www.bekerecikoyu.com.) |
gayet |
: |
Çok, pek çok, oldukça, son derece. Fikirli fikirli anar yâr beni Gayet sever ama dilden kor beni Hüsnü güzel ama aslı Ermeni Ak ellere elvan kına yakılmış Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.632 |
ġayfa |
: |
Kahve. “Getme Yemen’e Yemen’e Yemen sıcak gayfa bişer Esger talime çıkışın Acemin aklı şaşar” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
ġayfaltı |
: |
Kahvaltı. |
ġayfe |
: |
1. Kahve. “Evi görünmüyor atlıdan Gayfesi görünmüyor datlıdan Yazmadın mı Bên gızı Atlas yüzlü beş döşekli” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Topuz’un Ağıdı, Kaynak Kişi: Fatma Bakacak) 2. Kahvehane. “Maraş’lı bağcının tuluk bekmezi, |
ġayfireŋgi |
: |
Kahverengi. |
ġaygana |
: |
1. Yumurta ve un, yağda kızartılarak yapılan bir çeşit omlet. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Büyük yemek kazanı. 3. Tereyağda yumurta. 4. Tavada, sahanda yumurta, pekmez ya da şekerle tatlandırılmış tereyağlı yumurta. “Topuklar gaz yumurtası Gaygana yapasım geldi Parmağı yaprak sarması Ham ham yiyesim geldi” (Av. M. Metin Şirikçi, Maraş’ta, Yusufçuk Bas. Yay. Ve Tanıtım Hiz. Ankara 2001) |
ġaygeylemek |
: |
Kaygı etmek. “Evimizin önü bosdan Bizde olduk ele desden Öldü’ünü gaygetmiyom Sen’öldüren Kelgadı Osman” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İnce (Safiye) Memmed’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Mehmet Çığşar) |
ġaygı |
: |
Tasa, merak. Su gırânda olur susam Su vursam donunu yusam Gadanı alıyım hatınlar Gelin galdım gaygım tasam” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Koca Durmuş’un Ağıdı, Kaynak Kişi: Nadire Erkek) |
ġaygılanmak |
: |
Merak etmek. |
ġayık |
: |
Kayık. |
ġayıl |
: |
Kail, razı, istekli. “Yel durdurdun dizime Gannar indirdin gözüme Akşamdan beri ağlıyorum Gayıl dağalım guzuma” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġayıl olmak |
: |
Razı olmak, kabullenmek, yetinmek. |
ġayılı |
: |
Ateşi yanar vaziyette olması. “Üşüdük gı, zobayı ne zaman yahıcın,ilâ? Sızlanmalarına artık dayanamaz ve zaten gayılı duran sobayı yakmaya karar verir.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ġayılmak |
: |
Ateş yakılmak. “Bazı evlerin üstü, büyüklüğünden, düzlüğünden ve sağının, solunun güvenli oluşundan oyun mekanları olarak seçilirdi.Orada eğer bir sebepten oyun kurulamamışsa, şaka karışık çeşitli yaramazlıklar yapmaya karar verilirdi. Meselâ, yemek pişirmek üzere gayılan ocaktan çıkan dumanlar tüterken, bacanın hefeğini kapatıp dumanın eve dolmasını sağlamak gibi… Tam baca deliğinin altındaki ocakta yemek pişirilen tencerenin içine irice bir kesek atmak gibi.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ġayım |
: |
1. Sözüne sadık. 2. Sağlam, pek, sert. |
ġayımbaba |
: |
Kayınpeder. |
ġayın |
: |
Kayınbirader. “Evlerinin ardı gölek Ganlar akar külek külek Enişte gayın vurur mu? Buna da ne diyek felek?” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġayınbaba |
: |
Kayınpeder. “Sana derim sana Durdu’m Neler gördüm neler duydum Gözü kör olası düşman Gayınbabamı da vurdun” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġayır |
: |
Kolay. “Amaleye ırgat, yokuşa bayır (Kaynak Şahıs: Celil Çınkır, Şair: Hayati Vasfi Taşyürek) |
gayırcık |
: |
1. Pekmezin tulum deri içinde donmuş, şekerlenmiş hâli. 2. Küçük meşe dalı. 3. Kristal. |
ġayırcıklanmak |
: |
Merak etmek. |
ġayırcıklı |
: |
Pekmez, reçel, bal gibi maddelerin şekerleşmiş hali. |
ġayırma |
: |
Koruma, destek olma. |
ġayış |
: |
Kemer, kayış, kösele. |
ġayış yarmak |
: |
Hakkına razı olmama, cıllazma. “Gayış yardı.” |
ġayışġınat |
: |
Yara otu. |
ġayıt |
: |
1. Sıkıntı atma. “Bahçen yeter bağın yeter Dallarında bülbül öter Gayıt etme ince eşim Enver büyür yerini tutar” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Hanımı Hacıkız Hatun’un Ağıtı, Derleyen: Cabir Tercan, Kaynak Kişi: Enver Şahinkaya) 2. Düğün hazırlığı, düğün eşyaları alma. 3. Alet, edavat. |
ġayıt gamet |
: |
Gerekli araç gereç. |
ġayıt görmek |
: |
Hazırlık yapmak. “Gene geldi yaz ayları da Yayla gaytı görücüyüm Çarşıdan hediye aldım Ben eşime vericiyim” (Derleyen: Osman Taştan, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
ġayim |
: |
Sağlam, pek sert. “Canı çok gayimdi; Mesela bir gün elindeki cevizi Ulu Camii’nin duvarına koymuş ve kafası ile vurarak kırmıştı.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan II, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ġayka kaş |
: |
Gür kaş, kirpiklere karışan kaş. |
ġayka kirpik |
: |
ucu yukarı doğru kıvrık olan kirpik. |
ġaylan |
: |
Uzun sigara ağızlığı. |
ġaylangaç |
: |
Kırlangıç. |
ġaymak |
: |
1. Kaymak eyleme. 2. Ateş yakmak. 3. Kaymak, süt kaymağı. “Gıymatlı yerlerin adı değişti, (Cezmi Yurtsever, Andırın Tarihi, Adana 2007, S. 187-190, Kazım Temir’in Andırın Destanı isimli Şiiri) |
ġaymakam, ġaymaham |
: |
Kaymakam. “Kimi sağdan kimi soldan Akın ettidört bir koldan Araba çıkmamış yoldan Gaymakam Bey yayan geldi” (Aşık Hüseyin Kaçıran) |
ġayme |
: |
Kağıt para. |
ġaymon |
: |
Kamyon. |
ġayna |
: |
Şişe. “Tecirli’den gelen gayna Durma Şefre köçek oyna Ondan giyer babamoğlu Ağ üstüne telli sırma” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
ġaynana |
: |
Kaynana. |
ġaynanası severmiş |
: |
Bir yemek üzerine biri gelirse ona iltifat olsun diye söylenir. Kaynanın damadı sevmesi asıl olduğuna göre bu anlamda kullanılır. “Gaynanan sever imiş yeğenim.” |
ġaynar |
: |
Tereyağı ve bal kaynatılarak yapılan yiyecek. |
ġaynarkene |
: |
Kaynarken. |
ġaynım |
: |
Bol, bir çok, bir sürü, alabildiğince. Tek başına kullanılmaz, bir gaynım şeklinde kullanılır. |
ġaypak |
: |
1.Kaygan. 2.Verdiği sözden dönebilen, güvenilmeyen. |
ġaypıtmak |
: |
1. Kayacak şekilde vurmak. 2.(Sabun, kesici alet vb.) Elden kaçırmak. |
ġaypmak |
: |
Düz, ıslak ya da kaygan bir yüzey üzerinde sürtünerek kolayca yer değiştirmekya da kaygan bir bir yüzey üzerinde birdenbire dengesini yitirmek, böyle bir yüzeyde dengesini yitirerek düşmek, kaymak. |
gayrak/kayrak / gıyrak |
: |
1. Çakıllı ırmak kumu 2. Akdeniz Bölgesinde kazma ile kazılabilen doğa yapısı, taş cinsi. |
ġayranmak |
: |
Artırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
gayrat |
: |
Gayret, çaba. “Verdiğin perize budur gayratım Bundan başka uyamayon doktor bey Üç sepet yumurta sabah kahfaltım Teker teker sayamayon toktur bey” (Aşık Karamehmet, Kaynak: Erdoğan Aslıyüce, Çukurovanın Yıldızı Ceyhan, Adana 2008) |
gayret kovmak |
: |
Gayret göstermek, ilgilenmek. Dost deyip de dost gayreti kovduğum Dost bana bir yara açtı n'eyleyim Ak göğsü üstüne mihman olduğum Da bir gün imiş geçti n'eyleyim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.506 |
gayret kuşağını kuşanmak |
: |
Bir durum için çaba göstermek, gayretlemek.
|
gayret olmak |
: |
Yardımcı olmak, yol göstermek. Kötülere gayret olmaz namusu Merhametli güzellerin kimisi Kadan alsın güzellerin kamusu Güzellerden sıdkım sıyrıldı gönül Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.480 |
gayretini çekmek |
: |
Arka çıkmak, arkalamak. |
gayrı |
: |
1. Artık, bundan böyle. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) İlettiler kıl köprüyü geçmeğe Gayrı yolum yoktur dönüp kaçmağa Uçmaklık olanlar gitti uçmağa Günahkâr olanlar yansa gerektir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.613 2. Haydi veya neticede anlamlarını içeren bir sözcük. “Kalını çok istiyor görgüsüzler. Gayrısın gayrıya vaz geçtik biz Kerem Ali’nin kızını istemekten.” 3. Başkaları, yabancılar. Bir ağaçta biter kırk yanal alma Birinden gayrıya elini salma Irak yakın deyi eğlenip kalma Turna yârin selâm saldı gel deyi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.467 4. Başka (yer). Bağıran çağıran âciz bülbülüm Ne kadar bağırsam duymuyor gülüm Karac’oğlan der ki imdatçım ölüm Mezardan gayrı bir yol bulamadım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.484 |
gayrı bi |
: |
Gayri. |
gayrı kaldırdım kakülü |
: |
Ağıtlarda kullanılan bir kalıptır. Kakülü kaldırmak, kakülünü kesmek, bir ömür boyu yasa girmek, yaşlılığa girmek demek. |
gayrı kaldırdım sürmeyi |
: |
Ağıtlarda kullanılan bir kalıptır. Bir daha sürme de çekmeyecek. |
gayrı umudumu üzdüm |
: |
Ağıtlarda kullanılan bir kalıptır. Üzmek, kopmak. Bir ipin yavaş yavaş incelerek kopmasıdır, üzmek. |
ġayrıstıŋat |
: |
Yara otu. |
gayri |
: |
Artık, başka. |
ġayrola |
: |
Karyola. “Havasınan gelin ettik Bâler oynuyor tabağı Gayrolada yatarkene Gubarda etti sabahı” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Gallik Mustafa’nın Gelini Hatın’ın Ağıdı, Derleyen: Mehmet Öztürk, Kaynak Kişi: Nazlı Özdemir, Cennet Öztürk) |
ġaysa (kayşa) |
: |
Yaranın üzerindeki kabuk, yaranın baş bağlaması. |
ġaysalanmak (kaysalanmak) |
: |
Kabukbağlamak, kabuklanmak. |
gaysak |
: |
Yapış yapış, pelte gibi. |
ġaysaḳlanmak |
: |
1.Sulanan tarlanın kaymak tutması; balın şekerlenmesi. 2. Sıvılar kabuk, zar bağlamak, mantarlanmak): Çok fazla kirlenmek, kir bağlamak. |
Ġayseri |
: |
Kayseri. “Nenni Gar’ismet’im nenni Guluncundan döşü enni Gınaman bizi gomşular Gayseril’ızınen evli” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġaytan |
: |
Köşker ipliği, fırıldak ipi. |
ġayten |
: |
Kaytan, çok sağlam ip. “Onların nasıl götüreceğini bildiği için,sormadan duvarda rulo halinde asılı duran gaytenin ucundan tutup yeteri kadar kesti.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan II, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
gayya guyusu |
: |
Cehennem kuyusu. |
gaz |
: |
1. Gazyağı “Gaz yanı unutma hâa!...” 2. Avanak. 3. Renkli yemeni. Fakı’m Mâmmedimden nazlı Seçilir gelir gazlı Dışarıya çıkma Fakı’m Emmilerim kemli sözlü” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Dirgen Ali’nin Oğlu Fakı’nın Ağıtı, Derleyen: Mustafa Yalçınöz, Kaynak Kişi: Osman Kızılay) |
ġaza:ra |
: |
Kaza ile. |
ġazak |
: |
Kazak, evin silahlı adamlarına verilen ad. “Gadanı alıyım gazak (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
ġazalamak |
: |
Keçi kafasının yüzünü yakarak kazımak. |
ġazan |
: |
Tencere, kazan. |
gazan gulp oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. GAZAN GULP Daha çok kız çocuklarının oynadığı bir oyundur. Çocuklar içlerinden birini ebe yaparlar. Ebe yumulur, gözlerini kapatır. Çocuklar ebenin etrafında çember olarak otururlar. Ellerini ebenin sırtında üst üste koyarlar, kaldırıp indirirler Sonra dururlar. İçlerinden biri: Gazan gulp Ye dilim turp El el üstünde Kimin eli var? diye ebeye sorar. Eğer çocuk bilirse, çembere girer; soran ebe olur. Bilmezse yumruklanır. Bilene kadar da yumruğu yer. Oyun böyle devam eder. (Hilal Gülben Gerek, Adana İli Pozantı İlçesi Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E. TDE. ABD, Adana, 2012, s.167) |
ġazan dutaca: |
: |
Tutaç. Ocaktaki sıcak kapları tutmaya yarayan bezden yapılma mutfak malzemesi. |
ġazan gabı |
: |
Sırt çantası. |
ġazanmag |
: |
1. Para kazanmak. 2. Çocuk kazanmak. |
gazata |
: |
Gazete. “Yüce da’an gıcısıyam Mor goyunun nergisiyem Gazatıya ilan edin Ben Ömer’in bacısıyam” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Yoncalı Ömer’in Ağıdı - 2, Kaynak Kişi: Âşık Mustafa Keleş) |
gazel |
: |
1. Kurumuş yaprak. “Cerit beyler atlanışın Baban binerdi ezelden Üç döşşekte yatan beyin Şimdi seçilmez gazelden” (Derleyen: İbrahim Davutluoğlu, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72)
Karacoğlan eydür ben de çağlarım Gazel oldu mor sümbüllü bağlarım Vade yetti yaşın yaşın ağlarım Bülbül gülden ben yârimden ayrıldım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.487 2. Boş laf. |
gazez |
: |
İpek böceği. |
gazgıç |
: |
Rende. |
gazı goz gelini gız anlamak |
: |
Her şeyi yanlış anlamak. |
gazi |
: |
Arkadaş, dost. Rakka'dan beriye gelen gaziler Sual etmen bana nerden gelirim Tutmuşum yükümü lâ'l ü güherden Şâm-ı Şerif derler şardan gelirim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.50 |
gazlamak |
: |
Aldatmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ġazma |
: |
1. Maraş’ta bağlık bir yöre. 2. Kazma. “Gazma kürek vuruluyor Gara toprak deriliyor Hatirini soran gomşular Tabıdımı getiriyorlar” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Keskahlı Hüsne Çınar’ın Ağıdı-1, Kaynak Kişi: Mustafa Çınar) |
ġazmak |
: |
Kazmak, eşmek, deşmek. “Gardaşların gelmis ağlar Emmilerin salın bağlar Ağşam ikindin arası Gazmışlar gara mezar” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Gebenli Fatma’nın Ağıdı, Ağıdı Yakan: Döne Höbek) |
ġazmiyenen |
: |
Kazma İle. “Özniyenen, hüzniyenen Yar bulunmaz gezmiyenen Gızlar eşsin mezerimi Gümüş saplı gazmiyenen” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
gazya: |
: |
1. Kavurması, yoğurtlaması yapılıp yenen bir ot. 2. Gaz yağı. “Löküze gonacak gazyâ. Gıneycede löküz yanar, gazyâsı da geder idioulan evinden.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
gazze |
: |
Suda yetişen bir çeşit tere. |
ġazzık |
: |
Kazık. Rus istilâsı neticesinde Türkiye’ye göçen Çerkezleri devlet Avşarların yurdu olan Uzunyayla’ya iskân etti. Diyarbakır’da sürgün olan Avşar beyi Halit beyin şu şiiri söylediği rivayet edilir: “Dün gece bir rüya gördüm Eskisinden beter derdim Uzunyayla baba yurdum Çerkez gazzık çaktı m’ola” (Kalkan 1982: 71) |
ġazzık atmak |
: |
Ticarette aldatmak. |
ġazzıg ba: |
: |
Kendiri kazığa ya da at, eşek gibi hayvanların semerine bağlamak için kolay ve sağlam bir bağlama yöntemi. |
gebeatlık |
: |
Gece yatmadan önce yenilen çerez, yemek. |
gebeç |
: |
Karnı şiş. |
gebelek |
: |
Koyunların karaciğerlerinde meydana gelen bir hastalık. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
geber |
: |
Bahçe ve tarla sulamak için açılan ince su yolu, ark. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
geberecce |
: |
Geberesice. |
gebermeg, gebermek |
: |
1. Ölmek. 2. Acele etmek. |
gebermiyecce, gebermiesice |
: |
Kız çocukları için bir sevgi belirtisi, gebermiyesice. |
gebertmek |
: |
Öldürmek. |
geberyatlıg |
: |
Yatmadan önce gönülsüz hazırlanan yemek. |
gebeş |
: |
Karnı şiş olan kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gebetleme |
: |
Kurumak üzere olan olgun kaysıların kahverengi hale getirilmesi. "Kayısılar dam altında gebetlendi." |
gebre |
: |
1. Hayvanı kaşağıladıktan sonra hayvanın tüylerini ve tozlarını almaya yarayan ince keçe eldiven. 2. Sert kıldan ve parmaksız eldiven şeklinde hayvanların sırtını temizlemek için yapılmış alet. |
gece geçmek |
: |
Üzerinde durmamak, görmezden gelmek. Bu deyim kullanılırken “Orayı gece geç denir.” |
gecebaş |
: |
Salgın bir hastalık adı, kolera hastalığına verilen ad. Cevdet Paşa’nın ünlü Maruzat adlı eserinde bu hastalıktan binlerce insanın öldüğünü kaydetmektedir. Buraya iki dörtlüğünü aldığız türkü de o dönemde söylenmiş olmalıdır. Gecebaş geldi de nerde kışladı Ufacık evlere neler işledi Taze gelin büyük kızdan başladı Ölüm de güzeli severe benzer
Gecebaş geldi de el-ayak şaştı Han evler kapandı dükkanlar göçtü Koçyiğit kalmadı toprağa düştü Analar yürekten yanara benzer” (Haşim Nezihi Okay, Köroğlu ve Dadaloğlu, May Yay., 1970) |
geceniŋ bir otu |
: |
Gece yarısı. “Gecenin bir otu.” |
geceortu |
: |
Gece yarısı, geç vakit. |
gec’ohtu |
: |
Gece vakti. |
gecgere, geçgele |
: |
İnşaatlarda malzeme taşımaya yarayan tahtadan yapılma araç. |
geci |
: |
Gecinde, sonunda. Boğum boğum boğmuş ince belini Bal zannettim ağzındaki dilini Eri geci ben dererim gülünü Gül derene ne der anan güçücek Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.470 |
gecirek |
: |
Geç, biraz geç. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) |
geçişmek |
: |
Kaşınmak. |
geçe |
: |
Dere, çay geçidi, yol, bir akarsuyum iki kıyısından, karşılıklı durumdaki iki yandan her biri, karşı, yaka, yamaç Daha çok “öte geçe”, “karşı geçe” biçiminde kullanılır. Bir koyağın, bir dere, çay ya da ırmağın, birine göre öte yakası, karşı yaka, yamaç, öte geçe. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
geçek |
: |
1. Köprü. 2. Geçit, yol. 3.. (Dere, çay gibi yerlerde)Geçit, akarsuların geçmeye uygun olan, fazla derin olmayan yerleri. “Yuka olur ulu suyun geçeği Hak balığa buyurmamış bıçağı Domurmamış açılmamış çiçeği Yollar melil melil bilmem nedendir” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 608 |
geçek yoklama |
: |
Gizlice bir şeyin aslını öğrenmeye çalışmak. “Geçek yokladım sadece.” |
geçel |
: |
Eskiden, önceleri, daha önce. |
geçemek |
: |
1. Havuca benzer bir tğr meyve. 2. Dar geçit, geçilmesi zor olan ince yol, patika yol. |
geçerek |
: |
1. Gece yarısına yakın, geceye doğru. 2. Geççe, biraz geç. |
geçgel |
: |
Sözü geçen, sözü etkili, beğenilen kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
geçgele |
: |
Tahtadan yapılmış ve üzerinde yük taşımaya yarayan inşaatlarda kullanılan edavat. |
geçgere |
: |
Tahtadan yapılmış ve üzerinde yük taşımaya yarayan inşaatlarda kullanılan edevat. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
geçgin |
: |
Yaşlı. |
geçginci |
: |
Seyyar satıcı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġeçi |
: |
Keçi. (TDK Derleme Sözlüğünden İç. Mr. Osm. Ada.) “Liseyi bitirdikten sonra 1 yıldır köyde geçileri yayma işi bana galdı. Bir bahar günü geçilerin oğlakları evin önünde oynarkan Bahadırlı’dan iki garı saman diye bize geldi. Samanlığın duluğunda oynayan oğlakları gördüler. Oğlaklara “ne güzel oğlak olmuş” diye gonuşuyorlardı garılar. Garılar geder getmez oğlaklar patır patır döküldü. Göz de:di: belli oldu. Rahmetli anam avratlara garanıp duruyordu. Hızını alamadı bana da söylendi. “O gadara müslüman okulunda okutduk; bir göz suyu saymasını da bilmiyon” dedi. Ben hemen gocaman galaylı demir bir tas aldım. İçine su goyup ocaan başına çömeldim. Aklıma gelen duaları okuyup közü suya attım. “Cosss cosss!” diye duman çıkıyordu. “Valla ana gavurların gözü de:miş” dedim. Ne hikmetse oğlaklar direldi. Neyise bundan yırttık. Olacak ya, bir gün geçi hastalandı. Bizim avarlıkta galdı. Hocalandık ya gaari şuna da bir musga yazi:m dedim. Yarın vardım kine geçi sizlere ömür. Depetaklak getmiş. Anam “No:ldu geçi direldimi” dedi. “Valla ana geçiye kesgin musga yazdımıdı, yan tesiri çok olmuş, geçi ölmü:ş” dedim.” (Kadirli Bekereci Köyünden Mıkdar Mustafa Sıra, www.bekerecikoyu.com) “Çamlı dağlı çanlı geçi Neyimis Ehmed’in suçu Duymuş habar eylememiş Gırılsın gelinin gıçı” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Aynalı Ahmet’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Halil Gök) |
ġeçi getirig kahya gimi oturmak |
: |
1. Hiçbir işe karışmamak, ağalık etmek. 2. Düğünlerde hediye olarak keçi getiren muhtarlar gibi fiyakalı oturmak. Kültürümüzün zenginliğini gösteren deyimlerimizden birisidir. Büyüklerimiz sıkça kullanır bu deyimi. Bu deyim genelde yan kösgelerek uzanıp dururken aniden gelen biri tarafından saygıda azıcık geç kaldığında ve hazırlıksız yakalandığında veya çevreye hakim bir görüntü sergilendiğinde söylenir. Ben de merak ettim; bu deyim nedir, ne anlama gelir, neden böyle söylenir diye… Ulaştığım bilgiler bana eski düğünlerimizi de anlatma gereksinimi hissettirdi anlatım zenginliği açısından. Hem düğünlerimiz eskiden nasıl yapılırmış; hem de “geçi getirik ke: gimi oturmak (keçi getirmiş kahya gibi oturmak)” ne demekmiş öğrenelim. (Sizi:nen pelişi:m dedim.-:))) Eski zamanlarda; düğünler, işlerin bittiği zamanlarda genelde kışın yapılırmış. Tahmin edilir ki; düğünler pek seyrek olurmuş, nüfüsun az yoğun olmasına bağlı olarak. Düğün yapılmaya karar verildiğinde, düğüne davet; sözlü davet (teklif) ya da şimdiki gibi okuntulu davet olurmuş. Okuntulu davette; kadeh (bardak), kibrit, iğne, krem yağı gibi ihtiyaç maddeleri dağıtılırmış.Düğünler Cuma başlayıp, Pazar günü bittiği gibi; Salı başlayıp Cuma günü bittiği de olurmuş. Düğünde çaba olmazmış. Daha doğrusu atılan her parayı aptal alırmış. Yani düğün sahibine para kalmazmış.Durumu, hali vakti iyi olanlar (kahyalar, ağalar, beyler) düğüne gelirken beraberinde keçi (davar) getirirler imiş düğünde kesilmesi için. Artık, düğüne kesilmesi için keçi getiren birinin nasıl karşılandığını, nasıl ağırlandığını ve nasıl oturduğunu varın siz düşünün. İşte o adam “Geçi Getiren Kahyadır”. Onun oturma şekli malum. Şimdilerde ise rahat, mağrur oturmak; o zamana atfen, “geçi getirik ke: gibi oturmak” deyimi söylenegelmiştir. (Gelin geldiği zaman da keçi getirenlere at torbası veya he:be verilirmiş.) Düğünde yakılacak odun köylünün yardımıyla yapılır, kız evine de biraz odun götürülürmüş. Düğünde “sinsin” oynanır, sinsinden sonra “güreş” olurmuş. Halay çekilir, “göde oyunu” oynanırmış. Kına akşamdan yanar, çerez olarak; kuru incir ve bekmezli kömbe dağıtılırmış. Düğünler genelde kışın olduğu için odalarda oyunlar oynanırmış. Damat gelin getirmeye gitmez, gelin düğün seğmeni eşliğinde getirilirmiş. Gelin atla getirilir, atı iki kişi tutarmış, atın alnında da ayna olurmuş. İki tane de yenge olurmuş. Gelinin parmağındaki yüzüğü alıp kaçanlar, damada verdiği zaman büyük ödüller alırmış. (Kadirli Bekereci Köyü’den Osman Kandırmaz, Nuriye Kandırmaz, www.bekerecikoyu.com) |
geçiciŋ mi |
: |
“-icin, -ücün” kalıbı “-ecek” ekinin yerine kullanılmaktadır, “geçecek misin” denmek isteniyor. |
geçimi yaptık da hacca getmemiz galdı |
: |
Evin ihtiyaçlarını karşılayabilir hale gelemdik daha. “Geçimi yaptık da hacca getmemiz galdı.” |
geçincem |
: |
Geçinmek. |
geçinmek |
: |
1. Ölmek. (Geçmiş zamanda kullanılır). (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) “Birisi öldüğünde filan öldü, yerine filan geçindi, ırahmatlık oldu , essah dünyaya getdi, ya da mezarlığın bulunduğu mevki adı anılarak, Kirezli’ye getdi, Gabaklı’ya getdi veya biraz da nükte katarak daşlı tarlıya getdi derler.” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 2. Bayılmak, kendinden geçmek, aklını kaybetmek “Bir gül oldum zemheride açıldım Açıldım da kız koynunda geçindim Kumaş oldum terzilerde biçildim Al da beni ak göğsüne bas gelin” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 552 |
geçinti |
: |
Kalbur ya da saratla eleme yaparken alta geçen nesneler. |
geçticeği |
: |
Geçip gittiği, geçeceği. Destan olmak kolay değil dillere Kurban olam koynundaki güllere Nazlı yârin geçticeği yollara Döşeyip özümü yol olacağım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.488 |
ged |
: |
Gedik, geçit. |
gedâ |
: |
Dilenci, fakir. “Cesedimi göz yaşıyla yusunlar Mezarımı yol üstüne kosunlar Gelen geçen garip ölmüş desinler Dünya bir yol gedâ gider han gider” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 587 |
geddeş |
: |
Ukala, çok bilmiş bir tavır takınan. |
gede |
: |
Anası babası olmayan hayvan yavrusu. İnsana da hakaret için kullanılır. |
gede gede |
: |
Gide gide. |
gedeca: |
: |
Gideceği. |
gedeca:m |
: |
Gideceğim. “Yazım gara yazım gara Yolum yokuş izim gara Evimize gedecâm Gardaşlardan yüzüm gara” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
gedek |
: |
1. Değirmenin tahtadan yapılan su yolu. 2. Gidelim.İstek kipinin eki “-elim” “-(e)k” biçiminde söylenmektedir. |
gedem |
: |
Gideyim. “Yüce dağ başına çıkam oturam Yolunu bilmem ki gedem getirem Var mı benim gimi yarin yitiren? İki eli koyununda durup oturan” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Keskahlı Hüsne Çınar’ın Ağıdı-1, Kaynak Kişi: Mustafa Çınar) |
geden sea |
: |
Geçen yıl. |
geder |
: |
Masraf, gider. “Yanarım gardaş yanarım Geder de geri dönerim Tez gel babamoğlu tez gel Sensiz yurda mı gonarım” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hastalıktan Ölen Abdil Ağa’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
gederken |
: |
Giderken. |
gederkennek |
: |
Giderken. Bizim yaylalar meşeli Dibinde gazel döşeli Sürgün gederkennek gördüm Doluğun altın döşeli Ayhan Karakaş, Feke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s.170. |
gedevet |
: |
Esinti, serinleten rüzgâr. |
gedici |
: |
Gidecek. “Yaşa babamoğlu yaşa, Maraş’dan istemiş Paşa, Gardaş Maraş’a gedici, Yamçısını getir Eşe” (Mehmet Temiz, Andırın Ağıtları, Yüksek Lisans Tezi, Hastalıktan Ölen Abdil Ağa’nın Ağıdı, , Kaynak Kişi: Adil Gök) |
gediciyik |
: |
Gideceğiz. “Yaza ağam oğlu yaza Boynu benzer öten gaza Biz de düğür gediciyik Bibimgilden Şerif Gız’a” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Üç Kardeşin Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Belkıse Gök (Ballı Hatın)) |
gedik |
: |
1. Yamaç, tepe arasındaki oluşan boşluk. “Bir düş gördüm inanmadım N’olduğunu bilemedim Arada bir gedik var Çok dânedim göremedim” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) 2. Harman yeri. 3. Gitmiş. “Nere gedik bizim Aniş Dutmadı atın başını Bacı bir yadigarın var Ölürken gorum döşüme” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 4. Dar sokak. 5. Yıkık yer. 6. Delik. 7. Birkaç dönümlük arazi. 8. Ev, yaşanılan yer. 9. Yüksek yer, tepe. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
gedim |
: |
Gideyim. “Artık osandım ben gedim de bir av alim de gelim. Bir geçi dutim de yiyek” demiş. (Doç. Dr. Esma Şimşek, Yukarı Çukurova Masallarında Motif Ve Tip Araştırması) |
gedişet, gedişa:t |
: |
Gidişat, hal, vaziyet. |
gediyim |
: |
Gideyim. |
gediyon |
: |
Gidiyorsun. “Evlerinin önü asma Asmanın dalına basma Sen gediyon dezzemoğlu Giyerim garalar basma” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İsmail Çavuş’un Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Bakacak) |
gedmek |
: |
Gitmek. “Gara camızı dararım Geder Maraş’ı ararım Maraş’ta da bulamazsam Geder Çokak’ta sorarım” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
gefhe |
: |
Kahve. |
geğelemek |
: |
(Tavuk) Ses çıkarmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gekrik |
: |
Kursak, mide. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gel buŋa bir deve ba:zla |
: |
Bu da nereden çıktı, şimdi ben ne yapayım. “Gel buna bir deve bâzla.” |
gel gel etmek |
: |
(Elle, işaretle) Çağırmak. |
gelgelelim çam kertmesine |
: |
Asıl konuya gelelim anlamında kullanılır. |
gel ha etmek |
: |
Sopa, bıçak gibi şeylerle karşıdakine bütün gücüyle ve kendinden geçmiş halde vurma durumu. |
gel oldu |
: |
Gitmek şart oldu. Yine bülbül bilir gülün halından Yeter deli oldum yârin elinden Aşıp aşıp gelir yayla belinden Yârdan bize gel olduğu zamandır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.599 |
gel olmak |
: |
Davet edilmek, çağrılmak, gitmesi şart olmak. “Yaz gelip de beş ayları doğunca Bahçalarda al kırmızı gül olur Bahçaların ziynetine alışan Elbet bir gün nazlı dosttan gel olur” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
gel sefer(e) |
: |
Gelecek sefer, bir sonrakine. |
gel sene |
: |
Gelecek sene, önümüzdeki yıl. “Gel sene kim öle kim kala.” |
gelberi, gelbere |
: |
Büyük ocaklardan ateşi dışarı çekmek, tıkanmış boru, ark vb. şeyleri temizlemek ya da harç, çamur, kireç karıştırmak için kullanılan uzun saplı demir araç. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
geldiceğin |
: |
Geldiğini. Yazın geldiceğin neden bilelim Gül açılmış yapraklan solgundur Gece gündüz ah u feryad eylerim Hiç demezler bir yosmaya vurgundur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.618 |
geldineyin |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; gelince. |
gele |
: |
Geliyor, gelsin. Deniz kenarında biten hurmalar Siyah yüzüm mâh yüzüne burmalar Gök yüzünde katarlanmış turnalar Onlar da çığrışır baz gele deyi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.465 |
gelebicin |
: |
Pulsuz, büyük ağızlı ırmak balığı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gelece |
: |
Misal. |
geleği |
: |
1. Sarnıçların ve akarsuların havzaları. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Sarnıca suyun aktığı delik. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
gelehoh |
: |
Sığırları çağırma ünlemi. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gelek |
: |
Kahkül, zülüf. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gelem |
: |
Geleyim. Oğlan âşık mısın ağzım ararsın Söylemeğe micuzuma yorarsın Benim haram gülüm niçin derersin Deyip gelem anam eğlen azıcak Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.470 |
gelemeağrı |
: |
Yabani bir ot çeşidi, geliç. |
gelemgen |
: |
Kamıştan yapılmış kalın ve uzun ip, bobin. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gelemgenlik |
: |
Dokuma tezgahında çarkın bir parçası. |
gelen |
: |
Sert ya da hafif rüzgar. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
gelen – varan |
: |
Çul, çuval, halı, kilim dokuma tezgahlarında iplerin arasını açmak için yukarı aşağı inip çıkan yuvarlak ağaç. |
gelende |
: |
Geldiği zaman. İnsanoğlu yer yüzüne gelende Kur'ağaçtan meyva bitmiş gib'olur Kâmil olup kendi kendin bilince Cevâhirden vükün tutmuş gib'olur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.620 |
geleneça: |
: |
Gelene kadar. “Yumam gannı köyneğini Güne serer gurudurum Ali Bey’im gelenaça: Bohçalarda çürüdürüm” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Vurularak Öldürülen İnce Hacı’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Safiye Temiz) |
geleneçe: |
: |
Gelene kadar. “Gannı gömlek gannı gömlek Seni yumaz gurudurum Poyraz oğlum geleneçe: Boşan ömrüm çürüdürüm.” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
gelengi |
: |
Dağ sincabı. |
geleni |
: |
Sarnıçlara su akıtılan ark. |
geleŋi |
: |
Büyük fare, tarla faresi. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gelep |
: |
İp çilesi, kelep. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
gelesi |
: |
Gelsin. “Tanımadım kirpiğinden kaşından Ayırmadım yâreninden eşinden Öpe idim gerdanından döşünden Gelin olup bize gelesi kızlar”
Donataydım yeşil ile al ile Besleyeydim şeker ile bal ile Boğum boğum al kınalı el ile Gelin olup bize gelesi kızlar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.580 |
gelesin kalaŋ |
: |
Gelesin artık, gelip kalmak. Devrandır bu haldan hala Sanma hûbluk bâkî kala Efendim bir zaman ola Sözüme gelesin kalan Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.521 |
geleylemek |
: |
Çağırmak. |
gelez |
: |
1. İyi yetişememiş, cılız kalmış ekin. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) 2. Kafanın üst kısmında saçın seyrekleşmesi, tarlada tohumların seyrek bitmesi hali. |
gelgeç |
: |
Direşmez, sebatsız kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gelgetçi |
: |
Kahya. |
gelgit |
: |
Boş ver. |
gelha etmek |
: |
Atmak, saplamak, sıkmak. “Kurşunu Salmanın alnının ortası budur deyip gelha edecekti.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
gelici |
: |
Gelecek. “Ben kahveye iniyom Ali’m gelici sanıyom Gınaman beni gomşular Ben d’Ali’ye çok yanıyom” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
geliç |
: |
Yaprakları ince, uzun ve kesici bir tür ot. Ayrıkotu cinsinden, zehirli, kökü derinlere kadar inen boğumlu bir çeşit ot. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç.) |
geliçlemek |
: |
Geliç otu yiyen sığır ölmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gelik |
: |
1. Gelmiş. “Fatma’m gelmis gayad görür Seni anan gelin verir O Mevla’ya geregimis Galanınızı gelik alır” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Gebenli Fatma’nın Ağıdı, Ağıdı Yakan: Döne Höbek) 2. Bir ot adı. “Karpuz tarlasına suyu bir verdik kine heç sorma her tarafı gelik otu taladı.” 3. Getirmiş. “Güzelim kimin aşkına alıksın Şurda bir kötüyü dost mu sanıksın Hind ile Yemen’den kumaş geliksin Söyle kumaşına baha ne dilber” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
geli:m |
: |
Geliyorum. |
geliksiŋ |
: |
Gelmişsin, getirmişsin. Güzelim kimin aşkına alıksın Şurda bir kötüyü dost mu sanıksın Hind ile Yemen'den kumaş geliksin Söyle kumaşına baha ne dilber Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.585 |
gelim |
: |
Tarlanın verim durumu, mahsul. |
gelin |
: |
1. Yeni evlenmiş kız. “Gelin kaynana toprağına.” Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. 2. Haydi. |
gelin abla/gelin bacı |
: |
1. Ağabey, amca, dayı ve bu denklikteki yakınların eşleri. 2. Yenge.
|
gelin alma |
: |
Kahramanmaraş’ta düğünlerde oynanan bir oyun. |
gelin arık, kız buruk, kocanın …şağı yarık |
: |
Evde herkes hasta kimse iş görecek durumda değil anlamında kullanılır. |
gelin attı karga kaptı |
: |
Bir taraftan pişirilirken bir taraftan yendi. |
gelin de kardeşiŋ harcı |
: |
Ağıtlarda kullanılan bir kalıptır. Gelin, kardeşe göre. Onun dengi. Ona layık. |
gelin eli |
: |
Gelincik çiçeği. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gelin Gürcü |
: |
Ağıtlarda kullanılan bir kalıptır. Gürcü bir de çok güzel anlamına gelir. Genç ve güzel gösterişli. |
gelin olduk da kele kele dememiz galdı |
: |
Eksikliklerimizi gideremedik, normal bir hayat sürmeye başlayamadık ki lüks şeyler alalım. “Gelin olduk da kele kele dememiz galdı.” |
gelinaba |
: |
Amca karısı. |
gelinabla |
: |
Yenge. |
gelinbacı |
: |
1. Yenge, erkek kardeş ve amca hanımı. 2. Kadınların birbirine bir hitap şekli. “Gelinbacıları gelin Mezerine doğru varın Arif Maraş’dan geliyor Gapıdın elinden alın” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
gelinca:z |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; gelinceğiz. |
gelince |
: |
1. Gelin, yenge. 2. Kendinden büyük ve evli bir kadın için hanım abla anlamında kullanılır. Gelinlere burada gelince derler. |
gelinci |
: |
1. Düğün alayı. “Gelinci kapıya geldi Ben başına zindan oldum Anan baban benden sordu Ben gudümsüz gelin oldum” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) 2. Gelince, geldiği zaman. 3. Üç yaşındaki kısrak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
gelincig |
: |
Lale. |
gelinçi |
: |
Düğün alayı. “Ağanın göçü geliyor (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
gelinçik |
: |
Erguvan. “Bahar geldi dağ daş yiyecek doldu. Birgün toplanak da ya:lmiye gedek. Çol çoca: da belletmek gerek. Yarin bunnar gendi kültürünü ö:renmeden daha kötüsü gelinçik çiçe:nin, zincar örtme:nin dadını bilmeden yaşadık belliyecek. Onnara da faydası olur diyen ben burda baharda çıkan gelinçik çiçe:ni yazacam. Şe:rliler buna erguvan deller. Baharda pempe-mor çiçekler açar. Çiçe:nin eşkimsi bir tadı vardır. Çocu:kan çıngıl çıngıl goparıp gezerek yeridik. Şindikiler pambık şekeri yiyo. Gelinçik a:cı, çiçe: ve yaprakları gökçek oldu:ndan süs bitkisi olarak havlılara, yol gıraklarına dikilebilir.” (Kadirli Bekereci Köyü’nden Herif lakaplı hemşehrimiz, www.bekerecikoyu.com) |
gelineli |
: |
Gelincik çiçeği. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
gelinkene |
: |
Gelin iken. “Gelinkene gelinnik etmedim.” |
gelinkız |
: |
Erkek tarafınca belirlenmiş gelin adayı. |
gelinlik sürmek |
: |
Eskiden gelin olan kızlar, bir süre örneğin çocuk doğuruncaya dek gelin olduğu ailenin büyükleri yanında konuşmazdı. Buna gelinlik sürmek denirdi. |
gelinner |
: |
Gelinler. “Gördüm mağlum alimleri Okudun mu ilimleri? Hep toplanıb geldiniz mi? Şôracı’nın gelinneri” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Ögrenci’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Sariye Gök) |
gelinnik, gelinnig |
: |
Gelinlik, geline düğün öncesi erkek tarafının hazırladığı giysiler. “Salım salım gelinnik asbabı Birken dakmadım dalıma Üç aylıcak gelin galdım Bibim baksana halıma” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Veremden Ölen Hüseyin’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Hodul Emine (Gök-Aslan)) |
gelinsa:nem |
: |
Gelsenize “Üç bacıyık biz de gedek Ağ ineği gurban edek Gelinsânem bibileri Şu yiğide minnet edek” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
gelip yetişmek |
: |
Zamanında yaşamak. |
gelirkennek |
: |
Gelir iken. |
geliş |
: |
Yabani bir ot çeşidi, geliç. |
gelişat |
: |
1. Boy alma. 2. Tavır. 3. Âdet. |
gelişin |
: |
Gelince. “Yarıyola gelişin, Zala eremeke doğruldu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
gelişine varışım, tarhana aşına bulgur aşım |
: |
“Bana nasıl davranırsan ben de sana öyle davranırım” anlamında söylenir. Geben deyimidir. “Gelişine varışım, tarhana aşına bulgur aşım.” |
gelişkin |
: |
Gelince |
geliştirmek |
: |
1.Bir işi zamanında yetiştirmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Dayak atmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gellaba |
: |
Yenge. |
gellim |
: |
Gelirim. “Bakın yavrumun yüzüne Sürmeler çekmiş gözüne Anam geri gellim demiş Ben inanmıyom sözüne” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Fadıma’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
gelme mi |
: |
Gelmez mi Kız da der ki sarı yıldız doğma mı Doğup doğup orta yere gelme mi Bir gecem de bin gecene değme mi Bozulmuş bahçada nasıl gül olur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.622 |
gelme m’ola |
: |
Gelmez mi acaba? “Çamırlı’da nişanlısı Habar salsam gelme m’ola? Kalk gedek gardaşım galan Dilek kabul olma m”ola?” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
gelmen mi |
: |
Gelmez misin. Seherde uğradım ben bir geline Bal bulaşmış dudağına diline İkrâr verdiceğin kavil yerine Sallanı sallanı gelmen mi gelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.547 |
gelmes |
: |
Gelmez. Ağyar gelmiş derler [senin] salana Desem benim derdim gelmes kelâma Ay mı doğdu gün mü doğdu âleme Yoksa yavrını ak göğsünü açtı mı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.643 |
gelmeye |
: |
Gelmesin. Benim ahdim ak geline kalmaya Çeke çeke bir derd ile ölmeye Gurbet elden şu kocası gelmeye Daha derdim az diyesin ak gelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.548 |
gelmeye durmak |
: |
Gelmeye başlamak. |
gelmö:m |
: |
Gelmiyorum. |
gelö:m |
: |
Geliyorum. |
gem |
: |
1. Hayvan yavrularını anasını emmesini engelleyen ağzına takılan kalem. “Acar tutdurdu damını Gardaşım almış namını Dorusunu suya çekmem Gırar da gaçar gemini” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 2. Döven, harman sürme aleti. 3. Atı kontrol etmek için ağzına vurulan demir dizgin. Yörede dövene de gem denmektedir. |
gemci |
: |
Gem yapan usta. |
geme |
: |
Cardın, büyük fare. |
gemele oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. GEMELE OYUNU Gemele yer altında yaşayan bir çeşit hayvandır. Kirpinin yavrusuna benzer. Bu genelde yaylalarda olur. Bu hayvan boş arazilerde delik açarak, toprakları yığarak küçük tepecikler oluşturur. Her yaptığı toprak yığının yanında bir deliği olur. Bir araziye girdiği zaman en az 50-60 tane tepecik oluşturur. Gemele oyunu oynanırken, o hayvanı delikten çıkartmak için bir kişi deliğin bir tarafına, bir kişi diğer tarafına geçer. Ellerinde naylon çuval, poşet veya kese gibi bir şey olur. Bir kişi deliğin ağzına o keseciği tutar. Öbür delikten bocut veya ırbıkla su dökülür. Su dökülünce öbür taraftan hayvan çıkar. Keseyle bekleyen kişi hayvanı kesenin içine alır. Bu sayısına göre değişir. Kaç tane hayvan topladığına bakılır. Keseyi açan kişi hayvanın birini yakalayamazsa su döken kese açamaya geçer, diğeri de su dökmeye geçer. Oyun bittiğinde keselerde kaç tane havyan olduğuna bakarlar. Fazla tutan birinci olur. Sonra hayvanlar tekrar araziye bırakılır. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s. 213) |
gemik |
: |
Kemik. |
gemini sevmek |
: |
1. Bir olayı yapmak için istekli bir şekilde beklemek. 2. Parasız kalmak. “Gemini sevdiğinden belli beş parasız kaldığı.” |
gemrik |
: |
1. Yanakları çökmüş, kemikleri çıkmış kimse. 2. Dar, kestirme yol, keçiyolu. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Yüzü yalın, etsiz. |
gemrişmek |
: |
Tepişmek. “Getdi garı, gene ağlıyarak vardı, oğluna söyledi. Oğlan yünsüğü yaladı, şafağa garşı, gırk tene gatır, zabânan geldi, herifin gapısında gemrişiyorlar, böyle yayılışıyorlar.” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Yukarı Çukurova Masallarında Motif Ve Tip Araştırması) |
gen |
: |
1. Bir müddet sürülmeyerek boş kalmış ve otla kaplanmış tarla. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) 2. Geniş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) 3. Ham araziden açılmış, hiç işlenmemiş, sürülmemiş tarla. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 4. Kan. “Gökde yıldız yan gediye Yüremden gen gediye Yetiş dokdur Bêm yetiş Ağ Güllü’den can gediye” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Güllü’nün Ağıdı, Kaynak Kişi: Emine Gök (Hodul Emine)) |
geŋ durmak |
: |
Uzak durmak, söze, işe karışmamak. |
gen gen durmak |
: |
Uzak, soğuk durmak. |
genceldiŋ |
: |
Gençleştirirsin. |
genceldiyoŋ |
: |
Gençleştirirsin. |
genda:ndime |
: |
Kendi kendime. |
genda:ndine |
: |
Kendi kendine. |
gendi |
: |
Kendi. “Çoban bakmış ki, gendinin ırızgına ayda yılda bir damla düşüyor.” Sakallıya demiş ki “Benimkine, bundan fazla heç ırızgım artmayacak mı? Demiş.” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Yukarı Çukurova Masallarında Motif Ve Tip Araştırması) |
gendime |
: |
1. Kendime, bana. 2. Yarma, döğme. |
genden genden |
: |
Geriden geriden. |
genden seyretmek |
: |
Geride, uzakta durmak; yakın gelmemek. |
gendiŋ |
: |
Kendin, sen. “Bana yedirirdin gendin yemezdin Galbimi gıracak bir sey demezdin Çâre olsa Eziral’e vermezdin Baba hakgınızı siz helâl eylen” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kanserden Ölen Gencin Ağıdı, Ağıtı Yakan: Sıddık Doğan (Kara Müftü)) |
gene |
: |
Yine. “Hoş geldin babam gızı Gene düzemedim sazı Şöyle döndüm bakdım idi Boynu bükük Anşa gızı” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
genegeri |
: |
Tekrar, yeniden,yenibaştan. |
geŋez |
: |
Görünüşe göre, anlaşılan, galiba. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
gengez |
: |
Galiba, herhalde. |
geŋir |
: |
Boynuzların açık haldeki durumu. |
genişsin |
: |
Sevinsin, rahatlasın. “Tabiyeden yaya kaçmış (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
genliği asmak |
: |
Genişliği, bolluğu bitirmek, kaldırmak, daralmak. |
genneşmek |
: |
Gerinmek. |
geŋreşmek |
: |
Esnemek, kolları açarak gövdeyi gergin bir duruma sokmak, gerinmek. “Avrat”, dedi, iyice gerneşti. Ilık güz güneşi kanını kaynaştırmıştı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006)
“Yükleri indirip kenara koyduk Atları yemleyip semeri soyduk Pınardan su içip genreşip durduk Yorgunluğun tadını çıkarır yaylam” (Mustafa Kıreker, (Kösepınarı)Ericek Yaylası İsimli Şiiri, Çukurova’dan Dünya’ya Kadirli Dergisi, Haziran 2008, Sayı: 24) |
genş |
: |
Genç. “Mevlâ’m seçdi genşleri Ben akıtdım gözyaşları Zübeğ’rimi vurmuşlar Habar verin yoldaşları” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
genşlik |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; gençlik. |
gepir gepir |
: |
Çabuk yürüme, adımları sert atma. “Gecenin otunda gepir gepir yürüdü Köse Musa’nın uşakları.” |
gepir güpür etmek |
: |
Ayak sesi duyulacak şekilde yürümek. |
gepirdemek |
: |
1. Şaşkın şaşkın koşarak aramak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Hoplayıp zıplamak. |
gepirdeşmek |
: |
Koşarak gürültü çıkarmak. |
gepirdik gepirdik gepirdik |
: |
At, eşek, vb. koşarken çıkan nal sesi. |
gepirt |
: |
Aniden hızlı şekilde gitmek. |
gepirtede |
: |
Gepirt diye ses çıkararak. |
gepirti |
: |
Birdenbire kaçmayı anlatır. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ger |
: |
Ceviz vb. nin kabuğunun elde bıraktığı kahverengi leke. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Eğer. “Öğüt versem öğütçüğüm kar etmez O yârin hayali gözümden gitmez Bazubend vursa ger kolum bağ tutmaz Dostun zülüfünden sağlam bağ olmaz” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 646 3. Karnı, bacağı, burnu ya da kulakları beyaz ile siyah arası renkte olan keçi, eşek vb. hayvanlar için. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) 4. Dut ağacının budanmayıp seneye kalan dalları. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 5. Tek-tük ağaç bulunan kayalık yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
Gerali – ham çökelek oyunu |
: |
Bölgede oynanan seyirlik bir halk oyunu. GERALİ (HAM ÇÖKELEK): Bu bölgenin uzak bir dağ köyünde Gerali isminde bir kişi yaşıyormuş. Gerali'yi herkes sever, sayar ve tanırmış. Gerali bir müddet eşkıyalık yapmış, daha sonra köyünden bir kızla evlenmiş. Anası babası, acaba oğlumuz yola gelir, eşkıyalığı bırakır da dürüst bir insan olur mu? düşüncesiyle oğullarını evermişler. Gerali bir müddet Hediye isimli bu kızla yaşamış. Birkaç ay sonra Hediye'nin üstüne bir kız daha almış. Böylece iki kadınla evlenmiş. İkinci karısının adı Duduya imiş. Gerali, bu hanımlarıyla yasarken zaman ilerledikçe, yaşam koşulları güçleşmiş ve hanımlarla geçinemez, eksiklerine yetemez olmuş. Birine 3 m kumaş alsa, öteki bayramlık ister dururmuş. Gerali dayanamaz olmuş ve sonunda işi oyuna, türküye dökmüş. Döne döne oynamaya başlamış. Bu oyun dönerek oynanır. (Aslı Ağcalar, Silifke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Mersin Üni., S.B.E.,TDE., ABD, Mersin, 2009, s. 242) |
gera:miş |
: |
Gerek imiş. |
geraşşa |
: |
Aşağı doğru. |
gerbe |
: |
Atı kaşağıladıktan sonra silmek için kullanılan kıldan yapılmış alet. |
gerbezlik |
: |
Büyüklenme. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gercik |
: |
Hoppa, hafifmeşrep kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gerciglenmek |
: |
Gururlanmak, böbürlenmek, kendini beğenmek, şişinmek. |
gerç |
: |
Eğlenme, alay. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada.) |
gerdan |
: |
Göğüsle boyun arası. “Allı fistan döşü oyma Aman narlım bana kıyma Ak gerdanda sedef düğme Söküşün beni öldürür.” (Celil Çınkır, Andırın Sözlü Kültür Varlıkları Envanter Çalışmaları - I, “Beşbucaklı Aşık Halil”.)
Havalandı gönül yüksekten uçtu Sevdiğim görüp de kaynadı coştu Merhamet sahibi gerdanın açtı Sıçradı canım da tenim alındı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.417 |
gerdanı ayrılmaz toydan |
: |
Ağıtlarda kullanılan bir kalıptır. Gerdanı toy kuşunun aklığı kadar ak. |
gerdek |
: |
Gelin ile damatın birlikte oldukları ilk gece. Kız görmemiş daha gerdek Gelin yeşil başlı ördek Geziyor elinde bardak Kız turnada tele benzer Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.594 |
gerdiş |
: |
Gezip dolaşma, dönme. |
gere |
: |
Geniş. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gerelmek |
: |
1. Herhangi bir bitkinin renginin elbiseye çıkması. 2. Bitkinin özellikle meyve veya sebze içinrenginin olgunlaşma rengine dönmesi. 3. Ergenliğe geçmeye başlama. |
geremek |
: |
Ateşte biraz kavrulmak, sararmak, benzi atmak. |
geren |
: |
1. Hafif bulutlu sisli hava. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. İki dere arasında bulunan düz yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gereŋ |
: |
Lezzetsiz acı (su). (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gerenek |
: |
Örümcek ağı. |
gerenlemek |
: |
1. (Hava) Bulutlanmak, serinlemek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. (Sürü) Birbirinden düzenli aralıklarla ayrılarak yayılma. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
gerenmek |
: |
(Hava için) Isınmak, yumuşamak. |
gerermek |
: |
1. (Ekin, meyve vb. şeyler) Olgunlaşmaya başlamak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Bezin ateşte hafiften kavrulması, sararması, göyünmek. |
gereşşağı |
: |
Yukarıdan aşağı doğru gitmek. |
gereviç |
: |
1. Bağ ve bahçelerin sınırlarına konulan dallı budaklı ağaç. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Yalancıktan. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
gereviçlemek |
: |
Alelacele yapmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
gerey |
: |
Bulut. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
gereze |
: |
Bir horoz çeşidi. |
gergah |
: |
1. Dokuma tezgâhı. Ağaçtan gergȃh ḳurarsın taḳır taḳır doḫursun. 2. Nakış işleme aleti. |
gergelmek |
: |
(Öküz) Döğüşe hazırlanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gergice: getirmek |
: |
İyice germek. |
gergicek |
: |
1. Germe, düzleştirme işlemi için değnekten yapılan düzenek. 2. İp gibi malzemelerin gerilmiş hali. |
geri |
: |
1. Arka. Bir birliğe yetüptürüz Aşk eteğin tutupturuz Gerimize atıp duruz Namus ile arımızı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.640 2. Sonra, bundan böyle. Yine geldi bahar demi Yaz ayları şimden geri Güz gününün bulanığı Çağlar akar şimden geri Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.461 |
gerigmek |
: |
İyice gerilmek. “Gargılık’da görüküyor Gumandanlar birikiyor Martin dutan ağ bilekler Kurşun yemiş gerikiyor” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
gerikarı |
: |
Geriden yukarıya doğru çıkmak. |
gerikine |
: |
Geridekilere. |
gerikmek |
: |
1. Yaranın irinleşip şişmesi ve gerilmesi. 2. Gergili duruma gelmek, iyice açılmak. |
gerillekden |
: |
Az uzaktan, biraz geriden. |
gerirek |
: |
Az geride anlamında kullanılır. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
geriş |
: |
Keçilerin vucudunda çubuk çubuk renkli olması. |
gerki |
: |
Başka, diğer. “Evimizin önü fındık Fındığın dibine gonduk Gerki cehez şöğle böğle Baş bilenim yeşil sandık” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
gerlağan, gerleğen |
: |
Sırtı ve kuyruğu kara, karnı beyaz, kanatlarının ucu siyah olan bir çeşit kuş. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
germeç |
: |
Çamaşır kurutmak için serilen ip. |
germek |
: |
Bir örtü ile enlemesine örtmek. “Yüklüge de germis kilim Söylemiye dutmaz dilim Sen şâpazsın anam gızı Dolanıver salım salım” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Emine Gök’ün Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Ekici (Gök)) |
gernek |
: |
Kibirli. |
gerneşmek |
: |
1. Gerinmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Göğüs kafesini ileri çıkararak gerinmek. 3. Esnemek, kolları açarak gövdeyi gergin bir duruma sokmak, gerinmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
gerokarı |
: |
Yukarı. |
geröte |
: |
Olduğu yerden ileri doğru gitmek. |
gerp gerp gerinmek |
: |
Çok sevinmek. “İnce Memed öldü diye de gerp gerp gerinene de bakın!” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
gerpentilik |
: |
Çöplük. |
gerrek |
: |
Gergin. |
gert gert gezmek |
: |
Kabadayıca gezmek. “Küçük dağları biz yarattık diye gert gert gezinenler…” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
gertmen |
: |
Bencillik. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ges |
: |
Bir ölçüye gelmeyen, hemcinsiyle uyum sağlayamayan, uyumsuz. |
ges gelmek |
: |
Pantolnun belinin uymaması; kapı pencere gibi kalıpların yerine uygun olmaması büyük gelmesi. “Kendini boşuna yorma bu pontil sana ges geliyor.” |
geseğes |
: |
Yaramaz, vefasız. |
gesi |
: |
1. Çamaşırlık. 2. Elbise, çamaşır vb. giyilecek şey. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
gesleme |
: |
Dört santimetreden fazla kalın olan tahta. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
geş |
: |
Genç. |
geşirmek |
: |
geviş getirmek. |
geşlik |
: |
Gençlik. |
geşmek |
: |
1. Geçmek. “Evi sekizine göşdük Gapıya beygiri çeşdik Arif’in inkarı mı olur Yalan dünya senden geşdik” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Arif Bilici’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Mehmet Bakacak) 2. Geçişmek, geçmek. “Yücesinde emme geyikler geşir Eteğinde telli turnam çağrışır Eli göçmüş mayaları bağrışır Eller melil melil bilmem nedendir” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 608 |
get |
: |
Git. “Erken doğar dan yıldızı Belli olur gıratın izi Nazlım utandırma bizi Kak get galan sabah oldu” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Nişanlısının Evinde Ölen Gencin Ağıdı, Kaynak Kişi: Fatma Bakacak) |
getdeş |
: |
1. Kendini kasan, kurumlu. 2. Bir yürüyüş şekli, havalı şekilde yürümek. |
getgede |
: |
Giderek, gitgide. |
getir seyisi, götür döyüsü |
: |
İşe al, kafana yatmazsa işine son ver. “Getir seyisi, götür döyüsü.” |
getirecân |
: |
Getireceksin. |
getiriller |
: |
Getirirler. “Memmed Murtazı’ya uyma Bir don getiriller geyme İkisi de emmimoğlu Gıyma gadir Mevlem gıyma” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Üç Kardeşin Ağıdı - 2, Kaynak Kişi: Döne Ekici) |
getmek |
: |
Gitmek. “Ali’m getdi geri gelmez Benim de yüzlerim gülmez Gınaman beni gomşular Bebek babasını bilmez” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Muhtar Ali’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Süleyman Duman (Çoban Sülo)) |
gettebeş |
: |
Kendini kasan, kurumlu. |
gettiki sene |
: |
Geçen yıl. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
gettiksıra |
: |
Gittikçe, yürüye yürüye. |
gev |
: |
Kil. Evlerin çatı örtüsü olarak kullanılırdı. Arada bir loğ taşıyla loğlanır varsa akıntısı önlenirdi. |
gevat |
: |
Kavat. |
gevcelemek |
: |
Ağızda uzun süre çiğnemek. |
gevek |
: |
Gevrek. |
gevelemek |
: |
Çiğnemek. “Kapısında on uşağı (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
gever |
: |
1. Bahçe ve tarla sulamak için açılan ince su yolu, ark. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Arklardaki suyun yolunu değiştirmek için önüne yapılan toprak set. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 3. Ana arktan suyun tarlaya tutulduğu yer. 4. Soğuk. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
geverlik |
: |
1. Bahçe ve tarla sulamak için açılan ince su yolu, ark. 2. Arklardaki suyun yolunu değiştirmek için önüne yapılan toprak set. 3. Ark suyunu evleklere bağlamak için delinip konulan taş. |
gevermek |
: |
Çiğnemek. |
gevgeç, gevgeş |
: |
Düşük kulaklı hayvan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gevher |
: |
Cevher, değerli süs taşı. Ak imiş gerdanın beyazdır kardan Alnın gevherdenmiş cemalin nûrdan Dişin sedefdenmiş dudağın dürden Lebin kaymak çalar balın üstüne Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.412 |
gevil |
: |
Kapari. |
gevilcen |
: |
Vücudun değişik yerlerinde aşırı sıcaktan dolayı oluşan kızartı, ateş karşısında fazla ısınmaktan yüz, el ve bacaklarda meydana gelen kırmızı benekler. “Komşu gızı Haçça gevilcenli olur.” |
geviş |
: |
1. Hayvanların geviş getirmesi ifadesindeki geviş. 2. Tespih ağacı adlı bitkinin, tespih tanelerinebenzeyen, yuvarlak meyvesi. |
geviş atmak |
: |
(Kızan deve) Tükrük atmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
gevişi çoğalmak |
: |
Kendinden emin bir şekilde konuşmak. “Gevişi çoğaldı Gabak Mulla’nın. Güvendiği yer başka.” |
gevmek |
: |
Katı bir şeyi çiğnemeye çalışmak, çiğnemek, geviş getirmek, gevelemek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Sonra dudaklarını gever gibi konuştu Azgınlaşsınlar da görek! Osmanlı böyle olunca bunlarla gün doğdu. Bu millet ölmedi. Görür onlar.” (İbrahim Boysal - Dönük (Roman) Cadde Yayınları, İstanbul 2006, I. Baskı) |
gevreğini içine dürmek |
: |
1. Azını çoğa saymak. 2. Ayıbını gizlemek, örtbas etmek. “Gevreğini içine dürmeli.” |
gevrek |
: |
Yufka ekmeğin çok pişmesi. |
gevremek |
: |
1. Perişan olmak, bitkin düşmek 2. Yemeğin kıvam alması. 3. Öfkelenmek, kızmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gevretmek |
: |
Yumuşak bir hȃlden sert hȃle getirmek. |
gevri |
: |
Sıkı, gergin. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gevül güvül |
: |
Doğru telaffuz etmeme, inandırıcı konuşmama. |
geydirmek |
: |
Giydirmek. Geydireyim yeşil ile al ile Besleyeyim kaymak ile bal ile Anan bana versin şunca mal ile Kokulayım bil domurcuk gül gibi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.435 |
geyec elması |
: |
Ceviz büyüklüğünde sert ekşimsi elma. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
geyecalığı, geycealığı |
: |
Eski entari. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
geyersen |
: |
Giyersen Ben seni severim sen de seversen İnsan olman el sözüne uyarsan Çizme olam ayağına geyersen Ökçesin de çamurlara bas gelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.552 |
geygin |
: |
Düşmanlık, kin besleyen. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
geyidmek |
: |
Giydirmek. |
geyik göbeği |
: |
Dağlarda biten boz renkli, ortası mor bir çeşit çiçek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
geyim |
: |
Elbise, kıyafet. “Giden gelmez, giden gelmez Aşnasın ağlatan gülmez Geyim ile meydan olmaz Vur kantara tart yiğidi” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 438 |
geyinmek |
: |
Giyinmek. “Savulsun Çamırlı uşağı Geyindi gayret guşağı Gelinin meyti geliyor Maraş’da galdı döşeği” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kanserli Adamın Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Höbek) |
geymek |
: |
Giymek, ayakkabı giyinmek. “Memmed Murtazı’ya uyma Bir don getiriller geyme İkisi de emmimoğlu Gıyma gadir Mevlem gıyma” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Üç Kardeşin Ağıdı - 2, Kaynak Kişi: Döne Ekici)
“İkindininen ağşam arası Öldüm yalvarı yalvarı Ayan osun sürmel’eşim Düşmanlar geydi şalvarı” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993)
Şunda güzel olan sultan sayılır Fidan gibi sevdiğine salınır Allı morlu türlü libas geyinir Yeşilin üstüne al incinir mi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.454 |
geysi |
: |
Elbise, çamaşır vb giyilecek şey. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
geysilik |
: |
Çamaşırlık. |
gez |
: |
1. Demir kesmeye yarayan makas. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Oyuk, geçit, çok dar geçit. “Ayda bir gına vururdum Eliminen eze eze İzin ver de gedek bibim Aniş’i getirdim geze” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
gez-gezli |
: |
Uzunlu kısalı kesilen bir saç modası. |
gezȃlik / gezeğilik |
: |
Gezilecek yer, gezinti yeri. |
geze |
: |
1. Bölgemiz göçmen ağzında; bir tür düğün adeti. 2. Gezme, dolaşma. |
geze gitmek |
: |
Gezmeye gitmek. “Karac’oğlan yâr görmeli Halın hatırın sormalı El kınalı göz sürmeli Gidiyon mu geze gelin” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
gezelemiye gitmek |
: |
Tuvalete gitmek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
gezem |
: |
İki yaşındaki dişi keçi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gezenek |
: |
1. Koridor. 2. Üstü Kapalı Balkon, Ayazlık 3. Dehliz. |
gezenner |
: |
Gezenler. “Dertli dertli gezennerden Gara yazı yazannardan Mezerini gazannardan Gardaş seni soruyorum” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
gezenti |
: |
Çok gezen kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
gezesi |
: |
Gezeceği, gezsin. Karac’oğlan bir sümbülcük yetirsem Yetirsem de gölgesinde otursam Kulağı küpeli bir yâr getirsem Babalan evin gezesi kızlar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.580 |
gezgere |
: |
Tahtadan yapılmış ve üzerinde yük taşımaya yarayan inşaatlarda kullanılan edevat. |
gezgiç |
: |
Çok gezen kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gezgin |
: |
Çok gezen kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
gezginci |
: |
Çok gezen. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) Kalk gidelim Balkaman'dan yukarı Oturup durana devlet yaramaz Yiğidin bir başı gezginci gerek Yiğit gezmeyince adam olamaz Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.645 |
gezin |
: |
1. Gezinin. Geçti yazın geldi güzün Kim çeker ağyarın sözün Alay alay olup gezin Çok göreyim sürünüzü Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.641 2. İki yaşındaki dişi keçi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
gezine |
: |
Bir oğlaklı keçi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
gezinmek |
: |
Tuvalete gitmek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
gezinti |
: |
Evin önündeki tahta çıkıntı, bir nevi balkon. “Gezintisi de gözelimiş.” |
gezli |
: |
Uzunlu kısalı bir saç modası. |
gezmeyin |
: |
Gezmeyeyim, gezme (emir kipi). Karac’oğlan bu yerlerde gezmeyin Hançer olup derdli sînem ezmeyin Senden gayrısına kuşak çezmeyin Şimdi neden bağlıyayım dilimi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.642 |
gı |
: |
1. Kız. “Ana gı, bir cep dolusu leblebi almış Gubulay, bâ da alı: gı?” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) 2. Be, hey, gibi çağırma yahut seslenme ünlemi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gıbal |
: |
Yüz, yüz özellikleri, eşkal. |
gıbcınmak |
: |
İstek duymak, arzulamak. |
ġıbgırmızı |
: |
Koyu kırmızı. |
ġıbla |
: |
Kıble. |
ġıbraşmak |
: |
Yerinden hafifçe kımıldamak. |
Ġıbrıs |
: |
Kıbrıs. “Ekinnere girdik orak Seni etdik yavrım marak Gıbrıs uzak nasıl varak? Mekdib yaz da yavrum cuvab yazak” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kıbrıs’a Askere Giden Mehmet Doğan’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Mehmet Doğan) |
gıbtı |
: |
Davulcu, zurnacı, abdal. |
ġıcı |
: |
1. Saçma büyüklüğündeki dolu, küçük yuvarlak kar taneleri. “Boynundan aşağı gıcılı kar giriyordu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006)
“Karac’oğlan der ki bizim beğimiz Gıcılı boranlı soğuk dağımız Öğçeni yokladım öğçen yoğ imiş Almam şimden geri hörü isen de” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 404 2. Kırağı. “Yüce dağların gıcısı Zor olur gardaş acısı Düşmana gız elin eder Emmimin deli Hacı’sı” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Ömer’in Ağıtı, Derleyen: Serdar Saygı, Ahmet Kıncı, Kaynak Kişi: Yusuf Mercimek) |
gıcı banadura |
: |
Tarlalarda yetişen küçük domates. |
gıcı, gıcıgıcı ya:mak < yağmak |
: |
Dolu yağması. |
gıcıgıcı |
: |
Pancargillerden, ufak yapraklı bir tür bitki. |
gıcıgıcıya dutulmak / yakalanmak |
: |
Doluya yakalanmak. |
ġıcığ almak, ġıcığ olmak |
: |
(Bir şey ya da bir kimse) Sinirine dokunmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġıcık |
: |
Başkasına sevimli gelmeyen kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
ġıcık almak |
: |
(Bir şey ya da bir kimse) Sinirine dokunmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
ġıcılamak |
: |
1. Ötme sesi, özellikle kağnıların çıkardığı ses. 2. Öfkelenmek, sinirlenmek. 3. Yavaş hareket etmek, tembel ve uyuşuk davranmak. 4. Kar’ın yahut yağmurun gıcıya dönüşerek yağması. “Şu görünen Binboğa’nın dağları Gıcı, boran aşılmıyor belleri Yazıcıoğlu Şerefli’nin Beyleri Koca Tanır yaz olmaya başladı.” (Tanırlı Aşık Yener) |
ġıcılamaz kağnı |
: |
Devinimleri ağır olan kimse. “Gıcılamaz kağnı gimisin.” |
ġıcılaşmak |
: |
Gıcı gibi olmak, gıcı niteliğini kazanmak. “Bastıkça, donmuş, gıcılaşmış kar çatırdıyordu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
ġıcılı |
: |
Yüzünde küçük beyaz benekleri olan keçi. |
ġıcılık |
: |
Domates, biber vs. tohumlarının ekildiği yer, fide üretim alanı. |
gıcır |
: |
Acer, yeni, kullanılmamış veya az kullanılmış. |
gıcırga |
: |
Loğ taşını çekmek için ortasından takılan demir ya da ağaç araç, kol. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada.) |
gıcırgı, gıcır |
: |
Loğ taşını çekmek için ortasından takılan demir ya da ağaç araç, kol. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gıcırım |
: |
Heyecan. |
gıcırtı |
: |
Kapı sesi. |
gıcırtmaç |
: |
Tahtadan yapılan tahtarevalli. |
gıcilo |
: |
Tohum. |
ġıç |
: |
1. Ayak, hayvan ayağı. “Evleri de ev içinde Gundura geyer gıçında Daniyom da göremiyom Bahça gazasının içinde” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993)
Feke’nin daşlı gediği Gıçında bülbül hediği Sürgün gederkennek gördüm Aşiret çekti düdüğü Ayhan Karakaş, Feke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s.169. 2. Kalçalar. 3. G.t. 4. Bacak. “Gurban olam emmioğlu Gokular dökdüm saçına Kıyamaz emmisi gızına Çorap giydiririm gıçına” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Veremden Ölen Hüseyin’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Hodul Emine (Gök-Aslan)) |
ġıçgırmak |
: |
1. Öfkelenmek. 2. Alevlenmek. |
gıçgırmıya |
: |
Topyekun, hep birden. “Evdekiler gıçgırmıya hastalanmışlar.” |
ġıçkırmak |
: |
1. Bir malın irili ufaklı hepsini almak. 2. Kıvılcımlanarak yanmak. |
ġıçı |
: |
Ayağı. “Çamlı dağlı çanlı geçi Neyimis Ehmed’in suçu Duymuş habar eylememiş Gırılsın gelinin gıçı” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Aynalı Ahmet’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Halil Gök) |
ġıçıgırık, ġıçığrık |
: |
Beş para etmez, değersiz, önemsiz kimse ya da şey. |
ġıçında |
: |
Ayağında. “Gır atın ahar içinde Parlak gundura gıçında Elin atlısı geliyor Emmim oğlu yok içinde” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġıçını ġırıp oturmak |
: |
Haddini bilmek. “Gıçımı gırıp oturmasını bilirim ben. Yeter ki ağız datlılığı olsun.” |
gıdam gıdam |
: |
Azar azar. |
ġıddik |
: |
Küçük. |
gıdı gıdı |
: |
Baş ağrıtacak şekilde ve tekdüze bir şekilde konuşmayı anlatır. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gıdıf |
: |
1. Cilve. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Süs. |
ġıdıflanmak |
: |
Süslenmek. |
ġıdıflı |
: |
Süslü. |
ġıdık |
: |
1. Keçi yavrusu, oğlak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Gerdan. |
ġıdık etmek |
: |
Gıdıklamak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġıdıklamak |
: |
Tirşiğin zehiri ağız içini ve dili hafif ürmertme, etkileme. |
ġıdılanmak, gıdıldamak, gıdılamak |
: |
Gereksiz ve devamlı söylemek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġıdım ġıdım |
: |
Azar azar. |
ġıdış ġıdış yürümek |
: |
Kısa adımlarla yürümek. |
ġıf |
: |
1. Süs. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Keserek ya da kopararak bir şeyi bütününden ayırma. |
ġıfıktırmak |
: |
Çok sıkıştırmak, dünyasını zindan etmek. |
gıfıldamak |
: |
Telaşlı hareket. |
gıfıltı |
: |
Heyecanlı heyecanlı dolaşmak. |
ġıfır |
: |
Üzüm çubuklarında olan bir çeşit böcek. |
ġıfırdatmak |
: |
Çok az kaynatmak. |
ġıflamak |
: |
1. Kesmek, kırmak. 2. Taneli sebzeleri koçanından ayırmak. |
ġıfracan dıkmak |
: |
Ortalığı velveleye vermek. |
ġıfrancını çıkarmak |
: |
Hışırını çıkarma, kırıp geçirme. |
ġıg |
: |
Kırk. “Gıg dene adammar.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
ġıg yılda bir buldug, adını mulla goduk |
: |
Uzun yıllar sonra bulunan oğlan çocuğu. “Gıg yılda bir buldug, adını mulla goduk.” |
gıgga |
: |
Yumurta. “Tavık gıggaladı.” |
gıgıl gıgıl |
: |
Çabuk çabuk. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
ġıglamak |
: |
Gereğinden çok yıkayarak temizlemek. |
gığdime |
: |
Ses çıkartmak. |
ġığırmak |
: |
Ötmek, kuş seslerine gığırmak denir. “Ücede gaplan bağırır (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
ġığışmak |
: |
Uyuz bir vaziyette uzanmak. |
ġı:rtmaç |
: |
Boğmaca hastalığı, çok öksürme. |
ǵıjjak |
: |
Kayak, kızak. |
ǵıjjık |
: |
Yaramazlık yapan erkek çocuklar için kullanılan sıfat. |
ġıl |
: |
Kıl. Gıl galmadı bedenimde döküldü, Duvarımız temelinden söküldü, Anamın, babamın beli büküldü, Baba hakgınızı siz helâl eylen. (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kanserden Ölen Gencin Ağıdı, Ağıdı Yakan: Sıdık Doğan (Kara Müftü)) |
ġıla:, ġılağı |
: |
Bıçak keskinlerken çıkan kıl gibi ince metal kıymığı. |
ġıla:lamag |
: |
Keskinledikten sonra son perdahı yapmak. |
gılap |
: |
1. Gıyab. 2. Şekil. “Evlerinin yeri yırak Saçlar olmuş turab turab Başında da yeşil gılab O da bozulmuş efendim” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İftira Yüzünden Asılan Fatma’nın Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Mehmet Hayta) |
ġılav |
: |
Sağlıklı, neşeli, morali yerinde. |
ġılavız |
: |
Kılavuz. |
ġılavlamak |
: |
(Kesici aracı) Bilemek, keskinleştirmek. “Çakısını uzun uzun gılavladı, keskinleştirdi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
ġılba |
: |
Kıble, namaz yönü. “Göçücüyük gayrı, vardım da yanına Gavır bılızı nasıl vurmuş beline Hag’dan dönmüşler de gılba yönüne Ciğer pare pare olmuş ne fayda” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġılba yeli |
: |
Güneyden esen rüzgar, kıble yeli. |
ġılçar |
: |
Çobanların giydiği keçi kılından dokunmuş pardesü. |
gıldır çavuş |
: |
Geveze. |
gıldıramak |
: |
1. Hafif bir gürültü çıkarmak. 2. Yavaş sesle durmadan konuşmak. |
ġıldırgış |
: |
Yarım, buçuk. |
ġıle |
: |
Oyuncu, hokkabaz. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ġılı ġılına |
: |
Ucu ucuna, tamı tamına. “Gılı gılına yetti.” |
ġılıç |
: |
1. Kolan dokumada kullanılan alet. 2. Kılıç. “Siğim siğime dolaşdı Gardaş ardımdan ulaşdı Bir gılıcınan vuruşun On beliğim birden düşdü” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġılıf |
: |
Örtü. |
ġılık |
: |
1. Karakter, kişilik. 2. Üst baştaki düzen, intizam. |
ġılılı |
: |
Düğünlerde çekilen zılgıt. |
ġılılım kopması |
: |
Aniden çığlıkların kopması. “Memmed’imin şehit habarı gelişin bir gılılım gopdu ki heç sorma.” |
ġılınç |
: |
Kılıç. |
ġılıpce |
: |
Kelepçe. “Gılıpceği dar golunda Fişşekliği var belinde Çeteleri öldürmüşler Sarıçam’ın düz yolundan” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kurşuna Dizilen Eşkıya Hacıveli’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Âşık Ali Ateş) |
ġılış deyne: |
: |
Çobanların mazı dalını bıçakla yontarak kılıca benzettiği deynek. |
ġılik |
: |
Palamut. (TDK Derleme Sözlüğünden Uç.) |
ġıllama |
: |
Ağırdan alma. |
ġıllamak |
: |
Bir şeyin üzerinde gerektiğinden fazla durmak. |
ġıllangıt |
: |
Kıtı kıtına, ucu ucuna. “Abdal Mazhar babasını övmeyi çok severmiş. Kendilerini de çok zengin göstermeye çalışırmış. Babası bir gün ölmüş. Mazhar defin işlemini yaptıktan sonra kahvehaneye gitmiş. Bakmış kendisiyle kimse ilgilenmiyor. Hemen kendi kendine sesli bir şekilde konuşmaya başlamış. “Ulan arkadaş bizim baba öldü. On beş metre gumaş aldım. Belinden aşşa yetmedi. On beş metre daha aldım. Gıllangıt yetti. Mortaş’ın mezerliği de bir ölü gördü.” (Kaynak kişi: Mustafa Farsak, Erman Artun, Seyirlik Köy Oyunları ve Anonim Halk Edebiyatı Araştırmaları, Kitabevi, İstanbul 2008) |
ġıllanlamak |
: |
Şuh konuşmak |
ġıllanmak |
: |
Şüphelenmek. |
ġıllı |
: |
Pis, kıllı. “Ekinin içinde yatar Elini annına dutar Kör olası gılllı Kürtler Esiklere mevzi tutar” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İnce (Safiye) Memmed’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Mehmet Çığşar) |
ġıllıcik |
: |
Ufacık, küçücük. “Hiç büyümez bu ağacaın boyu, hep böyle gıllıcik kalır.” |
ġıllıgış |
: |
Ufak tefek öteberi, işe yaramaz şeyler. |
ġıllı:ırık |
: |
Çok gerekli olmayan, ufak tefek şeyler. |
ġıllın kitir |
: |
Şöyle böyle, orta halli. |
ġıllik |
: |
Tesbi tohumu. |
gıllik domates |
: |
Çeri domates. “Eskiden tarlalarımızda kendi kendine yetişen hatta tahammül edemeyerek yok etmeye çalıştığımız ve bizim tabirle “Gıllik Domates” yine lüks marketlerde “çeri dometesi” adı altında 5 TL fiyatla alıcı bulmaktadır.” |
ġılmak |
: |
Kılmak. “Neyin garannısı gece Yıkılsın engini yüce Memmed’i galdıran hoca Namazın gılmaya geldim” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kadirli (Kars)’de Vurulan Mehmet’in Ağıdı, Kaynak Kişi: İbrahim Gök) |
ġılman |
: |
Genç ve güzel delikanlı. “Tığlanmış gamzesi kâr eder cana Benim yârim benzer hörü gılmana Şu Antep elinde serv-i zamana Orda eser bad-i sabâ yelleri” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 463 |
gılorsars |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Örs sınıfındandır. Tezgaha sabitlenerek, kazanın veya helkenin ağız kenarındaki bombeli veya küresel kısımda veya diğer bakır eşyalarda aynı amaçla kullanılır. |
ġımcınmak |
: |
İsteksiz, iştahsız davranmak. Gımcınıp durma yeme:ni hoş ye! |
ġımdınmak |
: |
İsteyerek vermeme, elinin ucuyla yemek yeme. |
ġımġıl |
: |
Kımıl kımıl, hareketli. |
gımı |
: |
Gibi. “Ermeniler azıyollar Gapı gapı geziyollar Allah kimseye göstermesin Oğlak gımı yüzüyollar” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Saimbeylilerin Ağıdı, Kaynak Kişi: Ayşe Temiz) |
gımık |
: |
Pek ufak, el kadar “Bir gımık çocuk. Hasan ne yapsın Hasan, Hasan daha bir gımık çocuk.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
ġımıl ġımıl |
: |
Yavaş yavaş hareket eden, kendini incitmeyen. |
ġımıldamak |
: |
Hareket etmek. |
ġımıldar halı galmamak |
: |
Çok yorulmak. “Gımıldar halım galmadı.” |
ġımışġımış etmek |
: |
Yerinde duramamak, kalabalık bir şey hareket edip durmak. |
ġımıştırmak |
: |
1. Hoşa gidecek ya da hafiftengüldürecek şekilde kaşımak. 2. Ağır ağır yemek. |
ġımıtmak |
: |
Süzülmek. |
ǵımşamak |
: |
Hareket etmek, yerinden oynanmak. |
ġımyam etmek |
: |
Kesin konuşmamak, gevelemek, kemküm etmek. |
ġın |
: |
Kın. “Gızıl goyun al duzundan Annesi de duymuş öünden Bakdın düşman zor geliyor Gırman’ı çeksene gından” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Tüfek İçin Vurulan Ömer’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Bayram Tüten) |
ġına |
: |
Kına, saç boyası. “Geyinmişsin guşanmışsın Al gınalar yakınmışsın Türlü donlara dıkılmışsın Aynım babam ölmedi mi?” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġına ġaşşığı |
: |
Kına gecesinde kına karıştırmada kullanılan tatlı kaşığından daha büyük bir kaşık. |
gına: gelmek |
: |
Sabrı taşacak hale gelmek. |
ġınalı |
: |
Kınalı. |
ġınalı bülbül |
: |
Saka kuşu. |
ġınamak |
: |
Ayıp olduğunu söylemek, ayıp görmek, ayıplamak, kınamak. “Garip bülbül gibi de ötemez oldum Yüküm türlüce hep, satamaz oldum Gınaman gomşular yatamaz oldum Sevdiğim giriyor düşüme benim” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġınaman |
: |
Kınamayın. “Meşeler de sürer ışkın Atımın da adı Eşkin Gınaman gomşular gınaman Derdim de başımdan aşgın” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġıncıf |
: |
Cilve, naz, işve. |
ġıncıfır |
: |
1. Muzip, yaramaz; fitneci. 2. Aşırı süslü. 3. Cilve, naz. |
ġıncıfır olmak |
: |
Muziplik yapmak, yaramazlık yapmak. |
ġıncıfırlaşmak |
: |
Muziplik yapmak, yaramazlık yapmak. |
ġıncıfırlı |
: |
1. Fetbaz, uyanık; çok süslü. 2. Nazlı, edalı, naz çektiren. |
ġıncıflanmak |
: |
Bir bayanın erkeğe cilve yapması, yılışması, kendini belli etmeye çalışması. |
ġıncıflı |
: |
Cilveli, nazlı, işvekar. |
gıncırak |
: |
Bir Yörük oyunu ve alet. Bugünkü tahterevallinin döner şekli. “Özellikle yağlanan tepesi biraz sivriltilen, kalın ucu toprağa bir metre kadar gömülen, kalın ve ardıç ağacından olup; topraktan yukarısı doksan ile yüz yirmi santim kadar olan kazığın ucuna; yedi metre kadar uzunluktaki yine ardıç ağacından olan direğin, kalın ucuna bir buçuk metre kadar mesafede bir oyma yapılarak yağlanıp geçirilir. Üstteki yatay direğin kalın tarafına biraz daha kilolu olan kişi ata biner gibi oturarak, uzun tarafın ucuna doğru da hafif olan kişi veya çocuklar elleriyle tutunup, göğslerinide yaslamak suretiyle yüklenerek döndürmeye başlayıp, sonra bir alçalıp bir yükselerek çuvdukları bir tezgâh. Bu tezgah en az yedi sekiz metre kadar çapında bir düzlüğe kurulmalıdır.” (Emin Yaçın, Türkmen Oymaklarında Bir Yörük Beyi, Başbakanlık Basımevi, Ankara 2001) |
gıncırak (cızırgan) oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir köy seyirlik oyunu. GINCIRAK (CIZIRGAN) Gıncırak bir düzlükte kurulur. 1,15 metrelik bir kazık yere çakılır. Başı yuvarlanır. Buna zöpbek denir. Yine 4- 5 metrelik ağacın 1,5 metre yerinden zöpbeğe girecek şekilde içi oyulur. Yere dikilen 1-1,5 metre yükseklikteki sopanın ucuna yerleştirilir. İki üç kişi ağacın kısa tarafına bir kişi de uzun tarafının ucuna karınlarını ağacın üstüne yatırarak binerler. Sekerek daire çizerler. Kısa tarafında olanlar gıncırağı durdurup uzun taraftakine 'nişanlın kim?' diye sorarlar. Arka taraf basınca, ucu 2-3 metre yükseğe kadar çıkar. Uçtaki atlasa atlayamaz. Tanıdık bir kız adı söylemezse öyle havada durdururlar onu. Cevap verene kadar da aşağı indirmezler. Söyleyince herkes güler. Yayla evlerinde gıncırak kurulur. Herkes eğlenir. (Hilal Gülben Gerek, Adana İli Pozantı İlçesi Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E. TDE. ABD, Adana, 2012, s.171-172) |
gıncırdak |
: |
İlkel bir tahterevalli. Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. GINCIRDAK Önce 1 m uzunluğunda kalın ağaç yere çakılır. 10 m uzunluğunda bir çam ağacı kesildikten sonra soyulur, tam ortası göbeğe geçecek şekilde delinir. Göbeğe süt kaymağı, tereyağlı çıra kömürü koyularak gıcırdaması sağlanır. Gruplar halinde veya ikişer kişi, karşılıklı olarak çam ağacına binerler. Aşağıya ve yukarıya doğru sekerek dönülür. Burada önemli olan dengeyi kaybetmemek, paniğe kapılmadan sürekli göbeği takip etmektir. Bu dönüş esnasında çıkan sesler gecenin karanlığında çok uzaklardan duyulur. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s. 213) |
gıncıtmak |
: |
Ezmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gınç gınç |
: |
Pişmemiş et. |
gınçımak |
: |
Zor emekle kesmek. |
gındam |
: |
Uç. (TDK Derleme Sözlüğünden Uç.) |
gındır |
: |
Yarı aralıklı, yarı kapalı, yarı açık. “Bırak gındır galsın.” |
gındıra |
: |
1. Tahtevrevalli. 2. Sulu yerlerde yetişen ince uzun yapraklarının kenarları keskin, ucu diken gibi, koyu renkli bir tür çayır otu. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gındırık |
: |
(Kapı, pencere vb. şeyler için) Aralık. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gındırmak |
: |
1. Özendirmek, kışkırtmak, isteklendirmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Bir kapı ya da pencereyi yarı açmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada. İç.) |
gındurmak |
: |
Yerleştirmek. |
gıneyce |
: |
Kına gecesi. |
ǵınǵıç (ĝıŋĝırīç) |
: |
Tahterevalli. |
gıngılıbıç |
: |
Tahterevalli. |
gıngılıç |
: |
1. Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. GINGILIÇ OYUNU Toprağa çukur kazılır. Çukura da “T” şeklinde bir ağaç dikilir. Ağaç toprağa iyice sağlamlaştırılır. Ağacın enlemesine olan kısmı döner. Çocuklar da eğlenmek amacıyla enlemesine olan ağaca binip dönerek eğlenirler (Uğur Bilgici, Osmaniye / Bahçe Halk Kültürü Üzerine bir Araştırma Konulu Yüksek Lisans Tezi, Osmaniye Korkut Ata Üni., S.B.E., TDE., ABD, Osmaniye, 2018, s.168) 2. Dönme dolap. |
gıngılık |
: |
2. Dalların uç kısmı. |
gıngılıgı:k çıkarmak |
: |
Cevizin içini kırmadan tüm olarak çıkarmak. “Gıngılıgı:k çıkart sana elluruş var.” |
gıngırcık |
: |
Tahterevalli. |
gıngırdanmak |
: |
Hafiften ipe sapa gelmez türkü söylemek. |
ĝınıkdırmak |
: |
Sıkıştırmak, baskı uygulamak. |
ĝınına ĝuymak |
: |
Sıkıştırmak, acele ettirmek. |
ġınıyannar |
: |
Kınayanlar. “Ben edeme böyl’ağlarım Gınıyannar bana dönsün Azıcacık şor etmişler Evleri ataşa yansın” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Üç Kardeşin Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Belkıse Gök (Ballı Hatın)) |
ġınnap |
: |
Kendirden yapılmış ince ip. |
ġıpakdırmak, gıpıkdırmak |
: |
Sıkıştırmak, korkutmak. |
gıpdı |
: |
Abdalın Müslüman olmayanı, davulcu. |
gıpı |
: |
Derli toplu. |
ġıpık |
: |
Bir gözü hafif kapalı, şaşı. |
ġıpır ġıpır |
: |
Hareketli, heyecanlı (için kıpırkıpır ediyor) sevinme. |
ġıpla |
: |
Kıble. |
ġıpmak |
: |
Kırpmak. |
ġıpramak |
: |
Kımıldamak, hareket etmek. |
ġıpradmak |
: |
Yerinden hafifçe oynatmak. |
ġıpranmak, ġıpraşmak |
: |
Kıpırdamak, kıpırdanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġır |
: |
1. Kır, parçala. 2. Hatıra dokun. 3. Direksiyonu sağa veya sola dönder. 4. Beyazlı siyahlı olan. “Erciyes’in başı gırdır Atını sapıya durdur Gâvır mısın gâvır müdür Uyandır da öğle öldür” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġır kişmir |
: |
Sarışın birinin güneşin de etkisiyle daha da sarışınlaşması. |
ġırağ, ġıra: |
: |
1. Çiy. 2. Ateş. 3. Kenar. “Su gırânda olur susam Su vursam donunu yusam Gadanı alıyım hatınlar Gelin galdım gaygım tasam” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Koca Durmuş’un Ağıdı, Kaynak Kişi: Nadire Erkek) |
ġıra:nda |
: |
Kenarında. |
ġıraç |
: |
Verimsiz, çorak toprak. “Dikine, hilal şeklinde keserek dilimleyip, yanak ve burunlarımıza kadar bulaştıra bulaştıra yediğimiz ve suyunun şekerinden yapışan parmaklarımızı birbirinden zor ayırdığımız gıraç garpızını bulamazsınız.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ġırad |
: |
İki çelik değerinde tahıl ölçü birimi. |
gırader |
: |
Gıreyder. |
ġırağı |
: |
Kıyısı, kenarı. |
ġırağında |
: |
Yanında, kenarında. |
ġırağındaki |
: |
Kenarındaki, yanındaki. |
ġırak, ġıra: |
: |
Kenar, kıyı, bir şeyin sınırını oluşturan çizgi ya da çizginin yakınındaki yer. |
ġıran |
: |
Öldürücü salgın hastalık. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
ġıraŋ |
: |
Kenar çevre, civar. |
gıran girmek |
: |
Toplu ölümlere yol açan salgın ve bulaşı hastalığın gelmesi. “Gıran giresiceler.” |
ġı:raŋmak |
: |
Etrafında kıvranarak dolanmak. |
ġıraŋŋa |
: |
Kırağı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġırap |
: |
1. Kırmızı başörtüsü. 2. İpek başörtüsü. |
ġırap düşen |
: |
İpekli, renkli dokumalar. Eskiden bu dokumalardan entari yapılırdı. |
gırarmak |
: |
1. Ağarmak, kırlaşmak. 2. Rengin solması. |
ġıraşma, ġırışma |
: |
Büyükbaş hayvanların boynuzları ile vuruşarak birbirleri ile kavga etmeleri. |
ġırat |
: |
Yaklaşık 22-25 kg buğdaya ya da çeltiğe verilen ad. “Çığşardan ağaç biçtiririr (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
ġıravga |
: |
Verimsiz, kolay sulanmayan toprak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
ġıravlamak |
: |
Patlamak (lastik hakkında) |
ġırba |
: |
Deriden yapılmış içine genellikle su, pekmez vb. şeyler konulan sıvı kabı.” |
Ġırbız |
: |
Kıbrıs. “Yukardan indim aşşağı (Kaynak: Andırın Büveme Köyü’nden Cinnilerden Ahmat Kıvrak Cinne-met) |
ġırcahan |
: |
Çok güçlü, oldukça yüksek seviyede, şahin sesi gibi. |
ġırcemilli |
: |
Kinayeli. |
ġırcı |
: |
Ufak taneli dolu. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġırçarmak |
: |
Niyetinin kötü olduğunu belli etmek. |
ġırçık |
: |
Küçük parça. |
ġırçıl |
: |
Boz, veya beyaz-siyah karışımı renkli, kırçıl. |
ġırçomu |
: |
Boz, kıllı keçi cinsi. |
ġırdavlamak |
: |
Oyalamak. |
gıredeli |
: |
Kredili, itibarlı, güvenilir anlamında lakap. |
ġırezet |
: |
Elbiselik kumaş. |
ġırezit |
: |
Gri bez. |
ġırfacan |
: |
Sıkıştırma. |
ġırfancasını çıkarmak |
: |
Dağıtmak, yıkmak, parçalamak. |
gırflamak |
: |
Parçalara ayırmak. |
ġırgıbak ġoparmak |
: |
Yaygarası ile bağırıp kalabalık toplamak. “Gırgıbak kopardı.” |
ġırgınnık |
: |
Dargınlık. |
gırgır geçmek |
: |
Dalga geçmek. |
ġırglara ġarışmak |
: |
Kırk ulu kişinin arasına karışmak, kayıplara karışmak. |
ġırglıg |
: |
Küçük baş hayvanların tüy ya da kıllarını kesmeye yarayan makas. Garı uvak uvak sormıya durdu. - Nerelisiŋ; nerden gelip nereye gidiyen? Albustannı olduğunu ve duz deye gelip geri gettiğini söyledi. - Bir adam sorsam, tanıŋ mı ola? dedi. Kimmiş? dedi. - Yazıcı Oğlu der bir adam varıdı; evlendi mi, duruyo mu? dedi. Ermeni de bilirimiş, duruyo dedi. - Evlenmedi mi? dedi. Evlenmedi; görseŋ çok perişan şindi. Gözleriyiŋ ikisi de kör oldu dedi. - Kör mü? dedi ġarı. Hê!. Garı kaktı, ġama çuvalından ġırklıkvarımış, davar ġırklığı; ġırklığı getirdi. (Şimdiki gimi makas da yok!.) Garıda her belik var, bir gölük ġuyrū gimi!. Belīniŋ birini, dibinden “cirp”diye kesti. Bunu da bir kötüce çapıdınaŋ sardı. Dedi ki: Bu Taŋrı amanatı; elet Yazıcı Oğlu’na ver! “Kim verdi” der ise Senem verdi de dedi.” (Görkem, 1986) |
ġırgmag |
: |
Traş etmek. |
ġırhı çıkmag |
: |
Doğum ölüm gibi olaylarının üzerinden kırk gün geçmek. |
ġırhıg |
: |
Kırpılmış. |
ġırıdmak |
: |
Kırıtmak, cilve yapmak. |
ġırıflamak |
: |
Küçük parçalara ayırmak. |
ġırık |
: |
1. Kırık. “Bir içerde dokuz kilim Martin dutmaz gırık golum Hasan Baddal gonca gülüm Nenni Mehemmedim nenni” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 2. Gönül ilişkisi olan gizli sevgili. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. Pıt pıt lepesi. “Malzemeler: Bir baş soğan, iki kaşık yağ, yarım kaşık tuz, birküçük tabak döğme kırığı, bir tatlı kaşığı kırmızı toz biber, bir buçuk litre su. Yapılışı:Su ocağa konduktan sonra içine döğme kırığı atılır. Onbeş yirmi dakika (bir aşırı) kaynar. Bu arada soğan, biber, yağ bir tavada iyice pişirilir. Lepenin üzerine dökülerek gırık yemeği hazır hale getirlir.” Afiyet olsun. (İlyas Gökhan-Kemalettin Koç, Tarihi Coğrafyası ve Kültürü ile Türkoğlu, Öncü Basımevi 2009) |
ġırık çıhıgçı |
: |
Sınıkçı. |
ġırık sırık |
: |
Ufak eşya. |
ġırıgçı |
: |
Çok küçük işlerle uğraşan. |
ġırılmaġ |
: |
1. İncinmek, bükülmek. “Olmaz olasıca ölüm Gene de gırıldı belim Bu zaman ayrılık m’olur? Mevlâ’mdan istiyom ölüm” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Güllü Bibi’nin Kızına Ağıtı - 2, Derleyen: Bünya-min Gönen) 2. Ölmek, telef olmak. “Sabınnı suyla doldu Ulu suyun adakları Döğüm Hacı’nın canına Hep gırılmıs edeleri” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Üç Kardeşin Ağıdı - 2, Kaynak Kişi: Döne Ekici) 3. Küsmek, darılmak. |
ġırılmış gimi çalışmak |
: |
Kendini parçalarcasına aşırı şekilde çalışmak. “Gırılmış gimi çalışmanın semeresini görüyor şindi.” |
ġırım |
: |
Katliam, toplu öldürme. |
ġırımına |
: |
Çapraz bir şekilde. |
ġırın gemini |
: |
Kıratın yularını. |
ġırıntı |
: |
1. Meşe ağacının kırılıp kuruyan küçük dalları. 2. Küçük ekmek parçaları. 3. Küçük çöp. |
ġırışgan |
: |
İyi tos vuran kuvvetli öküz. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġırışmak |
: |
1. Uğraşmak, mücadele etmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Tosun kavgası. |
ġırıtma |
: |
Cilve yapma. |
ġırızet |
: |
Eski bir kumaş çeşidi. |
ġırġ |
: |
Kırk. “Öte yüzden beri yüze Acı haber geldi bize Gırk altınnan nişan dakdım Ayağı gademsiz gızlar” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Vururlan Damadın Ağıdı (Halbur Ağıdı), Kaynak Kişi: Safiye Temiz) |
ġırkdırmaġ |
: |
Saçını kestirmek. |
ġırġım |
: |
Bir amaç için para toplanması, salma. |
ġırġlıġ |
: |
Keçi, koyun yüyü kesmeye yarayan makas |
ġırġmaġ |
: |
Kırkmak, koyun ve keçilerin kıl ve yünlerini kesmek. |
ġırkçıkın |
: |
Yara otu. |
ġırkġat |
: |
Midenin alt tarafındaki çok katlı kısım, hatına b.k yediren. |
ġırkġatanak |
: |
Midenin alt tarafındaki çok katlı kısım, hatına b.k yediren. |
ġırklar |
: |
Halka zor zamanlarda yardım ettiğine inanılan evliyalar. |
ġırklara ġarışmak |
: |
Ölmeden ortadan kaybolup kırk kişilik evliya topluluğuna dâhil olmak. |
ġırklık, ġırkılık |
: |
Koyun yününü veya keçi kılını kırkmada kullanılan makas. |
ġırksiŋil |
: |
Yara otu. |
ġırlama |
: |
Oyalamak. |
ġırlent |
: |
Köşe yastığı. |
ġırma |
: |
1. Şire, üzüm suyu ve irmikten yapılma tatlı. “Bir taraftan Köroğlu hikâyesi anlatıyor bir taraftan da gırmadan götürüyordu.” 2. Tek fişek atan av tüfeği. |
ġırmaġ |
: |
Kırmak, sözünü dinlememek, küstürmek, öldürmek “Bize atalı:n yapdın nazınan Gırmadın galbini acı sözünen Bir canın bir oulun bir de gızınan Hak gabil ederse gurbanım babam” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġırmalı |
: |
Küçük kız çocuğu telliği. |
ġırmalı direk |
: |
Mertekleri taşıyan hezenin altındaki ağaç direğe üce dam direği denilir. Bu direk iki parçalı ise buna gırmalı direk denir. |
ġırmanç |
: |
Kamçı. |
ġırmavıġ |
: |
Dişi kedilerin çiftleşme isteği gösterdikleri durum veya zaman. |
ġırmızı |
: |
Kırmızı. “Gara haber tez ulaşdı Elim elime dolaşdı Dileyim’in sarı saçı Gırmızı gana bulaşdı” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Tavsı Yusuf Ailesinin Ağıdı, Kaynak Kişi: Süleyman Duman (Çoban Sülo)) |
ġırnap |
: |
Kendirden yapılmış ince ip. |
gırnata |
: |
Klarnet. |
gırnık |
: |
1. Ufak tefek. 2. Gırtık. |
gırnış |
: |
İçine çamaşır konulan bir dokuma çuval. |
ġırpık |
: |
Kesilmiş küçük kumaş parçaları. |
ġırpıntı |
: |
Kumaş artığı, kırpıntı. |
ġırpmak |
: |
Küçültmek, küçücük küçücük parçalamak. “Evlerinin önü arpa Guzu yiyor gırpa gırpa Ne yatıyon İnce Hacı’m Gır atını çekiyorlar Adana’nın bazarına” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġırranı |
: |
Kırağı. ”Acı patlıcanı gırraŋı, çalmazımış.” |
ġırrık |
: |
1. Kırık, metres. 2. Eşeği çağırmak için kullanılan bir söz. |
ġırrıklamak |
: |
Zamparalık yapmak. |
ġırrışmag |
: |
Kafa kafaya çarpışmak, koyun ve keçiler gibi tos vurarak çarpışmak. |
ġırşahan bazı |
: |
Güçlü büyük evlat. |
ġırtgırtı |
: |
1. Tırtıl 2. Göçmen, bir çulluk türü. |
ġırtıl |
: |
1. Kırış kırış olmuş; geçimsiz, sinirli kişi. 2. Kesme aracı. |
ġırtışık |
: |
Kırışık. |
ġırtışmak |
: |
1. Kırışmak, kırış buruş olmak. 2. Yaşlılıktan derinin kırışması, sertleşmek. |
gırtlama |
: |
Bademcik hastalığında boğaza dolanan bir bezle çenenin yukarıya çekilmesi. |
ġıs |
: |
Kalabalık sözcüğüyle beraber kullanılarak pekiştirme yapar ve çok kalabalık anlamını verir. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġısa:rak |
: |
Kısa boylu. |
ġısa |
: |
Kısa. “Gadir’in de boyu gısa, Ben gelirim pusa pusa, Etme bunu bibimoğlu, Güçcük senin güzel Musa” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Apandistten Ölen Kadir Demir’in Ağıdı, Ağıdı Yakan: Duran Hacımehmetoğlu) |
ġısa kestek |
: |
Kısa boylu. |
ġısalama |
: |
Kadın iç çamaşırı. |
ġısboğum |
: |
Dara düşürmek, zora getirmek. |
ġısdırgaç |
: |
Çamaşır mandalı. |
ġısdırma |
: |
1. Saç tokası. 2. Kıstırma, uygun bir yerde yakalama. |
ġısga |
: |
Arpacık soğanı. |
ġısgırmaciye |
: |
İyi-kötü seçmeksizin, şansına ne çıkarsa çıksın ayrım yapmadan kabul eden kimse. |
ġısgıykıl |
: |
Derli toplu, düzenli. |
ġısgıykım |
: |
Şık giyimli. |
ġısıgmaġ |
: |
1. Dara düşmek, zorda kalmak. 2. Kaçıp kurtulma yolu kalmamak, sıkışmak. |
ġısıġ, ġısık |
: |
Dar geçitli yer, çukur yer. |
ġısıġ yol |
: |
Dar geçit. |
ġısıġmaġ |
: |
Kaçıp kurtulma yolu kalmamak, sıkışmak. “Boyrazınan garbi yarışa çıkmışlar. Garbi, o depeden ötekine atlayıp hemen yarışı gazanmış. Beklemiş beklemiş ortada boyraz yok. Aradan uzunca bir zaman geçmiş, en sonunda boyraz çıkagelmiş. Garbi, boyraza nerde galdığını sorunca, boyraz “bir innenin deliğine gısıkdım da ondan geç galdım” demiş. Bu teserleme, boyrazın her deliğe, duldaya girdiğini anlatmak için söylenir.” (Kadirli Bekereci Köyünden Herif lakaplı hemşehrimiz, Kaynak: Bekereci Köyü websitesi) |
ġısıġtırmaġ |
: |
Sıkıştırmak, kıstırmak. |
ġısılmak |
: |
Sıkışmak. |
ġısım |
: |
Parça. |
ġısır |
: |
1. Doğurma özelliği olmayan. “Goşuda atın gezdirir Üsdüne dakım düzdürür Gani gönül benim eşim Gapuda gısır yüzdürür” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) 2. Kuzusuz koyun sürüsü. “İnekler gelir sağılır Koyun kuzuya koyulur Kısırlar ayrı yayılır Ucu dönmez sürümüz var” (Kaynak Şahıs: Celil Çınkır, Aşık Hüseyin) 3. Bulgur ve yeşillik karışımı ile yapılan bir yemek. |
ġısır köfdesi |
: |
Bulgurla yapılan bir köfte yemeği. |
ġısır yıktırmak |
: |
Ağıtlarda kullanılan bir kalıptır. Oğlak vermesi gerektiği halde oğlaklamayan keçiyi kestirmek. |
ġısırak |
: |
Doğurmamış dişi at. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġısırtı |
: |
Çok hafif ses, hışırtı. |
ġısıtmak |
: |
Kısılmak, sıkışmak. |
ġıska |
: |
Ekilecek soğan, küçük soğan. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
gıslavet |
: |
Bir kara lastik ayakkabı markası. |
ġıslı olmak |
: |
Yaptığı bir hatadan dolayı sesini çıkartamama durumunda olmak, suçlu durumda olmak ve suçunu da bilmek. |
ġısma |
: |
Azaltma. |
ġısmık |
: |
Cimri, pinti, bonkör olmayan, elisıkı. |
ġısmır |
: |
Cimri. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
ġısmısı |
: |
1. Kısmı. 2. Kimisi. |
ġıssa |
: |
İbret, kıssa. |
ġış |
: |
Kış. ”Allah yazın ayransız, gışın yorgansız goymasıŋ.” |
ġış ekma: |
: |
Kışın yemek için sonbaharda yapılan yufka ekmeği. |
ġışġuzusu, ası ġuzu |
: |
Kış ortasında doğan kuzular. |
ġışla |
: |
Kışla. “Gışla yeri dölek dölek Gannar akar gölek gölek Sarı Mullam savışırkan Düşmannar vermemiş yolak” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Sarı Mulla (Mullacık)’nın Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Celil Dalkıran) |
ġışlağ |
: |
Kışlak, kışın yaşanıla yer. |
ġışlakçı |
: |
Kışın oturan kiracı. |
ġışlamak |
: |
Kışlamak, kışı geçirmek. “Omar, Osman gardaşlarım Getmez buradan, gışlarım Bana da deli diyorlar Deli miyim arkadaşlar?” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Yoncalı Ömer’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Mustafa Göğüs) |
ġışlen |
: |
Kış mevsiminin geçirildiği yer, kışlak. |
ġıt |
: |
Az. ”Isıca:ŋ gıtlı: olmazımış da, so:guŋ gıtlı: olurumuş” |
ġıt sat bilmek |
: |
Yarım hatırlamak. |
ġıtamız |
: |
Kıtamız, askeri birliğimiz. “Şahnalar gıtamız dağlara bağlı Asgerin gönlü de silaya bağlı Nazlı yarimin de gözleri yaslı Ağlama sevdiğim gelirim bir gün” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Askerlik Ağıdı, Kaynak Kişi: Ahmet Aslantaş) |
gıtgırtı |
: |
1. Göçmen bir çulluk türü. 2. Tırtıl. |
gıtmır |
: |
Ters davranan, olumsuzluk gösteren, işe taş koyan anlamında. |
ġıtmir |
: |
Yedi uyurların köpeğinin adı. |
ġıv |
: |
1. Sözlü tahrik. “Benim gözüme girdin!. Yaman bir eşgiya olacâ benziyon!... Höllüoğlu Ağama ne kadar erken yetişirsen o kadar gözüne girersin!... diye seslenerek ona gıv verdi.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) 2. Hücum, saldırı. “Tirşik çorbasını içerdik günde Nice çok gıv ettik Kars’ın bükünde Beylik var derlerdi yiğit kökünde Diline hayranım Çukurova’nın” (Aşık Feymani (Osman Taşkaya)) |
ġıv çekmek |
: |
Özellikle domuz vs. için yapılan sürek avında hayvanı saklandığı ya da yattığı yerden kaldırıp ateş etmek için ava katılanların bağırarak gürültü çıkarması. “Hepbir ağızdan gıv çekmiye başladılar. Yeri göğü inlettiler alimallah.” |
ġıv etmek |
: |
Takip etmek, atı hızlı sürmek. |
ġıv vermek |
: |
Gaza getirmek, kışkırtmak, yüreklendirmek için işaret vermek. |
ġıvgıvı |
: |
1. Akordeon. 2. Aşırı telaşlı bir ortam, karambol. |
ġıvgıvıcı |
: |
1. Karambolcü. 2. Sünnetçi. |
ġıvġıvlamak |
: |
Teşvik etmek, gayretlendirmek, cesaretlendirmek, doldurmak. |
ġıvıgdırmak |
: |
Sıkıştırmak, döğmeye çalışmak. |
ġıvılcımlı |
: |
Kıvırcık. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġıvınıp getmek |
: |
Kaçarcasına gitmek, toz olup gitmek. “Zanapalının adamları gıvınıp getdiler.” |
ġıvınmak |
: |
Kaçarcasına gitmek, toz olup gitmek. |
ġıvır zıvır |
: |
Dikkate alınmayacak kadar küçük şeyler. |
ġıvış |
: |
Koyun, keçi pisliği. |
ġıvışgan |
: |
Böreği yapılan bir tür ot. |
ġıvıştırmak |
: |
1. Açık seçik anlaşılır konuşmamak; gevelemek. 2. Bükmek, buruşturmak. |
ġıvlamak |
: |
Hücum etmek. “Kar geldikçe durmaz dilim çatılar Yel vurdukça şu dağlar da şavılar Osman, Mehmet birbirini gıvılar Göz görmüyor yüce dağlar duman hey” (Afşin’in Ağıtları, Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Arıtaş Ağıtları, Derleyen: Şenay Günel, Kaynak Kişi: Suna Dikici) |
ġıvrak |
: |
1. Kıvrak, çabuk hareketli. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) “Yağlığını gıvrak bağlar Gören gızlar gönül eğler Gardaşı amanat etdim Gardaşımı saklan dağlar” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 2. İş ve söz ustası, maharetli kimse. “Hacıveli’min uşağı Gıvrak bağlıyor guşağı Bu harpden gurtulamazsan Boşa sıkıyon fişeği” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kurşuna Dizilen Eşkıya Hacıveli’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Âşık Ali Ateş) |
ġıvrak yürümek |
: |
Çabuk yürümek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġıvraŋgaşlı |
: |
Dolambaçlı. |
ġıvranmaġ |
: |
Dolanmak. “Gıvranın gemiye binin Atının hamını alın Şimden keri gelmez gayrı Asılın asılın ölün” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
ġıvratmak |
: |
Döndürmek, çevirmek. |
ġıvratmalı |
: |
Burmalı. |
ġıvrılmaġ |
: |
Büzülmek, bükülmek. “Gara perçem gıvrılıyor Ciğerlerim bölünüyor Gadanı alıyım bibim Gafarl’eli görünüyor” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġıvrım ġıvrım |
: |
Kıvrım kıvrım. |
ġıvrıntı |
: |
Kıvrılmış şey yahut yer. |
ġıvrışdırmak |
: |
Kıvırcık hale getirmek. |
ġıvrışıġ |
: |
1. Kırışık, bükülü. 2. Kıvırcık. |
gıvvıklamak |
: |
Teşvik etmek, gayretlendirmek, cesaretlendirmek, doldurmak. |
ġıy döğmek |
: |
Yemin etmek. |
ġıya |
: |
Kıyıya, kenara. “Esendere telleniyor Yeribahçe gülleniyor Uşaklar gıya dökülmüş Gece dünya sallanıyor” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġıyab |
: |
Kişinin yokluk hali, bulunmadığı ortam, yokluğu. |
ġıyabında |
: |
Yokluğunda. |
ġıyam |
: |
Saygılı duruş. |
ġıyamat |
: |
Kıyamet. “Ağcadağ Dırıl dağdan üce Şen olurdu biz gonunca Saykı gıyamat mı goptu? Bizim de gelin ölünce” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġıyamet |
: |
Kıyamet. “Azdı havanın da yüzü Dutmuyor bacıyın dizi Gıyametde göremem mi Fincan gimi ela gözü” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Gebenli Karcı İs-mail (Kahveci)’İn Ağıdı, Kaynak Kişi: İbrahim Gök) |
ġıyaneti |
: |
Bukalemun. |
ġıyas |
: |
Bilezik. |
ġıyatı |
: |
Çekiştirme, yerme. |
gıybet |
: |
Bir kimsenin arkasından konuşma, yüzüne karşı söylediğinbde üzüleceği şeyi arkasından söyleme. Kulak verdim dört köşeyi dinledim Arkam sıra gıybet eden çoğ imiş Çok yaşayıp mihnet ile ölmeden Az yaşayıp devran sürmek yeğ imiş Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.633
Tükendi cünbüşüm yoktur gıybetim Bir yatsıya kaldı benim mühletim Bilemedim ana baba kıymatm Arkamızda karlıca bir dağ imiş Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.634 |
ġıydışlanmak |
: |
Duraklamak, tereddüt etmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ġıygaç, ġıyhac |
: |
1. Üç köşeli kadın başörtüsü. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Evli kadınların bağladığı bir başörtüsü. |
ġıygıdı, ġıygıdı ġıygıt |
: |
Keman. |
ġıyhac |
: |
Başörtüsü önünde alna gelen boncuk. “Gıyhacı da nazar boncuğu gibi duruyordu.” |
ġıyı ġıyına |
: |
Ucu ucuna. |
ġıyık |
: |
1. Çok zayıf. 2. Büyük iğne, çuvaldız, büyük yorgan iğnesi. |
ġıyılgan |
: |
Küçük ağaç parçası, kıymık. |
ġıyılmak |
: |
Çok hasta ve zayıf olmak. |
ġıyım ġıyım |
: |
Az az, durarak. “Halil koyunları eve doğru gönderdi. Ama gelesi yoh. “Ulan varıyım mı, varmıyayım mı?” Gıyım gıyım gelemiyor.” (Aşık Mehmet Demirci, Kaynak: Refiye Okuşluk Şenesen, Adana Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği Geleneği, Altınkoza, Adana 2009) |
ġıyında |
: |
Etrafında, çevresinde, yanında. “Sabaha gadar, goyunların gıyında dolanır, canavarı getirip, goyunları ona yedirmez.” |
ġıyırcaklı |
: |
Pekmez, reçel, bal gibi maddelerin şekerleşmiş hali, kristalleşme hali. |
ġıyırgan |
: |
Küçük taş, taşlı toprak. |
ġıyinda |
: |
Etrafında, kenarında. |
ġıyma |
: |
İnce bulgurla yapılmış yemek, kısır. |
ġıymak |
: |
1. Kesmek, ufak ufak doğramak. 2. Kıymak, acımamak, canını almak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) “Anavarza at oynağı Gana belenmiş gömleği Nasıl gıydın kör olası Dul garının bir değneği” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġıymat |
: |
Kıymet, değer. “Gıymatlı yerlerin adı değişti, (Cezmi Yurtsever, Andırın Tarihi, Adana 2007, S. 187-190, Kazım Temir’in Andırın Destanı isimli Şiiri) |
ġıymatlı |
: |
Değerli. “Aşşâdan gelen atlı Söyleme yaram dertli Gurban ollum hatın kızım Telifonun ne gıymatlı” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Güllü Bibinin Kızına Ağıtı, Derleyen: Bünyamin Gönen) |
ġıymık |
: |
1. Çuldan yapılan çadır, hıymık. 2. Küçük tahta parçaları. |
ġıynaşmak |
: |
İnatlaşmak. |
ġıynışmak |
: |
Sokulmak. “Gıynıştıkça gıynıştı.” |
ġıypdırmak |
: |
Kaydırmak. “Çocûkan baracın suyunda incecik yassı daşları gıypdırarak yarışa gederdik, kim fazla gıypdıracak diye.” |
gıypık |
: |
Küçük parça. |
ġıyrak |
: |
Genellikle akarsuların içlerinde ve kıyılarında oluşmuş betonlarda kullanabilecek kadar incelikte kum. |
gıytık |
: |
Kıymığın büyüğü. |
ġıyyık |
: |
Büyük iğne. |
ġız |
: |
Kız, bayan. “Şerif Hatın: Nerde Memmed’inen Ali? Küsgün m’ola Hasan size? Ölürken çokca yalvarmış Mor belikli gelin gıza” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hasan Ağa’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
ġız ġısmısı |
: |
Kızlar. |
ġız ġurusu |
: |
Evde kalmış kız. “Gız gurusu.” |
ġızak |
: |
Kızak. “Gapımızın önü dutlar Gene depreleşdi dertler Hırıl hırıl gızak çeker Guzumun bindiği atlar” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kaz’a İle Ölen Hacı’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Zülfü Kabalcı) |
ġızaŋ |
: |
Çiftleşme ihtiyacı duyan dişi hayvan. “Mart kedisi mi gızan olmuş.” |
ġızaŋ olmak |
: |
Hayvanların çiftleşmeye hazır olduğu zamanki hali. |
ġızartma |
: |
Kızartma. |
ġızbahan yeri |
: |
Vitrin, oda gibi bölümlerin en çok göze batan yeri. |
ġızdırma |
: |
Sıtma. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ġızdırmak |
: |
Isıtmak. |
ġızey |
: |
Kadınların birbirine bir hitap şekli. “Gızey bana iki dürüm yufka ekmek verir misin” dedi Ayşe eltisine. |
ġızeylim |
: |
Kadınların birbirine bir hitap şekli. “Gızeylim bana iki dürüm yufka ekmek verir misin” dedi Ayşe eltisine. |
ġızgın |
: |
Sıcak. “Yanar ocak tütmez pece Ciyer düşdü gızgın saca Keske ben de ölem idi Yarimin öldüğü gece” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Düğün Günü Ölen Mehmed’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Hatice Öksüz) |
ġızġın getirmek |
: |
|
ġızġındaş |
: |
Bir çeşit oyun. |
ġızıl |
: |
Kızıl. “Gızıl guyu oldu zından Anası da duymuş ünden Gızı yunağa çıkınca Sele döndü gözü gandan” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġızıl eşgi |
: |
Sumak eşkisi. |
ġızıl ikindin |
: |
İkindinin son anları havanın kızardığı güneşin son ışıklarının kaldığı an. |
ġızıl yumruk |
: |
İrinli yara. |
ġızılbacak |
: |
Bir bitki, bir çeşit ot. |
ġızılcık |
: |
Kızılcık. “Gızılcıklar gızarıyor Akan sular duruluyor Körolası Şerif Fakı O da içinde görünüyor” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Sarı Mulla (Mullacık)’nın Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Celil Dalkıran) |
ġızılot |
: |
Ev damı yapmaya yarayan çalı. |
ġızınma |
: |
Ateşin karşısına geçip ısınma. |
ġızınmak |
: |
Ateşin karşısına geçip ısınmak. “Bö:le oturmuşlar mangalda gızınıülarmış.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
gızışmak |
: |
Sinirlenmek. |
gibil gibil, gibiş gibiş |
: |
Gözkapağı ve kirpiklerin sık sık hareket etmesini ifade. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gice |
: |
Gece. “Gice gasabadan haberini aldık Ölü var mı deyi gelene sorduk Bu ne acı haber şaşırdık galdık Ağlar ana ağlar vay guzum deyi” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Bektaslı’da Devrilen Kamyonda Ölenlerin Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Durdu Temiz) |
gi:cek |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; giyecek. |
gici:cik |
: |
Küçücük. |
gicimik |
: |
1. Deride, vücutta kaşıntı, alerjik döküntü. “İt uyuz kendi gicimik” (Halil Atılgan, Murtçu Folkloru, Karaisalı Kaymakamlığı Yayınları, 2002) 2. Alışkanlık. |
gicişmek |
: |
(Vücut, deri) Kaşınmak, gidişmek. |
giç hele giç |
: |
Git hele git. |
gide gide |
: |
1. Sonunda. 2. Yavaş yavaş, aheste aheste. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
gidebilici |
: |
Gidebilecek. |
gideceoltu |
: |
Gidecek zaman. |
gidek |
: |
1. Damların çevresinde olan duvar çıkıntısı. (korkuluk) (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Gidelim. 3. Avlu duvarının üstü. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 4. Saçak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gidem |
: |
Gideyim. Yenile bir sevda geldi serime Koymazlar ki gidem kendi yoluma El uzatman benim gonca gülüme Allı turnam harmandalı döndü mü Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.641 |
giden |
: |
Gidersin. |
gider |
: |
Giden. Dosta doğru gider yollarım olsa Bülbül gibi şakır dillerim olsa Kayık oynatacak göllerim olsa İçi dolu ördek inen kaz inen Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.531 |
gidesiye |
: |
Bir şey geçene kadar. |
gidi |
: |
1. Sevimli, yaramaz, kötü. “Ben gül almam tellerini eğmesin Gidi rakipler de ana değmesin Ak göğsün üstüne gümüş düğmesin Diken dilber beni Mecnun eyledi” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 437 2. Pezevenk, deyyus. 3. Bir ünlem. “Karac’oğlan der hey gidi ustalar Dua eylen geri dönsün hastalar Dünyada ettiğim gizli nesteler Hak katında ayan olsa gerektir” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 613 |
gidi muhannet |
: |
1. Pezevenk. 2. Deyus. 3. İhanet eden. |
gidi rakip |
: |
Sevgiliye gönül veren öbür aşık için kullanılan aşağılayıcı bir söz, alçak adam. “Ala gözlü baharımdır yazımdır Gidi rakib karakışım güzümdür Vilâyet hünkârın seyrân bizimdir Göze yasak olmaz bakar yörürüm” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 516 |
gidi yokluk |
: |
Kötü yokluk. |
gidik |
: |
Fidan dikme işi. |
gidişkin |
: |
Gidince. |
gidişmek |
: |
Kaşınmak. |
gidiyom |
: |
Gidiyorum. Karac’oğlan der ki bire erenler Ben gidiyom mâmur olsun örenler Kavim kardaş konuştuğum arenler Sevindirip çıracığım yak benim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.499 |
gidiyon mu |
: |
Gidiyor musun. Karac’oğlan yâr görmeli Halın hatırın sormalı El kınalı göz sürmeli Gidiyon mu geze gelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.545 |
gij |
: |
Boğayla ineğin çiftleşmesi için boğaya söylenen güdüleyici söz, ünlem. |
gijgirmek |
: |
Üzerine salmak, tahrik etmek. |
gil |
: |
Bir adın sonuna eklenerek ailesini belirtir. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. Osm. İç.) |
gildik |
: |
Bilye. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
gilgil darısı |
: |
Yabani darı. |
gilik |
: |
1. Tarlalarda çitlerin tutturulduğu bir çeşit orman ağacı. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Çekirdek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Tesbi ağacının tohumu. |
gilikli |
: |
Ekşi. |
gillik |
: |
Bir meyve çekirdeği. |
gimi |
: |
Gibi. |
gimimik |
: |
1. İhtiyarlamak. 2. Uyuz. |
gine |
: |
Yine. “Gine geldi gara yazlar Ördeyinen gelir gazlar Gardaş da bakın guru Mehendizler seni gözler” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Gebenli Karcı İs-mail (Kahveci)’İn Ağıdı, Kaynak Kişi: İbrahim Gök) |
giraŋ |
: |
Bulutlu, sisli, kapalı hava. |
giraŋlemek |
: |
Havanın bulutlu, sisli, kapalı olması. |
giraŋli |
: |
Bulutlu, sisli, kapalı hava. |
girdi:ki |
: |
Girdin mi? “Millet girmeye başlayınca, şöyle kalabalığa denk getirerek, renk de vermeden gayet soğukkanlı bir eda ile girerdi veya Halil Ağa’nın dikkatli gözlerine yakalanarak giremezdi. O sen girdi:ki lan diye gürledi mi biri yakalandı demektir.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
gireboğlu |
: |
Arının kovan deliklerini kapamak ve yabancı maddeleri örtmek için salgıladığı mumsu madde. halk hekimliğinde yara bere için kullanılır. |
girebolu |
: |
1. Arı kovanının içine ya da çatlak, delik tenekelere sıvanan siyah mum. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Üzüm salkımı gibi fakat ondan daha küçük, meyvalı bir ağaç. “Vili tel yeğenim vili Vekil girebolu teli Ana ben öldürtme demiş Akkız’a yalvartmış Ali” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
girebudun |
: |
Tirebolu ibrişimi, vili. |
giren |
: |
Havanın bulutlu, sisli ve kapalı olması hali. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç.) |
girenlenmek |
: |
(Hava) Bulutlanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
girenlik |
: |
Fazla eşya, öteberi konulan oda, kiler. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
girenmek |
: |
Aşırı yüklenmek. |
giresi |
: |
Girmeye layık kimse. “Kızlar güzel amma nakış iş ile Boynun donatırlar tel kumaş ile Püsküllü boncuklu yüce baş ile Al yeşil gerdeğe giresi kızlar”
Karac’oğlan gam yükünü götürür Her kötüyü yad ellere getirir Kulağı küpeli oğlan yetirir Babası evine giresi kızlar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.580 |
girgeç |
: |
Girişken, atılgan, sokulgan, becerikli. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.). |
girgel |
: |
Atak, her işi yapmak için uğraşan pısırık olmayan, cana yakın. |
girgil |
: |
Bir tür darı. |
girgin deve |
: |
Kızgın deve. |
girik darı |
: |
Bir tür mısır. |
girin |
: |
Kira, taksit. |
girinci |
: |
1. İki ile yedi yaş arasındaki deve. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Kirada oturan, kiracı. |
girlek |
: |
Sokulgan, becerikli, girgin kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ġişi |
: |
(Kadın için) Koca, eş. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada. Mr.) |
ġişiza:de |
: |
Uyumlu, soylu. |
ġişiye getmek |
: |
Evlenmek. |
ġişiye vermek |
: |
Kocaya vermek, evlendirmek. “Doğmamış Çocuğun Ölüsüne Ağıt: Karatepeli yaylaya göçmüş. Şöyle soğuk suların gürül gürül aktığı bir doğal kaynağın yakınına çadırını kondurmuş (Kaynağın hemen yakınına çadır kondurulmaz. Çünkü hem çadır sahibi rahatsız olur, hem de o kaynaktan faydalanmak isteyenlere engel olunmuş olunur. Bu bir göçerlik töresidir.) Kaynağın hemen yanında kocaman bir abide çınar ağacı varmış. Günler böyle geçip giderken bir dar ikindi vakti, yani kuşların akşam yuvaya dönüş telâşıyla çığlık attığı zamanda, Karatepeli’nin kızı su getirmeye gitmiş. Annesi evde yemek yapmak için kızın gelmesini bekliyormuş ama kız bir türlü gelmiyormuş. Kadıncağız merak etmiş. Kaygılanmış. Pınara kadar gitmiş. Varmış ki ne görsün. Kızı, iki gözü iki çeşme ağlıyor. “Kızım ne oldu, niçin ağlıyorsun?” diye sorunca, kız başlamış anlatmaya: “Anâa, ana… Sabattan ben evlensem. Bir çocuğum olsa. Şu ağaca çıkacak kadar büyüse. Şo daldaki kuş yuvalarının içindeki yumurtaları, yavruları merak etse. Çıkıp bakmak istese. O dallara kadar çıksa. Sonra da düşüp ölse. Ben anasıyım. Nasıl ağlamayım hatın anam” deyince anası: “Heyle [nasıl] de ağlamam hatın gızım. Ben ebesi [ninesi] olurum da ağlamam mı” deyip başlamış ağlamaya. Ana, kız dövüne dövüne ağıt yakarak ağlıyorlarmış. Kız diyormuş ki: Gızın bir gişiye varsa Ondan bir çocuğu olsa Şu ağaçtan düşüp ölse Ebesisin ağlaman mı? Anası kızından geri kalır mı? O da başlamış dörtlükleri düzmeye: Gızım bir gocaya varsa Ondan bir torunum olsa Ağaçlardan düşüp ölse Ebesiyim ağlamam mı? deyip ağlaşırlarken, vaktin geçtiğini fark etmemişler. Vakit akşam olmuş. Adam çadıra gelip de kimseyi bulamayınca meraklanmış. Helkelerin çadırda olmadığını görünce, hanımıyla kızının suya gittiklerini anlamış. Kendisi de “bunlar nerede kaldı. Bu kadar gecikmemeleri gerekirdi” diyerek, kaynağın yolunu tutmuş. Vara vara varmış ki ne görsün. Ana kız birbirlerine sarılmışlar, hüngür hüngür ağlaşıyorlar. Ağıtı biri alıp ötekine veriyor; öteki alıp ona veriyor. Yani biri bırakıp öteki başlıyor. Adamcağız korkmuş. Dağ başı ıssız bir yerde namuslarına dokunan mı oldu diye ürpermiş. “Kız nôldu size? Böyle dövüne dövüne, başınızı bağrınızı yırtıp parçalayarak niye ağlıyonuz?” diye sorunca, kadın başlamış anlatmaya: “Heri:f herif! Kurban olduğum herif! Aha şu vavrumuz böyüdü, kocaman kız oldu. Sabattan gişiye versek, bir çocuğu olsa. Torunumuz, aha bu çınara çıkacak kadar böse. Şu dallardaki guş yuvalarını merak etse. Çınarın tâ tingil depesine [en uç nokta, doruk] çıksa. Oradan ayağı kayıp düşse de ölse. Sen dedesisin ağlaman mı?” deyip söylemeye başlamış: Bizim torunumuz olsa Punarın başına gelse Şu çınardan düşüp ölse Dedesisin ağlaman mı? deyince: “Ben dedesi olurum da ağlamam mı?” diyerek adam da başlamış ağlamaya. Dede de şu dörtlüğü söylemiş: Bir oğlan torunum olsa Gözenin başına gelse Kuş yuvasından düşüp ölse Dedesiyim ağlamam mı? Üçü birden ağlaşarak çadıra varmışlar. Karatepeli çadıra varınca hanımına: Torunum düşüp ölmesin İçimize dert olmasın Bu yurt bize yurt olmasın Yık çadırı göçek gidek demiş. Sabahın olmasını, etrafın aydınlanmasını bile beklemeden, çadırı yıkıp o yurttan kaçmışlar” (Prof. Dr. İsmail Görkem, Anadolu-Türk Ağıtlarının Mizahî Karakteri Hakkında Bir Değerlendirme İsimli Makalesinden) |
gitgel akıllı |
: |
Davranışlarında tutarlılık olmayan. “Gitgel akıllı bence…” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
gitmek |
: |
İyi gelmek, yakışmak. |
gitmeli olmak |
: |
Gidecek olmak. Bir yiğit sıladan gitmeli olsa Acısı yüreğ'nden gitmez sılanın Eğlenip gurbette mekân bağlasa Hayali gözünden gitmez sılanın Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.536 |
gitti ahıra geldi mahana |
: |
İş yapmamak için bahane uydurmak. |
gitticeğin |
: |
Gittiğin. Gitticeğin bir incecik yol muydu Sevdiceğin nergiz miydi gül müydü Yediklerin şeker şerbet bal mıydı Onun için ince düşmüş beliniz Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.650 |
gittiksıra |
: |
Gittikçe, gide gide. |
giy |
: |
Dana ya da boğa güreşi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
gizci |
: |
Mükbürcü, casus, mukbür. |
gizgah |
: |
Gayret, iştah, istek, arzu. |
gizir |
: |
1. Köy bekçisi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Tohum, bider. 3. Tütün tohumu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gizlence |
: |
Bekletilip zamanı gelince (bayramda)giyilen elbise. |
gizzik |
: |
Takılmayı seven, şakacı kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
ġo |
: |
Oraya bırak. |
ġo: |
: |
Dedikodu, gıybet. |
ġo:ş |
: |
Koğuş. |
ġo gaybet |
: |
Aleyhe konuşulan, dedikodu, gıybet. “Ne var ne yok Derendeli Osman!!. Gars’da go gaybet ne var?” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
goank |
: |
Çınar ağacının yapraklarından ve yumrularından uçuşan tozlar. |
ġobmak |
: |
Koşmak. |
ġobuk |
: |
(Boy için) Kısa. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ġoca |
: |
Koca, büyük.“Yaşlı” anlamındadır. Kendisini yaşlanmış hisseden, belli yaşın üstündeki kadınlar eşlerinin adını söylemez onun yerine “goca” kelimesini kullanır. Büyükler, küçük çocuklara sevgi ifadesi olarak “goca” der. “Babasının Adı Goca Ülger deresinden üce Yer sallandı göğler kepdi Eşimi öldü deyince” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġoca herif |
: |
Baba. |
ġocababa |
: |
Babanın babası. |
ġocabaş |
: |
Şeker pancarının patates kısmı. |
ġocacık |
: |
Semerin arkasından çakılan ip bağlanan eğri demir. |
ġocaġarı ġışı |
: |
Nisan ayında yedi gün süren soğuk hava. |
ġocalama geçi |
: |
Yaşlı keçi. |
ġocamag |
: |
Kocamak, yaşlanmak. |
góce |
: |
1. Tavşan yavrusu 2. Pekmez ve unla yapılan bir tür helva. |
ġociye gitmek |
: |
Evlenmek. |
gocu:lak |
: |
İri taneli bir zeytin türü. |
ġocuk |
: |
İçi kürklü kaban, mont. |
gocukmak |
: |
1. İçi bir tuhaf olmak, içi hoplamak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Gücenmek, alınmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Sakınmak, çekinmek, kaçınmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gocunmak |
: |
Alınmak, korkmak, çekinmek, ürkmek. “Gocunarak ak göğsünü açarsın Hançer vurup al kanımı saçarsın Dost beni görünce nedi: kaçarsın? Yoksa işin gücün hiyle mi gözel? (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 113 |
go:curmak |
: |
Özellikle at için koşturmak. |
ġoç |
: |
Koç. “Goç yiyidim olmayınca Yüce dağların kölgesi Ağşam olunca dönüyor Su yavrımın kokuları” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İsmail Salan’In Ağıdı, Kaynak Kişi: Hürü Salan) |
ġoçağadı |
: |
Koçak idi, yiğit idi. “Goçağadı benim yavrım Herkesden aldı methini İrbaham avrattan kötü Sultan’a verin martini” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġoçak |
: |
Koçak, yiğit, cesur. |
ġoçan |
: |
Tapu. |
ġoçaoğlan |
: |
Ayı. |
ġoçmar |
: |
Kertenkele. |
goçmen |
: |
Göçmen. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġoçotu |
: |
Yaylalarda yetişen kokulu bir ot. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
ġodalak |
: |
Kısa ve kalın şey. |
ġodazlanmak |
: |
Horozlanmak. “Godozlanmanın sırası mı şindi.” |
ġoddaz |
: |
Ukala. |
ġoddik |
: |
Ukala, ufak. |
ġoddiş |
: |
Kendini beğenmiş, kurumlu, gözü açık. |
ġoddul |
: |
Kendini beğenmiş, kurumlu, gözü açık. |
ġodduş |
: |
1. Gözü açık, kurnaz. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2.Usta, becerikli. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 3. Görgülü. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
ġodek |
: |
Tek, çiftin karşıtı. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
ġodu |
: |
Koydu. “Babamın da oğlu Hacı Ciğerime godu acı Benim eşim garib idi Kim oldu ona sucu?” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hüseyin Ke Memmet’in Hanımının Ağıdı, Kaynak Kişi: Meryem Tekatlı) |
ġodug |
: |
İkinci kez evlenen kadının yanında götürdüğü önceki kocasından çocukları. |
goduglu |
: |
Çocuklu dul kadın. |
ġodurmak |
: |
Bıraktırmak. |
ġoduş |
: |
Kendini beğenen kimse. |
ġoelmek |
: |
Koyuvermek, serbest bırakmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġof |
: |
Tahrik, kışkırtma, şişirme. |
gofalak |
: |
Gururlu, çalımlı. |
goflamak |
: |
Tahrik etmek, kışkırtmak. “Gofladın ne geçti eline.” |
gogur |
: |
Gururlu. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
gogursu |
: |
Yün, pamuk, tiftik, saç gibi şeylerin yanmasından ileri gelen koku. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
goğanç |
: |
Saç kepeği. |
goğcu |
: |
Dedikoducu, gıybet eden. |
goğel |
: |
Yeşilbaş, yaban ördeği. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
goğen |
: |
Otlaklarda olan ve pis hayvanlara konan mavimsi başlı bir çeşit sinek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
goğer |
: |
Tohum, tohumluk soğan. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
goğerçin |
: |
Güvercin. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
goğeşşak |
: |
Boz renkte, leyleğe benzeyen bir su kuşu. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
goğnüm |
: |
Gönlüm. “Gardaş başımda dolanır Gene de goğnüm bulanır Daha dünden burada idi Öldüğüne el m’inanır” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
goğpakla |
: |
Bezelye. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
goğsuk |
: |
Duvar deliği. |
ġoğşak |
: |
Biraz açık, aralık, aralıklı. |
ġoğşak bırakmak |
: |
Aralık bırakmak. “Kapıyı goğşak bırak.” |
ġoğşak kalmak |
: |
Aralık kalmak. |
ġoğuşmak |
: |
İneğin çiftleşmesi. |
ġohar |
: |
Kokar. |
ġo:k |
: |
Ağaç oyuğu, kovuk. |
gok gudük |
: |
Mavi renkli, ufak kuyruklu, kayalarda yaşayan bir çeşit kuş. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
gok kayrak |
: |
Tabaka halinde ayrılan ve ufalanan, yeşilimsi gri, yumuşak bir kaya cinsi, şist. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
ġoku |
: |
Koku. “Gurban olam emmioğlu Gokular dökdüm saçına Kıyamaz emmisi gızına Çorap giydiririm gıçına” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Veremden Ölen Hüseyin’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Hodul Emine (Gök-Aslan)) |
ġokulaşma |
: |
Koklaşma. |
ġol |
: |
1. Kol. “Görünüyor bizim eller Bu sene açmasın güller Gonuşsana sürmelim oy Yeni de golum gırıldı” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) 2. Taraf. “Sivas Adana yoluna Gider Gayseri goluna Acem şalı guşanırdı Yakışır ince beline” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hastalıktan Ölen Mahmut (Havıs) Efendi’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
ġol atmak |
: |
Bitkinin yeni fide vermesi, uzaması. |
ġol yanılması |
: |
Dokumada çarklar arasındaki oranın tutturulmamasından kaynaklanan hatalı dokuma bez. |
ġo:lamak / kovalamak |
: |
Kovalamak. “Kerbela’nın yazıları Ceren gôlar tazıları Kerbela”da şehit düşmüş Fadıma ana guzuları” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kerbela’da Şehit Edilen Hz Hüseyin’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Eşe Baraklı) |
ġolan |
: |
1. Semer kayışı. 2. Kıldan yapılmış halat, semer bağı, enli halat. |
ġolancı |
: |
Kolancı, kolan dokuyan kişi. “Atın semerinin golanı iyicene eskimişti. Maraş’da Bezzazistan’da Semerciler Çarşısında Çuhadar Ehmet’in gonşusu vardı golan dokuyan. Golancı Bekir derlerdi namına. Maraş’a gelmişken Golancı Bekir’den golan alayım diye düşündü” |
ġolanya |
: |
Kolonya. “Olur İsmâl emmi. Şeker Bayramı için misafirlere ikram etmek için limon golanyası da alırım, akide şekeri de.” |
ġolasar |
: |
Testere. Golasār dėrdi bubam ırahmatlı. |
ġolastar |
: |
Büyük testere. |
ġolay |
: |
Kolay. “Bacısının adı hürü Yaylasına dönmüş geri Memmed golay can verir mi? Günler sonra vermiş canı” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġolcak, ġolçak |
: |
Gömleğin üzerine giyilen kolluk. “Ak golcak giyer goluna Ne güzel sağardı goyun Yarın bana gelincaz O zaman oynarım oyun” (Emir Kalkan, Kayseri Yöresi ve Ağıtları, S. 178) |
ġolcu |
: |
Bekçi, korucu. |
ġorele |
: |
Kolera. |
ġólevez |
: |
Kerevizgillerden kök bir sebze. Ġóleveze göre filloz dahaçabuk pişiverir. |
ġoley |
: |
Kolay. “Üç dört arkadaş bir oluyorlar, varıyerler. Böğle böğle diyerler. Gızın babası diyor - Ondan goley ne var, gedsin isterse haftalarca dursun- diyor.” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġolgıç |
: |
Birnini kollarından ve ayaklarından tutup taşıma. “Golgıç etmeselerimiş durumu daha iyi olacakmış.” |
ġollamak |
: |
Kollamak, korumak. “Amanın gız oda yüce Yatmağa gorkarım gece Bu adam gul incitmezdi İncitmesin yuyan hoca” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Topuz Abdi’nin Ağıdı, Derleyen: İsmail Cem Ölmez, Kaynak Kişi: Fatma Demir) |
gollik |
: |
Küçük boylu. |
ġollu |
: |
Sepet. |
ġoltuk |
: |
Koltuk. ”Bir goltukda iki garpız getmez. |
ġoltuk çıkmak |
: |
Destek vermek, desteklemek. |
ġoltuk vermek |
: |
Doldurmak, dolduruşa getirmek. |
ġom |
: |
Azar, kötü söz. |
ġoma |
: |
Yakala. |
ġoma ha |
: |
Yakala, tut ha. |
ġomak |
: |
Terketmek, koymak, bırakmak. “Gurban olam gayınlarım Yiğidimi goman burada Bibim oğlu gayıt çekme Ben de varım ardın sıra” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Hanımından Kocasına Ağıt, Derleyen: Nimet Gezer) |
ġo:mak |
: |
Kovmak. |
ġomazsan |
: |
Koymazsan. |
ġomek |
: |
1. Bataklık alan. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. İçine çeken kum batağı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġomelenmek |
: |
Gömmek. |
gomgo:k |
: |
Çok grileşmek. |
ġomidin |
: |
Etajer. |
ġomilist, gomlist |
: |
Komünist. |
ġomiyesin |
: |
Bırakmayasın, hadi bakalım. |
ġompil, gompil |
: |
Patates. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġompile |
: |
Hepsi, tamamı. |
ġomrenmek |
: |
Kendi kendine sızlanıp yakınmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
ġomşı |
: |
Komşu. “Ganadı bağlı lek geydirdim Çifte davıllar dövdürdüm Gınamayın gomşılarım Gademsiz gelin indirdim” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Vururlan Damadın Ağıdı (Halbur Ağıdı), Kaynak Kişi: Safiye Temiz) |
ġomşu |
: |
Komşu. “Duydunuz mu gomşularım Dağ dibinden devrildi Vezir babamı duyuncak Bütün ahâli savrıldı” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Yaycıoğlu Ali Ağa’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Mahire Yaycıoğlu) |
ġomuş gitmiş |
: |
Terketmiş. “Gomuş gitmiş.” |
ġomutan |
: |
Komutan. “İlvan’a habar gönderdim Gomutanlar göndermiyor Evin barkın öyle galdı Yenice bildim öldü’ünü” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hatice Çalışkan (Anaya Ağıt)’In Ağıdı, Kaynak Kişi: Halime Doğan) |
ġoŋ |
: |
Koyunuz, bırakınız. “Yüksek babamın çardâ Doldurun da gon bardâ Bir babamdan ne çıkacak Tekrarı deyin bir dâ” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hüseyin Ağa’nın Ağıdı (Halbur Ağıdı), Kaynak Kişi: Adil Gök) |
ġonak |
: |
1. Başta olan kepek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. İri, sarımsı kepek. 3. Büyük ev, konak. “Şu görünen yüksek gonak Penceresi benek benek Gösderin ağanın evini Doğru odasına inek” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġoŋalga |
: |
1. Dinlenecek yer, kamp yeri, mola yeri. “Datlı olur yaylaların havası İssiz galmaz yiğitlerin yuvası Esas gonalgamız Söğüt Ovası Bunu da böğlece bil Hös’gün Ağa” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 2. Han. 3. Yayla evi. “Hurman üstü gonalgamız Nasip olup gonamadım Ağa babam ocağına Sallanıp da inemedim” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, İmam’ın Ağıtı, Derleyen: Hüseyin Şahin, Kaynak Kişi: Dudu Kalender) |
ġona:na |
: |
Konağına. “Patos geldi salâna Gan bulasmıs bilene Ne yatıyon vezir emmim Vali indi gonâna” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Zilfaroğlu Hacı Bey’in Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Belkıse Gök (Ballı Hatın)) |
ġonca |
: |
Açılmamış, açılmak üzere olan gül. Karacoğlan tam 44 kez kullanmış bu sözcüğü şiirlerinde. Karac’oğlan dost bağına varmalı El uzatıp gonca gülün dermeli Muhtaçlara bir şeftali vermeli Cömertlikten kesilmesin eliniz Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.651 |
ġoncalıs, ġoncalas |
: |
Canavar, ne menem bir şey olduğu bilinmeyen hayalet yaratık, cin. Loğusa kadının gözüne görünen yaratık. “Süslü Hasan Abdalların irilerindendir. Kadirli, Kozan, Feke, Saimbeyli, Tufanbeyli, İmamoğlu, Aladağ yörelerinde tanınan çok ünlü bir davulcu ve zurnacıdır. Süslü Hasan uzun hastalıklar çektikten sonra bir gün ölür. Süslü Hasan iki evlidir. Öldüğünde beş hanımından geriye iki tane hanımı kalmıştır. Hanımlardan birinin adı Goca Anşa, birinin adı da Topuz Eşe’dir. Goca Anşa ve Topuz Eşe, Süslü Hasan’ın ölüsünün biri baş ucuna biri de ayak ucuna oturur. Hanımlar Süslü Hasan’ın soykalarını alarak çadırda karşılıklı başlarlar ağıt yakmaya. Küçük hanımı Goca Anşa cenazenin başında alır ve büyük hanım Eşe’ye şöyle söylemeye başlar: “Goca Anşa: Kele Eşe, kele Eşe Süslü Hasan ölmüş taman Davuluyunan zurnası Hep asılı kalmış taman
Topuz Eşe: Öldüyüse uğur ola Varsın gitsin güle güle Genç ömrünü heder etti Boz gasnağı çala çala
Goca Anşa: Hasan edem zurna çalar Soluk yetmez soluğuna Ezrêl girmiş diyollar Düdüğünün deliğine
Topuz Eşe: Melekler türbe yapsın Cennet Allah’ın katına Edem hacetsiz getmesin Davıl asın tabutuna
Goca Anşa: Eşimin avradı beşti Öldü uykuya döleşti Hörtük Osman yıkamazdı Pehlivendi çok güleşti”
“Sanki öbür tarafta da davul çalacak. Bu arada akşam karanlığı basıyor, hava yağmurlu, şimşek çakıyor gök gürlüyor. Yağmur yağınca çadırların içine sel suları girmeye başlıyor. Abdallar bu havaları hiç sevmezler, onları korkutmak istersen “yağmur” de “goncalıs” de. Abdallar iki şeyden çok korkarlar; biri karanlık, biri de “Goncalıs” yani cinden korkarlar. Şimşek çaktıkça toplanan Abdallar yalvarıyorlarmış. Gurban olduğum Irabbım. Sabah olaydı gün ışısın da Güneş doğmasa doğmayaydı. Şimşek çaktıkça da şavkıt diyorlarmış.” “Goca Anşa: Güneş doğmazsa doğmasın Ona da etmem mudara Kabir karanlık diyollar Yahar da gorum idara
Topuz Eşe: Ölük Süslü Hasan ölük Beri hay davulun ir oluk Dağda kipri komadı Çobanlarda bulmuş delik
Goca Anşa: Ağca sazlık biçim ister Yaylalar göçüm ister Soğuk sular içim ister Ne yatıyon süslü Hasan Dokuz çocuk geçim ister” (Kaynak kişi: Âşık İmamî, Erman Artun, Seyirlik Köy Oyunları ve Anonim Halk Edebiyatı Araştırmaları, Kitabevi, İstanbul 2008) |
ġoncalos. ġoncalıs, ġoncalis |
: |
Canavar, ayının büyüğü, gulyabaninin küçüğü, hayalet yaratık. “Alaca işliğin bezi tırlıktan Goncalostan korkan düşer erlikten Kurnazlara derler gelme körlükten Diline hayranım Çukurova’nın” (Aşık Feymani (Osman Taşkaya)) |
ġoncoloz/s |
: |
1. Hayalet. 2. Canavar, ayının büyüğü, gulyabaninin küçüğü, hayalet. “Bizi goncoloz çâriü, duyiü müsü:z demiş.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
ġonç |
: |
Ayağa giyilen şeylerin kemik üzerinde kalan kısmı. |
ġondalag |
: |
Tipsiz. “Gocayı gocayı gondalağı çıkmış.” |
ġonduramamak |
: |
Bir davranışı birisine yakıştıramamak. “Bu tavrı ona heç mi heç gonduramadım. İsterse gücensin bana.” |
ġondurmak |
: |
Abartmak. |
ġonen etmek |
: |
Ekilecek toprağın sulandırılması. |
ġonenini almak |
: |
(Toprak) Su ile yumuşayarak kabarmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
ġoŋgulu go:k |
: |
Boş, kovuk. |
ġongurdak |
: |
Sümüklüböcek kabuğu. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gonguref |
: |
Gramafon. |
ġonma |
: |
Konaklama. “Benim gızım güle benzer Saçı sırma tele benzer Varın yoklan Ağmezer’i Türkmen gonmıs ele benzer” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Ömer Ağanın Kızı Hayriye Hanım’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
ġonmak |
: |
Konmak. “Yanarım gardaş yanarım, Geder de geri dönerim, Tez gel babamoğlu tez gel, Sensiz yurda mı gonarım.” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hastalıktan Ölen Abdil Ağa’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
ġoŋsu ġonum |
: |
Konu komşu. |
ġoŋşu |
: |
Komşu. “Cöbünde gurşun galemi Yakdı kül etdi âlemi Memmedin mektubu gelmiş Gonşulara var selamı” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993)
“Evvelden yoğudu hırı, goŋşuluğa değdi şerri.” “Gonşuya değen un çuvalına değerimiş.” Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
ġontancan |
: |
Kontenjan. |
ġonturol |
: |
Kontrol. |
ġonu ġomşu |
: |
Komşular. |
ġoŋur |
: |
1. Kızıl kahverengi. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Siyah, kalın kabuklu, bol sulu bir üzüm. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. Boz renk. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 4. Sarı renk. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 5. Koyu kahverengi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ad.) 6. Boynuz dipleri, yüzü, bel çizgisi, gerdanı sarıya yakın, diğer yerleri siyah sığır. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 7. Kendini büyük gören, kibirli. “Süleyman Kahya, sapanlı safları dolaşıyor, bir meydan savaşı kazanmış komutan gibi gonur. Geldiler gördüler, geldiler gördüler diyor başka bir şey demiyordu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
ġoŋurlandırmak, koŋurlandırmak |
: |
Kendini büyük görmesine yol açmak, böbürlendirmek, büyüklendirmek, kurumlandırmak. “Koca cerrahın on beş gün köyde kalması Gökderelileri gonurlandırıyordu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
ġoŋurlanmak |
: |
Böbürlenmek, büyüklenmek, kurumlanmak, kimseyi beğenmemek. “Arkalısın diye ne gonurlanırsın?” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
ġoŋurlu |
: |
Kibirli ve soğuk davranan kimse. |
ġoŋursu |
: |
Yün, pamuk, saç, tiftik gibi şeylerin yanmasından ileri gelen koku. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
ġonuşaklı |
: |
Konuşkan. “Gonuşaklı insanı severim. Heç olmazsa içten bazallıglı olmazlar.” |
ġonuşduraca:n |
: |
Konuşturacaksın. |
ġonuşmak |
: |
1. Konuşmak. “Görünüyor bizim eller Bu sene açmasın güller Gonuşsana sürmelim oy Yeni de golum gırıldı” (Koca’ya Ağıt’tan) 2. Danışmak. “Gelin bacım gonuşalım Küstünüzse barışalım Elin öpüp sevişelim Anam yolcu bacılarım” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 3. Konuşarak teskin etmek. |
ġonuşmuşluk |
: |
Tanışıklık. |
ġonuşuk |
: |
İstişare. |
goŋül |
: |
Gönül. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
go:culuk |
: |
Dedikoduculuk. |
ġo: etmek |
: |
Dedi kodu etmek. |
ġo:k vidi vidi |
: |
Deve yavrusunu çağırma ünlemi. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġo:rtmak, go:rtmak |
: |
Bırakmak. |
ġop |
: |
Koş. |
gop etmek |
: |
Hop diye çıkmak. |
ġopa ġopa |
: |
Koşa koşa. “Evimizin önü depe Ben de geldim gopa gopa Teneşire çıkarmışlar Gulac’ğında altın küpe” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġopil |
: |
1. Yeterince gelişememiş küçük kalmış. 2. (Köpek) Eniğin biraz büyüğü, tavşan köpeği. |
ġopmag, ġopmak |
: |
1. Koşmak. “Ağcadağ Dırıl dağdan üce Şen olurdu biz gonunca Saykı gıyamat mı goptu? Bizim de gelin ölünce” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 2. Koşmak. “Evimizin önü depe Ben de geldim gopa gopa Teneşire çıkartmışlar Gulağında altın küpe” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Gebenli Fatma’nın Ağıdı, Ağıdı Yakan: Döne Höbek) |
ġopug |
: |
Kopmuş, serseri insan. |
ġopuşmag |
: |
Koşuşmak. |
ġor |
: |
1. Kerpiç sırası, sıra, duvardaki yükseltiyi belirten sıralama. 2. Kor, ateş. “On bir Kasım geldi ganadı yaram Yanıyor içimde gorun Hüseyin O günden bu güne gara bağladım Dutuyor yasını yarin Hüseyin” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Elektrik Direğinden Düşen Hüseyin Topal’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Sıddık Doğan (Kara Müftü)) |
ġora |
: |
Anahtar. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
ġoraf |
: |
Topluluk. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġoraf goraf |
: |
Bölük bölük, sürü sürü. |
ġoramaz |
: |
Sarı çiçekleri olan şifalı bir dağ otu. |
ġorcak |
: |
Ateşli kül. |
ġord |
: |
Kordon. “Saatinin gordu gümüş Dakılmış dallarda galmış Arkadaşım Abdıraman Hayıfımı alsın demiş” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġordun |
: |
Kordon. “Araba gelir Mardin’den Yavrılar ağlar ardından Bak goluna Hasan’ım Sehetin düşmüş gordundan” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Trafik Kazasında Ölen Hasan’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Fatma Temiz) |
goreş |
: |
Güreş. |
ġorgmak |
: |
Korkmak. “Atının da başın çeker Bir soluk da bele çıkar Buna Körün oğlu derler Dünya alem ondan gorkar” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008)
“Köpekli bir eve varırkan, köpek ısırsa da ısırmasa da: “Gorkma, gorkma bişet yapmaz” dememiz incilerimizin başında gelenlerindendi.” (Kadirli Bekereci Köyünden Ekrem, Kaynak: www.bekerecikoyu.com.) |
ġorhag |
: |
Korkak. |
ġorhalamak |
: |
Korkar gibi olmak, çekinmeye başlamak. “Gorhalamaya heç gerek yok mezerligden geçerkene.” |
ġorḫmak |
: |
Korkmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġorhu |
: |
Korku. “Torbanın içi para dolu. Gelen veri:. Yahu, bir asgeri: müfreze gelir di: heç gorhu yog.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
ġorkak |
: |
Korkak. “Gocası gelini öğer Gaynanam evinden govar Ne yatıyon gorkak oğlan Ganyana gelinin döver” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġorlan |
: |
Kor ile, ateşle. “Ergen Hamdi’m gorlan attı Odanın direği kepti Emmiler de toplanışın Zannettim kıyamet koptu” (Nakleden: Fadime Üzümcü, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
ġorlar |
: |
Koyarlar. |
ġorna |
: |
1. Çeşme. 2. Korna, araba düdüğü. |
ġorsan |
: |
Güya. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġort gort dolanmak |
: |
“Küçük dağları ben yarattım” dercesine bir tavır içine girmek. “Adam gibi de, tıpkı bir adammış gibi de gort gort dolanıyor köyün içinde.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
ġoru |
: |
Koruluk, orman. |
ġoru ġomşu |
: |
Komşular. |
ġorug, ġoruk |
: |
1. Üzümün yetmemiş hali ekşi tatlı bağımızın goruğu gibi. 2. Koyarız. “Kiskibar, tertemiz, gazannarı yuruk, sularını gorug, garerince tertemiz.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
ġorum |
: |
Koyarım. “Nere gedik bizim Aniş? Çıkmadı atın başına Bacı bir yadigârın ver Ölürken gorum döşüme” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Aniş’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
ġorumag |
: |
1. Savunmak. 2. Parasal açıdan kurtarmak, kar bırakmak. |
ġo:ruverişin |
: |
Bırakıverince. |
ġos |
: |
Ağır, kırıcı. “Karlık’dan göçü çekilir Davarı suya dökülür Çoban benim emmimoğlu Goyunu gosdan sıkılır” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kes Mehmet’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Bakacak) |
ġos gimi |
: |
Söz, ağır söz. |
ġos gos etmek |
: |
Şişinerek gezinmek, yaptığı bir işten dolayı gereğinden fazla böbürlenmek. |
ġosa |
: |
Ot veya ekin biçmeye yarayan tırpan. Kosa da kullanılır. “Ekine gidiyor gosa elinde, azığı belinde, bir de Karac’oğlan türküsü dilinde.” |
ġosak |
: |
Topraga açılmış, oyuk, kovuk, hayvan ini. |
ġosdak |
: |
Çalımlı, kibirli. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġosga |
: |
Gösterişli, kendini beğenmiş, havalı. “Gardaşım binmiş atına Başkente getmiş gezmiye Gosga gezer babamoğlu Giyer körüklü çizmiye” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kalpten Ölen Kenan Kurtbeyoğlu’nun Ağıdı, Kaynak Ki-şi: Sariye Gök) |
gosgoğuk |
: |
Çok koğuk. |
ġosguç |
: |
Otuz, kırk santim uzunluğunda, beş altı santim çapında, yuvarlak ve uzu sivri değnek parçası, kazık. Çocuklar kökücü hızla toprağa batırarak bir tür oyun oynarlar. Batan kökücü kendi kökücüyle deviren çocuk, devirdiği kökücü alır. Oyun bu biçimde sürer gider. Çocukların bir çoğunun günümüzde adından bile haberdar olmadığı bir tür çocuk oyunu. “İnek besleyenlerin evlerinin yakınlarında “mayıs” yığınları olurdu. Çocuklar yığınların hemen yanındaki dama çıkar çıkar atlardı. Eğer mevsimi gelmişse , yani mık oynanamıyorsa, cıvıklığı iyice geçen mayısın üzerinde yirmi-otuz santim boyunda ve iki-üç santim çapında sert yapılı ağaçların bir tarafı kazık gibi sivriltilerek yapılan kazıklarla gosguç oynanırdı.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ġoska |
: |
Gösterişli, kendini beğenmiş, havalı, fiyakalı. |
ġostak |
: |
Oturaklı, ağırbaşlı, kendini beğenen. |
ġostaklanmak |
: |
Kostaklanmak, büyüklenmek. |
goş |
: |
İki el yan yana getirilerek yapılan avuç dolusu miktarına denir. |
ġoşa |
: |
Çift, tek olmayan. |
ġo:şak |
: |
İki şey arasındaki aralık. |
ġo:şak koymak |
: |
Aralık bırakmak, boşluk vermek. |
ġoşana |
: |
Tencere. |
ġoşanate: |
: |
Koşana kadar. |
ġoşatlamak |
: |
1. Şart koşmak. 2. Birden fazla ipi birlikte sararak yumak yapmak. |
ġoşġurt |
: |
Yer elmasına benzeyen bir bitki. |
ġoşlamak |
: |
Kilim dokurken iki veya daha fazla ipliği bir araya getirip bükmek. |
ġoşmak |
: |
Koşmak. “Gara gader ata binmiş goşuyor İçerimde yaralarım düşüyor Asık Mehmet her zahmete goşuyor Tükenmez ömrümü tükeddin gader” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hastalanıp Ölen Abo Mehmet’in Kızının Ağıdı, Ağıdı Yakan: Bayram Tüten) |
ġoşmar |
: |
Kertenkele. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġoşmim ġoşmim |
: |
Avuç içi veya avuç avuç. |
ġoşum |
: |
Özellikle develerin boynuna takılan çeşitli boncuklardan ve küçük çanlardan oluşan süs. “Harmancık’da tütün tüter Çıngırdaklı goşum öter Derd eyleme ağ bebeğim Benim derdim bana yeter” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
gotik |
: |
Kısa boylu. |
ġouk |
: |
Oyuk. |
ġo:ş |
: |
Koğuş. |
ġo:şak |
: |
Kuru meşe ağacı. |
ġouş |
: |
Koğuş. “Tesbeyini bana verin O da Halil’in düzmesi Hasdanada can verirken Gouşda galmış cizmesi” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Asker Halil’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Mustafa Balıkçı) |
ġov |
: |
Gıybet, dedikodu. |
ġovġovlamak |
: |
Dedikodu yapmak. |
ġovalamak |
: |
Kovalamak. “Atını govarken yıkılmış Düşman pusuya çekilmiş İzinsiz harbe dıkılmış Müsade almıya geldim” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kadirli (Kars)’de Vurulan Mehmet’in Ağıdı, Kaynak Kişi: İbrahim Gök) |
ġovalmak |
: |
Oyuk haline gelmek. |
ġovan |
: |
Kovan. |
ġovar |
: |
Bırak. |
ġovcu |
: |
Dedikoducu. |
ġovermek |
: |
Bırakmak. |
govhaz |
: |
Aralık, yarım. Gazanı govhaz goy ki yemek caşmasın. |
ġovlamak |
: |
Kovalamak. |
ġovmak |
: |
Kovmak. “Atı govarken yıkılmış Duşman pusuya çekilmiş İzinsizharbe dıkılmış Müsaade almıya geldim” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġovug, ġovuk |
: |
Oyuk. “Kesmenin govuğuna hûûu diye seslensen kırk tane gurd birden dökülür.” |
ġovuş |
: |
Koğuş. “Adana’ya vardı idim Var guzumun govuşları Acep bana gösterir mi? Başındaki çavuşları” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Şehit Celal’in Ağıtı, Derleyen: Ferhat Kuzu, Kaynak Kişi: Talip Böke) |
ġoyaca:ŋız |
: |
Koyacaksınız. |
ġoyak, ġoyag |
: |
1. Üç tarafı yüksek tepe ile çevrili küçük düzlük. 2. İki derenin birleştiği yer. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. İki dağ ya da tepe arasında kalan çukur yer ya da dere boyu, koyak, vadi. “Merdiveni seksen ayak Seksenine versem dayak Peygamber benizli yavrum Guru yere nasıl goyak” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Çokaklı Ahmet Paşa’nın Oğlu Duran’ın Ağıdı, Ağıtı Yakan: Rabia Duman) |
ġoyaḳ ġoyaḳ obaŋ olsun |
: |
Sevilen birine çoğalsın türesin anlamında kullanılan bir deyim. |
ġoyan |
: |
Bırakan, terk eden. |
ġoygun |
: |
Çok güzel, çok hoş, en iyisi. “Hemi Yusuf hemi Kenan Durur mu ciğeri yanan Ben Ehmed’in bacısıyım Yurdun goygununa gonan” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġoygun ötmek |
: |
İnsanın duygularına hitap edici, dokunaklı şekilde ses vermek. |
ġoyi:lermiş |
: |
Koyuyorlarmış. “Hemi dedim, kiskibar dedim, yü:ye arıda dedim. Piriç gırı: goyiilermiş, bilmem ney goyi:lermiş içine, yog yog ben eliminen yaparım.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
ġoymak |
: |
Koymak. “Evinde ceket dakılı Annında gara kekili Memmed burdan goyup getdi Kimler etdi vekili” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kız Kaçırma Olayında Vurulan Sülü Memmed’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Hatice Çerçi) |
goynek |
: |
Gömlek. |
ġoynu dolu ġucağı boş |
: |
Evli ama çocuğu yok. "Goynun dolu gucağın boş olsun" şeklinde bedduâ anlamında da kullanılır. |
ġoyrulmak |
: |
Serbest bırakılmak. |
ġoyrulu |
: |
Koyrulmuş, bırakılmış. “Atı tavlıda goyrulu Beyni havlıya savrulu Bu görüşüm son ayrılık Bergüzar almaya geldim” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kadirli (Kars)’de Vurulan Mehmet’in Ağıdı, Kaynak Kişi: İbrahim Gök) |
ġoyruluk |
: |
Bırakılmış, serbest bırakılmış. Koyverilmek, bırak(ıl)mak. Yöre ağzında “-uk,-ık...” ; “-miş” eki yerine kullanılmaktadır. “Atı tavladan goyruluk Beyni havaya savrılık Bu görüşüm son ayrılık Müsaade almıya geldim Verin ipek mendilimi Ganını silmeye geldim” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġoytarmak |
: |
Karıştırmak. |
ġoyu |
: |
Çok katı kıvamda olma hali. “O goyuları âşamdan goyarım. Dibine oturur onun gumu gubarı:.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
ġoyulmag |
: |
Kolları sıvayarak bir işe başlamak. |
ġoyun |
: |
1. Elbisenin iç kısmı, göğüsten koltuk altına kadar olan bölge. 2. Koyun. “Gene geldi bahar yazlar Gardaşın goyunu guzlar Bu yatan da neniz olur Gıran dıkılası gızlar” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Beyin Kanamasından Ölen İsmail’in Ağıdı, Ağıdı Yakan: Elif Dalkıran (Foter Elif)) |
ġoyun garışdı guzuya |
: |
Ağıtlarda kullanılan bir kalıptır. Ne yaptığını bilemez olmak, her şeyi unutmak, işlerin alt üst olması lamlarında kullanılan bir deyimdir. |
ġoyuncebi |
: |
Ceketin iç cebi. |
ġoyununan |
: |
Koyunla. “Bir varmış bir yokmuş. Bir goyununan, Tüm Tüm Tümencik adında bir guzusu varmış” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Yukarı Çukurova Masallarında Motif Ve Tip Araştırması) |
ġoyurmak |
: |
Bırakmak, göndermek. “Habba potuk doğurdu. Godalı’ya goyurdu. Nasıl ana babası:z siz; Bakamıyorsanız niye bu kadar çocuk yapıyorsunuz? Böyle çocuk yetiştireceğinize gidin hamam kapısında kil satı:ın, gibi ağzına gelen fırçayı atardı.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ġoyuruverişin |
: |
Bırakınca. |
ġoyuruvermeġ |
: |
Bırakmak. |
ġoyvermek |
: |
Bırakmak. |
ġoz |
: |
Ceviz. Bölgemizden bir fıkra: DOKUZ GOZ Eskiden dul bir kadın varmış. Bu kadının ağzında hiç diş yokmuş. Kadın evlenmek istiyormuş. Çocukları da: “Bu yaşta, evlenip de ne yapacak?” diye aldırış etmiyorlarmış. Kadın çocuklarına sürekli: “Beni evlendirin.” dermiş. Çocukları da annelerine on tane ceviz vermişler. Eskiden cevize goz derlermiş. “Anne bu on cevizi damağınla kırarsan seni evlendireceğiz.” demişler. Kadın o heyecanla birini ağzına almış. Fakat, diş olmayınca kıramamış. Çocukları: “Anne gozları kırdın mı? Seni evlendirelim mi?” demişler. Yavrum: “şu gozu da kırarsam dokuz goz‟um kalacak.” demiş. Daha biri ağzının içindeymiş. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s.78) |
ġoz olur da kovuksuz olur mu |
: |
Herkeste, her işte, her zaman hatalar olabilir anlamında. Hiç bir şey mükemmel olamayabilir. “Goz olur da kovuksuz olur mu?” |
ġoza |
: |
Pamuk bitkisine verilen ad. “Anavarza önü goza Ben d’ağlarım geze geze Gelir m’ola benim oğlum Al atınan toza toza” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
Ġozan |
: |
Kozan. “Mazbut Gozan’ın yapısı Kıbleye doğru kapısı Daha yataktan çıkmamış Nazlı Döndü’mün kokusu” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġozlak |
: |
Çalıya benzer yabani bir ağaç. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ġozu çatal görmezse daş atmaz |
: |
İnsanlar genel olarak bir iş yaparlarken bolkazanç elde etmeyiumarlar. Az kazanç getirecek işe girişmezler. “Duran efendi’yi eyi bilirim. Gozu çatal görmezse daş atmaz.” |
ġozzak |
: |
Çam kozalağı. |
gö:nmeg |
: |
Gövünmek, sıcaktan yanacak olmak. |
gö:nü akmak |
: |
Sevmek, aşık olmak. |
Gö:sün |
: |
Göksun ilçesi. |
gö |
: |
Ham, mavi. |
göba:naçir |
: |
Göbeğine kadar. “Göbânaçir yağmış garı, gepir güpür depeliye depeliye evlerinin yolunu tutar.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
göbedek |
: |
Lohusa ziyaretine gidildiğinde ikram edilen yiyecekler. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
göbeği düşmek |
: |
Zorlanmak, kadınlarda rahim düşüklüğü. |
göbeğini sen mi kestin |
: |
Büyüklerine karşı haddini bilmeden ve senli benli konuşan onlara emmi, dayı yerine ismiyle hitap eden yaşça küçükler için söylenen bir söz. “Göbeğini sen mi kestin?” |
göbek |
: |
1. Nesil, kuşak. 2. Üzerinde suların durabileceği yerlere göbek denilir. “Leyleklerin ilk durağıydı göbekler.” 3. Henüz harmana konulmamış demet yığını, öbek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
göbel |
: |
1. Yaramaz çocuk. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Oğlan çocuğu. |
göbelek |
: |
1. Tütün tohumu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Zehirli bir mantar türü. Kabarmış mantar gibi tombulca olan kimse. Arkasına geymiş basma Salınır karşımda yosma Topak boylu ak göbelek Sana uyar var mı yoksa Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.398 |
göbgözel |
: |
Çok güzel. “Sabahdan göbgözel olur yüzü şö:le. Eşgi süzânden zati süzeregden goyi:m. İnce süzegden. Servis yaparım, laylonlara, pilasdiglere çıhardırım hep.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
göbülük |
: |
Bir iki günlük buzağı. |
göbüş |
: |
1. Gala denilen çocuk oyununda kazanılan iyi puan. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Göbek. “Göbüşünü bö:tmüş ancak.” |
göce |
: |
Kabuğu çıkarılmış buğday, döğme, yarma. |
göcek |
: |
1. Ağacın gövdesinde dalın çıktığı yer. 2. Sebze fidesi dikmek için toprakta açılan küçük çukur. 3. Ilmığın büyüğü, ekinin topraktan yeni çıkmış bir karış kadar büyümüş haline verilen ad ya da bostanın topraktan yeni çıkmış her bir öbeği. “Sonra bir ekin olur… Her göcek bir kaplan pençesi gibi toprağa yapışmış.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006)
“Sarımsak’da eker tarla Sürer dolanı dolanı Ekin ekmiş göcek olmuş Biçer dolanı dolanı” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İsmail Çavus’un Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Bakacak) |
göceklemek |
: |
(Ekin, Bostan) Göcek haline gelmek, göcek olmak. “Bu arada koyunlarını, öteki hayvanlarını yeni göceklemiş ekinlere geceleri sokuyorlar, arkalarında ezilmiş, bitirilmiş tarlalar, düşmanlıklar, öfkeler bırakıyorlardı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
göcen |
: |
Tavşan yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
göç atlısı |
: |
Eskiden yaylalara gidilirken kimisi ata, kimisi eşeğe, kimisi deveye binerdi. Kimisi de yaya giderdi. Ata binmek varlıklı işiydi. “Boyağa beyler boyağa Kalkamaz oldu ayağa Göç atlısı biner kardeş Gö otlu, sulu koyağa” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
göç başı |
: |
: Göçten sorumlu olan, göçün en önünden giden kişi. |
göç çekmek |
: |
Göçü yola hazır hale getirmek. Eller göçün çekti bense göçmedim Yâr elinden dolu bâde içmedim Bilmem hata ettim kusur işledim Cahilim kıymatın bilmedim felek Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.471 |
göç mevsimi |
: |
Yörüklerin göçme zamanı, nisanın on ikisi ile mayısın onuna kadarki dönem. |
göç olmak |
: |
Göçmesi şart olmak. Gider oldum kömür gözlüm elveda Nazlım bize bu ellerden göç oldu Senin ile zevk u sefa sürdüğüm Geldi geçti cümle işler hiç oldu Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.637 |
göçeceği |
: |
Göçülecek. Aşağının has evleri Göçeceği çağlar bir gün Kara ardıç kamalağı Sızılaşır dağlar bir gün Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.568 |
göçek |
: |
1. (Satranç, dama vb.oyunlarda) hamla yapma sırası, oynama sırası. “Ben dama dedim ve üç taşını kestim. Göçek sırası sende” 2. Köy delikanlı ve kızlarının düğünlerde oynadıkları bir çeşit oyun. “Bayrak dikerim saçaklı Düğün kurarım göçekli Şimdi gelir benim Döndü’m Elinde pampal çiçekli” (Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
göçek mi gerek |
: |
Göçmemiz gerekmez mi, göçmeliyiz anlamında bir söyleyiş. Karac’oğlan der ki n'eylesek gerek Bağları bağlara katsak mı gerek Herkes göçtü biz de göçsek mi gerek Der iken asnğım Şâm'a çözüldü Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.640 |
göçelge |
: |
Göçülen yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
göçen |
: |
Göçersin. |
göçerevli |
: |
Konar- göçerler. Bunlar yaylaya göçen aşiret oymak olanları için söylenir. |
göçmek |
: |
1. Ölmek. 2. Taşınmak. “Elli beygirinen göçer Benim gönüm nasıl geçer Tiryaki gurban olduğum Haşdırın’da gahve içer” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Yaycıoğlu Hacı Durdu Ağa’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Mahire Yaycıoğlu) |
göçmen |
: |
Kadınların ev işlerini yaparken giydikleri bir tür şalvar. “Rahmedlik derdi kine, avrad derdi, göçmeni çeki:din, evi temizli:din derdi.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
göçmenlik |
: |
Şalvarlık, şalvar. |
göçmennik |
: |
Kavunun Torosçası. “Satma uçun de:l de horanta, gonu gomşu yesin diye ekeller genelde. Datlı olursa göçmennik deller, dadı yo:sa mala veriller satı. Annayaca:nız ekdi:niz şey para etmiyosa mala verece:niz. Mallar bayram edecek.” (Kadirli Bekereci Köyü’nden Kubilay, kaynak: www.bekereci. com) |
göçün çekmek |
: |
1. Göçünü yola koymak. Karac’oğlan gider gelmez Esmasın yetiren onmaz Yârın göçün çeken ölmez Sabahınan tana karşı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.430 2. Göçmek, gitmek. |
göçün göçmesi |
: |
Kızın evlenip göçünün eşinin evine taşınması. “On sekizde göçer göçü Kız oğlana bulur suçu Gelinin ibrişim saçı Kızın altun tele benzer” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 596 |
göçünce |
: |
Göçtüğü zaman, göçtüğünde. Akça ceran çölden çıkıp kaçınca Mayil olup yâr göğsünü açınca Vakti gelip aşiretler göçünce Düzülür yollara el karmakarış Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.632 |
göçürrüm |
: |
Göçürtürüm. “Cahal emmim oğlu cahal Gomşularım zaten bihal Yaylıya göçürrüm seni Goymam buralarda sefil” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
göde |
: |
1. Düğünlerde oynanan seyirlik bir köy oyunu. Göde Oyunu. Bir vezir bir gizir olur. Bir kişi meleği olur. Karnı kuşakla iyice sarılır, iyice meydana çıksın diye. Erkekler kız kılığına girer. Bir başka erkek gelir kızları tavlamaya çalışır, gizir müdahale eder kovalar. 2. Kısa boylu, şişman, göbekli. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
gödelek |
: |
1. Kuyruksuz tavuk, şişmanca. 2. Yuvarlak iri karınlı, kısa boyunlu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm. İç.) “Gözden ırak olan gönülden de ırak olur Gödelek Musa. Bunu asla unutmayasın.” |
göde:rmek |
: |
Şişmanlamak. “Hıntışık biri olmuş. Gödêrmiş iyecene.” |
gödey |
: |
Güvey. |
göğ, gök |
: |
1. (Meyve için) Ham olgunlaşmamış. “Ekin ektim bitsin diye Göğ elmalar yetsin diye Ben oturmaya gidiyom Gızı verin gitsin diye” (Kaynak: Hürü Köse, Andırın Büveme Köyü’nden) 2. Turkuaz rengi tonu. 3. Gökyüzü, yesil. “Göğ basma, atlas dolama Selver şan verdin âleme Gözlerini demem amma Gaşları benzer galeme” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
göğ bitten aralanmak |
: |
Yoksulluktan kurtulma, yoksulluğu kovmak. |
göğ pakla |
: |
Kurutulmuş yeşil fasulye. |
göğ yemek, göğlü yemek |
: |
Hasattan önce borçlanarakelde edilecek parayı yemek. |
göğce |
: |
Ağaçlarda görülen ve asalak olarak yaşayan bitki, ökseotu. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
göğçek |
: |
Gökçek, güzel, gösterişli, övülmeye değer. “Dostumun elinde bir güzel çiçek Ne kadar medhetsem o kadar göğçek Getir hamaylını yeminler içek Yar sevmedim senden başka güçücek” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 469 |
göğdeli |
: |
(Kadın için) Hamile, gebe. |
göğe taş atıp başını altına tutmak |
: |
Densizlik yapmak, bela aramak. “Göğe taş atıp başını altına tutuyor.” |
göğe ürmek |
: |
Kendi düzeyinden çok yukarılara kafa tutmak. |
Deniz otu da denilen, turşusu yapılan bir bitki. |
: |
|
göğem |
: |
Hayvanlara zarar veren gök renkli, bir çeşit sinek ya da böcek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
göğen |
: |
Büyükbaş hayvanları ısıran bir cins sinek. At sineği. |
göğer |
: |
Tohumluk küçük soğan, arpacık soğanı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
göğerçinlik |
: |
Güvercinlik, güvercinin bol olduğu yer. |
göğermek |
: |
1. (Bitki) Yaprak vermeye başlamak, yapraklanmak, yeşermek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Göğerene göğden iner.” Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. 2. Vurma ya da çarpma sonunda vücudun herhangi bir yeri morarmak, çürümek. 3. Solmak. |
göğlemez |
: |
Kaçak tütün. |
göğnek |
: |
1. Eskiden giyilen iç çamaşırı, atlet. 2. Kılık, dış giyecek. “İkimiz de bir göğnekte dururuz Göğnek perde başka başka yörürüz Biz de inamız oda od ururuz Ataş nedir, tütün nedir, kül nedir” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 605 |
göğnü |
: |
Olgunlaşmış meyve. |
göğnü bulanmak |
: |
Canı sıkılmak, dertlenmek anlamında deyimdir. |
göğnük |
: |
Göğünmüş olan, hafifçe yanmış olan. Az yanmış, ateş karşısında renk değiştirmiş olan kumaş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
göğnüksü |
: |
Yanık kokusu. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
göğnüm |
: |
Gönlüm. “Havalı göğnüm havalı Çobanlar çalar gavalı Döndü’m yaylamadan gelir Yedeğe girdi develi” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
göğnümek |
: |
(Kumaş vb.) Yanmak, ateş, ısı etkisiyle renk değiştirmek, yanar gibi olmak, hafifçe yanarak renk değiştirmek. “Ortalık yanık, göğnümüş ekin sapı, ağır bataklık, acı, keskin pıtırak karışımı bir kokuyla kokuyordu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
göğsüllü |
: |
Sarı göğüslü, küçük bir kuş türü. |
Göğsün |
: |
Göksun. “Gapıda goçu bağlanır Toprakda meti söylenir Avcıl İrbehem deyincek Göğsün elleri sallanır” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Avcı İbrahim’in Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Mustafa Balıkçı) |
göğümavış |
: |
Baykuş. |
göğünmek |
: |
(Kumaş vb.) Yanmak, ateş, ısı etkisiyle renk değiştirmek, yanar gibi olmak, hafifçe yanarak renk değiştirmek. “Yandım göğünü göğünü Geldim döğünü döğünü Yusuf’u yanıma aldım Kurdun mu sünnet düğünü” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943)
“İnanman Elbeyoğlu at bindiğine Ört düşüp özünün göğündüğüne Gücenmen düşmanın sevindiğine Buna dünya derler devir dönüyo” (Ahmet Caferoğlu, Anadolu Ağzı Derlemeleri, Maraş Bölümü, Kaynak kişi: Tokmaklı’dan Ehmet Kılıç) |
göğüntü |
: |
Az yanmış ateş karşısında renk değiştirmiş kumaş. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
göğünük |
: |
Göğünmüş olan, hafifçe yanmış olan. |
göğürmek |
: |
Ateşte kızarmak. |
göğüs ağı |
: |
Kadın göğsünün çatal adı verilen ayrım noktası. Ak göğsün ağında kaldı nazarım Mecnun oldum dağ başında gezerim Nerde güzel görsem ismin yazarım Defterim elimden aldı sabahtan Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.526 |
göğüslük |
: |
Önlük. |
göher |
: |
İş yapan. |
gök |
: |
Mavi, yeşil, mor, leylak rengi. Güzel: Oğlan sen de m'oldun yüze gülücü Senin sözün ciğerimi delici Ben gök ördek olam sen bir alıcı Dokunsan alaman tellerimizi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.433 |
gök bakla |
: |
Yeşil fasulye. |
gök dolama |
: |
Belden aşağı dolanan (sarılan) dikişsiz etek. |
gök garga (karga) |
: |
Mavi ile yeşil parlak tüyleri olan göçmen bir karga cinsi. |
gök göğerti |
: |
Sebzeler, yeşillik, sebzelik. |
gök görmedik |
: |
Görgüsüz , sonradan görme. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gökçe |
: |
1. Açık mavi. 2. Melek. |
gökçe oğlak |
: |
Gece öten bir kuş. |
gökçek |
: |
Bayanlar için güzel, hoş, iyi, çok güzel, iyi adam, güzel, alımlı, gösterişli. |
gökercinlik |
: |
Güvercinlik. |
gökgörmedik |
: |
Sonradan görme. “Gökgörmediğin oğlu olmuş, dutmuş çenedini ayırmış.” |
gökgüdü |
: |
Bir serçe türü, kızılgerdan. |
gökgülü sarı |
: |
Bir kuş, kızılgerdan. |
gökkır |
: |
Siyah beyaz karışık, kır saçlı kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gököküç |
: |
Yeşil kertenkele. |
gökse |
: |
Göğüse. |
gökyel |
: |
Güneyden esen rüzgar, lodos. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
göl |
: |
Havuz. |
göleb |
: |
Küçük su birikintisi, gölcül. |
göleg |
: |
Küçük su birikintisi, küçük göl, sıvı şeylerin oluşturduğu birikinti, gölcük. |
gölek |
: |
Küçük su birikintisi, küçük göl, sıvı şeylerin oluşturduğu birikinti, gölcük. “Kapımızın uğru dölek Yağmur yağar olur gölek Ağlaması iyi değil Hocalar vermiyor yolak” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)
Yeşil ördek sulanıyor gölekte Altun küpe şavk veriyor kulakta Cennet-i Âlâ'da hörü melekte Aceb gezsem mavi donlum var m'ola Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.386 |
gölep |
: |
1. Bataklık. 2. Bir çukurda su, kan, vb. birikmesi. 3. Küçük su birikintisi, gölcük. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gölermek |
: |
1. Apışıp kalmak. 2. Suların toplanıp birikmesi. 3. Hayvanların iş veya yükten zorsunup yere yatması veya çökmesi. 4. Bağdaş kurup oturmak. |
gölertmek |
: |
Karşısındakini zor duruma düşürmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gölevez |
: |
Anamur ve Bozyazı’da yetişen yemeği yapılan, yumruları toprak altında yetişen, yer almasına benzeyen sulu yerleri seven bitki. |
gölevez filisi |
: |
Gölevezin küçüğü. |
gölgesi koyu |
: |
Çok saygın. “Gölgesi koyu.” |
gölle |
: |
Suda kaynatılmış buğday, mısır, fasulye, nohut vb. tahıllar. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gölle haşlama |
: |
Fıstık göllesi, diş göllesi. |
gölleme/gólleme |
: |
Herhangi bir sebzenin haşlaması. Haşlamaya da gólleme deriz. |
gölmek |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; gömlek. |
gölük |
: |
At, özellikle atların kötüsüne derlerdi eskiden. Dişi atlara da denildiği olur. Yük hayvanı. “O vakıt şu Payas’tan alıllarmış duzu. Vapurla gelirmiş de, ordan geder herkeş burdan gölükle herkeş duz getirirmiş!. İri duz!.” (Görkem 1986) |
gölüklü (atlı) göçer, g.tlü sıçar |
: |
Küçük bir çocuk altına işediğinde söylenir. |
gölünen |
: |
Göl ile. İnciden mercandan beyaz yanağı Meles gömlek koç yiğidin konağı Seher vakti ıssız koyma sulağı Telli yeşil turnam gölünen oynar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.581 |
gömbe |
: |
Açık ekmek, somun, pide. |
gömbece dönmek |
: |
Takla atmak, çevirmek. |
gömbeklemek |
: |
Karpuz, kavun vb. üzerinde delik açmak. |
gömbet |
: |
1. Erkek çocuk olunca dağıtılan şekerle karışık çerez. 2. Dere içindeki çukurlar. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
gömeç |
: |
1. Tarlalarda kendiliğinden yetişen, yaprakları sebze olarak pişirilip yenilebilen, çiçekleri öksürüğe vb. karşı iyi geldiği söylenen bir ot, ebegümeci. “Eski kuyunun içinde ısırgan, gömeç, çakırdikeni, eşekhıyarı bitmişti.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) 2. Mezar. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 3. Bir nevi ekmek. “Bu tandırlarda pişirilen ekmeklere her yörede değişik isimler veriliyor. Hamuru büyükçe olup şekil verilenlere gömeç veya kömbe deniliyor.” (Erdoğan Aslıyüce, Çukurovanın Yıldızı Ceyhan, Ekrem Matbaası, Adana 2008) |
gömgö: |
: |
Hiç olgunlaşmamış meyvenin hali. “Gömgö: dutları yerse öyle olur tabi diyerek amcasının oğlu Celal’in durumunu anlattı ama Rüstem’i bir düşünce alıvermişti.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
gömgök |
: |
Masmavi. |
gömgöv zengin olmak |
: |
Çok zengin olmak. “Gömgöv zengin oldu.” |
gömpil, gömpül |
: |
Patates. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gömük |
: |
Bataklık, gömülecek derecede çamur. |
gömükla: |
: |
Bataklık. |
gömüklemek |
: |
Çamura gömülmek. |
gön |
: |
Eyilenmiş keçi, koyun ve sığır derisi, kösele. “Emmini Eşek Belleme (Prof. Dr. Erman Artun, ‘Adana Karatepeli Fıkraları’ İsimli Makalesinden)
“Gön yuka yerden delinir.” Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
gön top |
: |
Meşin yuvarlak, futbol topu. “Köyümüzde ilk topun nazaman oynandı:na dair, kesin bir bilgi yok elimizde: gaynaklarda. Gerçi elimizde gaynak da yok da. Mesela; İsme:l emmiyi (Cart İsme:l) topa gafa vuruken, Osman Emi: Rövaşata, Toscu İrbe:m emmi: planjon, Ay ay Emmi: driplink yaparken heç hayal bile edemiyom. Onnarın zamanında güleş,daha çok dü:nnerde varımış. Bakkal Halilin e: güleşdi:ni annadılannardan biliyok. Spor, güleşimiş yani o zaman. Davulun sesini duydukları dü:nnere, sırf güleşmek ve izlemek uçun binbir dalaveriyenen gaçallarımış, o zamanın zopzopuları. Neyise biz bildi:mizi, yetişdi:miz gadarını annadak. Biz şunca:zıkan gendimizi meşin yuvarlağ (o zamankı adı:”gön top”) arkasında diyemiyece:m; plasdik topun arkasında bulduk gendimizi. Ma:llelerde lokal olarak, güccük çaplı hozalak, muşamba yuvarla:, binbir yakarışlarınan aldırdı:mız o zamankı plastik toplarla başladık. Şindiki plastik toplardan da: ince; patladı:nda (ki aldı:mız gün patlardı) topa beğzer bir tarafı galmıyan toplarla oynıyaşdırıyoduk. Bizim tedeşlerin topdan, futboldan annadı: buyudu. Topunan, futbolunan o zamannarda tanışdık yani. Ta: so:raki zamannarda; okul hayatımızda hemi top oynuyaca:mız gişi sayısı arttı, hemi bir top oynama samız (okulun sa:sı) oldu, hemi de gendimizi futbol piyasasına gabil eddirme ve köyde futbola düşen pasdanın randından gendimize düşen paydan birescik de biz faydalanak dedik. Niyetimiz o de:lidi de şartlar ö:liyedi. Derken, gene de hozalakda sağ dış, muşamba yuvarla:nda topu gontürol, plasdik topda da şut çekmiye ö:rendik. Gerçi vurdu:muz yere getmezdi de. Anca galeciler top eri bürü getti: uçun gontirpiye de galıllardı. E:ece bişdik annıyacagız. Düggenden aldı:mız plastik gramponnar, bişmemize çok gatgı sa:ladı.” (Kadirli Bekereci Köyü’nden Herif lakaplı hemşehrimiz, www.bekerecikoyu.com) |
göncü |
: |
Derici. Ham ya da işlenmiş deri satıcısı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Sırtına diktiğim işlik Giyer de sallanır kuşluk Göncüye düğüne gitmiş Aptala atmış bir beşlik” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Feridun’a ve Hatice’ye Ağıt, Derleyen: Ferhat Kuzu, Kaynak Kişi: Emine Böke) |
göncük |
: |
Giyim eşyalarındaki cep. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
gönç |
: |
1. Zengin varlıklı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Tasasız, gamsız, sıkıntısız, kedersiz. |
gönçelmek |
: |
Zengin olmak, varlıklı olmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gönçlük |
: |
Refah. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
gönder |
: |
Gökyüzü. |
gönelmek |
: |
Mutlu ve rahat bir hayat yaşamak, bir işten hayır görmek. |
gönen |
: |
1. Çam ağaçlarının üst dallarında yetişen ve ot bulunmadığı zamanlar keçilere yedirilen asalak bir bitki. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Ekilecek toprağın yeteri kadar su alması. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gönen etmek |
: |
Tarlayı sulamak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gönendirmek |
: |
Sevindirmek, gün göstermek, mutluluk ve geçim genişliği vermek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.İç.) |
gönenmek |
: |
1. Mirasa konmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Mutlu ve rahat bir hayat sürmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. Keyfetmek, bolluk içinde yaşamak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) Ağacınız yapraklarla donanır Taşlarınız bir birliğe inanır Hep çiçekler bağrınızda gönenir Pınarınız çağlar akışır dağlar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.579 |
gönlünü kıramamak |
: |
Olmaz diyememek, reddedememek. “Oldu bir kere, oğluyun gönlünü kıramadım.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
gönlünüŋ pası kalkmak (silinmek) |
: |
Üzüntüsü, sıkıntısı geçmek. |
gö:nmek |
: |
Aşırı susamak. |
gόŋü ġoḵasıca |
: |
Ölüsü koksun anlamında bir beddua. |
göŋül düştü bir boha, o da mis gimi koka |
: |
Gönül kimi severse güzel odur. Sevilen kişi çirkinde olsa sevenin gözünde huri melektir. “Gönül düştü bir boha, o da mis gimi koka.” |
göŋül |
: |
Kalp, beyin, akıl ve ruhun buluştuğu asgari müşterek nokta, gönül. |
göŋül aldırmak |
: |
Aşık olmak. Her sabah seherden çıkar salınır Ah n'eyledim gönülcüğüm aldırdım Ah edicek yüreciğim delinir Ah n'eyleyim gönülcüğüm aldırdım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.488 |
göŋül düşürmek |
: |
Aşık olmak. Şurda bir dilbere gönül düşürdüm Severim billâhi nic'olur olsun Varır kapısında kulluk eylerim Dökerim kanımı nic'olur olsun Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.566 |
göŋül elinden |
: |
Gönül yüzünden. Âciz kaldım şu gönlümün elinden Benim gitmediğim yollar mı kaldı Cevr idi ki yüz döndürüp serime Başıma gelmedik hallar mı kaldı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.416 |
göŋül suyu |
: |
Sevgi, aşk. “Ala gözlü benli dilber Usul söyle söz ederler Gönül suyun akıtırlar Gözlerimi buz ederler Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 593 |
göŋül vermek |
: |
Sevmek. |
göŋüllemek |
: |
1. Gönül almak. 2. Uğurlamak. 3. İkramda bulunarak gönlünü hoş tutmak. |
göŋüllenmek |
: |
Birine karşı kırgın hale gelmek, birinin beklenilmeyen bir davranışı ya da kendisinden umulan bir şeyi esirgemesi üzerine ona karşı kırgınlık duymak, küsmek, darılmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) “Her gelen büyük küçük hediye getiriyordu. Aliye, sararmış elini tutup, gözünün içine bakıp, geçmiş olsun, gönüllenme bize, deyip özür diliyorlardı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
göŋüllü |
: |
Daha güzel. |
gönülsümek, gönülsemek |
: |
Gönülden istemek. |
gönüm |
: |
Gönlüm. “Hezeli gönüm hezeli Yapraklar döker gazeli Dênesem görünür mü? Gızım gimi bir güzeli” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Gebenli Fatma’nın Ağıdı, Ağıdı Yakan: Döne Höbek) |
göo |
: |
Olmamış, yeşil. |
gö: |
: |
Gökyüzü. “Nesini deyim nesini Kim bulmuş gannı fersini Gö:de melekler işitmiş Gardaşın datlı sesini” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kız Yüzünden Öldürülen Hüseyin’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Zülfü Kabalcı) |
gö:öm gö |
: |
Olgunlaşmamış. |
gö:nmek |
: |
(Kumaş vb.) Yanmak, ateş, ısı etkisiyle renk değiştirmek, yanar gibi olmak, hafifçe yanarak renk değiştirmek. |
gö:nü |
: |
Gönlü. “Hayriye’nin anasıyım Soldurdun gülgülü yüzümü Babasının gö:nü olmuyor Ziya Bey isder gızını” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Ömer Ağanın Kızı Hayriye Hanım’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
gö:nüksü |
: |
Yanıksı. |
gö:nüm |
: |
Gönlüm. “Kele gelin söylesene Benim gö:nüm eylesene Guzum işinden geliyor Yollarını denesene” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İs Kazasında Ölen Oğula Ağıt, Kaynak Kişi: Esme Palalı) |
gönünü, gönlünü avıtmak |
: |
Kişinin kendini veya karşıdakini teselli etmesi. |
gönünü, gönlünü gütmek |
: |
Karşıdakinin gönlü ne istiyorsa onu yapmak. |
göp |
: |
1. Kağnının önündeki tahta. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Kağnının arkasında iki teker arasında oturmaya yarayan çamurluk. |
göpçü |
: |
Dalkavuk. |
göpür |
: |
Çok, güçlü, hızlı. |
göre |
: |
Gör, bak, görürlerse, gördüklerinde. Ararsan var kalbin ara Eller sana ne der göre Tuz ekmek yediğin yere Hıyanetlik etmek olmaz Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.646 |
göreken |
: |
Damat. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
görem |
: |
Göreyim. Salını salını gel kız bostana Saçın telin vermem Arabistan'a Gün cemalin görem yazam destana Sen kaşını kaldırmıyon ne fayda Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.385 |
göreneçe: |
: |
Görene kadar. |
görenek |
: |
Görgü. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
göresek |
: |
Görgü. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
göreset |
: |
Muaşeret kuralları, medeniyet, terbiye. |
göresi gelmek |
: |
Bir daha görmek ya da kavuşmak isteğini duymak, göreceği gelmek, özlemek. “Hösük kardaş seni bir göresim geldi ki sorma gitsin.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
göresimek |
: |
Özlemek. “Sanki on yıldır gurbetteyim. Nasıl da göresim geldi sizleri.” |
göresin kalan |
: |
Görüp kalasın, göresin artık. Dilber alemde aşk oldu Nic’olur göresin kalan Terk edersin adı sanı Yerlere çalasın kalan Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.520 |
göret |
: |
Görülen, ziyaret. |
görgü |
: |
1. Başa gelen işler, kader, yazı. 2. Ayna. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
görgüç |
: |
Pencere, gözetleme yeri, ta deliği. |
görgülü kuşlar, gördüğün işler |
: |
Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
göri: |
: |
Görüyor musun? “Nôtag dedi, göri: hatıngişi dedi.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
görke: |
: |
Gelişmiş heybetli. |
görkemli |
: |
1. Gösterişli, yakışıklı, göz alıcı. Kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. İri yapılı, kuvvetli. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
görme |
: |
Sezme, buluşma. Karac’oğlan bulur m'ola Bu derd beni alır m'ola Mevlâ'm izin verir m'ola Dost yüzünü görmeleri Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.462 |
görmeg |
: |
Sezmek. |
görpe |
: |
1. Küçük çocuk. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Körpe. Taze, küçük, yeni yetişen. Yayılmaya yeni başlayan hayvan yavrusu anlamında da kullanılır. “Evimizin önü arpa (Gelinin Ağıtından, Kaynak: Yaşar Kemal, Sarı Defterdekiler, İş Kültür Yayınları, Haz.: Alpay Kabacalı, Mas Matbaacılık, İstanbul 2002) |
görsetmek |
: |
1. Göstermek. “Ânat bâm, nasıl yudun, nireye godun, nasıl ahıtdın, deyince hanımı da eliynen görsete görsete anlatır.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) 2. Yaptığını yanına bırakmamak, karşılığını vermek. “Ben sana dünyanın gaç bucak olduğunu görsedecâm heç maraklanma. Her şeyin bir sahatı vahtı var.” |
görüben |
: |
Görerek, görünce, görür görmez. Taşkın sular gibi akıp çağlarım Dîdârın görüben gönül eğlerim Dünyaya geleli her dem ağlarım Çeşmim karışmadık seller mi kaldı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.416 |
görücek |
: |
Görünce. Baş(ına bürünmüş ibrişim börümcek Duramıyom yâr ben seni görücek Dolanıp da hasta halım sorucak Dillerimden düşer m'oldun güçücek Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.470 |
görük |
: |
Katır. |
görükmek |
: |
Görünmek, gözükmek. “Taşlar Dadal’ım da bağrını taşlar Gözümüzden akar kan ile yaşlar Bize yol görüktü kavım kardaşlar Kalmaz yanınızda öcü Avşar’ın” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul, II. Baskı, 1984) |
görükmeze gitmek |
: |
Güneşin batması. |
görüm |
: |
Kocanın kız kardeşi, görümce. “Seslen görümcüğüm seslen Başın çıkmaz gara yadsan Sarı çiçek dökmüş bosdan Beyiminen bana benzer” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
görüm görmek |
: |
Nişanlanan kızı ilk kez görmek içingidildiğinde oğlan tarafından kıza takılan ya da verilen armağan, yüzgörümlüğü. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
görümce |
: |
Kocanın kız kardeşi. |
görümlük |
: |
İlk görülen bir şeye yapılan tören ya da karşılığında verilen armağan. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
görüncek |
: |
Görünce, gördüğü zaman. O ne dedi sen ne dedin varıncak Oğlan âşık mısın dedi görüncek El kavşurup dîvanına duruncak Daha dostum eskisinden güzel mi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.449 |
görüncük |
: |
Görümce, kocanın kız kardeşi. “Seslen görüncüğüm seslen Başım çıkmaz kara yastan Yarim ile bana benzer Yeni çiçek dökmüş bostan” (Derleyen: İbrahim Davutluoğlu, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
görünmek |
: |
Yanar gibi olmak. |
görüşün |
: |
Görünce. |
göscü |
: |
Gözcü, bekçi, nöbetçi. |
Gösun |
: |
Göksun. “Yasta Koca Gösun yasta Güller açmış deste deste Kusura bakma sen emmi Gülhanım doğuştan hasta” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Feridun’a ve Hatice’ye Ağıt, Derleyen: Musa Şahan, Sonay Saygı, Kaynak Kişi: Gülhanım Başçoban) |
Gösün |
: |
Göksun. |
göşmek |
: |
Göçmek. “Evi sekizine göşdük Gapıya beygiri çeşdik Arif’in inkarı mı olur Yalan dünya senden geşdik” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Arif Bilici’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Mehmet Bakacak) |
g.t |
: |
Arka taraf, arka kısım, arkası. Özellikle evler için kullanılır. Damın g.tü derler. “Damımızın g.tü daşlı Anayın da gözü yaşlı Ağ benizli gara gaşlı Gurbet elde guzularım” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, As-ker Ağıdı, Kaynak Kişi: Ayse Bekar)
“Öküze, ho, g.tüne ko.” Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
g.t atmak |
: |
1. Çok sevinmek, ifadede belirtilen işi yaparak sevinmek. 2. Verdiği sözden dönmek. |
g.t derdine düşmek |
: |
Kendini kurtarma çabası içinde olmak. |
g.t dönmek |
: |
Yardımını veya selamını kesmek. |
g.t içi kadar yer |
: |
Küçücük mekan. “G.t içi kadar yer.” |
g.t g.te: |
: |
Peş peşe, arka arkaya. |
g.t g.tün’oduğum oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir köy seyirlik oyunu. G.T G.TÜN’ODUĞUM Bu oyun bir düğün oyunudur. Oyunu delikanlılar oynar. Bir harman yerinde gençleroturarak bir halka oluşturur. Oturanların arkasına bakması yasaktır. Gençlerden biri elinde kıvrılarak mahramadan (havlu, peşkir) yapılmış kalın bir halatla dolaşmaya başlar. Mahramayı arkasında saklayarak dolaşır. O arada mahramayı birinin arkasına gizlice koyar. Dışarıda gezinen biri olur. Bu ebedir. Ebe mahramayı bıraktığı delikanlının yanına gelir, mahramayı eline alır ve yerdekine vurmaya başlar. Yerdeki kaçar, ebe kovalar. Geri yerine gelene kadar kovalar ve vurur. Yerine gelip oturunca vurma ve kovalama biter. Yerdeki farkına varır da mahramayı bulursa, kalkar ebeyi kovalar ve yakaladığı yerde ebeye vurur. Ebe kalkanın yerine gelip oturur. Öteki ebe olur. Bu oyun böylece devam eder. (Hilal Gülben Gerek, Adana İli Pozantı İlçesi Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E. TDE. ABD, Adana, 2012, s.171) |
g.t kıyamı |
: |
Otururken ayağa kalkar gibi yapmak. |
g.t oyunu etmek |
: |
Hile yapmak. |
g.t poçalamak |
: |
Oyalamak, savsaklmaka. |
g.t sornuğu |
: |
Çapa işçilerinin iki saat süreli öğlen dinlenmeleri. |
g.t tokuşturmak |
: |
Araları çok iyi olmak, ilişki kurmak, kaynaşmak. “G.t tokuşturuyorlar.” |
g.taracı |
: |
Hastalıklı, ölümcül hastalıklı. |
g.tden bacaklı |
: |
Kısa boylu şeyi bilir gibi, her şeyi yapabilecekmiş gibi davranan kişi. |
g.te yakın yerden et, engin daldan murt yememek |
: |
Kibirli davranmak. |
g.tlek |
: |
1. İş yapmayı sevmeyen kimse. 2. Oğlan, ibne. |
g.tleŋ |
: |
Yerinde durmayan, sıçrayan, hoplayan. |
g.tlesek |
: |
G.tçü, g.te düşkün, homoseksüel, işine gücüne güvenilmez kimse. |
g.tlük |
: |
İzmarit. |
g.toş |
: |
Bir tür küfür. |
g.tselik |
: |
Eyer ya da semerin arka kısmındaki enli kuşak. |
g.tü bö:k |
: |
Kalçası geniş. |
g.tü çahıldaglı |
: |
Beceriksiz, işe yaramaz kimse. “G.tü çahıldaglı.” |
g.tü çürük |
: |
Sağlıksız ve sıksık hasta olan kimse. |
g.tü gızıl olmak |
: |
Çok tembel olmak. “G.tü gızıllaştı.” |
g.tü gömme |
: |
Arkası bayıra yaslanmış, önü açık dam ev. |
g.tü g.tüne bağlı |
: |
Arka arkaya bağlı olma durumu. |
g.tü gurtlu |
: |
Yerinde duramayan. “G.tü gurtlu.” |
g.tü kızıl |
: |
Tembel, üşengeç. |
g.tü patlasa |
: |
En fazla, en çok, olsa olsa. “G.tü patlasa 35 lira eder bu.” |
g.tü soğumak |
: |
Çok mutlu olmak. |
g.tü yememek |
: |
Bir işe girişmeyi göze alamamak, bir işten çekinmek. “G.tü yemedi.” |
g.tü yere yakın olandan korkmak |
: |
Kısa boylulara köse derler, köseler çok uyanık ve kurnaz olduklarından, bunlardan çekinilmesi gerektiğini anlatmak için kullanılır. “G.tü yere yakın olandan kork.” |
g.tü yeyni olmak |
: |
Hareketli, çalışkan, atik olmak. “G.tü yeyni, çıkla adı sabi gimi.” |
g.tün g.tün gitmek |
: |
Geri geri gitmek. |
g.tün g.tün göle düşmek |
: |
Pekte haklı olmadığı halde mala mülke kavuşmak. “G.tün g.tün göle düştü.” |
g.tünden korkmak |
: |
Kendi canından korkmak, başına bir iş geleceğinden kaygı duymak. “Taşbaş gittikten sonra sen g.tünden korkuyorsun.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
g.tüne düşgün |
: |
1. Arkasına yani emmi, dayısına düşkün. 2. Çıkarlarına düşkün. |
g.tüne düşmek |
: |
Bir kimsenin sürekli peşinden gitmek, birini taklit etmek, birinin yaptıklarını yapmak, birisiyle arkadaşlık etmek [Bu söz “arkasına / ardına düşmek” şeklinde de ifade edilmektedir. “G.tüne düştü.” |
g.tüne eke |
: |
Her şeyi bilir gibi, her şeyi yapabilecekmiş gibi davranmak aslında elinden çok bir şeygelmemek, kendi çıkarlarının peşinde her şeyi gözetmek. |
g.tünü gıvratmak |
: |
Oyalanmak. |
g.tüne gitmek |
: |
(Sermayede) Zarar etmek, sermayeden yemek. “Sen de gün gün g.tüne gidiyorsun.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
g.tüne güven olmaz |
: |
Yapacağı işle ilgili sonucun belirsiz olması, sonucun kestirilememesi, daha çok daolumsuz sonuç çıkacağı inancı. |
g.tüne güvenmek |
: |
1. Arkasına, yani emmisine, dayısına güvenmek. 2. Yaptığı veya yapacağı işin arkasında durmak, sağlam durmak.Kendine güveni çok olmak. “G.tüne güvenen bu yola başkoyar.” |
g.tüne şeytan |
: |
Hile yapan, kurnaz, fetbaz. |
g.tüne yılan gaçmak, çıkaracak leylek aramak |
: |
İçinde bulunduğu olumsuz durumdan kurtulmak için |
g.tünü çula sürtmek |
: |
Kaçınmak, bahaneler üretmek. |
g.tünü geri çekmek |
: |
Kendini çekmek, vaz geçmek. |
g.tünü yumak |
: |
Kusurlarını örtbas etmek, aklamaya çalışmak, savunmak. “G.tünü yumaktan vaz geç.” |
g.tünün ağzında olmak |
: |
Çok yakınında olmak, burnunun dibinde olmak. “Hökümet g.tümüzün ağzında diye o kadar da söyledim hakim bey, gene de dinletemedim, gavga etdiler.” (Abdal Höçülü’nün torunlarından: Nakleden Andırın’dan Mustafa Rüzgar.) |
g.tünün bokuyunan |
: |
Yaşının küçüklüğüne bakmadan büyüklerle bir arada olmaya çalışan çocuklara latife yollu söylenir, bazan da bu tür kimselere haddini bilmesi babında söylenir. “G.tünün bokuyunan bana iş belletmeye çalışıyor.” |
g.tünün gılı ağarmak |
: |
Çok yaşlanmak. “G.tünün gılı ağarmış daha camiyolu bilmez.” |
götürek |
: |
Karın donmuş hali. |
götüre:m |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; götüreyim. |
götürge |
: |
1. Değirmenlerde un, bulgur gibi şeyler öğütülürken değirmen taşının ayarını yapan düzenek. 2. Gayret, çaba. |
götürgeyi indirmek |
: |
Savından vazgeçmek,tavrını yumuşatmak. |
g.türgü |
: |
Kasık bbağı. |
g.tüynen göle düşmek |
: |
Hiçbir çaba sarfetmeden seravuşmak. |
g.tüynen Konya’yı devirmek |
: |
Sakarlık yapan kimseler için kullanılır. |
g.tüynen köy yıkmak |
: |
Sakar ve davranışı kaba. |
g.tüynen köyü devirmek |
: |
1. G.t sözcüğü arka, emmi dayı anlamına gelmektedir. Arkasını yanı emmi dayısını bir araya getirerek olumsuz anlamda imkansız işleri başarmak. 2. Elinden bir şey gelmediği hâlde her şeyi yaparmış gibi davranmak. |
g.tüsikli |
: |
Bir tür küfür. |
g.tveren |
: |
Bir tür küfür. |
göv |
: |
1. Gökyüzü. 2. Henüz olgunlaşmamış meyve. 3. Yeşil, gök. “Göv basma, atlas dolama Selver şan verdin âleme Gözlerini demem amma Gaşları benzer galeme” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
gövkır |
: |
Gök-kır, mavi gözlü. |
gövcek |
: |
Gök şey, taze, yeşil. |
gövdeli |
: |
Karnında yavru bulunan, yüklü, gebe, hamile. “Gövdeli avradı götürmüşsün şeleğe.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
göveğen |
: |
Tek tırnaklı hayvanları rahatsız eden sinek. |
gövel |
: |
Yeşil, gök mavisi, menevişli. “Elim benim ince işli İnneleri heril başlı Gardaşımın gelinleri Gövel ördek yörüyüşlü” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993)
Karac’oğlan der ki elden ellere Akam gidem boz bulanık sellere Gövel ördek gibi gölden göllere Çırpına çırpına yüzer ikisi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.464 |
gövel ördek |
: |
Yeşil başlı ördek, yaban ördeği. “Aşıklar sazını eline alsa Güzeller perdesin yüzüne vursa Bir yiğit sevdiğin sesini duysa Gölde gövel ördek ötmüş gib’olur” (Haşim Nezihi Okay, Köroğlu ve Dadaloğlu, May Yay., 1970) |
göveldek |
: |
Erik, armut, çam vb. ağaçların üzerinde asalak olarak yetişen, yaz kış yeşil kalan bir çeşit sarmaşık. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
gövelek |
: |
Ham, olgunlaşmamış domates |
göven |
: |
Toprağın bitirme kuvveti, biteklik. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
göverinti |
: |
Yeşillik. |
gövermek |
: |
Yeşillenmek. |
göverti |
: |
Yeşillik, morartı. |
gövşen |
: |
Mavi, maviye çalan, gök rengi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Gövşen gözlü, bembeyaz. O dodû gün yavrım, Cenabıallâm nur dôdurdu.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
gövünmek |
: |
1. (Meyve için) Kızarmak. 2. Yanar gibi olmak, yanarcasına, ateş karşısında yanık bir hâl almak.. “Karac’oğlan size bakar sevinir Sevinirken kalbi yanar gövünür Kımıldanır hep derdlerim devinir Yas ile sevincim yıkışır dağlar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 579 |
göy |
: |
1. Gök. 2. Yeşil. |
göya |
: |
Güya. |
göylemez |
: |
Yeşil soğan. |
göylük / gö:lük |
: |
Yeşillik. |
göymet |
: |
Yeni doğan çocuklar için dağıtılan şeker. |
göynek |
: |
Köynek, iç giysisi. “Aziziye at oynağı Gana belenmiş göyneği Gıyman emmiler gıyman Dul garının bir deyneği” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Eşkıya İken Askerlerce Vurulan Battal’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Ömer Bozkurt) |
göynük |
: |
1. Sıkıntılı, kederli. 2. Çok olmuş, çürümüş, eskimeye yüz tutmuş. 3. Göğünmüşolan, hafifçe yanmış olan. “Bırak göynücügün bırak Maraş’ın da yolu yırak Benim kuzum gelirdi amma İzin vermedi felek” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Trafik Kazasında Ölen Zübeyir Temiz’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Kara Sultan Temiz) |
göynümek |
: |
1. Yüksek ısıda erimek. 2. Güneşte kızarmak, haşlanmak. 3. Yanacak derecede ısınmak, hafif sararmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
göyük |
: |
Dişi at. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
göyün |
: |
Gönül. |
göyündürme |
: |
Etle dere arasında meydana gelen şişlik, bir çeşit deri hastalığı.(TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
göyünmek |
: |
1. Dertlenmek, içlenmek. 2.(Kumaş vb.) Yanmak, ateş, ısı etkisiyle renk değiştirmek, yanar gibi olmak, üzülmek. “Karac’oğlan size bakar sevinir Sevinirken kalbi yanar göyünür Kımıldanır hep dertlerim devinir Yas ile sevincim yakışır dağlar” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
göz |
: |
1. Oda, evin bölümlerinden her biri. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) 2. Nazar. “Sende göz var.” 3. Menbâ, kaynak sularının çıkış yeri. “Kaynaklar birleşince pınar, pınarlar birleşince göz ismini alır ki buna menba denilmektedir.” (Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I) 4. Görme organı. “Gözüne bir görünür var.” (Belasını arıyor anlamında bir Andırın deyimi. Rahmetlik dedem Köse Musa çok kullanırdı bu deyimi.) 5. İki kiriş arasında kalan oda parçası, sonbahar. 6. Bağ çubuklarında yaprak ve filiz çıkan yer, tomurcuk. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
göz basması |
: |
Kendine güvenmek. |
göz bayıcı |
: |
Cambaz, sihirbaz. “Göz bayıcı.” |
göz boncu: |
: |
Nazar boncuğu. |
göz değdirmek |
: |
Nazar etmek. |
göz değil gön deliği |
: |
Gözünün önündekini arayıp da bulamayana denir. |
göz değmek, göz de:mek |
: |
Nazar değmek. Eğnine geyinmiş alınan moru Gören yiğitler de çekiyor zarı Mevlâm hûb yaratmış şöyle bir yâri Korkarım ki sana değer göz gelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.553 |
göz erimi |
: |
Gökyüzü, Ufuk, Göz Irımı |
göz gamayı |
: |
Çapak. |
göz göz olmak |
: |
Çoğalmak, azgınlaşmak. “Evvel bahar yaz ayları doğunca Akar boz bulanık neden dereler Sen de bencileyin yârdan mı oldun Göz göz oldu sinemdeki yaralar” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 575 |
göz gözü görmez olmak |
: |
Çok karanlık olmak. “Üstündeki ağacın dalları da karanlığa karıştı. Göz gözü görmez oldu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
göz kesimi |
: |
Göz kararı, oranlama. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
göz kuyruğu |
: |
Gözün kulağa yakın olan uç kısmı. “Sakın benli peri sakın Çifte hamayılı takın Gözün kuyruğuna yakın Yâre bir ben gerek bir ben” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 529 |
göz vermek |
: |
Memenin uç vermesi. “Gümüş hamaylısın takmış boynuna Çifte memelerin dizmiş koynuna Gören aşıkları yakar kendine Göz vermiş memeler ballar akıyor” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 614 |
gözcü |
: |
Tahtacılarda, cemlerde dedenin buyruklarını taliplere bildirmekle; sükûneti sağlamakla; cem kurallarına taliplerin uyup uymadığını gözetlemek ve gerektiğinde onları uyarmakla görevli hizmet sahibi. |
gözden çıkgaç |
: |
Önemsiz, gözden çıkarılmış. |
gözden çıkmak |
: |
Gözden olmak, gözlerini kaybetmek. Bülbülün durağı güldür ezelden Vefa gelmez imiş değme güzelden Ağlayı ağlayı çıktım gözlerden Kerem eyle gönül gel vazgelelim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.497 |
gözden düşkün olmak |
: |
İlgi görmemek, revaçta olmamak. Getirin atımı binem Aşkar'a Alem bilir sevdiğim aşikâre Dellâllar çağırtsam günde beş kere Satılmaz kumaşım gözden düşkündür Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.619 |
gözden ırmak |
: |
Gözden yitirmek. “Aman Cereni gözden ıramayın. Aman ha, amanı bilir misiniz?” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
göze |
: |
1. Saman dökmek için evin damında açılan delik. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Tulum derilerinin deliklerini kapatan düğüm yeri. 3. Kalburun iri deliklisi / küçük kalbur. 4. Pınar ya da akarsuyun ilk çıktığı yer, bulak. “Bir oğlan torunum olsa Gözenin başına gelse Kuş yuvasından düşüp ölse Dedesiyim ağlamam mı?” (Anonim - Karatepelinin doğmayan çocuğuna yaktığı ağıdından) |
göze dokunmak |
: |
Nazar değmek, göze gelmek. Ala göze sürme çekme Başını bir yana yıkma Sakın yücelere çıkma Dokanırsın göze gelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.545 |
göze dolu |
: |
Göz alıcı, göz dolduran. |
göze girmek |
: |
İlgi ve önem kazanmak. |
gözeğet almak |
: |
Nişan almak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gözek |
: |
Uzağı gören, dürbün. |
gözel |
: |
Güzel, iyi, hoş. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Anam da bilir işini Gözel bağlardı başını Bütün dünyaları gezdi Büğon da buldu eşini” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
gözemek |
: |
1. Çimlenmeyen tohumların yerine yenilerini ekme işlemi. 2. Örme ya da dokuma eşyanın delik yerlerini örerek dokumak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gözenek |
: |
1. Elek kalbur gibi nesnelerin her bir deliği. 2. Pencere. 3. Metal kapların oksitlenerek delinmesi. 4. Eski tip geleneksel evlerde yüklük ile toprak arasındaki bölmelerin her biri. “Oda kapısından girilince, tam karşıya düşen bir set vardır; yük adı verilen bu setin üstüne yataklar, zahire çuvalları vs. yerleştirilir, boş kalan alt ve toprak kısmı bir takım gözlere ayrılmıştır. Bu gözlerin ismi gözenektir.” (Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I) |
gözenerek |
: |
Bakacak yer, delik. |
gözer |
: |
1. Bölgemiz göçmen ağzında; iri gözlü kalbur. 2. Delikleri kalbur deliğinden daha iri olan eleme aracı, sarat. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. Osm. İç.) “Dadal’ım der, bin bir dağı gezerim Aladağ’da bir yapılı gözerim Hak vergisi şıvgaların ezerim Bağışla-gör mor sümbüllü Ala’mı” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul, II. Baskı, 1984 S. 253) |
gözgöz |
: |
Köylerde eskiden içine bir şeyler koymaya yarayan, bezden yapılmış cepler (Duvara asılır ve içerisine ufak tefek şeyler konulurdu.) |
gözgü |
: |
Aynı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
gözleği |
: |
Gözetleme yeri, avsın, pusu yeri. |
gözlek adam |
: |
İyi nişan alan kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gözlemek |
: |
Beklemek. “Ağşam olur sabah olmaz Gözlerime uyku girmez Taz’ardında çift’elinde Gözlerim İrbaham gelmez” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
gözleri velfecir okumak |
: |
Devamlı sağı solu gözetleyen, açıkgöz kimselere denir. “Gözleri velfecir okuyor.” |
gözlerinden fer kaçmak |
: |
Halsiz ve donuk bakmak. |
gözlerinden perpir gibi dökmek |
: |
Çok ağlamak, sulou selli uğlamak. |
gözlük |
: |
İçine tarak vb. şeyleri koymak için birkaç bölmeden oluşan 35x50 cm ebatlarında kumaştan yapılan ve duvara asılan nesne. “Hayal mayal hatırlıyorum rahmetli nenemin ön odada duvara astığı gözlüğü.” |
gözleyi gözleyi gözü dört olmak |
: |
(Birini, bir şeyi)Özlemle beklemek, çok beklemek. “Seni beklerim akşamdan beri. Gözleyi gözleyi gözü dört oldu. Ancak mı geldi sıra?” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
gözü büyük |
: |
İri gözlü sevgili için kullanılan bir sıfat. “Gözü böyük.” |
gözü delik |
: |
Aç gözlü. |
gözü garakmak |
: |
1. Baş dönmesi neticesinde bulanık görmeye başlamak. 2. Başı dönmek. “Gözü garaktı.” |
gözü göğermek |
: |
Çok acıktığını ifade etmek için kullanılır. |
gözü göv |
: |
Nazarı değer. |
gözü göz değil |
: |
Bir hayınlık düşünüyor anlamında. |
gözü güvermek |
: |
Bir şeyi çok istemek, acıkmak. |
gözü küllü |
: |
Saf, kolay kandırılan. “Gözü küllü.” |
gözü kümpellik |
: |
Salaklık, enayilik, kafası çalışmama. |
gözü tıyannamak |
: |
Yılmak, gözü korkmak. |
gözü ummag |
: |
Bir yiyeceği canı çok çeken ama eline bir şey geçmediği için yiyemeyenni,in göz ağrısına yakalanması. |
gözübohça |
: |
Sinek yiyen ve kertenkeleye benzeyen sürüngen. |
gözüyaşı |
: |
Göz yaşı. Ağacın eyisi özünden olur Yiğidin eyisi sözünden olur El için ağlayan gözünden olur Ağlama hey gözü yaşın sevdiğim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.494 |
gözü zibillikte açılıg |
: |
Değersiz ve pis şeyler ile uğraşan kimseler için kullanılan bir deyim. “Gözü zibillikte açılıg dünyaya.” |
gözüŋ ırdı: |
: |
Gözün görebildiği. |
gözüne bir görükür olmak |
: |
Belanın üzerine gidenler için söylenen bir deyim. “Gözüne bir görükür var. Ne desem de ikna edemedim.” |
gözüne görükmek |
: |
Ruhani varlıkları görmek. |
gözünü belertmeg |
: |
Gözünü ağartmak. |
gözünü irmemek, gözünü ırmamag |
: |
Sürekli aynı yöne bakmak. |
gözünü seveyim |
: |
“Çok rica ediyorum, lütfen” anlamında kullanılır. “Gözünü seveyim.” |
gözünün kirişi gırılmak |
: |
Çok korkmak, bir işe girişmekten caymak. “Daha işe başlamadan gözünün kirişi gırıldı.” |
gözünün kökü göğermek |
: |
Özellikle kadınlar için aşırı özlem çekmek. “Gözümün kökü göğerdi. Elimde değil ki” |
gramafon |
: |
Radyo. |
grat |
: |
22 kg.lık tahıl ölçüsü birimi. |
ġu |
: |
Dök, boşalt. |
ġuba |
: |
Horozun çene altında sarkan et. |
ġuba:laşmak |
: |
Sırayla birbirinin işini yapmak. |
ġubalı |
: |
(Horoz için) Gubası büyük olan. |
ġubar |
: |
1. Susuz yer, kıraç tarla. “İnce hatta dar, gubarlı, hafif bir yağmur yağsa, çamır deryasından geçilmez olan sokaklarda bize göre şekillenmiş olan oyunlardan hiç biri yok artık” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) 2. Toz, toprak zerrecikleri. 3. Kabarmış, yumuşak toprak. 4. Tortu. “O goyuları âşamdan goyarım. Dibine oturur onun gumu gubarı:.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
ġubarlanmak |
: |
Toza toprağa belenmek. “Meraklı çocukların dört bir yanında koşuşup oynaşmalarıyla, sunulacak hediyeleri taşıyanların, bahşiş alacakları neredeyse kesin olduğu için gubarlanmalarıyla, çalgının sesini duyanların evlerinden çıkarak katılmalarıyla gittikçe yoğunluk ve hareket kazanmış büyük bir kalabalık halinde evinin önüne varılırdı.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan II, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ġubarmak |
: |
1. Çalım satmak. 2. Şişinmek, övünmek. 3. Hiddetlenmek. “Beyler bir habar geldi: Göçek geldi, malın alayını sürüyormuş. Kubarıyor herif. Şu atı beri çekin, çakmaklı tüfeği verin! Dedi. Ona adamı gösderdeyim.” |
ġubat |
: |
Kaba, uygun olmayan, patavatsız. |
ġubba |
: |
Kubbe. |
ġubbek |
: |
İlkbaharda çok zaman çam üzerinde öten bir kuş. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
ġubuduklanmak |
: |
Çalımlı, çalımlı durmak. |
ġubul |
: |
Çukur, boş, hileli. |
ġubur |
: |
1. Koyun, keçi pisliği, pislik. “Çocuk edirafındağları galdırıp vururken, galdırıp vururken yağa yarılmış, ağzından bir gannı gubur çıkmış diyor nenem” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 2. Çakıl, toz, toprak ve zerrelerden oluşan yığın. 3. Buğdayın içinde geriye kalan toz toprak gibi yabancı nesneler topluluğu. 4. Fişeklik. 5. Ağacın ezilmiş yaprağı. 6. Cüzdan. “Dört oğlum var dört taburda Fişeği dolu guburda Sabır eyle oğlancığım Çok keramet var sabırda” (Kaynak şahıs: Celil Çınkır, Bostan’ın Ağıdından) |
ġuburcuk kusmak |
: |
Hastalanmak, kan tükürmek. |
ġuburluk |
: |
Koyun, keçi pisliğinin biriktirildiği yer. |
ġubuz atmak, ġubuz sıyırmak |
: |
Yalan söylemek, abartmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġuca: |
: |
Kucağa. “Suyumu gullar ocâ Asbabın atallar bucâ Gafayı alıllar gucâ Bir gün ağlar anan atan” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Süleyman Çiftçi’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Hurside Karpuz) |
ġucak |
: |
Kucak. “Gucakda bebek gezdirdim Evim barkımı yitirdim Sağ giden bebeyin Cenazesini getirdim” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Zatüreden Ölen Zeliha’nın Ağıdı, Ağıdı Yakan: İbrahim Gök) |
ġuca:m |
: |
Kucağım. “Gelinin bebegi olsa Vursam gardaşın adını Alsam guca’amda sevsem Verir mi ola dadını?” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kara Süleyman Ağan’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
ġuca:nda |
: |
Kucağında. “Gara salvar bacânda Yağlı martin gucânda Öldürmüşler Hacıveli’mi Düşmanların ocânda” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kurşuna Dizilen Eşkıya Hacıveli’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Âşık Ali Ateş) |
ġucur |
: |
1. Küçük kazma. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. İşini bilir, eke, kurnaz. “Mektub saldım vardı m’ola? Gucur Ali gelir m’ola? Habarı olsa Gara Serife Bir yoruluğumu alır m’ola” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hüsne Gelin (Kuru)’İn Ağıdı, Kaynak Kişi: Murtaza Yılmaz) |
ġucuş |
: |
Pamuk kozası. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gucün |
: |
Güçlükle. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gucür |
: |
İşini bilir, kurnaz, eke. |
guddug, gudduk |
: |
1. Kendini beğenen, gururlu, kibirli. 2. Sır küpü, sırrını dışa vurmayan. “Ser verir sır vermez. Ne guddugdur o var ya.” |
ġuddüş |
: |
Kendini beğenmiş, kurumlu, gözü açık. |
ġudeyne |
: |
Bir incir türü, incir kurusu. |
ġudik |
: |
Köpek yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
Ġudret |
: |
Allah. “Ağ mı gatdım aşıma? Çehre yetirdim başıma Gınamayın gomşılarım Gudretten geldi başıma” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Vururlan Damadın Ağıdı (Halbur Ağıdı), Kaynak Kişi: Safiye Temiz) |
gudubet |
: |
Pis, çirkin, biçimsiz. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
guduk |
: |
Aşısız incir. |
gudugumme |
: |
Çok eke, çok kurnaz. |
gudumen |
: |
Bilgiç, kurnaz. |
gudumlu |
: |
Terbiyeli, normal hareket eden, görgülü. |
gudumsuz |
: |
1. Ne bulursa doymak bilmeden yiyen. 2. Terbiyesiz, aşırı davranan, görgüsüz, hazımsız. |
ġuduret hememi |
: |
Kaplıca. |
ġudurgun |
: |
Kudurmuş, sapıtmış. |
ġuduruk |
: |
Durduk yerde kavga çıkaran, suçsuz yere dövüşen. |
gudümlü |
: |
Eli ayağı uğurlu. |
gudümsüz |
: |
Aç gözlü, eli ayağı uğursuz. “Gelinci kapıya geldi Ben başına zindan oldum Anan baban benden sordu Ben gudümsüz gelin oldum” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġufa |
: |
1. Sepet, küfe, büyük kutu. 2. Nakış ipi, dantel ipi yumağı. “Vardım, orda bitene Cafer gibi, cıncıg boncug satan bir adam. Gufa mufa sati:. Selam aleyküm. Aleyküm selam.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
gugguğusu |
: |
Guguk kuşu. “Yıkılası söbeçimen Gugguğusu çatal öttü Gel Zalha kızım Evdeki gelin gitti” (Derleyen: İbrahim Davutoğlu, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
guguk |
: |
Çok güzel öten bir kuş. “Yeter hey ağalar bu sitem yeter Kuruca’ğa varınca guguklar öter Gelin kız kalmadı hep sayrı yatar Sehil yerde açılmıyor gülümüz” (Celil Çınkır, Andırın Sözlü Kültür Varlıkları Envanter Çalışması I, Dadaloğlu)
Bu dörtlükten anlıyoruz ki Dadaloğlu aşireti ile birlikte Andırın ilçe merkezine çok yakın bir yer olan Kuruca’ya (Bugünkü Orman Deposunun olduğu geniş düzlük alan) yerleşme arzusundadır ve bu bölgeyi çok iyi tasvir etmektedir. |
ġugumavuk |
: |
Baykuş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
guhur |
: |
Duman. “N’ola askere gedeyidi Baştan bersekerdi tabur Al yaralı emmim oğlu Golundan akıyor guhur” (Derleyen: Osman Taştan, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72, S. 379) |
gukguk kuşu |
: |
Guguk kuşu. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gukgulu |
: |
Guguk kuşu. “Burnu gumbut nohutu Tovgaya goysun halası Ağzı gukgulu yuvası Kuşlara versin babası” (Veli Aba, Seyfi Metin, Ö. Tuğrul Kara, Osmaniye Manileri, Adana 2011) |
ġukġumav |
: |
Baykuş. |
ġukumavuk |
: |
Baykuş. |
gul |
: |
Bir yün dokuma motifi. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġulag yamsıdmak |
: |
Duymamış gibi olmak. “İşine gelmezse gulak yamsıdıyor.” |
ġulağı çiniliyesice |
: |
Bir kimse hayırla yad edildiği zaman kulağı çınlıyasıca anlamında kullanılır. “Gulağı çiniliyesice emmim olsıyadı şimdi burada bize datlı datlı şor verirdi.” |
ġulağının tözü, ġula:nıŋ tözü |
: |
Kulak zarı, kulağının hemen yanı. |
ġulak |
: |
1. Mantı. 2. Kulak. “Evimizin önü depe Ben de geldim gopa gopa Teneşire çıkartmışlar Gulağında altın küpe” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Gebenli Fatma’nın Ağıdı, Ağıdı Yakan: Döne Höbek) |
gulak menteği |
: |
Fiziksel darbe durumunda ölümcül olduğu düşünülen kulak bölgesi. |
ġula:mda |
: |
Kulağımda. “Başında moda fesi Gulâmda galdı sesi Sen gidiyon dezzem oğlu Endi mi bebên hersi?” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İsmail Çavuş’un Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Bakacak) |
ġula:n tözü |
: |
Yüzün kulağa yakın kısmı. |
ġula:na |
: |
Kulağına. |
ġula:na ġurşun ahıg |
: |
Duymuyor yahut duymazlıktan geliyor. “Gulâna gurşun ahıg.” |
ġula:nda |
: |
Kulağında. “Evimizin önü depe Bende geldim gopa gopa Teneşire çıkarmışlar Gulânda altın küpe” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Doğumda Ölen Kadının Ağıdı, Kaynak Kişi: Mehmet Bakacak) |
ġula:sma |
: |
Kulak asma, dikkate alma. “Andırın’ın Büveme Köyü’nden Mustafa bir gün Kadirli’den buğday alır. Arabaya yükleyecektir ama yalnız yükleyemez. Bekler, bekler tesadüfen ordan geçen köylüsü Halil hoca yı (Halil Topal) görür. Bire emmoğlu gelde şu çuvalları arabaya atıverek “ der. Arabaya yüklerler. Neden sonra Halil hoca sorar. Ya Mustafa ben gelmesem napacaktın. Niye birini çağırıp ta atıvermedin, bekleyip durdun” der. Mustafa; “Bire hoca herkes geçip gediyor, heç gulâsanmı var” der. |
ġulaşlamak |
: |
İki kişi birbirinden destek alarak büyük çuvalları kaldırmak. Elin biri çuvalın köşesini tutarken diğer el öteki kişinin bileğini tutar ve çuval kolların üzerine yatırılarak kaldırılır. |
guldur duvar |
: |
Taşların harçsız olarak üst üste yerleştirilmesiyle yapılan duvar. |
guldur olmak |
: |
Kasık fıtığı olmak. |
gulgule |
: |
Feryat, gürültü, bağırıp çağırma. |
gulin |
: |
Tay. |
ġullap |
: |
Menteşe, eskiden demircilerin kapı, pencere gibi hareketli yerlerde kullandığı bir malzeme. |
ġullar |
: |
Koyarlar. “Suyumu gullar ocâ Asbabın atallar bucâ Gafayı alıllar gucâ Bir gün ağlar anan atan” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Süleyman Çiftçi’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Hurside Karpuz) |
gulle |
: |
1. Sincap, kalli. 2. Bilye, misket. |
ġullep |
: |
Menteşe, eskiden demircilerin kapı, pencere gibi hareketli yerlerde kullandığı bir malzeme. Kapıların arkasından kapatmak için tahtadan yapılan dönerli mandal. “Eski kapılarda kapıyı zerzelemek ve sonra da kilid vurmak için veya çatal kapıların iki kanadını kapattıktan sonra mandalını geçirip, gaga burnu takılarak kilitlemesini sağlamak için gullebiler vardı.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan III, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ġullibi |
: |
Kamış ve hayıttan örülmüş ağzı geniş büyük sepet. |
ġulluk |
: |
Bodrum. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
ġulp |
: |
1. Lakap. Bir şeyi, bir işi küçültücü bir lakap. 2. Sap, kulp, el yeri. “Aşgananın duvarlarında gulpundan asılı kevkir, tahra, birkaç tava, boy boy kahve cezveleri, çomça, kepçe, bazı evlerde sedef kakmalıkaşıklık, lambalık, bulunurdu.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ġulplaşmak |
: |
İki kişi tutarak ağır bir şeyi kaldırmak. |
ġulplu tas |
: |
Şire vs. yapılırken kullanılan saplı tas. |
ġulpluca |
: |
İki yanında tutacak olan kazan. |
ġulum/n |
: |
At ve eşek yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ġulun |
: |
At ve eşek yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġulunç |
: |
1. Kürek kemiği, sırt, sırtın iki omuz arası. “Hince babamoğlu hince Pürçüğün dökmüş gulunca Yıkılsın toylar milleti Nişannısın el alınca” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) 2. Bel. “Geldi mi sabah posdası Guzum gelenin hasdası Ağ Irahman can veriyor Gulunca verik desdesi” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġulungu |
: |
6 aylık at yavrusu. |
gulü |
: |
Hindi. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
gulümfür |
: |
Karanfil. |
gulüştürmek |
: |
Güldürmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġum |
: |
Kum. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) “Yol üstünde ulu mezer Yel esdikçe gumu tozar Ya n`edeyim emmim oğlu Yeni açılmıs gülden güzel” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hastalıktan Ölen Ali Tahta’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Safiye Temiz) |
ġumacık |
: |
Çınar ağacının yaprağında bulunan kendi doğal tozu. “Gumacıklı çınar yapraklarına tarhanayı asla sermezdi ninem. Tadını bozarmış çınarın gumacığı.” |
ġumadın |
: |
Koymadın, bırakmadın, hepsini tükettin anlamında koymak fiilinin çekimi. “Doktur doktur gezdirdin İlaç gumadın yedirdin Ben yareme çare bulamadım Ben eşime çare bulamadım” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Keskahlı Hüsne Çınar’ın Ağıdı-1, Kaynak Kişi: Mustafa Çınar) |
ġumalama |
: |
Tavukların eşinmesi. |
ġumandan |
: |
Komutan. “Garlı dağlar, garsız dağlar Garı erir, suyu cağlar Gadanız alıyım eller Gumandan başında ağlar” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
gumanlı |
: |
Karışık dalgalı. |
ġumaş |
: |
1. Köpeklere verilen genel ad. 2. Kumaş. “Uzun Salak’da ekici, Bulamam ağamın yekini, Çatal kilimi gerer de, Yığarım gumaş yükünü.” (Mehmet Temiz, Andırın Ağıtları, Yüksek Lisans Tezi, Hastalıktan Ölen Abdil Ağa’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
ġumbilis |
: |
Komunist. |
ġumbur |
: |
Kambur. “Gumburu çıkmış hala dünya telaşesinde.” |
ġumbut |
: |
Nohut, buğday, arpa, çörek otu, mısır,vb. tahıllarınkavrulması ve sonra öğütülerek un haline getirilmesidir. |
ġume |
: |
Avcıların pusu yeri. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġumguma |
: |
Laf kalabalığı. |
ġumpir |
: |
Patates. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
gumu |
: |
Gibi. “Ablak İsmet’imin yüzü Bulgur gumu gaynar özü Utanma gurban oluyum İstediğin kimin gızı” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
gumucak |
: |
Sinek vs. larvası. |
gumül |
: |
Susam ve ekin demeti. |
gun |
: |
1. Güneş, gün. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Koyun, bırakın. |
ġundamsız |
: |
Kanaat etmeyen, gözü doymayan. |
ġundura |
: |
Kundura, ayakkabı. “Gır atın ahar içinde Parlak gundura gıçında Elin atlısı geliyor Emmim oğlu yok içinde” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġunduru |
: |
Bir buğday çeşidi. |
ġunduz |
: |
Kedigillerden bir hayvan. |
ġungul |
: |
Gizli sır, işin içinde iş. |
ġungulu |
: |
Küçük su testisi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ġungulugo:k |
: |
Bir çeşit ot. |
ġunmak |
: |
Konmak, yerleşmek. |
ġunnacı |
: |
(Kısrak, eşek, kedi, köpek) Yavrulayacak olan, karnında yavru bulunan. |
ġunnamak |
: |
1. Yumurtlamak. 2. (Köpek, kedi, at, eşek) Doğurmak, yavrulamak. |
ġunpur |
: |
Patates. |
ġurada |
: |
Kullanılmayacak kadar eski, hurda. |
ġurag avı |
: |
Evcil kekliğin ötmesiyle yabanıl kekliklerin gelmelerinin beklenerek yapılan av. |
ġuralanmak |
: |
Bir işe hazırlık yapmak. |
ġurampa |
: |
Tuzak, hile, düzen (Gurampa kurmak) |
Ġuran |
: |
Kur’an-ı Kerim. “Dezzem gızı Cennet Hatın Hepimizden yaş ileri Guran okunurkan kakmış Zahar bozuluk morali” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kalpten Ölen Kenan Kurtbeyoğlu’nun Ağıdı, Kaynak Ki-şi: Sariye Gök) |
ġuranpa |
: |
Tasarı, düşünce. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
ġurban |
: |
Kurban. “N’olacak bu benim halım Gırıldı ganadım golum Atım gurbannar oluyum Söylemiyor gayrı dilim” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġurbannık |
: |
Kurbanlık. “Köylümüz sade gendini düşünmez. Malını, ine:ni, danasını, davarını da düşünür. Onun uçun ekilir genelde. Bi de gurbanna: vermeg uçun. Gurbanna: verecek arpan yo:sa filancadan bulup getirmeg gerekir.” (Kadirli Bekereci Köyü’nden Kubilay, kaynak: www.bekereci. com) |
gurbet |
: |
Gurbet. |
ġurd |
: |
1. Kurt, böcek. 2. Kurnaz. “O ne yaşlı gurd. Ondan gaçar mı heç? Gözü küllü biri mi sandın sen onu?” |
ġurdalamak |
: |
Orasına burasına bakmak, kurcalamak, sağını solunu karıştırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
ġurdamak |
: |
Kurcalamak, karıştırmak, ilişmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġurdanma |
: |
Kendine iş yaratıp oyalanma. |
ġurdanmak |
: |
1. Hamarat hamarat oradan oraya gezinmek. 2. Yüz güldürecek bir gelir getirmeyen iş yapmak. “Bizimki çalışmak sayılmaz, gurdanmak denir.” |
ġurdatmag |
: |
Kurtlanmak. |
ġurdele |
: |
Kurdela. “İtim itlerin alası Getmiyor başın belası Şapkasının gurdelesi Körün oğlu Halil’e benzerdi itim” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġurdeyne |
: |
Küçük bir incir çeşidi, Yabani incir. Dere kenarlarında kendiliğinden yetişen küçük siyah meyveleri olur. |
ġurduk |
: |
İçten pazarlıklı. |
Guren |
: |
Kuran. |
ġurere |
: |
Kolera hastalığı. |
ġureybe |
: |
Kurabiye. |
ġurk |
: |
Kuluçka zamanı gelmiş tavuk. |
ġurk çökmek |
: |
Kuluçkaya yatmak. |
ġurk olmak |
: |
(Tavuklar için) Kuluçkaya yatma zamanı gelmiş olmak. “Üç tavı:m varıdı. Üçü de gurk olmuş.” |
ġurk yatmak |
: |
(Tavuklar için) Kuluçkaya yatmak. “On dokuz tane yumurtanın üstüne gurk yatmış kesmenin kovûnda.” |
ġurkuldamak |
: |
Kuluçka zamanı gelen tavuk için gurk gurk diye ses çıkarmak. |
ġurmak |
: |
Kurmak. “Evimizin yanı dere Sular akar çağlayarak Biz Yasin’e düğün gurduk Posda posda ağlayarak” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Yasin’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Mehmet Bakacak) |
ġurmut |
: |
Armuta benzer, yaprakları çınar ağacı yaprağını andıran Toros dağlarının yüksek yerlerinde yetişen parmak iriliğinde meyvesi olan çok uzun bir ağaç, ahlat. |
ġurna |
: |
1. Çesme önündeki oluk. 2. Hamamda sıcak ve soğuk suyun içine aktığı genelde mermerden yapılan hazne. “Kadınların hamam günlerinin pek kavgasız bittiği de görülmezdi. Yok kele bacım, gurna sırası bendeydi diyen.; yok aman anam, ıcık da göbek daşında biz oturak kele; nâdar mısmıllandı:z burada diye gemi azıya alıp gurna tasını, içi kil dolu torbasını veya ıslandığından ağırlaşıp yerden kalkmaz olan mezerini kapan saldırırdı rakibesine.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ġurra |
: |
1. Nesil, devre. 2. Ad çekme. |
ġurrit |
: |
Boş yalak. |
ġurrukkuşu |
: |
Yuvasını akarsu kıyılarındaki yarlara yapan, kırlangıçtan büyükçe, mavisi bol güzel renkli, ekin zararlılarını, arıları, uçan böcekleri yiyen bir kuş, dırra, arıkuşu. “Aşağılara doğru gurruk kuşlarının yuvalarına elini sokarak, öteki kuş yuvalarını yoklayarak iniyordu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
ġurrum |
: |
kurarım. |
gursa:, kursağı boklu |
: |
Haram helal gözetmeksizin her tür kazanca evet diyen kişi. |
ġursag |
: |
Mide. |
ġursana dayanamama |
: |
Pisboğaz. “Gursana dayanamaz.” |
ġurşun |
: |
Mermi. “Gargılık’da görülüyor Gumandannar deriliyor Gurşun yemiş benim oğlum Ağ bilekler geriliyor” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Sarı Mulla (Mullacık)”nın Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Celil Dalkıran) |
ġurt |
: |
Kurt. “Gurban ollum düğününe Ben duruyum oyununa Ağ sakallı vezir ağam Gurt dadanmış goyununa” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Üç Kardeşin Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Belkıse Gök (Ballı Hatın)) |
ġurtlaŋġaş |
: |
Kürdan. |
ġurtlanma |
: |
Böceklenerek bozulma. |
ġurtulmak |
: |
1. Doğum yapmak. 2. Kurtulmak. “Aşcısının adı Hürü Güneyliler sürü sürü Yemin araya girince Gaç da gurtul sefil Veli” (Kaynak: Hürü Köse, Andırın Büveme Köyünden) |
ġuru |
: |
1. Biber, patlıcan, kabak gibi sebzelerin içi oyularak kurutulmuş hali. 2. Zayıf. |
ġuru (kuru) ağaç |
: |
Anamur’un Kaş yaylası altında, Yörüklerin bir konak yerine verdikleri ad. |
ġuru boş |
: |
Yavan. |
ġuru ġuru ġurban olayım, takır takır gadanı alayım |
: |
Dilinden iltifatı ve hoş sözleri bırakmayan ancak sıra icraata geldiğinde hiç oralı olmayan kimselere denir. “Guru guru gurban olayım, takır takır gadanı alayım.” |
ġuru ġuru kadanı alim tahır tahır yoluna ölim |
: |
Kuru kuru seversem, takır takır da yoluna ölmüş olurum. “Guru guru kadanı alim tahır tahır yoluna ölim.” |
ġuru ġuru pas |
: |
Sonuçsuz çaba. |
ġuru para |
: |
Hazır para (Emlak, çek, senet değil). |
ġuruyer gunduzu |
: |
Gayışkanat. |
ġurudmak |
: |
Kurutmak. “Gene geldi güz ayları Ağaçları guruduyor Suna boyla sürmeli gızım Beni duz gimi eridiyor” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Gebenli Fatma’nın Ağıdı, Ağıdı Yakan: Döne Höbek) |
ġurulmag |
: |
Şatafatlı bir şekilde oturmak. |
ġurumak |
: |
Kurumak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) “Yekin emmimoğlu yekin Gurumuş elleri bakın On senedir dert çekiyor Zalim imiş derdi çetin” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İmirze’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
ġurumlanmak |
: |
Kibirlenmek, çalımlı davranmak. |
ġuruntu |
: |
Böbürlenme. |
ġurunur |
: |
Kurutulmuş üzüm. |
ġurunur yeri |
: |
Üzümü kurutmak için bağ içinde oluşturulmuş mekanın adı. |
ġuruş |
: |
Kuruş. |
ġurut |
: |
Kışlık, kurutulmuş sebze türü yiyecekler. |
ġurutsa |
: |
Zayıf, cılız. |
gurüyeneçe: |
: |
Kuruyana kadar. |
ġusgûk |
: |
Dağlık ve ormanlık yerlerde yaşayan güvercine benzeyen ondan biraz daha küçük eti yenen bir kuş, yusufçuk kuşu. |
ġusġun |
: |
1. Semer. Atın üzerine bağlanıp yük taşımakiçin kullanılır. 2. Şalvarın bele bağlandığı yer. |
ġuskan, gusgun ya da ġuskun |
: |
At eyerini tutturmak için atın kuyruk altından gecen palan. |
ġuskundan yukarı osurmak |
: |
Haddini bilmemek. |
ġusgunu düşük |
: |
Giyimi kötü, rüküş, paspal. |
ġuskunu ġırık olmak |
: |
Bir eksiği bulunmak. “Guskunu gırık zavallının. Yoksa o bu hallere düşecek adammıydı. Aklı yetiyor gücü yetmiyor.” |
ġusmag |
: |
Kusmak. |
ġussa |
: |
Tasa, kaygı, keder, üzüntü. |
ġusulluk |
: |
Banyo, yıkanılan yer. |
ġusur |
: |
Kabahat. “Gadan allım Müzeyyen Gelin Görümceni vermen ele Dam dolusu selam salmış Onun gusuruna galma” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
gusülhane |
: |
Küçük banyo. |
ġusür |
: |
Kabahat. |
ġuş |
: |
Kuş, acemi. “Daşdan daşa sekerkennek Gapıdumdan akar gannar Uçan guşa car eyledim Düşman gurşun sıkarkannak” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Düşmanlarca Vurulan Üç Yoldaşın Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Höbek)
“Leylek benim nerden guşum, yazın gelir gışın gider.” |
ġuş teneye dolanır |
: |
İnsanlar menfaatleri peşinde koşar. “Guş teneye dolanır.” |
ġuş uykulu |
: |
Uykusu derin olmama, uykusu içinde en ufak bir çıtırtıda uyanıveren insan için kullanılan bir deyimdir. |
ġuşak, ġuşag |
: |
Kuşak, sargı, bel. “Hasan’ı da dersen uşak Sülemen’e aldım guşak Varıyor eşim varıyor Tülü dağal maya köşşek” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġuşana, ġuşane |
: |
Altı yedi litrelik ağzı yayvan bakır ve kalaylı su, süt ve ekmek kabı. |
ġuşgana, ġuşkana |
: |
1. Ekmek leğeni, ekmek sepeti. 2. Küçük tencere. |
ġuşgana:zanı |
: |
Orta büyüklükte kazan. |
ġuşlug |
: |
Sabah ile öğle arasındaki zaman dilimi. “Bülbül boş dala gonmuyor Mihnesi buna ganmıyor Varın sö:len Hacca Gıza Guşlug oldu uyanmıyor” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kına Gecesi Ölen Hacca Kız’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Hürside Karpuz - Döndü Parmaksız) |
ġuşluklayı |
: |
Kuşluk vakti. “Oğlum galmadı ocakda Atım galmadı bucakda Ne yatıyon Boyraz oğlum Guşluklayı ısıcakda” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
ġuşlukleyin |
: |
Kuşluk vakti, sabah saat 9-10 sularında. |
ġutlu |
: |
Kutnu, bir kumaş türü, değerlibir kumaş. “Yapdırırım al bir gonak Döşşerim senin odana Gutlu yataklar serer de Beklerim senin yolunu” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġutnu |
: |
Bir kumaş türü. “Terkisinde beş top gutnu Ben gutnuyu nediciyim Yol verin bana gurtlar Ben anama gediciyim” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġutu, kutu |
: |
1. Buğday ölçmede kullanılan araç. 2. Kutu. |
ġuvalamak |
: |
Kovalamak. “Ha:la, tavık dutacak bir makine bulunamaması veya golay bir yolunuŋ bulunamaması; ilkel yöntem olarak guvalıya guvalıya dutmamız incilerimizin başında gelenlerindendi.” (Kadirli Bekereci Köyünden Ekrem, Kaynak: www.bekerecikoyu.com.) |
ġuvalgaç |
: |
Övünen, böbürlenen. |
ġuvaltak |
: |
Yarı aralık. |
ġuvatlı |
: |
Kuvvetli. |
ġuvar |
: |
Kovalar. “Anavarza yazıları Ceren guvar tazıları Bir ocağa sebep olmuş Aralığın muzuları” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġuvermek, ġuvertmek |
: |
Koy vermek. “Terkimde de bir top gutlu Ben de heğle ediciğim Guverin de Kürtler beni Ben anama gediciğim” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġuvvadlı |
: |
Kuvvetli. |
ġuvvet |
: |
Kuvvet, güç. |
ġuyaz |
: |
Güneş görmeyen yer. |
ġuyer |
: |
Bırak, teslim et. Fıkra gibi bir Karatepeli anısı. “Yıl 1981. Aylardan Ağustos sonu veya Eylül başı. Yusuf Sıra ve ekibi bizim evin önünde su guyusu deşiyor. Yani Bekereci’nin en yüğsek noktasından su çıkarmaya çalışıyollar. Ben de geçirdiğim gazadan sonra hasta yata:ndiyem. Emmim (Cart Ali) ırahmatlık da var. Çardaktiyek. Yusuf abi milleti gülmekten gırıp geçiriyor. O aralar bir Solak Hacı taklidi dutdurmuş gidiyor. Gülmek bişey de:l de ben gülünce burnum ganıyor, ganı da zor durduruyok. Na gadar dediysek de Yusuf abi etme, dutma, yapma diye duyan olmadı. Emmim, “Elleme sen onu bana guyer” dedi. Yiğenim Mustafa’yı ça:rdı yanına. “Kepi:r…! Sen o guyuya işedin mi?” dedi. O da “yo:k” dedi utanarak. “Cıkk.! Eğer o guyuya işemezsen su çıkmaz” dedi. Mustafa tekrar oynamıya getti.Bu arada guyunun dibinden Solak Hacı taklitleri gırla gidiyor. Aradan az bir zaman geçmişti ki bu sefer guyunun dibinden bağırışmalar geldi. Ben guyu uçtu zannettim bağırtılarından. Guyudan tarafa baktık ister istemez. Kepir donunu çekerek kaçıyor guyunun başından. Neyse ekip çıktı apar topar guyudan, üstleri baya: ıslanmış vaziyette. Yusuf abi diyor ki; “Ulan önce yağmur yağıyo zannettim, yokarı baktım, havada bulut yok, bir de oluk gimi geliyor, hem de duzlu duzlu” diyor. Akşama kadar burnumun ganamasını durduramamıştık gülmekten. Yusuf Abiye selamlar.” (Kadirli Bekereci Köyünden M. Yakar, www.bekerecikoyu.com) |
ġuymak |
: |
1. Doldurmak. 2. Bulamaça benzer bir çeşit hamur yemeği. Genellikle doğum yapan kadınlara yedirilir. Unun suyla dokunmasından oluşan hamurun ortası çukur yapılır ve kızgın tereyağlı pekmez eklenerek yenir. 3. Koymak, bırakmak. “Gapımızda çatal hayma Yel esdikçe boynun eyme Ôlun beni beker guydu Aman babam bana değme” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Koca Durmuş’un Ağıdı, Kaynak Kişi: Nadire Erkek) |
ġuyrug |
: |
Kuyruk. “Heç yatmadı sabaha gadar Herhalda derdin gâvırı Guyruğu omzunda halakada zavırı Hacı Yusuf’a benzerdi itim” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ġuyrug cücü: |
: |
Ağustos’ta olan keklik yavrusu. |
ġuyrug do:mu |
: |
Ağustos ayınınon sekizinci günü. |
ġuyrugcu |
: |
Çoban yamağı. |
ġuyruğu gıllaŋ gıllaŋ etmek |
: |
Göze girmeye çalışmak. “Guyruğu gıllan gıllan ediyor.” |
ġuyruğu guş bişiri: |
: |
Telaşlı anlamında bir Maraş deyimi. “Guyruğu guş bişiri:.” |
ġuyruğu tıpılatmak |
: |
Can vermek, kuyruğu titiretmek. |
ġuyruğu titiretmek |
: |
Ölmek. “Guyruğu titiretti.” |
ġuyruklu |
: |
Akrep. |
ġuyru: tıpılatmak |
: |
Can vermek. |
ġuyulamak |
: |
Kuyuya koymak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
ġuyumcu |
: |
Kuyumcu. |
ġuyyiye |
: |
Kuyuya. “Alalım gafaslardan habarı. Elboğlu’nun bize çok iiyliyi var, pâdışaha bunu habar vermiyek, hapıshanada bir yahudu var onun kellesini kesek, göydesini guyyiye atak, kellesini de pâdışahın öyrüne atak. Derhal bu işi yapdılar, gırg gişiyi ayrıca bir hapısa goydular. Yahudunun kellesini pâdışahın huzurüne eletdiler.” (Ahmet Caferoğlu, Anadolu Ağzı Derlemeleri, Maraş Bölümü, Kaynak kişi: Tokmaklı’dan Ehmet Kılıç) |
ġuz |
: |
Gölgede kalan (yan), kuzey, güneş almayan yer. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġuz tilkisi |
: |
Yaman ve kurnaz adam. |
Ġuzan |
: |
Kozan. “Şu gavur Ali’nin oğlu Yitirmiş gettiği yolu Avşar gızından habar almış Nerede Guzan’ın yolu” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
Ġuzanoğlu |
: |
Kozanoğlu. |
ġuzgun |
: |
1. Kuzeye bakan. 2. Kuzgun. “Gökde yıldızlar yılışır Guzgunlar üleş belişir Ağlamıya ar ediyom Garşıda duşman gülüşür” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, BoşBeşik Ağıdı (Bebegin Ağıdı), Kaynak Kişi: Safiye Temiz) |
ġuzgun fikirli, ġuzgun akıllı |
: |
İçten pazarlıklı kimse. “Guzgun fikirlilerden oldum olası korkmuşumdur.” |
ġuzgunı:rık (guzgunîrık) |
: |
Aptal, ahmak, şaşkın. |
ġuzi |
: |
Yavri, kuzum, yavrum gibi bir sevgi sözcüğü. Yalnızca büyükler tarafından küçüklere söylenir. |
ġuzlacı |
: |
Hamile hayvan. ”Guzlacı o:lak, bokundan belli olurumuş.” |
ġuzladıp guzusunu mu alıcım |
: |
İşime yaramaz. Ondan asla yararlanacak değilim. “Guzladıp guzusunu mu alıcım.” |
ġuzlamak |
: |
(Keçi, koyun) Doğurmak, kuzulamak, yavrulamak. “Yol üsdünde duran gazlar Uzatmış boynunu guzlar Ben Omar’a düğün gurdum Çabık sıralanın gızlar” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġuzluk |
: |
Küçük baş hayvan ahırı, oğlakları annesinden ayırmak için daire şeklinde yapılan, çit, ağıl (yaylada yapılır). “Şu guzluğu bağladım Kör gocayı yolcu ettim Oğlaklar dağa gidişin Onları beri eyledim” (Erman Artun, Seyirlik Köy Oyunları ve Anonim Halk Edebiyatı Araştırmaları, Kitabevi, İstanbul 2008) |
ġuzu |
: |
1. Daha aklı yetmiyen. 2. Çocuk. Kuzu. Analar çocuklarını, onlar, altmış yaşına da değse “guzum” diye severler. “Guzu” sevgi, şefkat içeren bir sözcüktür. Koyun yavrusuna da kuzu denmektedir. Parçada oğul anlamındadır. |
ġuzu dişi |
: |
Çocuk dişleri. |
ġuzu dişi çıkmak |
: |
Ömürlü olmak, çok yaşamak. Çoycağım ġuzu dişi çıksın bu ǥız bulduğu yere ḡόtürdü. |
ġuzu gula: |
: |
Kuzu kulağına benzeyen ekşimsi bir yaprak. |
ġuzu kerpiç |
: |
Yarım kerpiç. |
ġuzularnan gırkılmak |
: |
Kendinden çok daha genç kimselerle düşüp kalkmak. |
gü:m |
: |
Güğüm. |
gü:rmeg |
: |
Coşkun bir şekilde çevreyi rahatsız edecek davranışlarda bulunmak. |
gübe |
: |
Ufak tefek tümsekler. “Yüzdeki ben gibiydi Çukurova’daki gübeler.” |
gübeç |
: |
Kabağın dibi. |
gübeklemek |
: |
Göbeğine kadar gelmek. |
gübleği, gübleğe, güpleği |
: |
Balta ve keserde sapın geçirildiği delik. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
gübren |
: |
Kutlama. |
gübüdük |
: |
Devenin ön bacaklarının üstüne asılan en büyük çana denir. |
gübül |
: |
Köpekleri çağırmak için kullanılan bir söz. |
gübülük |
: |
Küçük sevimli köpek. |
gübür |
: |
Çerçöp, süprüntü, zibil. |
gücala |
: |
Zorla, güç bela. |
ġücci:cek |
: |
Küçücük. |
ġüccüg |
: |
Küçük. |
ġüccük |
: |
Küçük, ufak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Gala dibi ufak daşlı Gül Iraz’ın gözü yaşlı Hacı Ehmed böyük oğlu Arkası güccük gardaşlı” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hastalıktan Ölen İbrahim’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Ummahanı-Ali Temiz) |
ġüccük guşlug |
: |
Saat sekiz suları. |
ġüce görmek |
: |
Saldırmak, üzerine atılmak, vurmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
gücele |
: |
1. Zor da olsa sonuda gerçekleşen durum. 2. Güçlükle, zorlukla. “Yorulduk da yolda galdık Gücele Izgın’a vardık Sağolasan Mehmet Ağam Sayende gonağa vardık” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Gallik Mustafa’nın Gelini Hatın’ın Ağıdı, Derleyen: Hatice Hurmanlı, Kaynak Kişi: Hüseyin Şahin) |
ġücöğürmek |
: |
Ansızın saldırmak. |
ġücücek |
: |
Küçücek. |
ġücük |
: |
1. Şubat ayı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) 2. Gömlek. 3. Küçük. “Emmisinin oğlu Hasan Gardaşımın gücük oğlu Eşim de şurda yatıyor Kekil burculu kokulu” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008)
“Gücü yeten gücük tavuk.” Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
ġücükleme |
: |
Kadınların çamaşır yıkarken veya benzeri işleri yaparken şalvarın üstünden giydikleri, genellikle kalçanın altına kadar inen elbise. |
ġücülemek |
: |
İşini becermek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gücümek |
: |
Iyılan iplerin ıstar tezgahın getirildikten sonra çaprazlamayı sağlamak için ilmik atmak. |
gücün |
: |
Hemen, şimdi, yeni. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
gücün gücün |
: |
1. Azar azar, yavaş yavaş. 2. Güçlükle, zahmetle. |
gücürgülenmek, gücürgenmek |
: |
Bir işi isteksiz ve gönülsüz yapmak, üşenmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ġüçcüğü |
: |
Küçüğü. “En güçcügü Anşa gızı Gan ağlıyor iki gözü Hürüm’ola top nergizi? Söyle babam gızı söyle Ben deyim de destan eyle” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Keskahlı Hüsne Çınar’ın Ağıdı-2, Ağıdı Yakan: Hüsne Çınar) |
ġüçcük |
: |
Küçük, ufak, yaşı küçük olma. “Er kakdı işine yollandı Güçcük de Tolga’n dillendi Tez gel oğulcuğum tez gel Kuru ağaçlar dallandı” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ġüççük |
: |
Küçük. “Bö:k evin ören gibi Güççük evin veren gibi İniliyor sürmel’eşim Avcı vuruk ceren gibi” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Koca Durmuş’un Ağıdı, Kaynak Kişi: Nadire Erkek) |
ġüççürek |
: |
Ufacık, ufakca. |
güçücek |
: |
Ufaklık, küçücük. “Boğum boğum boğmuş ince belini Bal zannettim ağzındaki dilini Eri geci ben dererim gülünü Gül derene ner anan güçücek” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
gü:de |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; gövde. |
güddeci |
: |
Sığır çobanı. |
güdek |
: |
Oyunda ceza sırası, nöbet. |
güdeleç |
: |
Direksiyon, dümen. |
güdük |
: |
1. Kısa, kısa boylu, kısa boylu kadınlara takılan lakap. 2. Kolsuz yelek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 3. Kuyruksuz hayvana ya da köpek, esek gibi boyu kısa olanlara denir. 4. Gömlek, mintan, firenk gömleği. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
güdükleme |
: |
Kısa ceket. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
güdül |
: |
İçineun, toz, şeker veyahut yağ konulan topraktan pişirilmiş, kap. Tahtadan da yapılır. |
güdüm |
: |
Himaye, sahip, gönderme işi, sürme,yönetme. |
güdümen |
: |
Bir liderin etrafındaki gönüllüler, çete üyeleri. |
güerçin taklası |
: |
Çoturum eşşek oyununda takla atmanın adı. |
gügük |
: |
Lale tomurcuğu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gügül |
: |
İpek böceği. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
güğlek |
: |
İki havaylık tahıl ölçü birimi. |
güğlekçi |
: |
Havay ile tahıl ölçen kimse. |
güğlemek |
: |
Bir yere hızla ulaşmak, yel gibi yetişmek, gün dışlık vermemek, sürekli rahatsız etmek, taciz etmek. “Gördüŋ bir aş güğle düş, gördüŋ bir iş durma sıvış.” Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
güğmek |
: |
1. Dayanmak, beklemek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada.) 2. Mühlet vermek. |
güğüm |
: |
Yandan kulplu, boynu uzun su taşımakta kullanılan bakır veya alüminyum kap, büyük ibrik. |
güğürmek |
: |
Coşkun bir şekilde gevezelik etmek. |
güher |
: |
Gevher, mücevher, elmas. “Rakka’dan beriye gelen gaziler Sual etmen bana nerden gelirim Tutmuşum yükümü lâ’l ü güherden Şam-ı Şerif derler şardan gelirim” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
ġüheylan |
: |
Küheylan, cins arap atı. |
güjlü |
: |
Güçlü. |
gül damlası |
: |
Itır. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gül şefdeli |
: |
Ham deriden yapılan bir tür ayakkabı. |
gül şurubu |
: |
Gülden yapılan bir şurup. |
güla:n |
: |
Çok gülen. |
gülbank, gülbenk |
: |
1. Tahtacılarda, dinî törenlerde, cemlerde, yüksek sesle okunan dua. 2. Bir topluluk tarafından ve makamla okunan dua. “On’ki imam gülbangına erişem Anda keramet var Hakk’a yetişem Bahrd’açılıp bülbülle ötüşem Güller benisevdiğime ulaştır” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
gülbezek |
: |
Ağaç oyma işi motif türü. |
güldür güldür |
: |
Suyun bol bol akışını gösterir. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç.) |
güle güle ölmek |
: |
Gülmekten kırılmak, aşırı derecede ve sarsıla sarsıla gülmek. “…Yeşil giysileriyle gelse, Meyremcenin karşısında dursa, Meyremce güle güle ölür.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
gülec |
: |
Kalleş. |
güleç |
: |
Güleryüzlü. |
gülek |
: |
1. Zahire ölçü birimi, iki gazyağı tenekesi. 2. Azerbaycan dilinde ve eski Anadolu Türkçesinde, rüzgâr, rüzgârlı, yel, yelli fırtınalı, esintili anlamındadır. |
güleş |
: |
Güreş. “Ergen babamoğlu ergen Güleş yeri olmuş sergen Nic’olmuş bunun dayısı Üstüne örtmemiş yorgan” Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Pehlivana Ağıt, Derleyen: Gülbahar Demir)
“Döğüş başka güleş başka.”Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
güleşçi |
: |
Güreşçi. |
güleşmek |
: |
Güreşmek. “Bacısının adı Eşe Gamçısın dayamış daşa Gardaş güleşe çıkışın Selam salmış Kemal Paşa” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Gebenli Karcı İs-mail (Kahveci)’İn Ağıdı, Kaynak Kişi: İbrahim Gök) |
gülfer |
: |
Destan. |
gülgey |
: |
Gül gibi kızarmış yuvarlak. |
gülgülü |
: |
1. Güleç, gülen. “Hayriye’nin anasıyım Soldurdun gülgülü yüzümü Babasının gö:nü olmuyor Ziya Bey isder gızını” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Ömer Ağanın Kızı Hayriye Hanım’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) 2. Gül renkli, kırmızı. “Yaslı deli gönlüm yaslı Acep nedir bunun aslı Kardeşler gana belenmiş Karadon gülgülü fesli” (Sarıkamış’ta ölenlere yakılan ağıt - Ağıtı Söyleyen Kara Zala Hatun - Pınarbaşı) 3. Feslerdeki kırmızı püskül. 4. Kırmızı nakış biçimleri. |
gülgünüz |
: |
Coşkun, neşeli. |
gülle |
: |
Misket. |
gülle oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. GÜLLEKibrit çöpü, para veya taş ile oynanır. Her oyuncu eşit sayıda parasını veya kibrit çöpünü ortaya koyar. Bunlar da bir çizgiye dikilir. Oyuncular belli bir uzaklığa geçer, sırayla ellerindeki gülleyle paraları veya kibrit çöplerini yıkmaya çalışır. Kim ne kadarını yıkarsa, o kadar paranın veya kibrit çöpünün sahibi olur. (Uğur Bilgici, Osmaniye / Bahçe Halk Kültürü Üzerine bir Araştırma Konulu Yüksek Lisans Tezi, Osmaniye Korkut Ata Üni., S.B.E., TDE., ABD, Osmaniye, 2018, s.168) |
gülloş baklavası, güllo:ş paklo:su |
: |
Pekmez ve yufka ekmekleyapılan bir tür tatlı. |
güllü dul var, küllü dul var |
: |
Dulun zengini de var, fakiri de. “Güllü dul var, küllü dul var.” |
güllük |
: |
1. Çekirdeği fazla olan küçük domates. 2. Karakol. |
gülmezem |
: |
Gülmem. Karac’oğlan eder ağlar gülmezem Gözümün yaşını hergiz silmezem Hele ben vazgeldim seni bilmezem Kerem eyle gönül gel vazgelelim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.497 |
gülşan |
: |
Sevgili. “Karac’oğlan Mevlâ yazmış fermanım Semaya sed çekti âh ü figanım Lütfedip ağlatma nazlı gülşanım Bize bu ayrılık Hakk’tan iş oldu” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 638 |
gülşen |
: |
Gül bahçesi. |
gülümek |
: |
Hayyanın ayaklarını topluca bağlamak, elini ayağını birlikte bağlamak. |
gülüşelek |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; gülüşerek. |
güm |
: |
Ağıl. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
güman |
: |
Kuşku, şüphe, güvensizlik duygusu. “Karac’oğlan der ki gümanım yoktur Gayri rakiplere amanım yoktur Sılaya varmaya amanım yoktur Nazlım beklemesin yollarımızı” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953)
Ayağına geymiş telli yemeni Kaldıralım aralıktan gümanı Ak topuk üstüne atlas tumanı Döker gider yaylasına bir gelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.549 |
güman gelmek |
: |
Şüphelenmek. |
gümanlı |
: |
1. Karışık, dalgalı, zanlı, şüpheli. Hey ağalar kış m'olacak Dağlar dumanlı dumanlı İkicikli yâr sevenin Başı gümanlı gümanlı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.421 2. Dertli, kederli. “Dağların başı dumanlı Arkası yavru haymanlı Oba, baban öldü diyor Benim gönlüm de gümanlı” (Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I) |
gümbür |
: |
Tahta yayık. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gümeç |
: |
Tarlalarda kendiliğinden yetişen, yaprakları sebze olarak pişirilip yenilebilen, çiçekleri öksürüğe vb. karşı iyi geldiği söylenen bir ot, ebegümeci. |
gümen |
: |
Bir şeyle, bir olguyla ilgili gerçeğin ne olduğunu tam olarak bilememekten, kestirememekten doğan kararsızlık, güvensizlik duygusu, kuşku, şüphe. “Samana saldım samana Ölüm getirme gümene Aziz gamayı çekince Mecit de düşmüş amana” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008)
Başına almış bir ince yemeni Aramızdan kaldıralım gümeni Ak topuk üstünde sandal tumanı Boğup gider bir gözleri sürmeli Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.444 |
gümrah |
: |
Gür, gürbüz, bol. |
gümrek |
: |
İsterik, kötüye meyilli. |
gümrenmek |
: |
1. Derin düşünceye dalmak. 2. İnleyerek söylemek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 3. Homurdanmak, kendi kendine konuşmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 4. Matemli, sıkıntılı hafif sesle sızlanmak, kendi kendine mırıldanır şekilde türkü, ağıt vs. söyleme. Matemli ve acıklı ses ile sızlanarak hafif sesle söylemek, ağıt yakmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
gümü |
: |
Gibi. “Sülemen’im sülük gümü Ağ elleri ilik gimi Ne söğlüyem hey Allah’am Ciğerciğim delik gimi” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
gümüç, gümülcen |
: |
Tatarcık. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
gümül gümül |
: |
Yüksek sesle söylenmeyi anlatır. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gümülcü |
: |
Bencil adam. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gümülemek, gümülemeg |
: |
Kıskanmak. |
gümürtü |
: |
Uzaktan gelen anlaşılmayan sesler, gürültü. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
gümüş gibice |
: |
Tertemiz bir biçimde. |
gümüşgöz |
: |
Açgözlü, para canlısı, cimri. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
gün |
: |
Güneş. Karac’oğlan der ki sende ben gibi Ak eline kına yakmış kan gibi Bir tepede yeni doğan gün gibi Akşam sabah erken aştı n'eyleyim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.507 |
gün atmak |
: |
Sabah olmak, gün ışımak. “Gün attıktan sonra da insanlar durmadan geliyorlar… Caddeyi bir uçtan öteki uca dolduruyorlardı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
gün bekmezi |
: |
Durulduktan ve bir taşım kaynatıldıktan sonra güneşte kıvamlaştırılarak elde edilen pekmez. |
gün burnu |
: |
Kuşluk vakti, güneşin doğum anı, güneşin ucunun görünmesi, kuşluk vakti. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) “Sabahınan gün burnuna Ali Duran beni yaktı Goca gonak dururkene Getti otellerde yattı” (Nakleden: Osman Taşdan, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
gün dışlık vermemek |
: |
1. Rahatsız etmek. 2. Rahat bırakmamak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) “Gün dışlık vermiyor oğlan.” |
gün dışlık yok |
: |
Her gün huzursuzluk var. “Sen gittin gideligün dışlık yok bana.” |
gün doğanda |
: |
Güneş doğduğu zaman. Gün doğanda Gündüzlü'nün başına Akdağ derler duman çöker başına Göğdeli'de Sümbüllü'nün peçine Kabaktepe derler şarın var dağlar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.579 |
gün eğişmesi |
: |
İkindiden sonraki zaman. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gün erişmek |
: |
(Güneş ışınları)Her tarafa yayılmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gün gede: dikildi |
: |
Güneş batmak üzere. |
gün kızdırmak |
: |
Güneş ışınları, ortalığa iyice sıcaklık vermek. “Öğle oldu, gün kızdırdı, pulluğun sapı ocaktaki demire döndü.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
gün günü |
: |
Günden güne. Karac’oğlan derdim artar gün günü Şu dünyada bulamadım dengimi İçerimden hiç çıkmıyor yangını Yoksa Cehennem'in narından mısın Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.541 |
gün gütmek |
: |
Gününü beklemek. Karac’oğlan derki güdem bir günü Gözüm açık gider sarmasam seni Amanın ağalar kınaman beni Varıp kapısına kul olacağım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.488 |
gün üzülmek |
: |
Güneş batarken dağ tepelerinde kalan son ışıklar. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gün vurmak |
: |
Güneşin değmesi. “Arap atım koşar koşar Seni seven binler yaşar Gün vurdukça şavkın düşer Açıldıkça döşün gelin” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 548 |
gün yüzü görmek |
: |
Mutlu bir hayat sürmek. Bölgemizden bir fıkra: ANANIZ BİR GÜN MÜ GÖRDÜ Kadının birinin eşi ölmüş. Kadın evlenmek istermiş ama utandığından bunu etrafındaki insanlara söyleyemezmiş. Çocukları bunun farkına varmışlar. Bir gün annelerine: “Anne babam öleli çok oldu. Seni evlendirelim.” demiş. Annesi; “Ay oğlum, Ali, Veli, üçte ondan evveli, Ramazan, Şaban, Rahmetlik baban, ananız bir koca aldı da gün yüzü mü gördü.” demiş. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s.77-78) |
güna: |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; günah. |
günah |
: |
Öbür dünyada cezalandırmayı gerektiren iş, suç. Çağır Karac’oğlan çağır Taş düştüğü yerde ağır Güzel sevmek günah değil Ben kitapta yerin gördüm Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.513 |
günahkar |
: |
Günah işleyen kimse. İlettiler kıl köprüyü geçmeğe Gayrı yolum yoktur dönüp kaçmağa Uçmaklık olanlar gitti uçmağa Günahkâr olanlar yansa gerektir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.613 |
günardı |
: |
Şans, baht. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
güncek |
: |
Şemsiye. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
güncük |
: |
Günlük. |
günde |
: |
Her gün, her zaman, künde. |
günde geç vakıtda tez |
: |
Bugün söylemek kısa ama o zaman iş uzun sürede olmuş. |
günde tez vakıtda geç |
: |
Bugün söylemek kısa ama o zaman iş uzun sürede olmuş. |
gündoğdu (gündoğu) |
: |
Güneşin doğduğu yer, doğu. |
gündönderen |
: |
Ayçiçeği. |
gündöndü |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; ayçiçeği. |
gündüz gözüne |
: |
Gündüzleyin. |
gündüz gözüyünen |
: |
Gün ışığından yararlanmak. “Çukurova’nın ortasında, gündüz gözüne candarmaların elinden kız almak! Sen deli misin?” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
gündüzleme |
: |
1. Gündüz ilişkisinden edinilmiş çocuk. 2. Çok yaramaz çocuk. |
günebakan |
: |
Ayçiçeği. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
güneç |
: |
Güneşli yer, gölgesiz. |
güneçe |
: |
Güneşli yer, çok güneş alan yer. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
günek |
: |
1.Gün belirten, takvim. 2.Güneşli. |
güneş çavmak |
: |
(Güneş) Dağlara yayılmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç.) |
güneşiği |
: |
Sabah, sabahleyin, sabah vakti. |
güneşin alnı |
: |
Güneşin altı. |
güneşin bağrı |
: |
Güneşin altı. |
günevik |
: |
Ay çiçeği, gündöndü. |
güney ya da güneri |
: |
1. Her zaman güneş alan yer. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Güney, güneşin karşısı. “Kıble demek güneri demek değildir.” |
güneyk |
: |
Ayçiçeği, günebakan. |
güngülüz |
: |
Gelincik çiçeği. |
güngün |
: |
Günden güne. |
güngünü |
: |
Günler ilerledikçe, günden güne. |
günindi |
: |
1. Gün batımı, akşam vakti. 2. Batı. |
günlük |
: |
Şemsiye. |
günnemek |
: |
Güneşlenmek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
günner |
: |
Günler. “Yavrımın öldüğü günner Yağmır yağdı sular coşdu Bir tor şahanım varıdı Gafesi de gırdı gaşdı” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Üç Kardeşin Ağıdı - 2, Kaynak Kişi: Döne Ekici) |
günnercek |
: |
Günlerce. |
günnü |
: |
Parlaklık, berraklık. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
günnücek |
: |
(Zaman)Günlük, günlüğüne. “Gelin gızcâzım gelin Çık da gapılarda salın Üç günnücek gelin m’olur? Kör olasıca ölüm” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kına Gecesi Ölen Hacca Kız’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Hürside Karpuz - Döndü Parmaksız) |
günnügcü |
: |
Gündelikçi. |
günnük, günnüg |
: |
1. Tesbi agacının diğer adı. 2. Yevmiye, günlük. “Günnüğü kaç para bir usdanın şimdi.” |
günnükçü |
: |
Yevmiye ile çalışan, gündelikçi. “Beş çocuğa adak ettim Dileğim kabul olmadı N’olur günnükçü gedince Akşam evine gelmedi” (Afşin’in Ağıtları, Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Kamil ve Ali’nin Ağıtı, Derleyen: Ali Kocakaya, Kaynak Kişi: Cemile Kocakaya) |
günseliği kesilmek |
: |
Düğün günü belli olmak. |
günsüz |
: |
1. Zamanından önce doğan yavru. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Henüz tutuklanmamış, suçlu. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
günü |
: |
Kıskançlık, kin, haset. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
güŋücü |
: |
Özentili, kıskanç. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) |
günücü kel horuz |
: |
Kıskanç kimse, genelde kardeşini kıskanan çocuk. “Günücü kel horuz.” |
güŋülemek |
: |
Heveslenmek, kıskanmak. |
günüŋ bahrinde |
: |
Eski zamanda. |
günüŋ burnu |
: |
Gün doğum zamanı. |
günüz |
: |
Gündüz. “Gece beşiği bekledim Günüz tarlayı yokladım Ellerden desde topladım Zor günde bö:ttüm sizi” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Mustafa Kesme’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Ayse Kesme) |
güp, küp |
: |
İçerisine su konulan büyük toprak testi; küp. |
güpgüccük |
: |
Çok küçük. |
güpürdemek |
: |
Atıla atıla koşmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
güpürtü |
: |
Ayak sesi. |
gürbah |
: |
Zurba, kuş sürüsü. |
gürben |
: |
Kutlama. |
gürcü |
: |
Gürcü bir de çok güzel anlamına gelir. Genç ve güzel, gösterişli. “Kardeş toy da gelin gürcü (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943)
Kula münâsib değildir şâh harcı Yapılan saray burcu ile gürcü Bir Leylâ bir Mecnun biri de Gürcü Bir de sen gelmişsin cihana dilber Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.585 |
gürdüğüşmek |
: |
Çocukların oynarken kudurduğu zaman kullanılan bir tabir. |
gürdüşmek |
: |
Dalaşmak, kavga edercesine şakalaşmak. |
güre |
: |
Otlak, mera. |
güre olmak |
: |
Eşeklerin azması. “Arpaları fazla geldi eşeklerin, gürelendiler.” |
Güredi |
: |
Kahramanmaraş yakınlarında Ceyhan ırmağına karışan su. “Coştu m’ola Güredinin çayları? Bildi m’ola yoksul ile bayları? İşte geldi derler bahar ayları Nazlım yaylalara göç edr m’ola? (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 88 |
güreş |
: |
Kahramanmaraş’ta düğünlerde oynanan bir oyun. Düğünlerde güreşi yöneten kişi güreşten anlayan (genelde pehlivan) herkesçe sevilip sayılan biridir.Yöneten kişi ortaya bir genç çıkarır. Çıkana denk olabilecek (fizik ve yaş olarak) bir gönüllü kişi de çıkabilir, gönülsüz de çıkarılabilir. Güreş süresince bir kişi ancak üç kişiyle güreşebilir. Bir başkası çıkarılarak oyun devam eder. (Hatice Fatoş Derebent, Çağlayancerit Halk Kültürü, Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi, Kahramanmaraş, Mayıs 2015. s. 126) |
gürgün |
: |
Kanın gürleyerek hızlı birşekilde akması. “Yanıbasında dürbünü Akıyor ganı gürgünü Maraşlıya vurdu deller Dilkoğlu bunun elbiri” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Sarı Mulla (Mullacık)’nın Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Celil Dalkıran) |
gürlek |
: |
Mert, güzel ve sesli konuşan, gürleyerek gelen adam. Gürleyen adam ya da lakap. |
gürlemek |
: |
Anlatmak, söylemek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gürlük |
: |
Çalılık, ormanlık. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
gürpede |
: |
Birdenbire, hesapta hiç yokken, aniden. “Ala gözlerini sevdiğim kel gız Benim göonüm sâ düştü gürpede Âelde bir yol yanândan öpeyim Camış suya s.çar gibi şarpada” (Anonim bir Türkü) |
gürpede düşmek |
: |
Birdenbire ve gürültü ile düşmek. “Damın çatısı rüzgara dayanamadı ve gürpede düştü.” |
gürpeden |
: |
Birdenbire, hesapta hiç yokken, aniden. |
gürrede |
: |
Gürrr diye ses çıkarmak. |
gürrede ayağa kakmak |
: |
Hep birlikte ayağa kalkmak. “Müfettiş sınıfa girince gürrede ayâ kaktık.” |
gürrek |
: |
Gürlek, gürleyerek gelen kimse. “Halil oğlu gürrek aslan Yaslan sefil başım yaslan Andırını gurgu gurmuş Seslen Deli Hacı’m seslen” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
gürs |
: |
Rüzgarın sürüklediği kar yığını. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
gürük |
: |
1. Küçük kulaklı, koyun, keçi ve kuzu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Kısa. 3. Saçını kısa kestiren bayanlara hakaret amacıyla da kullanılır. 4.Kulakları küçük ve sivri olan keçi. |
gürz |
: |
Silah olarak kullanılan ağır topuz. Gürzünen vurur kız kalen yıkarım Yıkarım da kemiklerin sökerim Üstüne de yüksek köprü kurarım Geçerim Tuna'nın seli isen de Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.405 |
güsgüccük |
: |
Çok küçük. |
gütmek |
: |
Hayvanları başkasının malına zararvermeden otlatmak. |
gü:s |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; göğüs. |
güv |
: |
Gök. |
güva |
: |
Güvey, damat. “Akşamdan gezmiş çardağı Elinde gümüş bardağı Selem söylen o güvaya Beklemesin boş gerdeği” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
güva: |
: |
Damat. |
güva zamanı |
: |
Zifaf gecesi. |
güve |
: |
1. Damat. “Güvesi görmüş düşünü Mevlam goyurmaz peşini Hacca gelin ollum deyi Âşamdan kesmiş kekilini” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kına Gecesi Ölen Hacca Kız’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Hürside Karpuz - Döndü Parmaksız) 2. Kullanılmamaktan dolayı kumaş vs. nin üzerinde çok küçük canlı varlıkların oluşması. Güve özellikle havasız kaldığı zaman tahıl ürünlerinde olur. “Sene geldi yıl savuştu Hasret olanlar kavuştu Kurban olim Kara Ömer Şalvarına güve düştü” Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Pehlivana Ağıt, Derleyen: Gülbahar Demir) |
güve: |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; güveyi, damat. |
güvel |
: |
1. Yeşil. 2. Yeşil başlı (ördek). |
güveldek |
: |
Ağaçtaki asalak bitki. |
güvelden |
: |
Kurutulmuş yeşil fasulye. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
güvercin taklası |
: |
Bir kısmı eğilip diğerleri sırayla üstünden takla atarak atlama şeklindeki oyun. |
güverli |
: |
Köylerde bazı evlerin kendi sebze ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için evin önündeki küçük bahçesi. |
güvermek |
: |
1. Ortaya çıkmak, yetişmek. 2. (Bitki) Yeşermek, yeşillenmek, yaprak vermeye başlamak, yapraklanmak. |
güverti |
: |
1. Göv renge dönüşmüş olan, göve benzer. 2. Yeşillik, yeşil sebze. “Şo garşıdâ güvertiler Ekin dâl suvanımış Gız anadan ayrılması Düğün değil dumanımış” (Andırın Kına Türküsü) |
güvertmek |
: |
Morartmak. |
güveş |
: |
Çirkin. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
güvet |
: |
Oğlu olanın dağıttığı çerez, hediye. |
güvey, güveyi |
: |
Damat. |
güvlek |
: |
Gür, bol. |
güvmek |
: |
Dayanmak, beklemek, sabretmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
güye |
: |
Güvey, damat. |
güymek |
: |
1. Dayanmak, bekletmek, sabretmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) 2. Ummak, beklemek. 3. Müddet vermek, o zamana kadar güvenmek. 4. Ertelemek. 5. Emanet etmek, bırakmak. “Erdoğan boynunu büker Ergen sefil beni yakar Kime güydün vezir eşim Oğlanların hepi ergin” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
güyürdemek |
: |
Bir şey çiğnerken diş gıcırdatmak. |
güz |
: |
Sonbahar. “Bulandı havanın yüzü Geldi güz gününün güzü Suna boylu sürmeli gızı Verdim gara topraklara” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Gebenli Fatma’nın Ağıdı, Ağıdı Yakan: Döne Höbek) |
güz gelmeden yele gitme |
: |
Önümüzdeki günlerde gündem yaratacak bir konu hakkında olayın sıcaklığına kendini kaptırarak erken konuşma. “Güz gelmeden yele gitme.” |
güzebek |
: |
Kuzugöbeği mantarı. |
güzeçe: |
: |
Güze kadar. “Varınca üstüne düştüm Görmedim kara gözünü Durursa güzeçe durur Güzün götürün kızını” (Derleyen: İbrahim Davutluoğlu, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72, S. 457) |
güzelcemen |
: |
Güzel bir şekilde. |
güzeşte |
: |
Faiz, feyiz. |
güzgü |
: |
Ayna. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
güzle, güzlek, güzla: |
: |
1. Yörüklerin en son oturdukları daha az serin ve köye yakın olan yayla. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç.) 2. Yazlık konalga. |
güzle |
: |
Yayladan sonra, yayladan biraz daha engin yer. |
güzlek |
: |
1. Güz mevsiminin geçirildiği yer. 2. Zamanında yetişmeyen güze kalan ürün. 3. Yaylalık, son yayla yeri. |
güzleklemek |
: |
1. Yaşlılıkta çocuk yapmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. (Bitki) Geç çiçek açmak, ya da kuruyup yeniden yeşermek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
güzlük, güzlek |
: |
Sonbaharda ekilen tahıl. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
güzlük çifti |
: |
Baharda ekilip, ağustos sonunda kaldırılacak tahılların yaylada toprağa ekilmesi. |
güzün |
: |
Sonbahar. Geçti yazın geldi güzün Kim çeker ağyarın sözün Alay alay olup gezin Çok göreyim sürünüzü Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.641 |