KAHRAMANMARAŞ YÖRESİNDE KULLANILAN MAHALLÎ KELİMELER
e mi? |
: |
Tamam mı? |
e:? |
: |
Gerisi ne? Devam et. |
e:nni:nen |
: |
İyilikle. |
e:nnig |
: |
İyilik. |
e: |
: |
Ne demek istiyorsun? N’oldu? |
eb |
: |
Ev Eski Türkçe’de “eb” şeklinde söylenen bu kelime, Selçuklulardan itibaren “ev” şeklinde söylenmiştir. |
eba:nım |
: |
Ebe hanım. “Gariplik mezarlığının yeri, İsmet Paşa İlkokulu müdürlerinden Veysel (Özcan) Hoca’nın ilk eşi resmi görevli, Sağlık Bakanlığı tarafından tayin edilen Hacer Ebânım tarafından bağışlanmış.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ebcik |
: |
Oyun, çocuk oyunu, evcilik oyunu. Gosgoca oldu, daha sohakda ebcik oynici. |
ebcik oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. EBÇİK OYUNUKız çocukları ile oğlan çocukları taşlardan evler yapar ve oyun oynarlar. (Uğur Bilgici, Osmaniye / Bahçe Halk Kültürü Üzerine bir Araştırma Konulu Yüksek Lisans Tezi, Osmaniye Korkut Ata Üni., S.B.E., TDE., ABD, Osmaniye, 2018, s.168) |
ebcilik |
: |
Çocukların oynadığı evcilik oyunu. |
ebcim |
: |
Şımarık, hoppa. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada.) |
ebcit |
: |
Kağnı tekerinin ağaç kısmı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
ebe |
: |
1. Anneanne veya baba:nne yerine kullanılan müşterek bir sözcük. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. Ada. Osm. İç.) “İşte geldim anam ebem (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) 2. (Çocuk oyunlarında) Elebaşı. 3. Üvey anne. 4. Doğum esnasında bebeğin göbeğini kesen kimse. “Gızın bir gişiye varsa Ondan bir çocuğu olsa Şu ağaçtan düşüp ölse Ebesisin ağlaman mı” (Anonim - Karatepeli’nin Doğmayan Çocuğuna Ağıdından) |
ebecelik |
: |
1. Ebeye verilen hediye, armağan. 2. Oyunda ebe hakkı. |
ebeç |
: |
Ebecil. |
ebekömeci |
: |
Yemeği de yapılan bir bitki, ebegömeci. |
ebekundura |
: |
Uğurböceği. |
ebelemek |
: |
Mayalamak. |
ebelenme |
: |
Mayalanma. |
ebelenmek |
: |
Açlığı bastıracak kadar bir şeyler yemek. |
ebelik |
: |
1. Uzunca yassı yaprakları olan ve yaprakları yenilebilinen, ekşimsi bir ot, efelek otu. 2. Mayalamaya yetecek kadar yoğurt. |
ebemguşa:, ebemkuşağı |
: |
Gökkuşağı, ineğimsağma. |
ebeş |
: |
1. İşten kaçmayan, kaytarmayan. 2. Koca kafalı, çirkin sarışın, yakışıksız. “Beygirin kulası, malın ebeşi Başıboş seyipler köyün ibişi Esmer insanlara derler Habeşi Diline hayranım Çukurova’nın” (Aşık Feymani (Osman Taşkaya)) 3. Hayvanlarda bir renk, alacalı hayvanlar. 4. Argoda, her şeye ters bakan, problem çıkaran. |
ebeş öküz |
: |
Kızılımsı öküz. |
ebiciddi |
: |
Soy sop, geçmiş atalar. |
ebilmünük |
: |
Obur, çok yiyen. |
ebilobut |
: |
Büyük, iri kaba saba. |
ebir-übür etmek |
: |
Kem-küm etmek. |
ebire |
: |
“e bre”, “yahu”, “ayol” gibi kullanılan bir ünlem. Yahu, be adam. |
ebkem |
: |
Kekeme, dilsiz, ahraz. |
ebleş |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Ocaktaki sıcak kabı tutmada kullanılan bir alettir. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 39) |
ebre |
: |
1. Arkadaş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Kardeş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ebreş |
: |
Yüzü çaparlı olan. |
ebrik |
: |
1. Erimeye başlamış. 2. Eskimeye, yıpranmaya yüz tutmuş. |
ebrim ebrim |
: |
Bitkinlik, perişanlık, içten içe eriyişi anlatır. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
ebrimek |
: |
1. Erimek. 2. Yumuşamak. 3. Kumaşların eskimeye yüz tutması, yıpranmak. |
ebrişim |
: |
İbrişim. “Bir gün sen de aşk uğrunda goşarsın Arada cazı var yoldan şaşarsın Korkuyorum bir kötüye düşersin Ebrişim atkısın telli Fadıma” (Aşık Mehmet) |
ebru |
: |
Kaş. “Ebrûsun çekemez gören âşıklar Sırma cepken ak kolları ilikler İbrim ibrim olmuş sırma bölükler İbrişim bölüğün turalı gelin” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 546 |
ebrüşem |
: |
İbrişim. |
eceb |
: |
Acaba. “Maraş’ında dağlarına Şeker akmış bağlarına Eceb Yasin vardı m’ola Usdasının evlerine” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Yasin’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Mehmet Bakacak) |
ecebet |
: |
Çok iri, korkunç. |
ecel |
: |
Ölüm. Ala gözlü yârim yakıp yandırma Şay edip âleme bildirme beni Açıp ak gerdanın durma karşımda Ecelimden evvel öldürme beni Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.455 |
ecem |
: |
Büyük kardeş, ağabey. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ecene |
: |
1. Marangozların delik açmada kullandıkları bir araç, keski demir kalem. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Aceleci 3. Sevecen. 4. Iskarpele. |
ecer |
: |
Yeni. “Daha birinci yükü ben verdim. Şöförleri kim? Memmed Ali, öldü tamân. Memmed de gedi:, ecer havaslıglı ya. Yeni çegdiler arabi:.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, Kahramanmaraş 2008, S. 103) |
ecevit, ecvit |
: |
1. Ayağı çabuk. 2. Çevik, çalışkan, açık fikirli, açıkgöz. Arkadaş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) |
eci |
: |
Nine, baba:nne. |
ecik |
: |
Çocukları oyalamak ve sevmek için yapılan bir sevgi gösterisi. |
ecik dieceg gadar |
: |
Çok kısa bir zamanda. |
ecinni |
: |
1. Cinler. 2. Gözü açık, cin gibi. “Cin başka, şeytan başka, ecinni ayrı bir mişllet.”Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
ecir |
: |
Sevap, ücret. |
ecir çekmek |
: |
Birinin yerine eziyet, acı çekmek. “Hanibenim emmim oğlu Bücür’üm Yüreğime bir od düştü acırım Sarı Haliloğlu çeksin ecirim Bölge bölge timarlarım kal demiş” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 633 |
eciş meciş |
: |
Yabani, kötü. |
ecit-mecit |
: |
Şeytan gibi adam, Arapça Yecüc Mecüc’ten bozma. |
eçe |
: |
Büyük kardeş, ağabey. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
eda |
: |
1. Tavır, davranış biçimi. Bir hoş bir hoş durur edâ naz gibi Arkasında saçı tel tel saz gibi Has bahça içinde top nergiz gibi Karalar mı geydin alın üstüne Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.411 2. Naz , işve. Havayı da deli gönül havayı Yükseğinden şahan döner yuvayı Domurcuk memeli bırak edâyı Göğsünün düğmesin çöz kara gözlüm Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.515 |
ede |
: |
1. Abi ya da kardeş. Kahraman Maraş’ta ağabey demektir. Kimi çocuklar babalarına da ede derler. Çukurova’da Bozdoğan Türkmen’inde ede, aka, ağabey, baba yerine daha kullanılıyor. Arkadaş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç. Osm.)
EDE kelimesi yalnızca Kahramanmaraşlılar tarafından kullanılmamaktadır. Bu üç harften oluşan kelime o kadar güzel ki karşınıza gelen herkese Ededemek istersiniz. Erzurum’un Dadaş, Elazığ’ın Gakkoş kelimeleri gibi Ede kelimesi de Kahramanmaraş, Toroslar ve Çukurova bölgesine ait olsa da en yaygın kullanımı Maraş’tadır.. Anlamı ise Abi veya Kardeştir. Örnekler... Soru Örneği: Cevap: Tanıdığınız kişiye soru örneği: Cevap: 2. Abdal olarak bilinen aşiretten olan ve davul çalan kimse. Abdal, Toroslarda mesleği davul zurna çalarak geçimini sağlayan çingeneye benzese de asla Çingene olmayan bir topluluk. Özellikle Andırın yöresinde abdallara edeler derler. 3. Baba. “Buradan Maraş’a varan Valiye arzuhal veren Hükümet kapısı kıran Edesinden tadl’Osmanım” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
edeb |
: |
Töreye uygun davranış, incelik. Her sabah her sabah sabak verirsin Edeb nedir erkân nedir yol nedir Okuyup da ince dilden bilene Kitap nedir îman nedir yol nedir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.604 |
edebli erkanlı |
: |
Nasıl hareket edileceğini bilen, yol yordam bilen kimse. Altıma serdi de ipekten halı Önüme koydu da kaymağı balı Seni gören yiğit n'eylesin malı Edepli erkânlı yollu bir gelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.551 |
edebsiz |
: |
Utanmaz, terbiyesiz. Yoldaş olma yolun bilmez yolsuza Komşu olma sözün bilmez densize Meyil verme edepsize arsıza Akıbet ırzına hiyle getirir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.612 |
edeca:ni |
: |
Edeceğini. |
edek |
: |
Edelim. |
Edeler |
: |
Çukurova yöresinde davulcu-zurnacı Abdallara sevecenlikle söylenen bir hitap. |
edemen |
: |
Edemezsin. |
edemgil |
: |
Kardeşimgil. |
eden mi |
: |
Eder misin? |
edep – erkan |
: |
Tahtacılarda, Cemde hizmet sahiplerinin hizmetlerine başlamadan önce cemaatin dizüstü oturup sessiz bir şekilde beklemelerini sağlamak amacıyla söylediği sözler. |
edevüz |
: |
Edeceğiz, ederiz. |
edicek |
: |
Edince, yapınca. |
edik |
: |
Kadınların giydiği her tarafı yumuşak ve renkli sahtiyandan yapılmış yarım konçlu pabuç, koncu kısa çizme. |
edincek |
: |
Edince, edeceksin. Her sabah seherden çıkar salınır Ah n'eyledim gönülcüğüm aldırdım Ah edicek yüreciğim delinir Ah n'eyleyim gönülcüğüm aldırdım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.488
Karac’oğlan der ki bir mâni söyle Ezelden kalmıştır bu kanun böyle Edicek bir eylik vakt iken eyle Çağın geçer aman kız kerem eyle Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.408 |
edig göydü:n ta:’ya bak, hızmat etdi:n a:ya bak |
: |
Kocasına elinden gelen hizmeti yaptığı halde karşılığını göremeyen kadınlarımızın söylediği bir deyim. “Edig goydûn tâ’ya bak, hızmat etdi:n âya bak.” |
edik |
: |
1. Mest. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Ayakkabı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) Sarı çedik geymiş koncu dizinde Arzumanım kaldı ala gözünde Böyle güzel m'olur köylü kızında Emirler'den bir kız indi pınara Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.397 3. Eskiden çift sürerken giyilen çizme. 4. Ucu sivri ve yukarı kalkık olan yumuşak ham deriden yapılmış kısa konçlu çizmemsi ayakkabı. Köylü çizmesi. “Topuz Topuz dedikleri (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943)
“Sarı edik geymiş goncu kısarak Gidiyor da birim birim basarak Anası huri de kızı beserek Emirler’den bir kız indi pınara” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
edim |
: |
Olup gerçekleşmiş amel, fiil, varlıkta yetkinlik. |
edinek |
: |
Edinelim. |
edir gudr |
: |
Çirkin. |
ediraf |
: |
Etraf. “Çadırları edirafa gerilmiş Güzelleri top top olmuş derilmiş Ab-ı hayat suyu haktan verilmiş Ne zamandan beriy(i) bilirsin çınar” (Karacaoğlan, Kaynak: Kadir Çam, Kahramanmaraş Kültür Sanat Evi Yayın Organı Alkış Dergisi, Renk Ofset, Kahramanmaraş, Sayı: 26) |
edires |
: |
Adres. |
edirgen |
: |
Dırdırcı, hırslı. |
edişken |
: |
Laf altında kalmayan. |
edişmek |
: |
1. Cinsel ilişkide bulunmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. İtiraz etmek, muhalefet etmek, nizah etmek. |
ediyorsu:z |
: |
Ediyorsunuz. “Hüsün la gayri, sinileyen sinek uyhuya yatdı; siz daha gevezelik ediyorsûz yav!. Bak, sôna bir daha sizi damda yatırmam hâ…” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
edmek |
: |
Yapmak. “Ben elin eddiini yemem gülü:m.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
edna |
: |
Zavallı, alçak. Sevmem güzelin ednasın Gayrıya gönül vermesin Ne çözebildim düğmesin Ne ak göğsün açabildim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.493 |
edrese |
: |
Adres. |
edüben |
: |
Ederek. Be felek senin elinden Ah edüben ben ağlarım Şâm ü seher ağlar gözüm Başımı döver ağlarım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.490 |
e: |
: |
1. Yanıklara sürmek için çam kabuğunun öğütülerek toz hâline getirilmesi. 2. İyi. |
e:leşmek |
: |
İyileşmek. |
e:r |
: |
Eğer. |
e:relti |
: |
Meşe |
e:sik (a:sik ) |
: |
Kadın veya kız. |
efe |
: |
1. Yağlık sarılarak yapılan başbağı, fes. “Efesini bana verin Ben belime sokucuyum Benim oğlum düğün gurmuş Ben halaya çıkıcıyım” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 2. Afşar kadınlarının bir baş bağlama şekli. Fesin yöresine dolalı yağlıkla birlikte olana efe derler. “Tekirin de yolu daşlı Ben ağlarım gözüm yaşlı Oğlum yayladan geliyor Efes’eğri çatık gaşlı” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 3. Sahip, güçlü kimse. “Aktı pınarları suyu çağlıyor İnim inim güzelleri ağlıyor Çıkmış anası da seyrân eyliyor Efesi sürgüne gitti yaylanın” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 537 |
e:fen |
: |
Kötü olmayıp biraz iyi olan. |
efendi |
: |
Ölenin çocuğunun adı. |
efendime söyleyeyim |
: |
Bundan sonra. |
efenek |
: |
Çok gıdıklanan kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
efennim |
: |
Efendim. “Gomşumuz udu gomşumuz, efennim. Hâdise çog uzun.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
eferim |
: |
Aferin. |
efesini eğmek |
: |
Çalımlanmak, koltuğu kabarmak. |
efesini üfesini |
: |
“Efe”, yağlık sarılarak yapılan baş bağı, fes. “üfe”, çocuk mocuk, ifadesindeki mocuk gibi efe, sözcüğüne benzetilerek oluşturulan anlamsız söz. |
efil |
: |
Yavaş. |
efil efil |
: |
(Yel) Tatlı tatlı, hafif hafif, yavaş yavaş. “Orada şimdi serin, efil efil bir yel esiyordur.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006)
Bir çiçek açıldı Bilâlözü'nde Lâle midir sümbül müdür gül müdür Efil efil eder yârin yüzünde Zülüf müdür perçem midir tel midir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.605 |
efilemek |
: |
1. (Yel) Tatlı tatlı, hafif hafif esmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. (Yürek) Korku ya da sevinç nedeniyle çarpmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Osm.) “Alacakaranlığa doğruydu. Azıcık, güneyden bir yel efilediydi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
efilti |
: |
1. Yürek çarpıntısı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Serin ve hafif esinti. “En küçük bir efilti yoktu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
efin tefin |
: |
1. Darmadağınık, karmakarışık. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Dağılmış, başından belalar geçmiş, yaşadığı saltanatı kaybetmiş. |
efintefin olmak |
: |
Harap olmak, bozulmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
efitlemek |
: |
Fıstığı kök ve dalından ayırmak. |
efkâr |
: |
Fikir, düşünce, maksat. Bir selâm geldi de o nazlı yârdan Ne imiş efkârı sormak muradım Duydum yine gonca güller perişan İnip bahçasına dermek muradım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.485 |
efḳạrrı |
: |
Efkârlı, düşünceli, dalgın. |
efkere |
: |
Evlerinin önünde bulunan, çevresi tel ya da duvarla çevrili birkaç dönümlük toprak parçası. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
efratun |
: |
Eflatun. |
efsin |
: |
Av avlarken gizlenmek için yapılan yer. |
efsun |
: |
Sihir, büyü. |
eftik |
: |
Vakit geçirme, oyalanma. |
eftiklemek |
: |
1. İncelemek, ince eleyip sık dokumak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Zaman geçirmek, oyalanmak, eğlenmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
eftiklenmek |
: |
Bir işten kaytarmak için başka bir şeyle oyalanmak, başka bir şeyle vakit öldürmek. |
eger |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; eğer. |
egeşmek |
: |
İddialaşmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
eggemişeri |
: |
32 farz’ın Andırın’cası. “Eggemişeriyi söyle bakim.” |
eggeş |
: |
Ukala, çok bilmiş geçinmek. ”Eggeşli:n sonu gelmez.” |
egrut |
: |
İşe yaramaz, ahlaksız. |
eğartliyim |
: |
Eğer, şayet. |
eğber |
: |
Şekilsiz. |
eğdi |
: |
Ağaç kaşıkların içini oymakta kullanılan araç. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
eğece |
: |
Tek başına, yapayalnız. |
eğek |
: |
Saban demirinin takıldığı ağaçtan yapılmış eğri parça, ökçenin üst kısmı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
eğel eğel |
: |
Eğik, eğilmiş halde. |
eğelmek |
: |
Eğilmek. |
eğen |
: |
Eziyet. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
eğenk |
: |
Karasabanın eğri yeri. |
eğere de gelir semere de |
: |
Her işe yarayan. “Eğere de gelir, semere de.” |
eğertmek |
: |
İp eğirtmek. |
eğes |
: |
Kahır, sitem. |
eğim, eğlim |
: |
Bir insanda doğuştan gelen özellik ya da yetişme gücü, istidat, anıklık. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
eğimli |
: |
Hünerli, istidatlı, yetenekli. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
eğin |
: |
Göğdenin arkası, sırt, omuz. “Benden selam olsun yedi benlime Gene gam kasavet bastı gönlüme Saçım başım yolup kendi eğnime Geyik postlarını bağlar gezerim” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
eğince |
: |
Eğdiği zaman. Sabahleyin seher yeli değince Lâle verip sümbül boyun eğince Yaz gelip de beş ayları doğunca Çekilir sağmalı, yozu dağların Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.538 |
eğir |
: |
Bir çeşit baharat. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
eğirimce zilif |
: |
Kıvırcık zülüf, saç. |
eğirtmeç |
: |
Yün eğirmeye yarayan araç, kirmen. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
eğişin |
: |
Eğince, eğdiği zaman. Yaz gelip de beş'ayları doğuşun Kıvrım kıvrım gider yolu yaylanın Lâlesi sümbülü boynun eğişin Râyihası tatlı gülü yaylanın Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.536 |
eğlek |
: |
1. Bekleme yeri, istasyon. 2. Toplanıp eğlenilen, sohbet edilen yer. |
eğlemek |
: |
Bekletmek, sevindirmek, avutmak, durdurmak. “Bir kamil bulsam da halim ağlasam Verse bir öğüt de gönlüm eğlesem Aklıma gelenden mani söylesem Yarenler yanında yekün mü ola” (Celil Çınkır, Andırın Sözlü Kültür Varlıkları Envanter Çalışmaları - I, “Beşbucaklı Aşık Halil”.))
Kadir Mevlâ'm senden bir dileğim var Bana bir güzel ver gönlüm eğleyim Ellere vermişsin benim suçum ne Birin de bana ver gönlüm eğleyim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.505 |
eğlememek |
: |
Alıkoymamak. Erzurum Dağı'ndan esen ruzigâr Bağlama yolumu atım eşkindir Söylemen o yâre dokunur bana Yürek pâre pâre gönül coşkundur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.619 |
eğlenmek |
: |
1. Durmak, beklemek, oyalanmak, kalmak, oturmak, bir yerde bir süre beklemek. “Ekin Ekme eğlenirsin, Bahçe dikme göğlenirsin, Sür deveci develeri, Günden güne beylenirsin.” (Dadaloğlu’ndan.)
Dün gece rüyamda bir dergâh gördüm Gül açılmış dikenleri har değil Şikâyet olmasın gül yüzlü yâre Geldim geçtim eğlenecek yer değil Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.478 2. Eğlenmek, hoşça vakit geçirmek. Güzel olan elvânesin bağlanır Güzelin yanında yiğit eğlenir Garbî değmiş kavak gibi sallanır Yörüyüşü ne hoş olur güzelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.554 |
eğler |
: |
Eğleyen, oyalayan. Yeni geldi Arab atın sökünü Seyir eyle sağa sola bükeni Helâl edin tuz ekmeğin hakkını Varamıyom beni burda eğler var Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.583 |
eğleşmek |
: |
1. Oyalanmak Dost elinden bâde içtim Gurbetlere andan düştüm Gurbet elde çok eğleştim Nazlı yârim ağlar şimdi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.443 2. Kafa bulmak, tiye almak. “Gören seni adam sanır Eğleşme ulan benimle Hem yaşlıyım hem de fakir Eğleşme ulan benimle” (Hacı Ali Özturan, Maraş Ağzı Köroğlu, Ukde Yay. Kahramanmaraş 2009, S. 33) |
eğlim |
: |
Kıvrım, kalıp söz. |
eğlim eğlim |
: |
Kıvrım kıvrım. Eğlim eğlim kaşlarını eğmesin Çözemem yârimin göğsün düğmesin Topla zülüflerin yere değmesin Nazlı sunam Han Aslı'ya benzersin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.560 |
eğme |
: |
1. (Saç) Kıvrık, büklüm. Dört kitapdan başlayalım elife Bir isim yazılmış kuldan ziyâde İbrişim saçında eğmeli zülüf Sırmalar karışmış telden ziyâde Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.402 2. Kaşın kıvrılması. Kara kaşın eğmelerin Gönül sevmez değmelerin Kend'elimle düğmelerin Çözsem gerek ahdim vardır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.600 3. Samanlık. 4. Kurulmuş olan çadırın yerle arasındaki boşluğu kapatan çevre parçası, Çadırların yöresi, yani duvar yerine geçen yükseklik, keçi kılıyla dokunan çullarla devrilir. Buna eğme denir. Eğme kiminde de ince kamışlardan yapılır. “Çadırlar solmuş, yırtık, eğmeleri saçaklamış.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006)
“Kara çadır eğme ile (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943)
Karac’oğlan eğmelerin Gönül sevmez değmelerin İliklemiş düğmelerin Çözer Elif Elif deyi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.466 |
eğmel, ekmel |
: |
Mukavves, kavisli. |
eğnenmek |
: |
Ceketin kollarını giymeden sırta almak,ferece, kartalkanat giymek. |
eğner |
: |
Tarla çapalanır ya da ekin biçilirken tarlanın ilk önce işlenmeğe başlanan parçası. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
eğrek |
: |
1. Hayvanların yazın öğle sıcağında toplanıp dinlendikleri yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Hayvanların toplandığı yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
eğrelti |
: |
Yeşil ve parçalı yapraklı, uzun ömürlü, büyük bir orman ağacı, meşe ağacı. |
eğren |
: |
Suyun derin yeri, dibi. |
eğreşmek |
: |
Beklemek, oyalanmak. |
eğri kalem |
: |
Hafifçe kıvrılmış kalem. Kaşları benziyor eğri kaleme El kavşuram dîvan duram selâma Bilmem ay mı doğdu gün mü âleme Yoksa yârim düğmelerin çözdü mü Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.643 |
eğri yaŋış |
: |
Ocak çekirgesi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
eğrice |
: |
1. Hayvanlara dadanan, eğri belli, boz renkli bir sinek, sığır sineği, büğalek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) 2. Hıdırellez, Eyrice, bahar bayramı. 3. Hafif yana yatırılarak giyilen fes. Bir göl gerekti yüzmeye Yüzüp eğrice düzmeye Aşıkın bağrın ezmeye Sana bir dil gerek idi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.438 4. Kuş tüyü, 5. Saç örgüsü, saç teli. “Yeşil başlı gövel ördek Uçar gider göle karşı Eğricesin tel tel etmiş Döker gider yare karşı” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
eğricelim |
: |
1. Eğrice. 2. Bir kuşun tüyü. Bu tüy eğri olurmuş. Boyanır, baştaki fesin kenarına takılırmış. Bu tüy turna tüyüdür. |
eğrik |
: |
Koyun ve keçilerin gölgelendiği yer. |
eğrilce |
: |
Hayvanlara dadanan, eğri belli, boz renkli bir sinek, sığır sineği, büvelek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
eğrimce |
: |
Eğri, kıvrık. “Süleymanlı’nın hocası Bugün ayrılık gecesi Kekilini buz deşirmiş Kirpiğinin eğrimcesi” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) 2. Viraj. “Gaya dibi garınçalı Yollar gider eğrimçeli Sanki ben de gelin m'oldum Yanı çifte görümceli” (Mehmet Yardımcı, Ağıt Söyleme Geleneğimiz ve Kadirli – Kozan Yöresinde Söylenen Ağıtlar İsimli Makalesi) |
eğrimce |
: |
Kıvrık, erkek ördeklerin kuyruğu üzerinde istifham şeklinde güzel ve parlak bir tüy. “Senden ayrılalı gözlerim yaşlı Eğrimçe zülüflü, yâr hila kaşlı Eser kuru poyraz, ortalık kışlı Getsem çevirir mi yolda kar beni? (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 102 |
eğrişmek |
: |
1. Kızların, kadınların yün eğirmek için toplanmaları, piknik. Bu aynı zamanda türkülü, sohbetli ve yemekli olurdu. “Kızlar eğrişmeye çıkar Boncuklu’nun sekisine Heveslenmiş kız bitirmiş Vuruldun mu yapısına” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) 2. Yün eğirmek. “Don yuduğun yastı taşlar Eğriştiğim kaba ardışlar İşte geldim gidiyorum Hep birikin yarandaşlar” (Musa Çökük, Kayseri Avşar Ağıtları, S. 94) |
eğser |
: |
Döğme ya da köşeli büyük çivi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
eğsi |
: |
1. Odunun tutuşmuş kısmı. 2. Yarı yanmış odun. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
eğsik |
: |
Kadınlar için kullanılır. |
eğsiketek |
: |
Kadın. |
eğsikli |
: |
Kadın. |
eğsilmek |
: |
Azalmak, eksilmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
eğşi |
: |
Ekşi. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
eğşi kulak |
: |
Yenilen yayla otları arasındadır. |
eğşimik |
: |
Kaynatılmış ayran ya da kesilmiş sütten yapılan kesmik ya da çökelek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
eh |
: |
Tamam, evet, oldu. |
ehdiraz |
: |
İtiraz. |
ehdişam |
: |
İhtişam. |
ehdiyec |
: |
İhtiyaç. “Çarşıdan işde gedenner Cuma’dan Cuma’ya evinin ehdiyecini alır, Türkôlu’dan neyden.” (Mehmet Dursun Erdem, Esra Kirik, Sibel Üst, Güner Dağdelen, Türkoğlu Ağzı, Kahramanmaraş Ağızları-1) |
ehe:y |
: |
Sevinç bildiren ünlem. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ehh işte |
: |
Şöyle böyle. |
ehi |
: |
Usta. |
ehil |
: |
Yetkili olan. Ehildir hüsnünü muhâlif etme Mekteb-i irfandan bir kadem gitme Sana dört sözüm var sakın unutma Bir öğren bir öğret bir oku bir yaz Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.648 |
ehlez |
: |
Zayıf. |
Ehli beyt |
: |
Hz. Muhammed, Hz. Ali ve onun eşi Hz.Fatma ile onların çocukları Hasan ile Hüseyin. |
ehli dil |
: |
Gönülden anlayanlar, dostlar. |
ehlikeyif tası |
: |
Rakı bardağını soğutmada kullanılan kap. |
ehliyel |
: |
Aile bireylerinin toplamı. |
ehliz |
: |
1. Uslu, sakin, ağırbaşlı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) 2. Sakin, kavgacı olmayan. 3. Ehil, uyumlu, ehlileştirilmiş, huyu güzel. “Çektir katarını kon Aslantaş’a Yücesine çık da eyle temaşa Vatanına dahil oldun mu Eşe Zelfin derler ehliz ele emanet” (Yaşar Kemal, Sarı Defterdekiler Folklor Derlemeleri, İş Bankası Kültür Yay. Nisan 2002, İstanbul, Hazırlayan Alpay Kabacalı) |
Ehmed |
: |
Ahmet. “Gadanı alayım garı Derdimi bölüşek yarı Görsen idi Ehmed’imi Sokaklarda vurdu Veli” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ehret |
: |
Ahiret, öbür dünya. |
ehtiyaç |
: |
İhtiyaç. |
ehven |
: |
Ucuz, kalitesiz. |
ehniyan |
: |
Yiyip de doymayan, obur, çok yiyen. |
ek yeri |
: |
Zayıf nokta, kırılabilir yer. |
eka:biler |
: |
Tecrübeli yaşlı kimseler. “Çok geçmeden arkasına takılan bir zurba döl hatta gençlerinen ve ilgi duyan ekâbilerinen dolaşır dururdu.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ekbez |
: |
Tombul, beyaz. Karac’oğlan bırak gam ile yası Ne hoş olur şu dağların havası Yârin konalgası Söğüt Ovası Ekbez ekbez olmuş eli yavrunun Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.564 |
ekdi |
: |
Anası olmadığı için başka koyun ve keçilerin beslediği gelişimini tamamlayamamış kuzu, oğlak. “Gırkını çıkarsaydı Yanalağın ekdisi, daha bişet olmazdı zavallıya.” |
eke |
: |
1. Yaşlı ve deneyimli, görmüş geçirmiş, büyük, yetişkin, yaşlı, kart insan ya da hayvan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) 2. Anaç, olgun. “Bir bebek gibi saf, bir eke gibi akıllıydı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) 3. Kurnaz, açıkgöz insan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) 4. Tecrübeli usta. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 5. Üç yaşında keçi. Bir aşçım olsa da doldursa kazı Türlü nimetlerle güldürse bizi Öğlene eke akşama da kuzu Sabaha kaymaklı bal ister gönül Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.481 6. Bir nevi çömlek. 7. Yaşı küçük olduğu halde sözleri ve işleri büyük olan çocuk. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ekece |
: |
Havalı. |
ekeleme bacı |
: |
İşi elinin ucuyla tutan kadın. |
ekelemek |
: |
Tuz, biber, tohum ve toprak gibi toz durumunda bulunulan şeyleri belli bir işe yarayacak şekilde saçmak, serpmek, ekmek. “Bacakları kanıyordu. Kan sızan yerlere toprak ekelemeye başladı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
ekelenmek |
: |
Övünmek, havaya girmek, beğenmemek. |
ekeleşmek |
: |
1. Vücutça kuvvetlenmek, olgunlaşmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) 2. Açıkgözleşmek, kurnazlaşmak. |
ekelge |
: |
Tahıl ekilmeye uygun arazi, yer. |
ekemek |
: |
1. Olgunlaşmak. 2. Açıkgözleşmek, kurnazlaşmak. |
ekemiş |
: |
1. Boyundan büyük laf söyleyen. 2. Görmüş geçirmiş, açıkgöz. |
ekemişçe |
: |
Daha kurnaz, kurnazca. |
ekenek |
: |
Ekilecek tarla, ekilmeye hazır tarla. |
ekeşmiş |
: |
Kurnazlaşmış, sanki büyümüş de küçülmüş; kendi küçük, ama sözü ve işi büyük olan. |
eketırık |
: |
Yaşından beklenmeyecek derecede zeki. |
eketoka, eketoha |
: |
Bilmiş, işini bilir. |
ekgeş dana |
: |
Yedi sekiz aylık olmasına rağmen düvelere saldıran dana, küçük olsa dabüyük gibi davranamaya kalkan erkek sığır. |
ekilmiş |
: |
Ekilen, tarlaya ekilen. |
ekin |
: |
1. Bölgemiz göçmen ağzında; buğday. 2. Buğday,arpa,çavdar, yulaf tarlası. |
ekiŋ saçıŋ |
: |
Ekilen, saçılan, tarlaya düşürülen, ekmek ve saçmak fiillerinden emir kipi. |
ekir |
: |
Tereyağının eridikten sonra dibinde kalan tortusu. |
ekişmek |
: |
1. Peynirden alınan yağ. 2. İşi birbirine bırakmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Enine boyuna yayılarak oturmak. |
ekiz |
: |
İkiz. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
ekkeş |
: |
Ukala, çok bilmiş geçinmek. |
ekki |
: |
Çam ağacının kuru ve yumuşak kabuğu. |
ekla:vi |
: |
Bir at türü. |
ekma: |
: |
Ekmeğe. “Evlat bir ara ekmâ; ekmâ geç buğdaya, bulgura o gadar hasret galdıydık ki, âşamları, çatışmadan yorgun düştüğümüz zemanlarda oturup gonuşurken hep burnumuzda hohan , şeyle bolca tereyânan yalanmış bulgur pilôvunu anadır dururduk.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ekmȃ/ekmeği atlı gendi yaya olasıca |
: |
Bedduada belirtildiği gibi geçimini sağlamak için çok uğraş versin anlamında bir söz. |
ekma:nen |
: |
Ekmek ile. “Ayrıca yürâmiz yandı:nda yerik…diye meyve ve sebze ile ekmânen, yımırta ve pendir vs. de götürülürdü. Bazı hanımların âşamdan içli köfte veya dolma yaptıkları; biyaz pilôv ile tavık bişirdikleri bile olurdu…” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ekmák dokmak |
: |
Yemek yapıp ikram etmek. Bir hafta ekmák dόktúḵ, davar kestiḵ. |
ekmeği kuyuya düşmüş it gibi bakmak |
: |
Bir şeye dalıp gitmek. “Ekmeği kuyuya düşmüş it gibi bakmak.” |
ekmeğin sesinin tüfeğin sesinden berk gitmesi |
: |
Sofra sahibi olmanın, yaygın ün sağlayacağı. |
ekmeğimde tuz yok |
: |
Kadir kıymetim yok. “Benim buralarda ekmeğimde tuz yok.” |
ekmeğiŋ yenir, misafiriŋağırlanmaz |
: |
Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
ekmeğine sebep olmak |
: |
Birinin geçimini sağladığı işi yitirmesine yol açmak ya da çıkarını engellemek. “Ne yani, ne diye ekmeğime sebep oluyorsun.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
ekmeği kendinden zeytin çırpmak |
: |
Ücretsiz veya çok az bir parayla bir işe girişmek. |
ekmek |
: |
Baştan savmak, atlatmak. |
ekmek çilemek |
: |
Gerektiğinde yenilmek üzere bekletilen kuru yufkayı damlacıklarla yumuşatmak. |
ekmek pişesi |
: |
Yufka ekmeğin ufalanıp üstüne biberli su dökülerek yapılan yemek. Ekmék pişesini de yaylıda çoḫ yaparız. |
ekmekla: |
: |
İçinde, tandır, baca, tandır gözü, ekmek tahtası, oklova, evirgeç, itâ ve hedirgeç gibi malzemeler bulunan ve yufka ekmek yapılan yer. “-Hêêyy, söondürün lan cuvarâzı; içeriyi ekmaklâ çevirdiiz; perdeyi göremez olduk yavv!...” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ekmeksiz |
: |
Nankör. |
ekmekten aşşa:gatık olmaz |
: |
Bundan daha kötü bir durum olamaz. Kaybedecek hiçbir şeyim yok anlamında bir deyim. “Ekmekten aşşâ gatık olmaz.” |
ekmel |
: |
1. Olgun, büyük. 2. Kavisli. |
ekrut |
: |
Kötü, kurnazın teki. |
ekseri |
: |
Genellikle. |
eksik etek |
: |
Kadın. |
eksikli |
: |
Kadın. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
ekşili paça |
: |
Kelle ve ayaktan yapılan bir tür yemek. |
ekşimen |
: |
Ekşimtırak bir ot, kuzukulağı. |
ekşimik |
: |
Yenilen yayla otları arasındadır. |
ekti |
: |
1. Canı her yiyeceği çeken, iştahlı, onur kimse. 2. Alışmış. Daha çok ele alışan yabani hayvanlar için kullanılır. 3. Başkasının otlağından geçinen hayvan. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
el |
: |
1. Halk, herkes, avam. “Maraş eli hep toplanmış Şunu elden alak diye Şu yiğidin anasını Gelsin bir kez görek diye” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 2. Yabancı, bizden olmayan. “Bir uzunca cübbe geyer Ezan verirdi camiye Bedenimizden efendi Görenler de el demiye” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008)
“Eliŋ delisine doyum olmaz, deli ocaktan gerek” (Eldeki bizi ilgilendirmez, bizde olmalı anlamında bir Andırın deyimi)
“El eliyle yılan tutan yarısını yalan tutar.” ”El atıynan çalım satılmaz.” (Toros Atasözü)
3. Oba, il, yaşanılan yer. “Az gederim uz gederim Ben yolumu düz gederim Ben elimden gelin geldim Geri döner gız gederim” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Vururlan Damadın Ağıdı (Halbur Ağıdı), Kaynak Kişi: Safiye Temiz)
“Elinen gelen düğün bayram.” (Bir musibet herkesi aynı anda ilgilendiriyorsa memnuniyetle karşılarız anlamında bir Çukurova deyimi.) |
el ağzıyla çorba içilmez |
: |
Kendi işini kendin yap. “El ağzıyla çorba içilmez.” |
el bağlamak |
: |
Bir kimsenin karşısında saygılı bir biçimde durmak. Geri dönüp habarını almadık El bağlayıp dîvanına durmadık Geyinmiş kuşanmış güzel görmedik Al mı yeşil mi de sarı mı bilmem Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.483 |
el basmak |
: |
Kutsal bir varlığın veya eşyanın üzerine el koyarak yemin etmek. Senden gayrı yâr sevmedim vallaha Getir el basayım Kitabullah'a Gece gündüz yalvarırım Allah'a Hak yanında kabul olsun dilekler Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.591 |
el çekmek |
: |
Vazgeçmek. Ulu sular gibi durulup akma Her gördüğün güzele meylle bakma Gerçek âşık isen var elim çekme Ben seninim yârim bil dedi bana Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.391 |
el değer etek değmez |
: |
1. Eğilmiş ve biri ötekinin arkasına tutunmuş birkaç kişinin üzerinden atlayarak oynanan bir açıkhava çocuk oyunu. “El değer etek değmez oyununa bazı yerlerde çüş duttum çüldürüm eşşeğe de derler.” 2. Bir işe, eyleme ilişmemek, bulaşmamak. 3. El çabukluğuyla, göz açıp kapamadan, çarçabuk, hemencecik. “Azığı, el değer etek değmez hazırlayıverdi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
el demiri |
: |
Büyük dibek havanı. |
el dutamağı |
: |
Rüşvet cinsinden hediye. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
el elde, baş başta |
: |
1. Her şeyin bittiğini, bir işten kurtulmayı anlatır. “Ve ondan sonra el elde, baş başta. Ver elini Toros dağları.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) 2. Ne kar etmiş ne de zarar. “El elde, baş başta.” |
el eli yur, el de döner yüzü yur |
: |
Sen bana yardım edersen, bende günü gelir san yardım ederim. “El eli yur, el de döner yüzü yur.” |
el etmek |
: |
Yardıma çağırmak, işaret etmek. |
el gapısında çerçi eşşe:nden uslu durmak |
: |
El kapısında kendi evindeki gibi rahat edememek. “Göğcelinin adamları el gapısında çerçi eşşênden uslu durur.” |
el gapısını açarsam pis kokar, açmazsam mis kokar |
: |
Dışarıdan bakıldığında çok güzel görülen, imrenilen insanların ya da ailelerin nasıl bir çile ve sıkıntı içerisinde olduklarını anlatan bir deyimdir. “El gapısını açarsam pis kokar, açmazsam mis kokar.” |
el gördülük |
: |
Başkalarını düşünerek yapılan iş. |
el görümlüğü |
: |
Özel günlerde veyahut seyahatlerde giyilen kıyafet. |
el içinde olan söz |
: |
Dedikodu. Ağırdır kalkmıyor yükümün tayı Demirdir çekilmez feleğin yayı Aradım cihanı nazlı yâr deyi El içinde olan sözden usandım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.487 |
el kavşurmak |
: |
El kavuşturmak, saygı gösterisinde bulunmak. O ne dedi sen ne dedin varıncak Oğlan âşık mısın dedi görüncek El kavşurup dîvanına duruncak Daha dostum eskisinden güzel mi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.449 |
el kavuşturmak |
: |
Elleri önde bir araya getirmek. Karac’oğlan der ki doğru yörürler Tamuya girmez uçmağa girerler El kavuşturup Hakk'a karşı dururlar Kullar beni sevdiğime ulaştır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.603 |
el kesik |
: |
İskambil veya Okey gibi şans oyunlarında eli bitmiş olması. |
el kızı |
: |
Yeni gelen gelin. “Ayşe el kızı, utanmadın mı ona yumuş buyurmaya.” |
el kiri |
: |
Para, gereksiz, önemsiz. “Para dediğin de ne ki. El kiri gibidir.” |
el kuşu |
: |
Değerli, saygılı, saygılı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
el lehençesi |
: |
El ve ayak yıkamak için kullanılan araç. Seyyar lavabo. |
el mizan, göz terezi |
: |
Kimi alışverişlerde öyle anlar olur ki satılacak nesneler ölçülmeden, tartılmadan göz kararı yapılarak verilir. Sürekli olarak aynı tartı işlemi yapıldığından ağırlık konusunda bir deneyim sahibi olunduğunu belirten bir deyim. “El mizan, göz terezi.” |
el Müslim seyrine gitmek |
: |
Çoğunluğa göre hareket etmek, topluma uymak. “Benim elim el Müslim seyrine gider.” |
el otu |
: |
Tarlada işe yaramaz zararlı ot. El otu alırsın soñra çapalarsın. |
el öpeniŋ çok olsun |
: |
Çocuklara el öptürüldüğünde söylenir. “El öpenin çok olsun.” |
el sunmak |
: |
El ile dokunmak. Karac’oğlan der ki aradım buldum Bir zaman yanında eğlendim kaldım Domurcuk gülüne elimi sundum Al gül diken olmuş batıp gidiyor Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.616 |
el ucu |
: |
Baş parmak hariç, dört parmak tutumu kadar. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
el ula: |
: |
İnsanların getir-götür işlerini yapan kimse. “Elimin ulâ.” |
el yağlığı |
: |
Mendil. |
el vermek |
: |
Uygun gelmek, yetmek. |
elalem |
: |
Kamuoyu, herkes. |
elaltı |
: |
1. Sümen. 2. Yardımcı. |
elam |
: |
Ellâham. |
elaman |
: |
1. Zorlu bezginlik ve sızlanma anlatır. 2. Eleman, personel. |
elaman çağrışmak |
: |
Bezginlik ve güçsüzlük içinde olup merhamet dilemek. |
ela:mençik |
: |
İspinoz kuşu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ela:msa:ma |
: |
Gökkuşağı. |
éla:rşı / éle garşı |
: |
El âleme karşı. |
elbaş |
: |
Oyun arasında dinlenme isteği; mola arzusu (teklifi). |
elbeşte |
: |
Tabakların kullandıkları tekne. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
elbeşteci |
: |
Deri terbiyecisi, ham derileri işlemden geçirerek kullanılır hale getiren kimse. “Ham deriyi bile köşgerin kendisi bulurdu. Kurban bayramında, kasaplardan ve evinde, köyünde özel olarak kesenlerden tane tane satın aldıktan sonra tuzlayıp biriktirir, sonra da belli bir sayıya ulaşınca debbağhaneye götürüp, bilirse kendisi,bilmiyorsa elbeştecinin birisiyle anlaşarak derileri terbiye eder ve kullanacak hale getirirdi.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan III, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
elbeyi |
: |
Vali, mıntıka kumandanı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
elbezi |
: |
Peçete mahiyetindeki küçük bezler. |
elbir |
: |
1. İşbirlikçi, suç ortağı. 2. Dargın ve küs olan kişileri barıştıran, arabulan, aracı, elçi, işbirlikçi.Sözcülük eden, birisine başka biri için gizliden fikir aşılamaya çalışan. “Yaz gününde olur bosdan Memed’e de söylen desdan Orusbular elbir olmuş Hepisi de geymiş fisdan” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
elbiri |
: |
Yardımcı, işbirlikçi. |
elbirlik |
: |
Aracılık. |
elbirlik etmek |
: |
İki tarafı anlaştırmak, uzlaştırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) |
elbirlikçi |
: |
Gizli işlerde iş birliği yapan. “Gözüböyüğün köyü sarıp, zorunan iki beygir yükü yem yiyecek almasından sonra, Gözübüyüğün öteki köydeki hısımı, Çil Ali’yi bir sevmeyeni elbirlikçi diye şikayet etmişti.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
elbişim |
: |
İpek böceği. |
elbiyse |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; elbise. |
élbiz |
: |
1. Örümcek. 2. Örümcek ağı.Örümcek yumurtladığında yavrusu bulgur tanesi kadar küçük olurmuş. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada. Mr.) |
élbizlemek |
: |
Örümceğin yuva yapması, örümceğin bir yere yuvalanması. |
elbüşüm |
: |
Yumuşak, ipek gibi. Saçları eliŋiŋ altında elbüşümgibi kayıp gidī. |
elcek |
: |
1. Eldiven. 2. Tırpan sapına takılı ve sağ elle tutularak tırpanı kullanmaya yarayan kısmı.” |
elci |
: |
1. Amele başı. 2. Pamut üreticisine ırgat sağlayan ve ırgat başılığı yapan kimse, ırgatbaşı. Hüseyin: “Ben”, dedi, “elcinin inadına yaptım o işi” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
elçek |
: |
Tencere. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
elçim |
: |
1. Buğday biçerken ellikli bir elin, kola sığdırabileceği kadar buğday destesi. 2. Baş parmakla işaret parmağının arasına sığacak kadar olan otsu bitki miktarı. 3. Az, bir kerede ele alınabilecek kadar az olan nesne. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) |
elçippen |
: |
Bir çocuk oyunu. |
eldeci |
: |
Çiftlikte çalıştırılan ücretli kadın hizmetçi, evdeci. |
elde tura oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. ELDE TURA OYUNU Kız ve erkek çocukları arasında oynan oyunlardandır. Kişi sayısı ne kadar fazla olura o kadar eğlenceli olur. Açık alanda, sokakta, okulda oynanan bir oyundur. Ebe yüzünü duvara veya bir ağaca kapatarak “elden tura bir, iki, üç” der ve arkasına döner. Bu esnada oyuncular kıpırdamadan durmaya çalışır. Kıpırdayan olursa elenir. En sona kalan ebe olur. Oyundaki amaç ebe arkasını dönmeden, hızlı bir şekilde ebeye yaklaşıp, dokunmaktır. Dokunan kişi birinci olur. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s. 212 - 213) |
eldek |
: |
Araçsız, doğrudan. |
eldeş |
: |
El ele, sırt sırta veren arkadaşlardan her biri. |
eldeşmek |
: |
1. El ele, sırt sırta vermek. 2. Yarenlik ya da el şakası yapılan kimse |
eldez |
: |
Makine, alet. |
ele |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; hele. |
ele getirmek |
: |
Elde etmek. Kirpiklerin hançer can alır gözün Yüreğime koydun ataşın közün Daha görmedim hiç kimsenin yüzün Getirdin beni de ele sevdiğim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.494 |
ele karışmaz, tavaya bulaşmaz |
: |
İyi kötü hiçbir şeye karışmayan, kendi halinde olan kimseler için kullanılır. |
ele satmak |
: |
Başlık parası karşılığında evlendirmek. |
elecek |
: |
İplik bükülen çıkrığın el ile tutulan yeri. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
eledmek |
: |
Götürmek, iletmek, ulaştırmak. “Feriz sana doğum yapmış dediler Gelin seni nazar ile yediler Eleddiler teneşire godular Uyan Feriz gelin uykudan uyan” (Afşin’in Ağıtları, Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Feriz Gelin’in Ağıdı, Derleyen: Serdar Sığınır, Kaynak Kişi: Mehmet Türkkahraman) |
elefetsiz |
: |
Manasız, tutarsız, dengesiz, boşboğaz, sözünü bilmez. |
elek g.tü gadar yer |
: |
Daracık yer. “Elek g.tü gadar yere kim sığacak merak ediyom.” |
elekçi |
: |
1. Terbiyesiz. 2. Çingene. “Gara goyun ağ mı olur? Elekçiden beğ mi olur? Guzusunu yitirenin Yüreğinde yağ mı olur?” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Nuray’ın Ağıdı, Derleyen: Hasan Batmaz, Kaynak Kişi: Fadime Karabulut) |
eleklenmek |
: |
Kısa bir zaman için boş işlerle uğraşmak, meşgale bulmak. “Gahveye gidip boş boş oturmaktansa eleklenip idare ediyok vaziyeti.” |
elem |
: |
Üzüntü, sıkıntı. Cebir elem şu dağların başından Avlayalım kekliğinden kuşundan Zamantı Irmağı'ndan Pınarbaşı'ndan Geçemem artıyor figanım dağlar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.577 |
e:lemek |
: |
Eylemek, oyalamak. “Böyük evde mısır gimi Mor beliği hasır gimi Êlendi de burda galdı Golu bağlı esir gimi” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Zehirlenen Fatma Hatın’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
elemet |
: |
Büyük, kocaman. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
elemle |
: |
İplik sarılan çıkrık. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
elenti |
: |
Tahıl vb. şeyleri elerken elekten alta dökülen her şey. |
elenti altı |
: |
Tahılın kalburdan geçirme işleminde kalburun altına geçenkırık, delice gibi tahıl parçalarına denir. Bunlar hayvan yemi olarak değerlendirilir. |
elentirik |
: |
Elektrik. |
elepen |
: |
Kertenkele. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
elepenek |
: |
Kelebek. |
eleşmek |
: |
Oyalanmak. |
eletirik |
: |
İletiriz, götürürüz. “Gorkma ha:! Sağda solda ejderhalar ağzını eğdirirler, amma sakın onardan gorkma demiş şahmaran yılannarı, biz padışahın yanına seni eletirik.” (Doç. Dr. Esma Şişmek, Yukarı Çukurova Masallarında Motif Ve Tip Araştırması) |
eletmek |
: |
Götürmek, iletmek, taşımak, ulaştırmak. “Gadanı alıyım gırat Değner beni ağlar Zalha Duran yayla guşuyudu Bindir de Çokağ’a elet” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
elganem |
: |
Elinden iş gelmeyen, beceriksiz. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
elganim |
: |
Beceriksiz, tembel. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
elgölgeliği |
: |
Tezkere, mektup. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
elham çakıştırmak |
: |
Söyleşmek, sohbet etmek. |
elhoca |
: |
Uzun gagalı, siyah etli ve kışın ortaya çıkan bir kuş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
elıstar |
: |
Dokuma aleti. |
eli acışmadı, g.tü gicişmedi |
: |
Hiç zahmet çekmeden mal sahibi oldu. “Eli acışmadı, g.tü gicişmedi.” |
eli ağzına yetmek |
: |
“Ekmeğini kazanmak” anlamında kullanılır. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Eli ağzına yetiyor galan.” |
eli ayağı boşanmak |
: |
Korku ya da coşku duymak, korku ya da coşkudan titrer gibi olmak. “Seyran hemen titreyerek yere yattı. Memedin sesini duyunca eli ayağı boşanmıştı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
eli ayağı kesilmek |
: |
Korku, ürkü, coşku gibi nedenlerle, kendini cansız, güçsüz duyumsamak. “Sonra gene boşluğa düştü. Eli ayağı kesildi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
eli azzıglısı diyal g.tü gazzıglısı bulii |
: |
Hep zararı dokunan insanlar ile karşılaşıyorum. Yararı olacak hiç kimse beni bulmuyor. “Eli azzıglısı diyal, g.tü gazzıglısı buli:.” |
eli başına ermek / yetmek |
: |
Kendi işini kendi yapar hȃle gelmek. |
eli bayraklı |
: |
Kavgacı, şirret kimseler için kullanılır. |
eli belinde,eli böğründe |
: |
Dikey ve yatay iki kerestenin dik birleştiği kısma 45°lik açıyla çakılan dayanak. Genellikle çardak ve hayma yaparken kullanılan, direkle tavanı oluşturan ağacı bir birine bağlayan ağaç. (TDK Derleme Sözlüğünden. Osm.) |
eli belinde:lle:m |
: |
Her halde anlamındadır. Yanlış bilinen bir durum sonrası da söylenir. “Eli belindeelle:m.” |
eli çakır |
: |
Hırsız. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
eli değnekli gezmek |
: |
Şirret tavırlar içinde kavga aramak, bela saçmak. |
eli deli |
: |
Maddi durumu iyi olmadığı halde cömertliği elden bırakmayan kimselere derler. “Eli deli. Dikili ağacı olamaz onun.” |
eli eğimli |
: |
Elinden iş gelen, yetenekli usta. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
eli g.tüne yetmek |
: |
Adam olmak. “Eli g.tüne yeter oldu.” |
eli hamır ovalıyor, gözü tana govalıyor |
: |
Bir iş yaparken dikkatini başka yere vermek. “Eli hamır ovalıyor, gözü tana govalıyor.” |
el ila:nı |
: |
El veya çocuk bezi yıkanılan el leğeni. |
eli işe güce yetmez olmak |
: |
Duygusal bunalıma düşmek, herhangi bir şey yapmayı canı istememek. “İçine kurt düşer, onu kıvrandırır. Eli işe güce yetmez olur.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
eli orçumlu |
: |
Tedavi etme bilgisine sahip. |
eli sahanlı |
: |
1. Beceriksiz. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) 2. Tutumsuz. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) |
eli sehenli |
: |
1. Beceriksiz. 2. Aciz. |
eli sulu |
: |
Birilerine yuva kurdurmada şanslı ve becerikli hanımlara derler. “Senin bu işi yapsa yapsa Ayşe yapar. Onun eli suludur.” |
eli ulaklı |
: |
Sakar dokunduğu şeye zarar veren kimse. |
eli uz |
: |
Becerikli, elinden her iş gelir. |
eli yanına dökülsün |
: |
Ölsün, gebersin anlamında bir ilenç. |
eli yok, diline ne diyek |
: |
Hem çalışmayan hem de bir karış dili olana derler. “Eli yok, diline ne diyek.” |
elice |
: |
Su değirmeni. |
elicek |
: |
Cıva gibi kabına sığamayan beş yaşına kadar olan çocuk. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
elif elif etmek |
: |
Yüzde saçlar tek tek sarkmak, eski yazıda alfabenin ilk harfine benzetmek. |
elifbe |
: |
Osmanlı alfabesi. Karac’oğlan okur elif be'yinen Dosta yaramadım ben bu huyinen Evliyânın hırkasını geyinen Hacı yollu güzeli var bu çölün Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.572 |
elifi görse mertek sanır |
: |
Okuma yazma bilmez. “Elifi görse mertek sanır.” |
eliflemiş |
: |
Olgunlaşmış incirin yüzündeki beyazlar. |
eliklemek |
: |
Büyümek. (Çoğu zaman çocukların ana karnında büyümesini anlatır.)(TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
elikmek, elekmek |
: |
1. Bir yere gitmekten, bir iş yapmaktan üşenmek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç. Ada.) 2. Yabancı gözü ile bakmak, yabancı saymak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 3. Utanmak, çekinmek, sıkılmak, ağırlık olmaktan çekinmek,el gözüyle bakmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç. Ada. İç.) |
elim it yalağında yunug |
: |
Yaptığım iyilikler karşılık bulmuyor. Değerim bilinmiyor. “Elim it yalağında yunug.” |
elim sende oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. ELİM SENDE En az 5-6 kişi ile oynanan bir oyundur sayışmaca ile ebe belirlenir. Diğer oyuncular kaçmaya başlar. Ebe onları kovalamaya başlar ve kimi yakalarsa ona “elim sende” diyerek vurur. Bu andan itibaren oyunda ebe bu kişidir. O da diğerlerini kovalamaya başlar. Oyun böylece usanıncaya kadar sürüp gider. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s. 212) |
eliminen |
: |
Elimle. |
elimizin eğri çöveni |
: |
Getir götür işlerimizi yapan çocuk, elimizin ulağı. “Elimizin eğri çöveni. Ona bakmayıp da kime bakacâz.” |
elin kıranı |
: |
1. El alem, el çocuğu. 2. Rahatsız edici, iş bozucu. |
elin şirelenmesi |
: |
Tepsi ile servis edilen baklavanın elle yenilmesi. Elle yemekteki amaç, ağıza götürülen dilimin kızarmış üstünü damağa değdirmeden, ters yüz edilerek dil üstüne konulması. Eğer baklava diliminin kızarmış yüzü, ağız tavanıyla temas ederse, damağa yapışır ve çiğnemeyi zorlaştırır. Tutkunları, bu nedenle, özellikle fırında kızarmış tatlılar için, çatal bıçak kullanmazlar. |
: |
Daha çok yabancı olan gerekmez adam için kullanılır. “Elin iti gibi halakada gezmekten ne anlıyon anlamıyom.” |
|
elin kesilmemek |
: |
Yardım etmeyi sürdürmek. Karac’oğlan dost bağına varmalı El uzatıp gonca gülün dermeli Muhtaçlara bir şeftali vermeli Cömertlikten kesilmesin eliniz Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.651 |
elin kızı |
: |
Yeni gelinler için ve eş için kullanılır. |
elindeğe |
: |
Elindeki. “Böğle diyence bunda para çok, öldürüyüm paranın hepisini alıyım diye adamı elindeğe paltıyanan öldürüyor.” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
elinden emekli |
: |
Emek harcanarak, zor ve zahmetli kazancını sağlayan, kazancını rençberlik yaparak sağlayan. “Elinden emekli.” |
elinden sarı öküz saman yemez |
: |
Ne yemek yaparken temizdir ne de iş yaparken titizdir. Onunla kimse teşviki mesaide bulunmak istemez. “Elinden sarı öküz saman yemez.” |
elinden uçan gaçan gurtulmaz |
: |
Çok iyi bir avcıdır. Çok maharetlidir. “Elinden uçan gaçan gurtulmaz.” |
eline ayağına düşmek (birinin) |
: |
Yalvar yakar olmak, çok yalvarmak. “Yetiş imdadıma kardaş, n’olursun. Eline ayağına düştüm kardaş.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
elini korkak alıştırma |
: |
Elini kaldırmışken vur anlamında bir deyim. “Elini korkak alıştırma, at o şişeyi sahneye.” |
elini öptüğüm |
: |
Karşısındakine hürmet ifade eder. “Elini öptüğüm anam.” |
elini üfelemek |
: |
Elini oğuşturmak. Seni öylesine üfelerim ki, kemiklerin kırılır. Ahmet pehlivan, Mehmet pehlivanı öyle bir üfeledi ki Mehmet yerinden kalkamadı. Ağıtta yarayı oğuşturmak oluyor. |
elinin eti kalkmak |
: |
Bir iş için çok çalışmak. “Allah hakkı için elimin eti kaldı desem yalan söylememiş olurum.” |
elinizin artığı |
: |
“Sizin yediklerinizden daha az değerli” anlamına kullanılan. “Celil beye misafir olduk. Elinizin artığı bir şeyler getirdiler, yedik.” |
elinsaf |
: |
Merhamet eyle. |
eliyin artığı |
: |
Toroslar’da yediği yemeği söylerken karşıya hürmet ifadesi olarak sizin yediğiniz yemeğin artığı anlamında kullanılır. “Eliyin artığı bir şeyler yedik işte.” |
eliyinen cebinin arası altı aylık yol |
: |
Cimri kimseleri anlatan bir deyim. “Eliyinen cebinin arası altı aylık yol.” |
ella:hem |
: |
Herhalde, Allah bilir ya. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Bekir’in şurada gezer Kondurası tıkır tıkır Ellaâhem oğlum gelik Bağlar eve indi şükür” (Derleyen: İbrahim Davutluoğlu, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
Ellaham |
: |
“Allah bilir ki”, “öyle sanırım” anlamında kullanılan bir bir söz. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Kır at kapıda kişner (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
Ellahama |
: |
“Allah bilir ki”, “öyle sanırım” anlamında kullanılan bir bir söz. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Nenni ağ Duran’ım nenni Döşünün arası enni Söylemiyor küsgün dili Ellahama deve kenni” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
Ellahem |
: |
Allah ta bilir ya... (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) İhtimal (ellâhem) hatırla (taman) Biberli salçanın lakabı (çaman) Gömlek için (yelek) külota (tuman) Söyledikçe VASFİ çoş derler bizde (Hayati Vasfi Taşyürek) |
Ellâme |
: |
“Allah bilir ki”, “öyle sanırım” anlamında kullanılan bir bir söz. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ella:n (ellân) |
: |
Çoğunluk el yıkanılan ortasıçukurca leğen. |
ella:ni |
: |
El leğeni, küçük leğen. “Serin olduğundan bir, bir de bazı evdekilerin ıslanırsa burası kirlensin diye düşündüğünden su küpleri ve ellâni ile ırbıkları da buraya konulurdu çoğu zaman.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
ellegeni |
: |
Ortası çukur oval kalaylı bakır veya aliminyum kap. Genellikle içinde ayak yıkanır. “Kızım elleginiyi getir de babanın ayağını yıkıyak” |
Elleham |
: |
Herhalde, galiba, Allah bilir, sanırım. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Nettiniz Çulpazlı!...Bereketli geçti mi? Duran’ın yükü daha ağar elleham dediğinde, Duran da yanlarına gelmişti” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007)
“Çekerim gurbette derdi, elemi Çok göresim geldi, görmem sılamı Gözleyorum gönderen yok selamı Elleham sevdiğim el oldu bugün” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 127 |
Ellehem |
: |
“Allah bilir ki”, “öyle sanırım” anlamında kullanılan bir bir söz. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Goca Pazar keli keli Ben ağlarım deli deli Ellehem gardaşım ölük Toplanıyor Cığcıkl’eli” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
Elleheme |
: |
Herhalde, Allah bilir, galiba. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Nenni gara gapıt nenni Guluncundan döşü enni Gelmemiş Hacca bacısı Elleheme deve kenni” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
ellek |
: |
Başkalarıyla oynaşan, kötü kadın, el değmiş. |
ellek mellek |
: |
Hiperaktif sözcüğünün Torosçası. “Ellek mellek. Ne durdan anlıyor ne de cırdan.” |
ellelem |
: |
Her halde. |
elle:m |
: |
Herhalde. |
ellem gallım |
: |
Allem kallem. |
ellemen |
: |
Ellemeyin, dokunmayın, serbest bırakın. |
ellengeç |
: |
Denizlerde ve tatlı sularda yaşayan birçok türü bulunan, baştan çift ayaklı, birinci ayak çifti kıskaç olarak gelişmiş, eti yenilen, kabuklu bir böcek, yengeç. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ellenmiş |
: |
El ile dokunmuş, el değmiş, okşanmış. Bir sofra isterim kimse sermedik Bir yayla isterim kimse konmadık Bir güzel isterim yad el değmedik Ellenmiş de bellenmişi n'eyleyim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.506 |
ellere kalası |
: |
Kimsesiz, öksüz, yetim kalasın anlamında bir ilenç. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
elleri:z |
: |
Elleriniz. |
ellerinden öper |
: |
Bu iş seni bekliyor anlamında bir deyim. “Ellerinden öper emmoğlu.” |
elleşmek |
: |
1. (Olumsuz biçimi) Rahatsız etmek, değmek, dokunmak, ilişmek. 2. El ele tutuşarak bir ağırlığı ortaklaşa kaldırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. Oynaşmak. 4. Dokunmak. 5. El sıkışmak, tokalaşmak. |
elletmek |
: |
Dokundurmayız. Sahip çıkarız. “Gözünüz arkada kalmasın kılını elletmek.” |
Ellez |
: |
1. İbrik. 2. İlyas. “Dut dibine yatırmışlar Al ganlara batırmışlar Babayiğit Ellez’imi Omuzlarda götürmüşler” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, İlyas Özden’in Ağıtı, Derleyen: Hidayet Köse, Kaynak Kişi: Döndü Özden) |
elli |
: |
Yabancı olmayan, bizim olan yer, kimse. “Koyuverin şahan avını alsın Tüyünü, tileğin hep yere yığsın Böyle gurbet eller yâdlara kalsın Adamlı elli yerlere gidelim” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 496 |
elli ayaklı |
: |
Eline de ayağına da çabuk. “Elli ayaklı biri lazım bu işe.” |
elli dilli |
: |
Hem iş yapan hem de güzel güzel konuşan. “Elli dilli bir sekreter lazım sana.” |
ellice |
: |
Küçük sepet. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ellik |
: |
1. Ekin biçerken parmaklar kesilmesin diye, sol elin parmaklarına eldiven gibi geçirilen, tahtadan yapılmış bir araç, bir nevi tahtadan eldiven. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç. Ada. Osm. Mr.) 2. Eldiven. 3. Tırpanın el ile tutulan yeri. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 4. Genel. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ellik ellik |
: |
Gurbet gurbet, yabancı memleketleri tek tek dolanmak. |
ellice |
: |
Küçük sepet. (TDK Derleme Sözlüğünden İç. Ada.) |
ellig |
: |
Eldiven. |
ellik gavuru |
: |
Acımasız kişi, kıyıcı, zalim. Ermenilere denilirdi. “Gavur,” dedi, “Ellik gavuru. Çocuklarımın kanlısı. Anasının kanlısı. Atamızın kanlısı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
ellisekiz |
: |
Sövgü olarak kullanılan bir söz, dümbük, pezevenk. “Gelme kardaşım, gelme sakalı boklu, gökgözlü ellisekiz.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
elliyi beşe indirmek |
: |
Mirac gecesinde 50 vakit olarak kılınacak namazın beş vakte indirilmesi vurgulanıyor. |
ellu:ruş |
: |
Elli kuruş. “Ciğer satıyom ciğer Tanesi Ellûruş. Var mı alan Ciğer satıyom ciğer” |
elmacık |
: |
Bir çeşit bitki. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
elmas |
: |
1. Pembe renk. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm. Mr.) 2. Eflatun renk. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Değerli bir süs taşı. Entari geyinmiş fırengi rengi Yanaklar kırmızı elmas irengi Saçları topukla eyliyor cengi Bir hümâ bakışlı on dört yaşlının Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.538 |
elmelik |
: |
Semizotu. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
elmi |
: |
Yöntemi. |
elmini almak |
: |
Bir işin nasıl yapılacağını öğrenmek için “Marak etme sen. Ben o işin elmini aldım ustasından.” |
elmüslüm seyeri |
: |
Halkın genelinin kabul ettiği fiyat. “Çok istemedim ben kurbannığa, bunun kulağı zaten istediğim fiyatı daha önce çok duydu. Elmüslüm seyeri istediğim para.” |
Elo:lu |
: |
Türkoğlu ilçesinin eski adı. |
eloca |
: |
Çulluk kuşu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
elöpen |
: |
Evlerde yaşayan şeffaf bir kertenkele türü. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
elpelemek |
: |
Taneli tahılların ayrılmış ancak temizlenmemiş kabuklarını bir kabın içerisinde havaya doğru hafifçe atıp oluşan hafif rüzgarın etkisiyle kap dışına savurarak ayıklamak. |
elsıranı |
: |
Kazan ya da teknedeki hamuru kazımaya ve kesmeye yarayan bir çeşit araç. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
eluşağı |
: |
Hizmetçi çocuk, elulağı. |
elüstülüler |
: |
Enstitülüler. |
elvan |
: |
1. Karışık renkli, renk renk. “Diyom Aşık Halil sarı çizmasın Alnına bağlamış elvan yazmasın Sevap derler cahil gönlün görmesin Gız benim gönlümü görürsen n’olur” (Aşık Mehmet Demirci, Kaynak: Refiye Okuşluk Şenesen, Adana Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği Geleneği, Altınkoza, Adana 2009) 2. Cilve, şımarıklık. “Yüce dağ başında can otu biter Bir zalım geldi de ölümden biter Seyfisi top olmuş kuzusu öter Çekilmez elvanı nazı dağların” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 539 |
elvan elvan |
: |
Rengarenk. Ilgıt ılgıt esen seher yelleri Esip esip yâre değmeli değil Ak elleri elvan elvan kınalı Karadır gözleri sürmeli değil Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.476 |
elva:ne |
: |
Alaca renkli bir tür kadın başörtüsü. “Güzel olan elvanesin bağlanır Güzelin yanında yiğit eğlenir Garbî değmiş kavak gibi sallanır Yürüyüşü ne hoş olur güzelin” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 554 |
elvanlı |
: |
Nazlı, cilveli, dönek. “Dadal’ım, sarpa düşürdüm yolumu Gördü gözüm kabul ettim ölümü Geldi geçti, hiç sormadı hâlimi Âlâ güzel amma, pek elvanlıdır” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yay. Dağ, İstanbul, 1984) |
elvare |
: |
Renkli başörtüsü. “Güzel olan elvaresin bağlanır Güzelin yanında yiğit eğlenir Garbi değmiş koyun gibi sallanır Yürüyüşü ne hoş olur güzelin” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
elvele |
: |
Karışık renkli, rengarenk. |
elyaf |
: |
Lifler. |
Elyazı |
: |
Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesi. “Elyazı'ya Elyazı'ya Duman çökmüş çöl yazıya Gelin gurbanlar olayım Beşikte yatan guzuya” “Ömer Kaya, Hacı Abdullah Kozan, Mahalli Kelimeler Sözlüğü, UKDE Yayınları No: 30, Kahamanmaraş, Ağustos 2003.” |
elyeğnisi |
: |
Bahşiş, Mükafat, Ödül. |
elzam |
: |
Lazım. |
em |
: |
1. Bölgemiz göçmen ağzında; hem. 2. İlaç, merhem. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
em ederken s.çamaz etmek |
: |
Yarar yerine zarar vermek. |
ema |
: |
Ama. |
emanet |
: |
Bir şeyi bir kimseye geçici olarak vermek. Sarp kayalarını taşçılar delsin Domurcuk güllerin yad eller dersin Yârin emâneti var senin olsun Sakla dağlar boranından kışından Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.519 |
embel |
: |
Hayvanları sürmek için uzun ya da kısa bir değnek ucuna geçirilen başsız çivi, nodul. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
embil gibi |
: |
Bol, sebil gibi. |
emca:mız |
: |
Ondan sonra. |
emci |
: |
Doktor, operatör, ebe. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
emcik |
: |
Meme başı, yapma meme, emzik. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
emçek |
: |
Çilehane. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
emdirmek |
: |
Emzirmek. “Üzücek’te iki gomşu gadın. Bir vesileyle birbirlerinin çocuğunu emdiriyorlar.” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
eme |
: |
Hala, babanın kız kardeşi. |
eme yara |
: |
Güç bela, zorlukla, bin zahmet ve emekle. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
eme yaramak |
: |
Çare olmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Osm. Mr. Ada. İç.) |
emeci |
: |
İşçi, gündelikçi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
emeciğim |
: |
Emeklerim. “Gırata vurdurrum keçe Emeciyim getdi heçe Mevlem hepisini aldı Eyisini seçe seçe” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Saplıcandan Ölen Vaysal Ağa’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Ekici) |
emeç, emecirek |
: |
Beceriksiz, tembel. |
emelek |
: |
1. Körpe, taze. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Henüz memeden kesilmemiş çocuk. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
emen |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; hemen. |
emene emene |
: |
Emek vererek, özenerek. “Emene emene yaptığım gecekonduyu hökümetin adamları bir sabah geldiler ve yıkıp gitdiler.” |
emeneke |
: |
Utanan, sıkılan. |
emeni emeni |
: |
Uğraşarak, didinerek, çalışıp çabalayarak, uğraşa uğraşa işi bitirmek. “Emeni emeni yetiştirdiğim guzum bir kahpe kurşuna hedef oldu.” |
emenmek |
: |
1. Çok fazla emek vermek, çalışmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Boş yere yorulmak, emek vermek, uğraşmak, didinmek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Dikkat etmek, özenmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 4. Çok fazla emek vermek, çalışmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 5. Utanmak, çekingenlik. minnet altında kalmak. “Ev sahiplerine derse desin, onları bu emenmelerinden vazgeçiremedi.” |
emeretli |
: |
Uygun, yerinde, işe yarar. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
emi |
: |
1. İlacı. 2. Bir şeyi başkasına tembihleme. |
emice |
: |
Amca. “Ali Gadoğlu diyor ki: peki emicem oğlu ben gedacâğam, buranın hepisini sâ verdim. Orada bulunan babasının mülkünü ve damını satarak buradan hareket ediyor. Gapıçamın yânna bir yere gelip goniyor.” (Ahmet Caferoğlu, Anadolu Ağzı Derlemeleri, Maraş Bölümü, Kaynak kişi: Tokmaklı’dan Ehmet Kılıç) |
emicek |
: |
Oğul veren arının kovanda yaptığı ilk petek. |
emilik |
: |
1. Bir haftalık keçi yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden. Osm.) 2. Henüz sütten kesilmemiş, çok taze, ana sütü emmekte olan yeni doğmuş keçi yavrusu. |
emin sekin |
: |
Sükûnetle, ağır başlılıkla, kendine güvenerek hareket etmek. |
eminmek |
: |
İneğin sütünden yararlanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
Emiş |
: |
Bir kadın adı, Emine. “Bacısının adı Emiş Sandıgında dolu gümüş Ben gardaşa öldü demem Yozunan Haleb’e inmiş” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kazayla Düğünde Vurulan Ömer’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Ayse Zorlu) |
emiş akış olmak |
: |
Kaynaşmak, birbirlerine yakınlaşmak. |
emişdirmek |
: |
Sağmal hayvanları sağdıktan sonra yavrularına emdirmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
emişig, emişük, emişik |
: |
Süt kardeş. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
emişmek |
: |
1. Buzağı, oğlak, kuzu anasınca da yadırganmayarak anasını emmek. 2. Kardeş olmayan çocukların aynı memeden süt emmeleri. 3. Birleşmek, yapışmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
emiştirmek |
: |
Koyun, keçi, sığır yavrularını annelerinin yanına bırakıp emdirmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
emlek |
: |
Sütten kesilmemiş koyun veya keçi yavrusu, emilik. “Kız da der ki ben bir emlek kuzuyum Anamın, babamın iki gözüyüm Şu dağlarda Mahmut Beğ’in kızıyım Yiğit ister koldan kola sarmaya” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 399 |
emlemek |
: |
1. Yaraya merhem sürmek, iyileştirmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. İlaç sürmek, em sürerek iyileştirmek. “O zaman bizim yaramızı kim emleyecek diye düşünmezdiniz.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
emli |
: |
Uygun, yerinde, yaraşık. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
emlig |
: |
İlaca muhtaç, küçük. “Ahmet gezer sele serpe Arkasında emlig görpe Duymuş haber eylememiş Bibisinin gızı Şerife” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Aynalı Ahmet’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Halil Gök) |
emlik |
: |
1. Yeni doğmuş koyun yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) “Gözler seyfi gözü gibi Gerdan kâğıt bezi gibi Kınal’emlik kuzu gibi Nerelerde beslenirsin? (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 171 2. Keçilerin ilk doğurdukları yavru. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 3. Emen. 4. İlaca muhtaç, küçük. 5. Henüz sütten kesilmemiş, çok taze, ana sütü emmekte olan kuzu, buzağı, çocuk. “Çimenli yerlere çemlik derlerdi, (Cezmi Yurtsever, Andırın Tarihi, Adana 2007, S. 187-190, Kazım Temir’in Andırın Destanı isimli Şiiri) |
emm’ı:zı |
: |
Amcakızı. |
emm’o:lu |
: |
Amcaoğlu. |
emmavradı |
: |
Amca hanımı. |
emme |
: |
Ama, amma. |
emme geyik |
: |
Süt emen yavrusu olan geyik. “Yücesinde emme geyikler geşir Eteğinde telli turnam çağrışır Eli göçmüş mayaları bağrışır Eller melil melil bilmem nedendir” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 607 |
emmek |
: |
Boş yere yorulmak, emek vermek, uğraşmak, didinmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
emmete |
: |
1. Uzaktan kuzen, ikinci dereceden kuzen. 2. Amcaoğlu. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
emmi |
: |
1. Babanın erkek kardeşi, amca. (TDK Derleme Sözlüğünden İç. Ada. Mr. Osm.) Karacoğlan’ın Andırın’ın Variyenli Mahallesinde Söylediği Türkü. Değirmenden geldim beygirim yüklü Şu kızı görenin del’olur aklı On beş yaşında da kırk beş belikli Bir kız bana emmi dedi n’eyleyim
Birem birem toplayayım odunu Bilem dedim bilemedim adını Elbistan yanaklı Kürdler kadını Bir kız bana emmi dedi n'eyleyim
Bizim elde üzüm olur alc'olur Sızılaşır bozkurdlar aç olur Bir yiğide emmi demek güç olur Bir kız bana emmi dedi n'eyleyim
Karac’oğlan der ki n'olup n'olayım Akan sularınan ben de geleyim Sakal seni matkabınan yolayım Bir kız bana emmi dedi n'eyleyim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.506 2. Yaşlı kimselere saygı sözü olarak da söylenir. Karac’oğlan der n'olalım Emmi dayı bir olalım Dedim dilber sarılalım Can intizâr olup durur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.625 |
emmice |
: |
Amca, emmi. |
emmidaş |
: |
Emmioğlu. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
emmuşak, emmiuşağı |
: |
Amca çocukları. |
Emne |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; Emine. |
emsal |
: |
Benzer, eş, yaşıt. “Allah bir sağlık versin de Emsalden koymasın geri Kartal Pınarı’na iner Dedeniz kırkdırır sürü” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)
Karac’oğlan eydür bu sözüm çoktur Alemi seyrettim emsâlin yoktur Sîneme vurduğun temrenle oktur Dahi cürüm var mı bundan ziyâde Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.403 |
emrezlenmek |
: |
Hastalanmak. |
emsel |
: |
Yaşıt. “Foturafın elime aldım O da yüzüme gülüyor Gapılara çıkmam gardaş Emsellerin heb geliyor” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Asker Halil’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Mustafa Balıkçı) |
emsiz |
: |
Beceriksiz. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
emzigli |
: |
Yeni doğmuş çocuğu olan, süt çocuğu olan kadın. |
emzik |
: |
1. Yalancı meme. 2. Sigara ağızlığı. 3. İbriğin veya çaydanlığın su akıtan ince yeri. |
emzikli |
: |
Yeni doğmuş çocuğu olan, süt çocuğu olan kadın. “Sarı kız derleremzikli bir avrat varmış, verdim ona, geldim köye.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
en |
: |
1. Keçi ve koyun gibi hayvanların kulakları kesilerek yapılan işaret. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç. Ada.) 2. Kilimin yataklığa serilen çeşidi. “Gelin şefre en dokumuş Yüküme dutarım deyi Heç aklına gelmedi mi Oğlum yok batarım deyi” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) |
eŋ |
: |
1. Eklem yeri. 2. Üzüm salkımlarının kolay koparılabilen kısmı. |
eŋ ipdili |
: |
İlk önce. |
eŋ neticede |
: |
En sonunda. |
en sefili gallangıç, onu da get Yemen’den sor |
: |
Sefil sandığın kimseleri bir de yakınlarına sor ne maharetleri vardır. “En sefili gallangıç, onu da get Yemen’den sor.” |
enara: |
: |
Eğer. “Ulan galtak demişti, enarâ oğluma bir şey olursa, seni tuttuğum gibi şu piçlerinle barabar babayın evine hastir ederim; ona göre!” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan III, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
enbiri |
: |
Birincisi, en öncesi. |
encam |
: |
1. Boy, pos. 2. Sonu, sonuç, netice. “Zıbınının içi astar Mevlam encamını göster O kıza kurban olayım Bostan oğlum bir kız ister” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
ence |
: |
Ancak. “Şö:le gaşı:nan gazı, bizim heb gomşular serdiri; ence çi: ganadi:ler. Gaşı:nan gazıdılar ötân. Altını dönderdiler, çabıdınan şö:le ısladılar, ö:le yoldular.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
encek |
: |
Enik, kedi veya köpek yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden Osm.) |
encemin |
: |
Bari, artık. |
encik |
: |
Köpek yavrusu, enik. |
endağ |
: |
İşte, orada. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
endaki |
: |
İşte, orada. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
endam |
: |
Boy pos. Karac’oğlan der bu yer neresi Altunoluk Pınarbaşı arası İnce belde saçlarının turası Böyle selvi endam akla ziyândır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.600 |
endaze |
: |
65 cm'lik ölçü. “Endaze işler el öğünür.” Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
ende |
: |
1. O. 2. O, şu, elindeki, oradaki 3. İşte, orada. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
endeği |
: |
Yanında, yanındaki, yakınındaki. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
endeki, endağ, ende: |
: |
Yanındaki, işte orada. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ende:ni ver |
: |
Şunu ver. |
endelep |
: |
Oyun, hile, düzen. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
enderde |
: |
Orada. |
endere |
: |
1. İşte, orada. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Oradan. “Ekseriyetle; Endereden al da gel!, Endereden nereye gidiyorsun! gibi kullanılır. Yine ekseriyetle bu sözcük Yörükler tarafından kullanılmaktadır. Oradan anlamına gelmektedir.” |
endereye |
: |
Oraya. |
endevre |
: |
Orası. |
endeze |
: |
1. 65 cm.lik ölçü. 2.Alet, edevat, araç, aygıt, avadanlık(TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.). ”Endeze yapar, el ö:nürümüş.” |
endeze gonag, üç gün oturak |
: |
Çok hızlı ve gayretli olmaya lüzum yok anlamında bir deyim. “Endeze gonag, üç gün oturak.” |
endir bindir dünyası |
: |
Rutin olarak yapılan işleri anlatırken kullanılır. “Ne yaparsın işte. Endir bindir dünyasında didinip duruyoruz.” |
endirmek |
: |
İndirmek. “Sivas’tan, Sarıkamış’tan Yatamıyom kara düşten Hastam zayıf arabacım Ağar endirin enişten” (Nakleden: Osman Taştan, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
endöyle |
: |
O şekilde. |
ene |
: |
Beygir, katır, eşek gibi hayvanların damağında, ön dişlerinin arkasında meydana gelen şişlik. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ene abdek |
: |
Ben kulunum. |
enecek |
: |
Merdiven. |
eneç |
: |
Sel yarıntısı, hendek. |
eneğim enek |
: |
Sermayem aynen kaldı. “Eneğim enek.” |
enek |
: |
1. Karasabanın, arkasında, ucuna demir takılan ve okla birleştirilen, çift sürerken tutmaya yarayan kısmı. 2. Çocukların oynadıkları ceviz, bilye oyunlarında sermaye. Misket oyununda dikilen bilye. 3. Yığın, demet. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
eneke |
: |
1. Nehirlerde, göllerde buzlar çözüldükten sonra yüzen parçalar. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. İş, uğraş. |
enekten turşulu |
: |
Eneğe dokundu, tekrar atılacak manasına. “Enekten turşulu” |
enelmek |
: |
Erkekliğinden olmak. |
enemeg |
: |
İğdiş etmek. |
eŋer |
: |
Eğer. “Yolculukda özellikle gadınnarıŋ tanımadı: biri hakgında -aslında o gişiniŋde duydu: – kim oldu:na dair sesli gonuşmaları. Eŋere bilememişlerise veya bir tepki alamamışlarısa dayanamıyap bir fırsatını bulup sormaları incilerimizin başında gelenlerindendi.” (Kadirli Bekereci Köyünden Ekrem, Kaynak: www.bekerecikoyu.com.) |
eŋer ki |
: |
Eğer ki. |
eŋertliğime |
: |
Şayet. “Eŋertliğime bana yetki verseler onu aleme ibret olsun diye darağacına çeker sallandırrım.” |
enfie |
: |
Tütünden yapılıp, burna çekilen bir tür tütün alışkanlığı. |
eŋgel |
: |
Rakip, öteki âşık, mani, düşman. Oter yavru kuşlar öter Derd üstüne derdler katar Gelir bir engel el atar Biten işler gerilenir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.602 |
engemene |
: |
İnişli. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
eŋger |
: |
Eğer. “Şunu bana geydirirken Daha neler allım dedin Enger seni öldürlerse Seniyinen öllüm dedin” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
eŋgi |
: |
Grip, nezle. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
eŋgil |
: |
Bağ çubuğunun dibinden çıkan yeni ışkın (sürgün)'lar, piçler. |
eŋgil almak |
: |
Bağ çubuğunun üzüm veren dallarının kuvvetini alan lüzumsuz dip sürgünleri (piçleri) nin koparılması. |
eŋgin |
: |
1. Seviye olarak yüksek olmayan anlamında olduğu gibi tuz, şeker vb. için eksikliği de ifade eder. 2. Alçak yer, ucu bucağı görünmeyecek kadar geniş, göz alabildiğine uzanan sınırsız, vâsi, denizin karadan açıklara doğru ufuk hattına kadar uzanan kısmı, halk ağzında değeri düşük yerler ve şeylere söylenir. Yükseğinde namlı karın görünür Engininde güzellerin salınır Kimya dedikleri sende bulunur Burcu burcu kokar gülün Erciyes Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.630 |
eŋgin daldan murt yemez |
: |
Kibirli. “Engin daldan murt yemez olmuş beyefendi.” |
engişek |
: |
Karışıklık. |
Eŋgizek |
: |
Kahramanmaraş’ın Bertiz Köyleri’nin arka tarafında uzanan yüksek ve heybetli efsane olmuş bir dağımız. “Korkusuzca Engizek’te gezerdin Nicelerin bağrın vurup ezerdin İngiliz, Urusa name yazardın İkinci beyliği aldın mı Zeytun?” (Zeytun ahalisi tehcir edildikten sonra söylenen türküden alınmıştır.) |
engücü |
: |
Elbette, şüphesiz, herhalde, her ne olursa olsun, nasıl olsa, ister istemez. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
Eŋgürü |
: |
Ankara’nın eski adı. “Çıktım seyreyledim Niğde’yi, Bor’u Acep gezsem mavi donlum var m’ola Güzeller durağı Tokat, Engürü Acep gezsem mavi donlum var m’ola Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 386 |
eŋgüz |
: |
Üzüm. |
eni:nden cücü:ne |
: |
En küçüğünden en büyüğüne kadar. |
enik |
: |
Köpek ya da kedi yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç. Mr. Osm.) “Enik büyür it olur, yavşak büyür bit olur.” “Enik it ürmeye hevesli.” Toroslar bölgesinden mumyalanmış sözler.
Sana derim sana hey Osman Paşa Düşmanlara karşı duran merd olur Şahan kocasa da vermez avını Ta ezelden kurd eniği kurd olur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.621 |
eniklemek |
: |
(Kedi, köpek) Doğurmak, kuzlamak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
enikli kapı |
: |
İki kanatlı avlu kapısı veya evin dış kapısı. |
eniş |
: |
Aşağı doğru, iniş, meyilli, rampa. “Buğday unu beğenmiyor enikler İplikten aşağı düştü ipekler Hep sedire geçti itler, köpekler Hanedan ayakta hizmet ediyor” (Muzaffer Uyguner, Seyrani, Bilgi Yayınevi, Ankara 1991) |
eniş aşşa: |
: |
Rampa aşağı. |
enişde |
: |
Damat. “Enişde buyur, enişde buyur, şöyle gel, böyle gel derken ayı yaklaşıyor. Bunnar hemen ayıyı dutup, o guyunun içine yitiveriyorlar.” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Yukarı Çukurova Masallarında Motif Ve Tip Araştırması) |
enişdirmek |
: |
Ilıklaştırmak. |
enkebit |
: |
Krabasan. |
enkirde |
: |
Yanında, orada. |
enleme |
: |
Sürünün sahibinin işaretini taşıyan, her birinin kulaklarına, bıçak-çakı ile yapılan kesme işareti. “Enlemesinden tanıdım bizim koyunları.” |
enli döşlü |
: |
Geniş göğüslü. |
enme |
: |
Felç. |
enmek |
: |
1. Kısırlaştırmak, enemek. 2. İnmek. “Atın enmiyo enişden Habesi dolu yemişden Hodul hodul sürmel’eşim Tabakası var gümüşden” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
enmen |
: |
En iyi, en güzel. “Bizimkiler gelecek misafiri düşünüp, hazırlık yapmaya başlamıştır. Hanım sokranmaktadır; Aman anam, şinci bir de bahan, döllerine hedik yetmez de; ceviz meviz diye duddururlar ben biliyorsam, enmen eyisi ben ıcık da gavırga gavırıyım.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
enneciğim |
: |
Yakın, yakınım. “Ünlü açacaklar ünlü Arık Hasan deve kenli Uşağı eneciğim donlu Nineyim orada kaldı” (Derleyen: İbrahim Davutluoğlu, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
enni |
: |
Enli, geniş. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) “Ninni babam oğlu ninni (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
enni döşlü |
: |
Geniş göğüslü. “Enni döşte gözler söbe (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
ennik |
: |
Ekin biçerken parmaklar kesilmesin diye, sol elin parmaklarına eldiven gibi geçirilen, tahtadan yapılmış bir araç, bir nevi tahtadan eldiven. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ensekoca |
: |
Sabanda enekle kılıç arasına sıkıştırılarak sabanı sağlamlaştıran küçük bir parça. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
enser |
: |
Döğme, ya da köşeli büyük çivi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
eŋseyüz |
: |
Dağ ve tepelerin arka tarafı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
eŋsilmek |
: |
Eksilmek. |
entari |
: |
Bir çeşit elbise. Entari geyinmiş fırengi rengi Yanaklar kırmızı elmas irengi Saçları topukla eyliyor cengi Bir hümâ bakışlı on dört yaşlının Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.538 |
ep |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; hep. |
epcit |
: |
Kağnı tekerinin parçası. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
epçik |
: |
Çadır, ev, oyuncak. “Kardan epçik olur mu? İçinde durulur mu? Benim yarim talebe Dalga geçmek olur mu?” (Veli Aba, Seyfi Metin, Ö. Tuğrul Kara, Osmaniye Manileri, Adana 2011) |
epelek |
: |
Bir tür kelebek. “Pınarın cığıl cığıl akan sularına cırlavukların koro halinde kulaklarımıza masaj yapan seslerinin eşliğinde gelen epelekleri seyretmeye doyamazdım Koca Çınar’ın altında otururken.” |
epelemek |
: |
Yağmur ya da kar hafif hafif yağmak, serpelemek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
epellemek |
: |
Üzülmek, ezilmek. |
epenek |
: |
Kelebek. |
epeşgere |
: |
Uluorta, herkesin gözü önünde. |
epeşkere |
: |
Açık açık, aşikare. |
epey |
: |
Fazla, çok. |
epeyce encik kırmak |
: |
Başına çok iş getirmek. |
epi |
: |
Epey. |
epiye |
: |
Bir hayli. |
epiyem |
: |
Çokça, epey. |
epmek |
: |
Ekmek. |
eprim |
: |
1. Bükülü Zülüf. Eprimleriŋ tel tel etmiş yüzünü 2. Yıpranmış, tiftiklenmiş. Eprim eprim şeklinde ikileme olarak kullanılır. |
eprime |
: |
Kumaşın iyice eskiyerek öte yanının görünür duruma gelmesi. |
epritmek |
: |
Yumuşatmak, yatıştırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
epsem |
: |
Dilsiz, suskun. |
epsi |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; hepsi. |
er |
: |
1. Erken. 2. Koca, eş. “Kara saçı tertip ettim İnce eşimin yüzünden Erimden evimden oldum Evlatsızlığın yüzünden” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Çocuğu Olmayan Bir Kadının Ağıtı, Derleyen: Ali Gönen, Kaynak Kişi: Yeter Satılmış) 3. Bölgemiz göçmen ağzında; her. 4. Erkek kimse, erkek çocuğu. ”Er dayıya, gız bibiye çekerimiş.” |
eral |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında;herhal, herhalde. |
erbebisi olmak |
: |
Erbabı olmak, ustalaşmak. |
erbetlik |
: |
İbretlik. “Erbetlik mi öğütlük mü? Bilemiyom ağatlık mı? Dört gişiye tek biricik Kele bu da yiğitlik mi?” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
erbi |
: |
Siyah ibrişim saç örgüsü. Daha çok beliklerin ucuna bağlanan kelebek şeklindeki kurdele gibidir. Püsküllü saç bağı. “İrbehem, Hacı nerede Anamın yoldaşı ölük Eski bilenler söylesin Erbiye karışır belik” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I), S. 336)
Karac’oğlan der ki almaz mı bacı Ayrılık şerbeti zehirden acı Dökvermiş kolunca erbinin ucu Topla dilber salınacak yer değil Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.478 |
erbişim |
: |
İbrişim, ipek ip, yumuşak. “Fatiğ’im bosdan barnaklı Başı erbişim örnekli Oruçluk da adam m’ölür Bu gızın işi örnekli” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
erbüşüm |
: |
İbrişim. “Erbüşüm mü yar zülfüyün kelebi? Sanır gözler, Antakya’nın dolabı İzmir, Selaniği, Berut, Halebi Versem daha sana az Elif Elif” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 99 |
erdele |
: |
Öyle. |
erdemli |
: |
Becerikli, marifetli. |
erden |
: |
Erkenden. “Sabahleyin erden kalkar (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
erdevil |
: |
Köşe taşı. |
ere |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; yere. |
eref |
: |
Aksi, ters. |
erefe |
: |
Arefe. “Hota anam oğlu hota Yol mu geder bundan öte? Göl yerinde deynek oynar Erefesin duta duta” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kız Yüzünden Öldürülen Hüseyin’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Zülfü Kabalcı) |
erekeme |
: |
Aşısız meyve ağacı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
erelti |
: |
Yeşil ve parçalı yapraklı, uzun ömürlü, büyük bir orman ağacı, meşe ağacı. |
eremeke |
: |
1. Oldukça, basbayağı, hemen hemen, nerede ise. “Yarıyola gelişin, Zala eremeke doğruldu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) 2. Mükemmel, has, iyi, çok açık seçik. 3. Gerçekten. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 4. Bol bol, geniş geniş, sere serpe. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
eren |
: |
1. Veli, ermiş kimse. Uğrayıp ulu yerlere Gidem gerçek erenlere Ben gidince engellere Kal imdi dilber kal imdi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.441 2. Dost, arkadaş. Karac’oğlan der ki bire erenler Ben gidiyom mâmur olsun örenler Kavim kardaş konuştuğum arenler Sevindirip çıracığım yak benim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.499 3. Gelen, toplanan. “Başına eren yığılır Kendi içinde tülü mü Damın başına çıkar da Gezinirdi vali gimi” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) |
erenti |
: |
Birikme yeri, toplanma yeri. |
erestek, körestek |
: |
İşi dolaştırmak. |
erez |
: |
Buğday ve arpa tarlalarındaekinle karışık olarak yetişen ve delice otu da denilen ve buğdayla beraber öğütülüp yenilirse baş dönmesi yapan bir çeşit ot. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ereze |
: |
Kapı çengeli. |
ergavaç |
: |
Tahtadan şiş, ekmek yapılırken kullanılır. Evre:ç. |
ergeç |
: |
Mutlaka bir gün. |
ergen |
: |
1. Ergenliğe girmiş olan kişi, genç. “N’oldu ergen Musa’m n’oldu Yüreğinde bir dert oldu Şimdi dünür gidiciyim Arz’ettiğin bibin geldi” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I))
Kız der ki ben sözümü tuttururum Bağ u bahçama tımar ettiririm Ergenlere mal menâl sattırırım Beni gören başka başka hal olur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.622 2. Bekar. “Ergen gözüyle kız, gece gözüyle bez aranmaz.” (Andırın Atasözü)
Karac’oğlan der ki böyle oluptur Ala gözün kan yaş ile doluptur Ol asırdan beri âdet oluptur Ergen kızlar yiğitlerle yan gider Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.588 |
erkeç |
: |
Üç yada dört yaşında olan enenmiş keçi “Sürülerle ergeçlerim yayılsa Dokuz yerde davullarım döğülse Kol kol olsa atlılarım dağılsa Yüz bin atlı ile yol ver sen bana” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 393 |
ergencelik |
: |
Gençlerin yüzünde ve boynunda çıkan sivilceler. |
ergene var ergene, gaygısız gir yorgana |
: |
Yaşlıyla evlenme, bekar gençle evlen anlamında bir deyim. “Ergene var ergene, gaygısız gir yorgana.” |
ergennik |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; ergenlik. |
eri |
: |
Erinde, sonunda. “Boğum boğum boğmuş ince belini Bal zannettim ağzındaki dilini Eri geci ben dererim gülünü Gül derene ner anan güçücek” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 469 |
erik |
: |
kayısı. |
erik gurusu |
: |
Yürekte beslenen öc alma duygusu. “Erik gurusu hiç çıkmaz yüreğimden.” |
erikleme |
: |
Yemekten önce karnını erikle (birşeylerle) doyurma. |
erim evde olsun, evim çalı dibinde olsun |
: |
Yeter ki evimin erkeği sağ olsun da evimin yerihiç mühim değil. “Erim evde olsun, evim çalı dibinde olsun.” |
erim evde yok, keyfim beada yok |
: |
Kendisine baskı yapan erkeği evde olmadığı zaman kadının ne denli rahatladığını ancak bu Maraş deyimi anlatabilir. “Erim evde yok, keyfim bea’da yok.” |
erimçe |
: |
Erkek ördeğin kuyruğu arasından yukarı doğru kıvrılmış olan tüyü. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
erin bile |
: |
Kocasını sayan ve seven. |
erincek |
: |
Tembel, üşenen kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
erinde yerinde, erinde gecinde |
: |
Eninde sonunda. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) Naçar kaldım şu yavruyu öğmeden Çözemedim ak göğsünü düğmeden Emsem dudağım kimse duymadan Erinde geçinde bana eş m'ola Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.387 |
eriŋgeç |
: |
Üşengeç, erinen, tembel kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
eriŋgen |
: |
Üşengeç. |
erinik yağ |
: |
Bekleme süresini uzatmak için tereyağın eritilmiş ve tuzlanmış hali. |
eriniŋ |
: |
Erinirsin, kocasının, eşinin. |
erinmek |
: |
Tembelce ve isteksiz davranmak, üşenmek. ”Erinenin oğlu uşağı olmazmış.” |
eriş |
: |
Pamuk ve kıldan yapılan ipliklerin karıştırılması ile elde edilen iplik, iki üç renkte alacalı ip. |
erişgi |
: |
Et sucuğu. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
erişgin |
: |
1. Et sucuğu. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Ermiş kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Çocukluktan çıkmış kimse. |
erişme |
: |
Alıştırma, antrenman. |
erişmeg, erişmek |
: |
1. Antrenman yapar gibi iddiasız güreşmek. 2.Karşılıklı gelmek, kavuşmak. Karac’oğlan der ki yanan tutuşur Siyah zülfün mâh yüzüne karışır Gözün durmaz gözüm ile erişir Şol kirpikler birbiriyle ceng ider Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.587 |
erka:miş |
: |
Erkek imiş. |
erkan |
: |
Esas, kural, usul. Eğlen hocam eğlen bir sualim var Edep nedir erkan nedir yol nedir Benim Karac’oğlan olduğum belli Dede nedir abdal nedir kul nedir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.604 |
erkansız |
: |
Yol yordam bilmeyen. Yalınız git yoldaş olma yüzsüze Selâm verme erkânsıza yolsuza Komşu olma nâmussuza arsıza Âkıbet üstüne hiyle getirir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.612 |
erkeç |
: |
Dört yaşındaki iğdiş edilmiş teke. Erkeçler sürünün en önünde yürürler ve sürüye yön verirler(TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) “Obasının önü yüksek yazılı Açılmış gülleri morlu mavılı Önü boz erkeçli ardı sürülü Göç giderken bir güzele rastladım” (Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I) |
erkekçe |
: |
Dürüstçe, mertçe. |
erkeklernen |
: |
Erkeklerle. |
erkeksimek |
: |
Ergen olmak. |
erkencecik |
: |
Çok erken. |
erkenleri |
: |
Akranları. |
erkennek |
: |
Erkenden. |
erkeş |
: |
Üç yaşlı davar. |
erkişi |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; herkes. |
erlik |
: |
Sahur yemeği. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
erliksiz |
: |
Eri, erkeği olmadan. “Yetimlere hazın koydum Erliksiz tuttum orucu Beklemiyor elin kızı Çocuk dağda, gelin yolcu” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) |
ermiyesi |
: |
Üremiyesi, kahrolası anlamında bir ilenç. |
ernik |
: |
Yayıktan yayılarak çıkarılan tereyağı. “Yayıkta yayılan yağımız ernik Bıldır ki bayrama gönlümüz yernik Düven sürer iken verirdik yornuk Diline hayranım Çukurova’nın” (Aşık Feymani (Osman Taşkaya)) |
erteleyin |
: |
Safakla birlikte. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ertelik |
: |
Sahurda yenilen yemek. |
ertimlenmek |
: |
Bir iş için kendini ön plana çıkararak saldırmak. “Ertimlenmek te hakkı idi aslında ama ona haksızlık ettiler.” |
ertişik |
: |
Bilgiçlik taslayan, çok bilmiş. |
ertişmek |
: |
1. Bilgiçlik taslamak, kendini kurmak. 2. Uyuşmak. 3. Kalem vb. aletleri uzun süre ve sıkı bir şekilde tutmaktan dolayı tutulan organda geçici olarak hissetme kaybının oluşması, uyuşması. |
ervah |
: |
Ruhlar. |
ervan |
: |
Canavar. |
erven |
: |
Canavar, canavar, insan yuttuğu söylenen çok büyük,boynuzlu yılan. |
eryeten |
: |
Beyaz incirden daha büyük ve sivrice, yeşil renkli bir cins incir. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
esah |
: |
Doğru, sahi, gerçek. |
esame |
: |
1. Seymen, gelin getiren ya da asker götüren topluluk. “Sene bin dokuzyüz Mard’ın ayına Geldi esameler haller perişan Kırk ikili muan olmuş gidiyor Düştü gurbet ele yollar perişan” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Kırkikilerin Ağıtı, Derleyen: Ahmet Kır, Kaynak Kişi: Hüseyin Berk) 2. Ağırlığı, hükmiyeti, hatırı, etkisi, sözün geçerli oluşu gibi ifadeleri kapsayan bir kelime. “Esamesi yetti vallahi Koca Yusuf’un.”
Esamen geldi okundu Yüreğime çok dokundu Olmaz olsun bu askerlik İstanbul’da nasıl buldu Ayhan Karakaş, Feke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s.172. |
esap |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; hesap. |
esat |
: |
Mesut, bahtiyar. |
esattan |
: |
Essahdan, sahiden, gerçekten. |
esbap |
: |
Giyecek, giysi. |
Ese |
: |
İsa. “Dozer gelmiş yol düzlüyor Ese Ağa iz izliyor Gözü kör olası düşman Gördüklerini gizliyor” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
esebce |
: |
Bir çeşit üzüm. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
eselce |
: |
Delilik. |
eselmek |
: |
Oŋmak, iflah olmak. |
eseme |
: |
Mantık, davranış. “Eseme yolda az git, dokunma bir şeye düz git.” |
esemesiz |
: |
Zamansız ve gereksiz konuşan, sıra saygı bilmeyen.. “Sen misin Ali Ağâ? Gocadık yâ gayrı. Âşamdan beri de keyfim gırık zatı.Bir esemesizin yüzünden.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
eser |
: |
Bir hastalıktan kalan iz. |
eserekli, eserikli, esirikli, eseriklü, esrüklü |
: |
Akli dengesi yerinde olmayan, delim, delimsirek. |
esereli |
: |
Hastalıklı. |
eses |
: |
Esans. |
esga |
: |
Yarı yanmış odun parçası. |
esgea |
: |
Yarı sönmüş odun parçası. “Kır Ali, sardığı tütünün kağıdını iyice dişleyip, diliyle sigarayı şöyle bir dolarcasına yaladıktan sonra ocaktan bir esgea alıp derince bir nefes çekip yaktı.” (İbrahim Boysal - Dönük (Roman) Cadde Yayınları, İstanbul 2006, I. Baskı) |
esger |
: |
Asker. “Getme Yemen’e Yemen’e Yemen sıcak gayfa bişer Esger talime çıkışın Acemin aklı şaşar” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
esgerlik |
: |
Askerlik. |
esgi |
: |
1. Kene. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Eski. “Tamir edilen bir şey için: “Esgisinden sa:lam oldu.” Yalanımız unutulmayacak incilerimizdendi.” (Kadirli Bekereci Köyünden Ekrem, Kaynak: www.bekerecikoyu.com.) |
esgilemek |
: |
Propilozmos ya da eski denilen hastalığa tutulmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
esgilimek |
: |
Eskimek. |
esgisini çıkarmak |
: |
Çok dövmek. |
esik |
: |
1. Sel yarıntısı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Çukur yer, çevresine göre daha aşağıda olan yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Bir esiğin içinde kalmış olacak.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) 2. Kadın ya da kız. |
esik, e:sik |
: |
Eksik. “Ulan! Onların dayağı êsik! Heç ayrı gayrı etmedik! Amma bundan sôra görür onlar!” (İbrahim Boysal - Dönük (Roman) Cadde Yayınları, İstanbul 2006, I. Baskı) |
esik kesik |
: |
1. İnişli çıkışlı arazi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada.) 2. Enginli yüksekli. “Kaldırımlar esik kesik, ak çakıl taşlarından örülmüştü.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
esikli |
: |
1. Kadınlar için kullanılan bir sözcük. Özellikle anaç ve olgun kadınlar için kullanılır. 2. Çevresine göre daha aşağıda olan yer. “Dama çıkar, esikli, yüceli damların birinden atlayıp ötekine sıçrayarak, üç, beş hatta on ev ötedeki bir başka sokağa inerdik.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
esikli kesikli |
: |
İnişli yokuşlu, engebeli. “… ve de su kıyısı, esikli kesikli, hendekli sazlıklı, büklü ormanlıklı tara ararsınız.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
esiklik |
: |
Çukurluk. |
esilmek |
: |
Eksilmek, azalmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç. Mr. Osm.) |
esin |
: |
Sabah rüzgarı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
esip yağmak |
: |
Bağırıp çağırmak. |
esir |
: |
Tutsak, köle. Ben bir bezirganım oldum esiri Ala gözler değer Şam'ı Mısır'ı Verdim bin beş yüzü var mı küsuru Söyle kıymatını daha ne dilber Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.584 |
esiral |
: |
Esrar otu. |
esirgememek |
: |
Para harcamaktan çekinmemek. |
eska:, eskağ |
: |
Yarı yanmış odun parçası. “Höllüoğlu!!... Işgıyalığın bile, ahkamı var!. Amma yanındaki o Gözübüyük Memmet, bir sürü mazlum insanın ahını aldı!!... Uzun eskea ucuna gadar yanmaz!!... Olacâ buyudu. Çeksin ceremesini!!.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
eskea |
: |
Yarı yanmış odun parçası. |
eskeği |
: |
Ucu yanmakta olan odun. |
eskeya |
: |
Yarı yanmış odun parçası. |
eski |
: |
1. Çamaşır. 2. Kurulama bezi, banyo lifi. 3. Yarı yanmış odun parçası. |
eski tavıg kişe kişe, ecer tavıg pine pine |
: |
İlk hanım uzak dursun, ikinci hanım yakın olsun anlamında bir deyimdir. “Eski tavıg kişe kişe, ecer tavıg pine pine.” |
eskilemek |
: |
Koyunların bir yerde çok durması sonucu hastalanması. |
eslemek |
: |
Önemsemek, değer, kıymet vermek. |
eslen |
: |
Hafif çukur. |
eslenti |
: |
Küçük vadi. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
Esme |
: |
Esma. “Evlerinin önü kesme Kesmeye uzatdık asma Topak kızın gelini Esme Ortân getmis varmadı mı” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Keskahlı Hüsne Çınar’ın Ağıdı-2, Ağıdı Yakan: Hüsne Çınar) |
esmek |
: |
Bir şeyi eksiltmek, azaltmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
esnef |
: |
Esnaf. |
esnek |
: |
Hayvanların ısırmaması için burunlarına takılan demir halka. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
espir |
: |
1. Sihirli. 2. Şahin cinsinden bir kuş. 3. Güzel, âlâ. “Nasıl medhedeyim şöyle güzeli Elinde bergüzar gül ile oynar Alma yanak, kiraz dudak, diş sedef Espir ala gözler mil ile oynar” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
espiz |
: |
Sihirli, şahin cinsi bir kuş. |
esrümek |
: |
Sarhoş olmak. “Geçirme güzellik çağın Esrür sinem ile dağın Erittin yüreğim yağın Çevrilip baktığın zaman” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 521 |
essah |
: |
Yalan ya da yapay olmayan, gerçek. “Birisi öldüğünde filan öldü, yerine filan geçindi, ırahmatlık oldu , essah dünyaya getdi, ya da mezarlığın bulunduğu mevki adı anılarak, Kirezli’ye getdi, Gabaklı’ya getdi veya biraz da nükte katarak daşlı tarlıya getdi derler.” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008)
Karac’oğlan der ulular ulusu Başına vurunmuş çelenk eğrisi Sana derim nazlım sözün doğrusu Essah sözüm al koynuna sar beni Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.458 |
essah mı |
: |
Sahi mi? |
essattan |
: |
Gerçekten. |
esse mi |
: |
Sahi mi? |
essiz |
: |
Issız. |
estek |
: |
At gemi. |
esvap |
: |
Asbap, elbise. Yoktur emmimiz dayımız El oldu kendi köyümüz Karnımız aç, esvap yırtık Yoktur gülmekte payımız Ayhan Karakaş, Feke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s.172. |
eş |
: |
1. Eten, ana rahminde yavrunun içinde büyüdüğü kılıf. 2. Kuma, ortak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. Arkadaş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
eşaŋlemek |
: |
Hayvanlar için uygun bir zeminde, tozlu veya yumuşak bir zeminde eşelenmek. |
eşce:zim |
: |
Karıcığım, kocacıcığım anlamına gelen bir hitap. |
eşdah |
: |
İştah. |
eşdeş |
: |
Taydaş, akran, aynı yaşta olan, yaştaş. |
Eşe |
: |
Ayşe. “Gurupunar’ın deresi Onmaz Eşe’nin yarası Görpe guzum sele getmiş Yok muyudu bir çaresi?” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008)
“Sen eşe dersen el paşa der.” |
eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek |
: |
Bir şeyi akla getirmek, hatırlatmak ya da bir şeyi hatırlamak. “Vali bey, bu itoğlu yakalansa da yakalanmasa da olan oldu zaten… Hemi de eşeğin aklına karpuz kabuğu düştü.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
eşek |
: |
1. İnşaatlarda kurulan iskelenin ayağı. 2. Üzerinde odun kesilen ağaç. 3. 2 parçalı pamuk kozası. Pamuk kozaları genellikle, üç dört parçalıdır, iki parçalı kozalar çok seyrek bulunur. Çukurovada geleneğe göre, ırgat iki parçalı bir koza bulursa, içinin pamuğunu çekmez, olduğu gibi saklar, tarla sahibi gelince, bu eşek törenle ona verilir. Bunun üzerine tarla sahibi, eşeği bulan ırgata armağan verir, bütün ırgatlara da şölen çeker. “Zalaca karı tarlaya girdiklerinin üçüncü günü bir eşek bulmuş, içini çekmemişti.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
eşek gitmez yolları çok olmak |
: |
Yapılmaması gereken işleri çok sık yapmak. “Eşek gitmez yolları çok onun.” |
eşek hıyarı |
: |
Hıyar benzeri meyveleri çok tohumlu bir kapsül olan bitki, tatula. “Eski kuyunun içinde ısırgan, gömeç, çakırdikeni, eşekhıyarı bitmişti.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
eşek inciri |
: |
Güneyde bol yetişen, gövdesi ve yaprakları etli ve dikenli, güzel ve parlak renkte çiçek açan, incir büyüklüğünde, dikenli ve ballı meyvesi olan, doğal ağıl olarak dikilen bir kaktüs türü. “Ot bitmez, ağaç bitmez, eşek inciri bile bitmez.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
eşek turpu |
: |
Yabani turp, hardal. |
eşele: gararıg |
: |
İlerleyen yaşına rağmen evlenemeyen kızlara denilir. “Eşelê gararıg.” |
eşelek |
: |
Meyvelerin ortalarındaki çekirdekli kısım. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
Eşemen |
: |
Ayşe’den bozma kadın adı, Eşe. |
eşep |
: |
Eşarp. |
eşet |
: |
Çok kötü. |
eşg |
: |
Aşk. “Eşk ataşı içerimde yanıyor Pervaz gurmuş ücesinde dönüyor Bu gurbetlik kanadımı gırıyor Çırpınıp uçamam gol ala gözlüm” (Afşin’in Ağıtları, Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Bedevi Böke’nin Ağıdı, Derleyen: Hikmet Böke, Kaynak Kişi: Gülseren-Nuri İlhan) |
eşga:mur |
: |
Hamur mayası, mayalı hamur. |
eşgere |
: |
Apaçık, açıktan açığa, açıkça, belli |
eşgereden |
: |
Aşikârdan, açıktan, alenen. |
eşgın |
: |
1. Büyük yapraklı, tazeyken ortası soyularak yenilen bir bitki. “Rüyalarımızda bile, dağdağan, hömbelez, yonuz eriği, içme alması, kürt armıdı (ahlat) ve eşgın gibi yiyeceklerin çoğunu göremez, farklı bir şeyi çocuklarımıza getirmenin tadını hissetmek için bulup da bir pazarda alamazsınız.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) 2. Işgın, yeni çıkan sürgün, filiz. 3. Aşkın. “Niçin dostum garaları bağlarsın? Enip eşgın deryasını boylarsın Dünyada yalnızca sen mi ağlarsın? Elalem ağlıyor bil ala gözlüm” (Afşin’in Ağıtları, Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Bedevi Böke’nin Ağıdı, Derleyen: Hikmet Böke, Kaynak Kişi: Gülseren-Nuri İlhan) |
eşgi |
: |
Kızılcık kirazı ya da narın sıkılarak kaynatılması neticesinde elde edilen konsantre, limon ya da sirke tadında olan, ekşi. “Eşgi datlı bağımızıŋ goruğu.” Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
eşgie |
: |
Eşkıya. “Put gibi duri:, eşgielerin garşısında, ellerinde mavızar.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
eşgileme |
: |
Lahana, ebegümeci vb. sebzeler haşlanarak üzerine nar ekşisi, limon vb. eklenerekyenilen salata. |
eşgili börek |
: |
Yüksük çorbasının içli hamurunndan yapılan yemek. |
eşgili çorba |
: |
Düğün eşkilisi. |
eşgili dökmek |
: |
Yüksük çorbasının hamurunun içine avcarlı soğanlı et koyup kapatmak. |
eşgili köfde |
: |
Yüksük çorbasının içli hamurundan yapılan yemek. |
eşgimen |
: |
Biraz ekşice, ekşi olan. |
eşgimenek |
: |
Yenilebilir ekşimtırak bir bitki, madımak da denilir. |
eşgin |
: |
1. Hareketli 2. Atın tırısla rahvan arası yürüyüşü. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) |
eşik |
: |
1. Elma kekeci. 2. Tahtacılarda, cemin yapıldığı odaya sembolik olarak girişi ifade etmek için kapının hemen iç kısmına konulan ince uzun sopa veya oklava. 3. Aralık, sahanlık, çukur, kapı girişi, kapı boşluğunun alt kısmında bulunan alçak basamak. |
eşikçi |
: |
Tahtacılarda, cemevinde kapının hemen içeri tarafında elindeki sopayı veya oklavayı yerde tutan kişi. |
eşikla |
: |
Kapının giriş yerinde (altında) bırakılan yüksek bölüm. “Eşiklaya bırakıver hebeyi.” |
eşikleşme |
: |
Yakınlaşma. |
eşiklik |
: |
Kapı ağzı, kapı girişi, eşik. “Eşiklikden ganı akar Gözü mayıl mayıl bakar Su doldurmuş satır akar Kok emmimin Dudu’ızı” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Dudu Kız’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Hurşide Karpuz) “ - Ne var oğlum! Ne ding? Beyakdan belli diyim kine şu eşiklâ dignelme. Daha digneli:gn! - Lan iki Dakka mayam içmiye ağleşiydik şurda, onu da burnumuzdang getirding… beleykem çıharda şunu bizim avrat…” (Atilla Diş, Hacı Aslanıng Delisi, Edik Dergisi, Sayı: 50) |
eşinden azmak |
: |
Eşini terk etmek. |
eşiraf |
: |
Eşraf. |
eşker etmek |
: |
Açığa vurmak. |
eşkere |
: |
Apaçık, açıktan açığa, açıkça, belli. “Getirin atımı binem Aşkar’a Âlem bilir sevdiğimi eşkere Dellâllar çağırtsam günde beşkere Satılmaz kumaşım gözden düşkündür” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
eşkın |
: |
1. Yaprakları soyularak özü yenen bir çeşit bitki. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Filiz, sürgün. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
eşki |
: |
Kızılcık kirazı ya da narın sıkılarak kaynatılması neticesinde elde edilen konsantre, limon ya da sirke tadında olan, ekşi. |
eşkili sulusu |
: |
etli yemek. |
eşkin |
: |
Atın yürüyüş şekillerinden biri; tırıstan hızlı, dörtnala gidişten yavaş tempo. “At kulağını dikmiş, gözünü süzer Gövel ördekler gibi çöllerde yüzer Çırpıştırınca akça cerendir, tozar Eşkini seldir, yiğide eşkin gerek” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul, II. Baskı, 1984)
“Terk ettim ağalar eşkin atımı Binsem de menzile yetişmez oldu Yiyip içip konuştuğum yarenler Yıkılsam elimden yapışmaz oldu” (Celil Çınkır, Andırın Sözlü Kültür Varlıkları Envanter Çalışmaları - I, “Beşbucaklı Aşık Halil”.)
Atın eşkini de yiğidin kıvı Güzelin üstüne kurulu dâvî Gökte gövel ördek şahanın avı Çalıp kanadını uçamıyorum Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.510 |
eşkin eşkin |
: |
Hızlı hızlı. “At yürütür eşkin eşkin Zor düşmanı eder şaşkın Kendi yiğit özü pişkin Demirc’oğlu’m yerinde mi” (Hacı Ali Özturan, Maraş Ağzı Köroğlu, Ukde Yay. Kahramanmaraş 2009) |
eşkir |
: |
Güzel koşan, haşarı. |
eşli |
: |
Bol, gür, yoğun, yardımcısı olan. “Eşli yağmur geliyor!... Şo yüzde, bir mağara varıdı!... Yağmura dutulmadan yetişek!... Çuvalı Hasan’ınan Sülemen löbetleşe daşısın.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
eşli akmak |
: |
(Akarsu, pınar) Bol, gür sulu akmak. “Goca su bahar aylarında çok eşli akar.” |
eşli olmak |
: |
(Akarsu, sis, ekin, yağmur, sebze vb. için) bol, gür ve yoğun olmak. |
eşli yağmak |
: |
Bardaktan boşanırcasına yağmak. |
eşme |
: |
1. Süratli, hızlı. 2. Ağaçsız yerlerde hayvanları sıcaktan korumak için yapılan gölgelik. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. Kumluk yerlerde yer eşilerek açılan kaynak, pınar. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada.) “Koyunu vurdum eşmeye Takatım yok bel aşmaya Ar değil mi Kozanoğlu? Akif Paşa’ya düşmeye” (Alpay Kabacalı, Gül Yaprağın Döktü Bugün, S. 125) |
eşmek |
: |
Geçmek. “Binerim atıma ben de aşarım Aşarım da karlı dağlar eşerim Ahdım olsun seni alır boşarım On iki padişah kızı isen de” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 405 |
eşnek çalmak |
: |
Oyunda başkasının, daha çok eşinin yerine oynamak. |
eşşane |
: |
Eşeğine. “Küçük bir torbanın içinde, darı unundan yapılmış dârmi gibi köy ürünlerini içeren çeşitli hediyesini de eşşâne ya da kağnısına yükleyip gelirdi.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
eşşa:nen |
: |
Eşekle. |
eşşe: iş, dön ardına düş |
: |
Kafası çalışmayana buyruk verildiğinde uzaktan uzağa takip edilmesi gerektiğini anlatan bir deyim. “Eşşê iş, dön ardına düş.” |
eşşeğin terkisi |
: |
Eşşeğin binilecek arka kısmı. |
eşşek |
: |
Eşek. “Sabahanan bakar fala Bak bülbüle gonmuş dala Ayakkabı yakışmazsa Eşşek nalı verrim sana” (Kaynak: Hürü Köse, Andırın Büveme Köyü’nden)
“Göç geri dönerse, topal eşşek öŋe düşer.” “Ölü g.tü ballı olur, ölmüş eşşek nallı olur” “Eşşekliğine bakmaz, topuk çalar.” “Çüş eşşeğiŋ canına minnet.” Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
eşşek ağnağı |
: |
Eskiden kullanılan, daha sonra kimsenin uğramadığı, kullanılmayan yer. |
eşşek odun sattırır, deve ününü sattırır |
: |
Deveye de eşeğe de vurulan yük aynıdır ama deve büyük olduğundan odunu az sanılır, eşek küçük olduğundan odunu çok sanılır. Devenin ünü olmasına rağmen eşeğin yükü kolay satılır. “Eşşek odun sattırır, deve ününü sattırır.” |
eşşek sıpası |
: |
Yanlış yapan çoçuğa söylenen ilk söz. “Eşek sıpası.” |
eşşekten düşmüşe dönmek |
: |
Şok olmak, şaşkınlık. “Eşşekten düşmüşe döndü beni görüşün.” |
eştinmek |
: |
Bırakıp gitmek, uzaklaşmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
eşşiyi |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; eşiği. |
et çamuru |
: |
Kil çamuru. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
et kabağı |
: |
Etli, ekşili yemeği yapılan bir kabak türü. |
et kafalı |
: |
Aptal, ahmak. |
et kanlı, yiğit canlı gerek |
: |
Etin az pişmişi ve yiğidin hareketlisi anlamında kullanılır. “Et kanlı, yiğit canlı gerek. Yen için afiyet olsun.” |
et kemikten ayrılınca |
: |
Ağıtlarda kullanılan bir kalıptır. Yöredeki inanışa göre ölen kişinin, günü gününe, bir yıl sonra etinin kemiğinden ayrıldığına inanılır. Tam bir yıl sonra mezarın üzeri açılıp tekrar kapatma adeti ile etin kemikten ayrılma düşüncesi arasında bir ilgisi var mı bilinememektedir. |
et toprağı |
: |
Su tutan toprak, killi toprak. |
et toprak |
: |
Kırmızı renkli toprak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) |
etaemdeki |
: |
Eteğimin içindeki, eteğimdeki. “Eteğimdeki çekirdek bitince, gene almak için geri döndüğümde, abôô bir de ne görüyüm.ekdiğim garpızlar böyümüş bile.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan III, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
eta:ne |
: |
Eteğine. |
etba |
: |
Tabi olanlar, emri altındakiler, hizmetçiler. “Beş yüz atım olsa beş yüzü doru Binse etbalarım eylese harı Beş yüzü de öveyk bini de kırı Beş yüz yedeğine al ister gönül” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 482
“Böyle bildim dayısını Ben söylerim eyisini Kölesini seyisini Etbâsının avradını” (Dadaloğlu, Kaynak: Erhan Çapraz, Fahri Bilge defterlerindeki Kayseri ve Yöresi konulu Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üni., Kayseri 2005) |
etçamur |
: |
Killi toprak. |
ete: |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; yeter. |
ete tohandı |
: |
Dayanma sınırımı aşmaya başladı. Bundan sonrasına karışmam. “Ete tohandı ettikleri. Bundan kerli neticesine gendi gatlansın.” |
etecek |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; yetecek. |
eteği değmek |
: |
Bir kadının başka bir erkekle tanışması ve onunla yaşamaya başlaması. “Yüksek olur Arap atın kaltağı Issız kalmaz koçyiğitin yatağı Varır bir kötüye değer eteği Geri dur ha benli dilber geri dur” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 606 |
eteğinen (etanen) |
: |
Etek dolusu, çok, bir sürü. |
etek |
: |
Dağın ovaya meyilli bakan bölümü. Eteğinde kervan işler Yükseğinde döner kuşlar Kürk geydirir at bağışlar Hemen beğler sende m'olur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.623 |
etek üçürdüm sokulu |
: |
Ağıtlarda kullanılan bir kalıptır. Cumhuriyetten önce erkekler Anadolu’da üçetek giyerlerdi. Çoğunda da eteklerini bellerine sokarlardı. “Osman Ağam yelip gelir (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
eten |
: |
1. İnsan ya da hayvan eşi, sonu. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Hayvanların doğum yapmasından sonra gelen sulu torbacık. “Davarlar guzladıktan sonra eteni de hemen peşinden gelirdi.” |
etenli |
: |
Etlice, tombulca. |
etfaye |
: |
İtfaiye. “İş yerimiz etfayenin tam garşısında. Etfayeyi kime sorsan bilir.” |
etine yarı |
: |
Şişmanca, etine dolgun. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
etiref |
: |
Etraf, çevre. “Gelin gardaşlarım siz benden gaçman Örtülmüş yaremi siz gelin açman Etirefe böyle lafları saçman Yok mu gardaş yok mu bunun çaresi?” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Veremli Gencin Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Höbek) |
etleme |
: |
1. Toplama et. 2. Hayvanların karın boşluğundaki sakatat tipindeki et. |
etlenmek |
: |
Kilo almak. |
etli gemigli |
: |
Adil bir paylaşım şekli. “Meresi pelişmeyi etli gemigli yapmışsınız. Sevindim buna guzum.” |
etliye sütlüye karışmaz |
: |
Meselelere uzak kalan kendi halinde. “Rahmetli etliye sütlüye garışmazdı. Gözel ot atardı.” |
etmak |
: |
Ekmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
etmeg |
: |
Ekmek. |
etref |
: |
Etraf, çevre. |
etsemek |
: |
Canı et çekmek. |
etsimek |
: |
Canı et çekmek. |
ettiği hayır ürküttüğü gurbağaya değmez |
: |
Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
ev başı |
: |
Dam, çatı. Elimiz ile (Fıstığı) yıḳa yıḳa gėtirirdik, evin başına sererdik. |
ev bucak |
: |
Ev bark. Onuñ evini bucāğını yaptırırsın. |
ev göre |
: |
Ev görmek için alman hediye. |
ev kere |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; arsa. |
ev sa:binin gaşı:na bakma, kaşına bak |
: |
Ev sahibinden maddi menfaat bekleme, güleryüz bekle. “Ev sâbinin gaşı:na bakma, kaşına bak.” |
ev tutturmak |
: |
Ev yaptırmak. “Evin’ tutturmuş keliğe (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
evceg |
: |
Tüm hane halkı. |
evcik |
: |
Dip kısmı taşla yarım metre kadar yapılmış, üstü pür (ladinin yapraklı dalı) dalları ile kapatılmış tek odalı Yörük evi. |
evcil |
: |
Evine düşkün. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
evcilik oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. EVCİLİK OYUNU Evcilik oyunu kız ve erkek çocukların birlikte oynadığı bir oyundur. Çocukların küçük yaşlarda büyüklerden esinlenerek aile hayatını canlandırdıkları bir oyundur. Herkesin rolü farklıdır. Oyuncular bazen anne, bazen baba, bazen de bir çocuk rolünü üstlenir. Baba işe gider, evine bakar, evde ağırlığı olan bir kişidir. Anne olan çocuklar, bebeklerini kucaklarına alırlar, dizlerinde uyuturlar, emzirirler, yemek yedirirler, uyuturlar, elbiselerini değiştirirler. Taşlardan veya yastıklardan ev yapılır, komşu ve akraba ziyaretleri yapılır, ardıç meyvelerinden şeker yapılır, ağaç yapraklarından sarma yapılır ve çay pişirilip misafirlere ikram edilir. Oyun bu şekilde usanıncaya kadar oynanır. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s. 212) |
evcimen |
: |
Ev işini seven, ev işinde becerikli olan kadın. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
evda:kiler |
: |
Evdekiler. “Âşam olmadan, çıhar eve gederim; evdâkiler nasıl olsa bilmez! diye düşünerek, gelir paramız varsa bilet alıp kapıdan; paramız yoksa az önce bahsettiğim yollardan girerdik.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
evde oturup gazel olacâma, dışarıda gezer gözel olurum |
: |
Evde sıkıntılı bir şekilde oturacağıma, gezerek sıkıntımı atarım. “Evde oturup gazel olacâma, dışarıda gezer gözel olurum.” |
evdeci |
: |
Ev işlerine bakan, hizmetçi, çiftliklerde mıutfaktan sorumlu kişi. “Salman çiftliğe gelecek, evdeci kadına yarasını sardıracak…” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
evdeş |
: |
Karı-koca. |
evdirmek |
: |
Acele etmek, acele ettirmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
evecen |
: |
Aceleci. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. Osm.) |
evecennik |
: |
Acelecilik. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
evedi |
: |
Hemen, çabuk, acele. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç. Osm.) |
eveketme |
: |
Bahane uydurma. |
evel |
: |
Önce. “Künde telifon geliyor Mayeneye gelsin deyi Düşmannarı fit veriyor Bir gün evel ölsün deyi” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Aynalı Ahmet’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Halil Gök) |
evelden kenni |
: |
Evvelden kinli. |
evele |
: |
Oyala, beklet. |
eveli:p geveleme |
: |
Diyeceğini demeden lafı uzatma. |
eveme |
: |
Acele etme. |
everdiŋ |
: |
Acele ederdin. |
evermek |
: |
Evlendirmek, baş göz etmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç. Osm. Mr.) “Evvel zamanda bir garı varımış. Oğlunu evermek için düğün gurmuş. Çalmış, çığırmışlar. Gelini eve getirmişler.” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
eveti |
: |
Acele. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
evgin |
: |
Aceleci. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç. Osm.) |
evim ayrı, yolum sapa |
: |
“Akrabayız ama bir çatı altında oturmuyoruz, onun için onun yaptıkları beni ilgilendirmez” anlamında söylenir. “Evim ayrı, yolum sapa.” |
eviŋ dibi |
: |
Evin önü. “Sür… gede get, gede get diyelim ağşama, Gadirli’ye varmışlar. Varmışlar ki orda bir ev var. Evin dibine, yüklerini çezmişler, o esgi mitilin üsdüne oturmuşlar.” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Yukarı Çukurova Masallarında Motif Ve Tip Araştırması) |
eviŋ dulu: |
: |
Evin yan tarafı. |
eviŋ uluğunu doğrultmak |
: |
Evin eksiğini kapatmak, telafi etmek; evde işleriyoluna koymak. |
eviŋyakışığı |
: |
1. Evde yetişkin kız ya da erkek evlat; güzel, yakışıklı genç. 2. Gelin. |
evine bulgur yağasıca |
: |
Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir alkış. |
evineta: |
: |
Evine kadar. “Abdasını alamamış Namazını gılamamış Gul oluyum anamoğlu Evineta varamamış” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Halil Avcı’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Bakacak) |
evinlenmek |
: |
Olgunlaşmak. (Buğday, arpa vb. için.)(TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
evinli |
: |
(Arpa, buğday, vb. için) Özlü. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
evinsek |
: |
Dolgun, kuvvetli. |
evinsiz |
: |
(Arpa, buğday, vb. için) Özsüz. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
evir tevir |
: |
Çeşit çeşit. |
evirici |
: |
Tandırın başında yufkayı pişiren kadın, yufka pişiren. |
evirmek |
: |
Yufkayı pişirken evreaç ile altını üstüne çevirmek. “Zincirkıran, Dağdeviren Üç batmanlık gürz eviren Yolda bezirgan çeviren Selam vermez yerinde mi” (Hacı Ali Özturan, Maraş Ağzı Köroğlu, Ukde Yay. Kahramanmaraş 2009) |
evismek |
: |
1. Arapa, buğday, bulgur gibi tahılların kepeklerini ayırmakta kullanılan silindir biçiminde, ortası çukurca bir aygıt. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Arpa, buğday, bulgur gibi tahılların kepeklerini ayırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
evişmek |
: |
1. Üst üste durmak, birbiri üzerine gelmek. 2. İşin düzelmesi, rayına oturması. |
eviştirmek |
: |
Düzenlemek, derleyip toplamak. |
evkelemek |
: |
Kalburu çalkalayarak kullanmak, elemek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
evlad |
: |
Evlat, çocuk. “Yaldızlı fincan içinde, Eselere getdi tabak, Mevle’m bir evlad vermedi, Sekioğluca başı gabak.” (Mehmet Temiz, Andırın Ağıtları, Yüksek Lisans Tezi, Hastalıktan Ölen Abdil Ağa’nın Ağıdı, , Kaynak Kişi: Adil Gök) |
evlam evlam |
: |
Çeşit çeşit, elvan elvan. “Arzusun çekdiğim Başdoğan Dağı’n, Evlam evlam çiçeklerin aşdı mı? Çevre yanın güzelliğin ortaya, Bekçilerin evlerine göşdü mü?” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Başdoğan Köyü’nün Ağıdı, Kaynak Kişi: İsmail İnekçi) |
evlat yetir, aklını yitir |
: |
Çocuklarıyla baş edemeyen analarımız söylüyor bu sözü. “Evlat yetir, aklını yitir.” |
evlatçılık |
: |
Çocuk yetiştirme, çocuğa bağlılık. |
evlek |
: |
1. Tarlayı ekerken, saban iziyle ayrılan bölümlerden her biri. “Sürüsü gelir oğlaklı Tarlası galdı evlekli Girgin löklü, tor daylaklı Baban gurban Bostan oğlum” (Kaynak şahıs: Celil Çınkır, Bostan’ın Ağıdından) 2. Dönümün onda biri. 3. Nurhak’ta dönümün yarısı. 4. Bahçe ve tarlalarda açılan su yolu. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 5. Yörüklerde dönümün dörtte biri. “Bir evlek Avarlık yaptı Güççük Çınar’ın yanı başında. Suyunu da Eşref’in oluğundan aldı.” 6. Tarlanın bir bölümü. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
evlemek |
: |
1. Birbirine eklemek, ucu ucuna getirmek, ulamak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Yan yatmak, devrilmek. |
evlendineyin |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; evlenince. |
evlensek |
: |
Evlenmeye aday, evlenmek isteyen kişi. |
evlensek olmak |
: |
Aklını evlenmeyle bozmuş olmak. |
evlersek |
: |
Evlilik çağındaki genç. “Daha yaşı başı ne ki. Evlersek olmuş kerata. Okumaya hiç yüzü yok.” |
evlik |
: |
1. Mutfak. 2. Eski yapı evlerde evin en büyük odası, oturma odası. |
evlik oda |
: |
Oturma odası. |
evliye |
: |
Evliya. |
evlük |
: |
Mutfak. |
evmek |
: |
1. Önem vermek, övmek 2. Acele etmek, ivmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç. Osm.) “Muallim bağını seyran eyle sev Eğer görmediysen görmek için ev Ne yanlış metheyle, ne de noksan öv İsabetli karar ver Kadirli’de” (Aşık Feymani (Osman Taşkaya))
“Sen evme işiŋ evsiŋ.” “Even iki s.çar, donunuŋ bağı kaçar.” “Even it gözsüz enik gunnar.” ”Sen evmiyece:ŋ, işiŋ evecek.”
Evmeyne menzil alınmaz, aramayna gözel bulunmaz. (Ceyhan Atasözü)
Can seni görmeye ever Ne rahmin ne tesellin var Bencileyin seni sever Bul imdi dilber bul imdi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.441 |
evra:ç |
: |
Sacın üzendeki yufkayı çevirmeye yarayan tahta. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
evra:ğaç, evreğeç, evrengeç |
: |
Sacın üzendeki yufkayı çevirmeye yarayan tahta. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) “Evrağacı bana ver çabuk, ekmek yanıyor.” |
evran |
: |
Büyük ve korku verici yılan. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada. Mr. Osm. İç.) “Harbim var üstüne kör Moskof davran Otuz milyon Türkle geliyor kervan Duzaktan boşandı o bağlı evran Bütün leşkerini odlara yakam Gelirsen imana canın kurtulur Tacını tahtını başına yıkam” (Birinci Dünya Harbi esnasında söylenen bir anonim türküden) |
evran kusmuş |
: |
Çok bereketli, bol. |
evreaç |
: |
Saç üzerinde pişirilen yufka ekmekleri çevirmeye, iki yanı da pişsin diye altüst etmeye yarayan, tahtadan yapılmış, uzun ve yassı araç. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Elif hamuru açmaya başlayınca geldi, ocağın başına oturdu, evreacı eline aldı, Elifin kızgın saç üstüne serdiği yufkayı çevirmeye başladı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006)
“Gürgenden, karadaldan evreaç olur Tokaçın ağırı köşede durur Kiraz çatallı sapan, güzel kuş vurur Avlanmanın hazzı başkadır yaylam” (Mustafa Kıreker, (Kösepınarı) Ericek Yaylası İsimli Şiiri, Çukurova’dan Dünya’ya Kadirli Dergisi, Haziran 2008, Sayı: 24) |
evre:ç |
: |
Saç üstündeki yufkayı çevirmeye yarayan tahta alet. |
evren |
: |
Büyük ve korku verici yılan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) “Evren gibi, çıngıraklı çift boynuzlu yılan gibi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
evsal |
: |
Hayırlı, efdal. |
evsele |
: |
Buğday, bulgur vb. içindeki yabancı cisimlerden kurtarmak için, savurarak temizlemek. |
evseme, evsime |
: |
Buğday, bulgur vb. içindeki yabancı cisimlerden kurtarmak için, savurarak temizlemek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç. Osm.) |
evsemek, evsimek, evsmek |
: |
Buğday, bulgur vb. içindeki yabancı cisimlerden kurtarmak için, savurarak temizlemek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç. Osm.) |
evsin |
: |
Efsun, avcı bekleme yeri. Kuş avlamak için genellikle ağaç dallarıyla oluşturulan üstü açık, çevresi kapalı bir iki kişi oturacak büyüklükte gizlenme yeri, öneze. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç. Osm.) “Tüfeğini omuzuna dakanlar. (Cezmi Yurtsever, Andırın Tarihi, Adana 2007, S. 187-190, Kazım Temir’in Andırın Destanı isimli Şiiri) |
evsinmek |
: |
Bir yeri kendi eviymiş gibi benimsemek, yabancılık çekmemek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
evsmek |
: |
Buğday, bulgur vb. içindeki yabancı cisimlerden kurtarmak için, savurarak temizlemek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç. Osm.) |
evşiri |
: |
Çapraz. |
evşiri-çevşiri |
: |
Düzensiz, karmakarışık, sırası bozulmuş. |
evtiği azmak |
: |
Bir kimsenin canının yiyecek çekmesi. “Evtiğim azdı gecenin ortunda.” |
evtik |
: |
1. Herhangi bir kaygı ya da olaydan ileri gelen heyecan, evecenlik ve yürek çarpıntısı. “Evtiği azdı.” 2. Eğlencelik yemiş, çerez. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Acelecilik, çabukluk. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 4. İş, güç, uğraşma, boş zamanlarda eğlence, zaman değerlendirme çeşidinden yapılan iş. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) “Evtik edindi.” |
evtiklemek |
: |
1. Gerektiğinden fazla acele etmek, evecenlik göstermek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Boş durmamak için herhangi bir şeyle uğraşmak, ufak tefek iş yapmak, oyalanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
evtiklenme |
: |
Oyalanma |
evtinmek |
: |
1. Boş durmamak için herhangi bir şeyle uğraşmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Hastalığın verdiği ağrı, sızıve acı ile kıvranmak, herhangi bir yeri didiklemek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. Oyalanmak, geç kalmak, heftinmek. “Bir de evtinmeden vaktında gelsen harmana. Herkes cec yaptı buydasını biz daha gem bile süremedik.” |
evva |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; eyvah. |
eya: |
: |
(Hayvan ve insan) Göğüs kafesi kemiği, kaburga, eyeği. |
eya:ları sayılmak |
: |
Çok zayıf olmak. “Eyâları sayılıyor fukaranın.” |
e:yç |
: |
Keçileri uyarma ünlemi. |
eyden |
: |
Çok fazla. |
eydür, eydün |
: |
Der, söyler. Eyitmek: Demek, söylemek. |
eye |
: |
1. Bölgemiz göçmen ağzında; heye, evet, onay verme. 2.(Hayvan ve insan) Göğüs kafesi kemiği, kaburga, eyeği. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Gafamı gırdılar ganlar akıyor Arkadalar mayıl mayıl bakıyor Zalım Seher eyêlerim söküyor Mezerime baykuş gönderdin Seher” (Andırın’dan Ekrem Sağır) |
eye ekiştirmek |
: |
Zaman geçirmek, ayak sürümek. “Eye ekiştirecek zamanımız yok maalesef arkadaşlar. Hayatın provası olmaz asla.” |
eye: |
: |
Kaburga. |
eyef |
: |
Kağnı ya da saban oklarını boyunduruğa bağlayan halka biçiminde bükülmüş ince ağaç.(TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
eyeğe, eyeği |
: |
(Hayvan ve insan) Göğüs kafesi kemiği, kaburga. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
eyer vursan at, semer vursan eşek |
: |
Her işe yatkın kimse. “Eyer vursan at, semer vursan eşek. Böyle adamı mumunan arasan bulaman.” |
eyeşmek |
: |
bir işin yapılmasını başkasından istemek,onun yapmasını beklemek. |
eyi |
: |
1. İyi hoş, sevimli (insan). Yiğidin eysini neden bileyim Yüzü güleç kendi yaman olmalı Kasavet serine çöktüğü zaman Gönlünün gamını alan olmalı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.419 2. İyi, güzel (Ova, ağaç vb.). “Gırata vurdurrum keçe Emeciyim getdi heçe Mevlem hepisini aldı Eyisini seçe seçe” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Saplıcandan Ölen Vaysal Ağa’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Ekici) |
eyi gayri |
: |
Yok artık daha neler. |
eyice |
: |
İyice. |
eyiceme |
: |
Çok iyi, güzel. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
eyicene |
: |
İyice. |
eyiden |
: |
Çok iyi, güzel. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
eyidmek |
: |
Karşılık vermek, söylemek. |
eyilik, eylik |
: |
1. Gelinin çeyizi arasına konulan oklava torbası. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. İyilik. Mecliste arif ol kelâmı dinle El iki söylerse sen birin söyle Elinden geldikçe sen ey(ilik eyle Hatıra dokunup yıkıcı olma Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.389 |
eyin |
: |
Arka, sırt. |
eyinlik |
: |
İyilik. |
eyiş |
: |
Ateş küreği. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
eyitmek |
: |
Söylemek, demek. |
eyitten |
: |
İyiden iyiye, adamakıllı, bayağı.. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
eyle |
: |
Öyle. “He hêey oğlum; buralar, eyle gözeldi ki:, o zamanlarında, heç görmedim ama İstanbıl gimiydi…nasıldı ki…” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
eylemek |
: |
1. Ham deriyi işlemek, deriyi sumaklamak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Yapmak, bekletmek. “Mezarını derin eylen Su serpin de serin eylen Ağan evden küsgün getmiş Bir oğlundan selam edin” (Mehmet Temiz Yüksek Lisans Tezi Andırın Ağıtları, Zilfaroğlu İsmail Ağa’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Sariye Gök) |
eylence |
: |
Eğlence. |
eymenmek |
: |
Utanmak, çekingenlik. |
eymenti |
: |
Utangaçlık hali. “Gadâzı alıyım gusuruma galmayın, heç bişey goyamadım; gelecânizi habar versâdi:z, ıcık bişeyler daha bulurdum emme…. Amman gusuruma galmayın…. Eymentileriyle yüklemeye yardım ederdi.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
eyna:han |
: |
Obur, karnı doymaz. |
eynen |
: |
Dönüm başı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
eyrek |
: |
Hayvanların yazın öğle sıcağında toplanıp dinlendikleri yer. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada. Mr.) |
eyvallak |
: |
Eyvallah. |
eyvan |
: |
Çardak, oturacak yüksek yer. |
Eyvaz |
: |
Ayvaz. |
eyyam |
: |
1. Günler, zaman. “İlkbahar eyyamı böğün mü geldi Çığrışır durnalar yol deyip gider Katara uymamış kalmış geride Kılavuz önünde el deyip gider” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 589 2. Yumuşak. |
eyyam dümbeleği |
: |
Günün adamı, duruma göre tavır alan. “Dalkavuklukta eyyam dümbeleği seçildi.” |
eyyamcı |
: |
Dalkavuk, yağcı. |
eyyi |
: |
İyi. |
eyyisi |
: |
İyisi. “Gıratına vurum keçe Heçe emmeciğim heçe Ocakda kötüsün guydu Eyyisini seçe seçe” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Askerde Ölen Kâmil’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Emine Gök (Hodul Emine)) |
ezel |
: |
Geçmiş, geçmişte. Şu yalan dünyaya ezelden geldim Uyudum uyandım hep mihnet gördüm Çınarlara belim verdim oturdum Çınar çürük imiş kökten bozuldu Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.639 |
ezel ezeli |
: |
Eskiden beri. “Ben seni severim ezel ezeli Bana cefa etme dünya güzeli Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 556 |
ezelat |
: |
Geçmiş, eski, mazi. “Biremmim oğlu öldü de Yapısı vezir yapısı Ezelatına bibimin oğlu Yeni kapandı kapısı” (Derleyen: Osman Taştan, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
ezen |
: |
Ezan. “Bir uzunca cübbe giyer Ezen verirdi camiye Bedenimizden efendi Bu bize iyi ki miye” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hastalıktan Ölen Mahmut (Havıs) Efendi’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
ezgin |
: |
1. Ezik, ezilmiş. 2. Üzgün, sıkıntılı. “Mestine hey Karac’oğlan mestine Dostu olan gül gönderir dostuna Kızılırmak olsam akmam üstüne Ataşında kara bağrım ezgindir” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 627 |
ezginnik |
: |
Eziyet, sıkıntı.(TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ezimevi |
: |
Susam yağı ve tahin çıkaran fabrika. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ezinecek |
: |
Yıkanmak için kullanılan sabun bezi. |
ezingeç |
: |
Sabun bezi. |
ezinmek |
: |
1. Yıkanırken keselenmek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Yıkanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
Eziral |
: |
Azrail. “Bana yedirirdin gendin yemezdin, Galbimi gıracak bir sey demezdin, Çâre olsa Eziral’e vermezdin, Baba hakgınızı siz helâl eylen.” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kanserden Ölen Gencin Ağıdı, Ağıdı Yakan: Sıddık Doğan (Kara Müftü)) |
Ezire:l |
: |
Azrail, ölüm meleği. |
Eziriyel |
: |
Azrail. “Gara bulut geldi basdı üsdüme Eziriyel can almanın gasdı ne? Yüzüsdü düşdüm toprak üsdüne Ağlama anam canım anam” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Nusret’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Elife Salan) |
ezme |
: |
Üzümün çekirdeğiyle birlikte döğülerek ezilmesi ve pekmezle birlikte karıştırılmış hali. |
ezme çalmak |
: |
Kaşlarını güzelleştirmek. “Güzeller içinde sen gibi yavru Sevdiğim küçüksün var daha büyü Eğlim eğlim olmuş kaşların yayı Belki ezme çalsam turalanır mı” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 425 |
Ezrayil |
: |
Azrail. “Bebek daldan dala uşdu Yollarımız sarpa düşdü Anadan ayrılmaz guzu Ezrayil garşı düşdü” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Zatüreden Ölen Zeliha’nın Ağıdı, Ağıdı Yakan: İbrahim Gök) |
Ezre:l |
: |
Azrail. “Hasan edem zurna çalar Soluk yetmez soluğuna Ezrêl girmiş diyollar Düdüğünün deliğine” (Abdal Süslü Hasan’a Ağıt, Kaynak Kişi: Aşık İmami) |
Ezriyel |
: |
Azrail. “Gısa pontil giyince dar demedin mi? Talime giderken zor demedin mi? Ezriyel gelip de canın alırken Gurbette guzular var demedin mi?” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ezva |
: |
Kibrit kavı. |
ezve |
: |
İlaç. |
ezveci |
: |
Eczacı. |