KAHRAMANMARAŞ YÖRESİNDE KULLANILAN MAHALLÎ KELİMELER
da: |
: |
1. Kez, daha. “Yüksek babamın çardâ Doldurun da gon bardâ Bir babamdan ne çıkacak Tekrarı deyin bir dâ” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hüseyin Ağa’nın Ağıdı (Halbur Ağıdı), Kaynak Kişi: Adil Gök) 2. Dağa. “Evleri de gonmuş bir ıssız dâ Verane galmış da bahçası bâ Duydum şehid olmuş Çuhadar Bê Ağlaşır elleri vay Bêm deyi” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Çuhadaroğlu Mehmet Bey’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Hacer Temiz) 3. Dağ, dağı. ”Danışan dâları aşmış da; danişmiyen düz ovada şaşmış.” |
da:dmak |
: |
Dağıtmak. |
da:h |
: |
At ve eşek sürerken kullanılan söz. |
da:l |
: |
Değil. |
da:m |
: |
Dağım. |
da:mek |
: |
Değmek. |
da:ne |
: |
Akıl danışılacak kişi. |
da:nemek |
: |
Bakmak. |
da:netlemek |
: |
Bakıp (bakınıp) durmak, gözetlemek, rasat etmek. |
da:nık |
: |
Dağınık, toplu olmayan. |
da:rmen |
: |
Değirmen. |
da:tmak |
: |
Dağıtmak. |
da:l mı |
: |
Değil mi? |
dabaca |
: |
İskambil oyunlarında puanları tebeşirle yazmak için kullanılan küçük levha. “Şö:le dabacası var ıdı. Hepsinin üsdünde şö:le yazıları varıdı.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
dabaḫ |
: |
Koyun keçi ve sığırların ağız, tırnak aralarında olan bir hastalık. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
dabak |
: |
Koyun keçi ve sığırların ağız, tırnak aralarında olan bir hastalık. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dabaklamak |
: |
Devenin ön ayakları ile rastgele vurarak koşması. |
dabaksars |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Kazan, helke gibi alt kısmı hafif bombeli, basık, küresel olan bakır eşyaların tabanındaki eğimi vermek, çekiçle sertleştirmek ve çekiç darbeleri ile yuvarlak izler bırakmak için tezgaha veya büyük bir kütüğe sabitlenerek kullanılır. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 39) |
dabalamak |
: |
Bir işle boğuşmak, uğraşmak, didinmek, üstesinden gelememek. |
daban |
: |
1. Döşeme. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Zemin kat. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 3. Taşsız düz ve verimli toprak, tarla. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 4. Taban, ayak, ayak altı. “Belinde daban gılıcı Gardaş atına binici İk’elimde iki efe Na zaman sabah olucu” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
daban çuvalı |
: |
Küçük çizgi ve desenlerle süslü dokuma çuval. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
daban döğmek |
: |
Direnmek, inat etmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
daban haggı |
: |
El emeği, yaptığı işin karşılığı. |
dabanca |
: |
Tabanca. “Altın saat sol golunda Dabanca çıplak belinde Benim eşimi vurmuşlar Andırın’ın dar yolunda” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kalaboynulu İsmail’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Melek Karakaş) |
dabança |
: |
Tabanca. “Baş ucuna dut dikmişler Gurban olam dallarına Yağlı gama çift dabança Vurur gardaş bellerine” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
dabandarı |
: |
Zamanla ortası çukurlaşmış toprak yol. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dabanı doru |
: |
Yayan. |
dabanı doruya çökmek |
: |
Yaya olarak uzun bir yol için yürümeye başlamak. |
dabanı gara |
: |
Uğursuz, sevilmeyen kişi. “Dabanı gara.” |
dabanlı |
: |
Gözüpek, girişken, yiğit. |
dabansız |
: |
1. Sebatsız, bir yerde durmayan. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. İradesiz. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. Korkak, çekingen, cesaretsiz. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 4. Sorumluluk almaktan imtina eden, korkak. |
dabaz |
: |
1. Bazı yiyeceklerden rahatsız olan 2. Kurdeşen, kaşıntı, allerji, deride kızarıklık ve döküntü oluşması. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dabaz olmak |
: |
Derisinde kızarıklık ve döküntü oluşmak. “Dabaz olmuşsun dabaz. Uyuz dêl.” |
dabbalama |
: |
Devenin ön ayaklarını rastgele vurarak koşması. |
dabsak, dabşak |
: |
Aç gözlü, doymaz. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dacik |
: |
Ermenilere verilen ad. |
dad |
: |
1. Adalet, doğruluk, sevgi. 2. Tat. “Gelinin bebegi olsa Vursam gardaşın adını Alsam guca’amda sevsem Verir mi ola dadını?” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kara Süleyman Ağan’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
dadak |
: |
1. Ümit. 2. Yemle kuş avlamak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 3. Taze tereyağı. 4. Çocuk yiyeceği. 5. Tavşan ve tilki avlamak içinbir gün önce yiyecek bırakılan yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dadal |
: |
Perişan, kılık kıyafeti bozuk, pejmürde. |
dadamık |
: |
1.Avcıların yaban hayvanını alıştırmak için belli aralıklarla bıraktığı yem. 2. Dadını alık, alışık, oltaya, ökseye alıştırıcı yem. |
dadandırmak |
: |
Alıştırmak, alışkanlık haline getirtmek. “Dadandırma dana gelir, dadanırsa yine gelir. (Andırın Atasözü) |
dada:nı |
: |
Menengiçe benzeyen fakat tatlı olan bir çeşit yabani meyve, dağdağan. |
dadanmak |
: |
Alışmak, bağımlı olmak. “Komşunun ineği bizim haymaya dadanmış” “Gurban ollum düğününe Ben duruyom oyununa Ağ sakallı vezir ağam Gurt dadanmış goyununa” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008)
Hele bakın şu sallanan geline Benim olsa vermem dünya malına Bir bülbül dadanmış dostun gülüne Vurup derdl'olmadan vurmam n'eyleyim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.507 |
dadaşmak |
: |
Ölçüşmek, müsavileşmek. |
dadıdmak |
: |
Yemeğe sonradan ilave edilen malzemenin tadının yemekte belirgin bir şekilde hissedilmesi. |
da:di |
: |
Değdi. “Havada bulut yôdu Nerde yağdı bu garcâz? Arada düşman yôdu Nerde dâdi gurşuncâz?” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Hüsne Teyze’nin Ağıtı, Derleyen: Hasan Batmaz, Kaynak Kişi: Hüsne Şahin) |
dadil |
: |
Sakin, umursamaz. Dadil dadilgelī gene, herkesi macca etti. |
dadlımanak |
: |
Madımak. |
dadlımaya |
: |
Açmaya benzer, ekşisi olmayan yumuşak bir ekmek. |
da:dmak |
: |
Dağıtmak. “İşde orda şerbed içilir. Şerbedin şekerini de oulan evi götürür. Şerbedi dâdıllar, para atallar. Bir bardak şerbed veriller. Gücü yeten herkiş para atar.” |
dagga |
: |
Dakika. |
dagma |
: |
Takma. |
dağ |
: |
Yara, kızgın demirle yapılan damga, nişan, dağlama. “Cennete misaldir göğsünün ağı Sineme bastın da ateşten dağı Korkarım ki yâd el bekler bu bağı Bülbül eğlencesi gülinen oynar” (Karacaoğlan, Saim Sakaoğlu, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 580) |
dağ adamı |
: |
Kadirli’lilerin Toroslulara hitabı. “Dağ adamı hasta eder sağ adamı” |
dağ kolu |
: |
Dağlık yerleşim alanlarına verilen ad. “O dağ kollarının adamı azıcık yabansı olurlar.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
dağ salına çıkmak |
: |
Dağ eteğine çık |
dağacık |
: |
Hayvan işkembesi. |
dağal |
: |
Değil. “Yel durdurdun dizime Gannar indirdin gözüme Akşamdan beri ağlıyorum Gayıl dağal guzuma” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
dağal mı |
: |
Değil mi? “Gozan Dağı dağ dağal mı Çevre yanı bağ dağal mı Gozanoğlu’nu vurmuşlar Bu da bize ar dağal mı” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
dağan |
: |
Tahin. |
dağar |
: |
1. Havuz, tabakhanelerde derilerin ıslatıldığı havuz. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Su deposu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dağarcık |
: |
1. Kuzu veya oğlak derisinden işlenmiş torba. 2. Saksı. 3. İnsandan yumak şeklinde dökülen solucanlar. 4. Çocuklarınaltlarına konulan lâstik, muşamba 5. Dağlarda yetişen yabanî bir yemiş. 6. Kılçıklı fasulye ve bu fasulyeden yapılanzeytinyağlı yemek. 7. Bir pişirimlik hamur yapacak kadar. “Sözüme güvenme bacım Seniyinen kavlimiz var Dünden değirmenden geldik Bir dağarcık unumuz var” (Musa Çökük, Kayseri Avşar Ağıtları, S. 96) |
dağda gezen |
: |
Domuz. |
dağdaç |
: |
Bebek, bir aylıktan iki yaşına kadar olan çocuk. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dağdağan, dağdakan |
: |
1. Çitlembik ağacı ve meyvesi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Meyvesi sert çekirdekli tohumlu bir ağaç, karacan. |
dağdahan |
: |
Karacan. |
dağdaki |
: |
Domuz. |
dağdan |
: |
Yabani bir yemiş ağacıdır. Meyvesi leblebiden küçük olur. Dağdağan, karacan. |
dağı |
: |
Tarlalarda biten yabani otları yok etme. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dağıma kar yağdı |
: |
Saçlarım ağardı. |
dağın delisi |
: |
İşi gücü olmadığı halde geç vakitlere kadar gezenlere kızarken kullanılır. “Sen nerdesin dağın delisi. Ellerin çocukları geleli saatler oldu.” |
dağlamak |
: |
1. Yakmak, sıkıntıya sokmak. Karac’oğlan der ki derdim deşmeğe Arzuhal yazdırdım yâre göçmeğe Aman deyip kapısına düşmeğe Dertli yüreğimi dağlar gezerim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.503 2. Hayvanlara kor halindeki demir çubukla hastalık tedavisi veya işaret için vurulan damga. 3. Yaralamak. Yine geldi türlü baharlar bağlar Bülbül figan edip kamuyu dağlar Türlü çiçeklerle bezenmiş dağlar Ulu dağlar yol olduğu zamandır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.600 |
dağlanmak |
: |
Kızgın demirle yakmak, aşk ateşiyle yanmakl. Karac’oğlan der ki kolu bağlıyım Ciğerciği aşk oduyla dağlıyım Mamalı'da ben bir Rıdvan oğluyum Kaplan postu geydiklerim kal demiş Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.633 |
dağlar kovuğu |
: |
Dağların, insanların girmelerine müsait olan yerleri. Hem okudum hemi yazdım Yalan dünya senden bezdim Dağlar kovuğunda gezdim Yitik yavru bulunur mu Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.640 |
dağnemek |
: |
Bakmak, seyretmek, gözetlemek. “Dil bilmez köpeğin kızı Ne çok dağniyor gözümü Kardeşine tel vurak da Tez geri dönsün izine” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) |
dağşan |
: |
Kullanılmış, eskimiş giyecek eşya. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dağyı |
: |
Dağı. |
da:h |
: |
Atı yürütmek için söylenir. |
dah etmek |
: |
Kurşun sıkmak. “Mısır tarlasının içinde garaböcükleri görür görmez dört bir yandan dah etmeye başladık. Tarla bir anda it oynamış yonca tarlasına döndü.” |
dahacık |
: |
Daha, işte orada, şurada. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dahacıka |
: |
Daha, işte orada. Görülecek kadar yakın bir şeyi gösterirken kullanılır. “Birinizin bacısı, birinizin nışannısı. Varın bahın baham dahacıka şorda , bilmem kimiyinen bilmem ne yapıyor diyor.” (Atilla Diş, Hacı Aslanıng Delisi, Edik Dergisi, Sayı: 50) |
daḫılı |
: |
Takılı. “İlmeçere tahılı, göo boncû vardı kele bacım. Gücük gızımın aha şurasında dahılıydı.Süllümden enerken, Eşe’nin pici aldı:ynan gaçtı: bir oluk!. Aman anam, heç mi öte varın diyen yok bu soyhası çıhasıcalara…” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
dahın |
: |
Düğünlerde dik |
daḫıntı |
: |
Nişan ve düğünde geline takılan ziynet. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dahi |
: |
1. Bundan sonra. Karac’oğlan eydür bu sözüm çoktur Alemi seyrettim emsâlin yoktur Sîneme vurduğun temrenle oktur Dahi cürüm var mı bundan ziyâde Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.403 2. Daha. Karac’oğlan der ki halım sorulmaz Bahanasız dost köyünelen bayrak sırığı. varılmaz Bin dahi yaşasam çare bulunmaz Ruh çıkarsa sal görünür gözüme Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.409 3. De. Karac’oğlan derler benim adıma Körpem gelir benim her dem yâdıma Hûda'm ben dahi irem muradıma Zaman ver hey güzel Allah zaman ver Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.594 |
dahle gitsin |
: |
Dah kelimesi hayvanın hızlı gitmesi için kullanılır, boşver gitsin anlamına dahle gitsin denir. “Dahle gitsin.” |
dahletmek |
: |
Karışmak, itiraz etmek, inat etmek. |
dahra |
: |
1. Bir çeşit balta, et satırı, nacak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Yüzü enli büyük bıçak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 3. Bir çeşit budama bıçağı, tahra. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Nerde şimdi rahmetli çarkçı Hamdi Ağa? Çarkçı geldi…. Çarkçı:ı…. Bıçak keskinlerim, tahra keskinlerim. Çarkçı:ı:… diyen sesi hala sokaklarda çınlamıyor mu” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) “Bahar bağ budamı gelirken hele Paslanmıştır tahra, yağ yok bilaye Kara keçi meler iken oğlağa Ümidini ona bağlardın annem” (Aşık Sümen (Süleyman Sümen), Annem, Kaynak: Dört Mevsim Maraş Dergisi, Sayı 7, Erkam Matbaası, İstanbul) |
dakanak |
: |
1. Takıntı. 2. Arta kalan, bakiye. |
dakılamak |
: |
1. Çocuklar ışkıya ışkıya oynarken karşılıklı olarak “tak tak” diye, ağızlarıyla silah sesi çıkarmak. 2. Erkek kekliğin ötüşü. “Keklik kekliğe takılar Ezen veriyor fakılar Berk severdi emmim oğlu İk’öper de bir kokular” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
dakılanmak |
: |
Dert yanmak, konuşmak. “Selâ da verir Fakılar, Gelin görüme dakılar, Gurbet elde eşi ölen, Alır pırtısını kokular” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Almanya’da Ölen Kişiye Ağıt, Kaynak Kişi: Hatice Çerçi) |
dakılı |
: |
Takılı. “Yavrılarımın kekili Ben de goymadı akılı Açın dolabına bakın Telli duvağı dakılı” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
dakılmak |
: |
1. Peşinden gitmek, arkasından gitmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Şaka yapmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Bana dakılmasa duramaz.” |
dakıntı |
: |
Takıntı, takı. |
dakka |
: |
1. Dakika. “Aman bir dakka dur Kadirli’ye varınca Dertli dertli bağlamaya vurunca Bir yiğit de sevdigini görünce Görünmez gözüne dünya beyler hey” (Nuri Çıngıl) 2. Gülle oyununda devamlı kullanılan misket. “Benim dakkam yeşil irenkli, seni: nasıl?” |
daklaşmak |
: |
Kafga etmek. |
dakmak |
: |
Takmak, asmak. “Goluma dakdım kelebi Dolaştım Şam’ı Haleb’i Çorum’da Elvan Çelebi Sen de yalvar bir can versin Duâ eylen bir can versin” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
dakmamak |
: |
Önem vermemek, saymamak, aldırmamak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
daknaşmak |
: |
Biriyle tartışmak. |
dal |
: |
1. Omuz, kol, omuz başı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. Ada.) “Gara soyka ışıl ışıl Geyme dalına dolaşır Sık martini bildir Halil Anam Döndü tez ulaşır” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008)
Ablak kuğu akça kuğu Dal oynuna söydün bugün Dost karşımda salınırken Tatlı cana kıydın bugün Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.571 2. Arka, sırt. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç. Ada.) 3. Lahana ya da yaprağı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada.) 4. Kanat. 5. Eski alfabemizin onuncu harfi. Altına al geyer üstüne yekte Al beni sevdiğim koynuna sakla Kara kaş altında bir ik'üç nokta Ira mıdır ışın mıdır dal mıdır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.605 |
da:l |
: |
Değil. |
dal aykırı |
: |
Burnunun doğrusuna hiç bir yere sapmadan. “Dalaykırı gideceksin. Dimdirek bu yolu takip edeceksin.” |
dal boy |
: |
İnce, uzun boy. Aydın kazasında Turgut elinden Aradım evlerin buldum gezerek Sırma karıştırmış sümbül saçına Döküp gider dal boyuna düzerek Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.472
Kara gözlüm n'ettim sana Hışımla baktığın zaman Âşık oldum dal boyuna Gerdanın öptüğüm zaman Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.521 |
dal d.şşak |
: |
Çırılçıplak. |
dal gündüz, dal günüz |
: |
İyice gündüz iken, güpegündüz. “O korktu. Dalgündüz, ovanın ortasında sarılacağımızdan korktu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
dal oynuna söymek |
: |
Sırtın ortasına doğru uzanmak. Ablak kuğu akça kuğu Dal oynuna söydün bugün Dost karşımda salınırken Tatlı cana kıydın bugün Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.571 |
dal ölen, dal öğlen |
: |
1. Gündüz ortası. 2. Tam öğle vakti. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dala dakılık davar gimi ne bağırıyon |
: |
Çok ağlayan çocuklara söylenir. “Dala dakılık davar gimi ne bağırıyon.” |
dalab olmak |
: |
Çiftleşme zamanı gelen dişi hayvanların erkek hemcinslerinin yanında dolaşmaları. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Uyuz keçi bile dalab olmuş.” |
dalacan |
: |
Asi, titiz, hırçın, saldırgan. |
dalaçık |
: |
Açık saçık. |
dalag |
: |
Organ şeklinden hareketle parça. |
dalagan |
: |
Isırgan otu. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
dalağan |
: |
İnsana saldıran, ısıran köpek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
dalağancıl |
: |
Isırgan köpek. |
dalak |
: |
1. Göğüs. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Börek, kömbe dilimi, petek dilimi, organ şeklinden hareketle parça. |
dalamak |
: |
Isırmak, hafifçe tırmalamak. |
da:lamak |
: |
Dağlamak. “Hay çar çar çatlayasın da südüklüun gapana ilahim!... Kele,bir dâl beş dâl, her gün döşşea ilan gimi çöodürüyor, itin dölü:ü!... Ulan senin gıçını dalayım da gör!” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan II, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
dalan |
: |
Şekil, biçim. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dalanmak |
: |
Çatmak için bahane aramak, çatmak, dövüşmek. |
dalap |
: |
(Dişi eşek, kısrak) Çiftleşme zamanı gelmiş, ersiyen kısrak ya da eşek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. Ada. İç. Osm) |
dalap olmak |
: |
1. Bir şeye çok düşkün olmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. (Dişi hayvan) Çiftleşmek istemek, erkek istemek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm. İç. Mr.) |
dalaykırı |
: |
Yukarı doğru, burnunun doğrusuna, hiçbir yere sapmadan. |
dalaz |
: |
Delicesine esen rüzgar, kasırga, hortum. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dalazımak |
: |
Yüreği çarpmak. |
dalazlamak |
: |
Yenecek şeylerin ateşte az kavrulması. |
dalbacak |
: |
Çıplak, fakir, donsuz. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
dalbızlama |
: |
İsteyerek yapmama, iğreti tutma. |
dalcıklama |
: |
1. Korkarak, aldatarak yapma. 2. Güreşte tek dalma oyunu. |
dalcınmak |
: |
Hafifçe baygınlık geçirmek, bayılır gibi olmak. “Oğlunun şehitlik habarını almasıyla dalcınması bir oldu” |
dalçorap |
: |
Düz renkle örülmüş çorap. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dalçuha |
: |
İşlemeli çuha. |
daldak |
: |
Uzun boylu olan kişi, tavil. |
daldal |
: |
1. Boynuzu yana kıvrık hayvan. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. (Boynuz) Yana kıvrık. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
daldan ême |
: |
Sonradan görme. “Çok görme Namtı Yusuf’un yaptıklarını. Daldan êmeden bu beklenirdi.” |
daldır |
: |
İnce sicimden örülmüş şemsiye biçiminde balık ağı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
daldız |
: |
Marangozların kullandığı, ağaç oymaya yarayan oluklu demir aygıt. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
dalga |
: |
1. Sayfa, defter ya da kitap yaprağı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Sevgili, yavuklu. 3. Keder, acı. 4. Alay, istihza. |
dalga dövmek |
: |
Dalgalanmak. |
dalgaçlamak |
: |
Giyecek ve yiyecekleri yıkayıp temizledikten sonra, son defa çalkalamak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dalgar |
: |
Hare, bölüm, çizgi. |
dalgara deyna: |
: |
Yaba yapılan dalgara ağacının deyneği. |
dalgeçir |
: |
Cepken, gömlek üzerine giyilen kolsuz yelek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. Osm.) |
dalgeçit |
: |
Kolsuz ceket. |
dalgılıç, dalkılınç |
: |
Yalınkılıç, kılıncını çekmiş olduğu halde. “Aslan Demirc’oğlu bana bakmalı Dalgılıcı hem belinden çekmeli Düşmanının evin barkın yıkmalı Evini başına yıkmalı galan” (Aşık Mehmet Demirci, Kaynak: Refiye Okuşluk Şenesen, Adana Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği Geleneği, Altınkoza, Adana 2009, S. 249)
Gelen Ahmed Paşam kendidir kendi Altmış bin dalkılıç küsuru cündi Kaçma kâfir kaçma ölümün şimdi Hacı Bektaş Velî kalkmış geliyor Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.616 |
dalgündüz |
: |
İyice gündüz iken, güpegündüz. “O korktu. Dalgündüz, ovanın ortasında sarılacağımızdan korktu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
da:lıdı |
: |
Değildi. |
dalık |
: |
Dalmış. |
da:lim |
: |
Değilim. |
da:lısa |
: |
Değilse. |
da:lise |
: |
Değilse. |
dalkılıç |
: |
Kılıcı kınından çıkarmış asker, yalınkılıç, kılıncını çekmiş olduğu halde. “Gelen Ahmed Paşa’m kendidir kendi Altmış bin dalkılıç küsuru cündi Kaçma kâfir kaçma ölümün şimdi Hacı Bektaş Veli Kalkmış geliyor” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
dallamak |
: |
1. Ağacın dallarını budayarak davara vermek. 2. Menfaati yönünden hesap kitap yapmak. |
dallamak |
: |
Bölümlere, parçalara ayırmak. |
dallanmak |
: |
Bölümlere, parçalara ayrılmak, dal vermek. Evvel bahar yaz ayları gelende Lâle sümbül dallanacak zamandır Koç yiğitler sılasını arzular Yâre nâme gönderecek zamandır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.599 |
dalmışlar kefe |
: |
Keyfe dalmışlar, eğleniyorlar. |
dalorta |
: |
Uluorta. |
dalpüskül |
: |
Uzun ve bol püskül. “Bitmesin ekini, selvi söğüdü Sait Battal hiç içinde yoğudu Fino fesli, dal püsküllü yiğidi On kişiye yamaç üçü Avşar’ın” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul, II. Baskı, 1984 S. 185) |
dam |
: |
1. Üstü ve duvar sıvası toprak olan ev ya da ahır. Eskiden yörede evler hep topraktan yapıldığı için günümüzde de “ev” yerine “dam” kelimesi yer yer kullanılmaktadır. “Gece yarısını geçmiş, Dikeç Bekir’in damında gonuşmalar bitmişti. Amma çadırda, Helik Memiş’le Bilal’e Zaldır Musa’nın diyecekleri bitmemişti.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) “Babasının dam yerini görecek.” (Yaptığının cezasını çekecek anlamında Andırın deyimi) 2. Mezar. “Hama deli gönül hama Yer yarıldı dama dama Guzum seni götürürler Ocaksız bucaksız dama” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Uğurun Ağıtı, Derleyen: Canan Ceran) 3. Bölgemiz göçmen ağzında; ahır. 4. Tam. |
dam deliği dana büzzüğü |
: |
Alakasız, münasebetsiz söz, davranış. |
da:m |
: |
Dağım, arkam. “Gurban ollum Vezir Âm Ardından yıkıldı dâm Salkım sö:t sallanışlı Varıdı Efendi Bêm” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Üç Kardeşin Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Belkıse Gök (Ballı Hatın)) |
dam diyor darı demiyor |
: |
Nuh deyip Peygamber dememenin Maraş’çası. “Dam diyor darı demiyor.” |
dam s.kine mertek g.tüne |
: |
Deyimde belirtilen hȃl böyle kişiler üzerinde gerçekleşse bile kişinin hiçbirşey umrunda olmaması. |
damâ cuflamak |
: |
Ganı gaynamak, ganı ısınmak. “Damâm cufladı sana ne yalan söyleyeyim.” |
damağsımak |
: |
Cimrileşmek. |
damağzamak |
: |
İmrenmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
damah |
: |
Cimri, tenezzül etmek. |
damak |
: |
1. Kapı rezesi, zemberek, kapıdaki sürgü. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Ekili tarlalar, parselle arasındaki sınır boşlukları. İşlenemeyen otlu alanlar. 3. Tadına bakmak. 4. İçine doğmak. 5. Karasabanda enek denilen parçanın alt ucuna takılan demirin üst kısmına ya da enekle demirin arasına konulan ot, ağaç, bez vb. şeylere verilen isim. |
damak anahtarı |
: |
Çerk anahtarı. |
damar otu |
: |
Sulak yerlerde biten, ince damarlı geniş yaprakları iltihaplı yaraların tedavisinde kullanılan bir ot. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
damasımak |
: |
Beğenmek. |
dama:smak |
: |
İmrenmek. |
dambaş |
: |
Taraça, damın başı, evin damı. |
dambıra |
: |
Saz, tambura. “Ağ gelin beşiğin sallar Aşık dambırasın teller İki yiğit birden verdik Gınamasın bizi eller” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
damdıra |
: |
Saz, tanbura, tambur. “Kadanı alırım Ahmet Hoca Düştüm koluna koluna Bir rüzgar esti de Değdi damdıramın teline” (Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72, S. 209) |
damdırmak |
: |
1. Damlatmak. 2. Tattırmak, yedirmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
da:mek |
: |
Temas etmek, dokunmak, değmek. “Eliyinen el eylemiş Döşüyünen yol eylemiş Gurşun dâyip yıkılışın Emmisine car eylemiş” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
damın duluğu |
: |
Evin yan tarafı. “Köyün veledleri sanki memlekette başka yer kalmamış bizim damın duluğundaki mayısın üstünde kökgüç oynuyorlar.” |
damın g.tü |
: |
Evin arka kısmı. “Damlarının g.tü bayır Elif geliyor zayır zuyur Tatarlı’da zine gavır Elif gurban Memmed sana” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Elif Kızın Ağıdı, Kaynak Kişi: Safiye Temiz) |
damızlık |
: |
Herhangi bir şeyin çoğalması için saklanan tohumluk. Keçi ve koyunlar için kullanıldığında; en iyi cinsinden veya kalitelisinden, çoğaltmak maksadıyla erkeği ayrılırdı. Damızlık bazen de yoğurt mayalamak için ayrılırdı. Damızlık yoğurtta dikkat edilecek husus yoğurdun oldukça sert olmasına özen gösterilirdi. Peynir mayalamak için de damızlık kullanılırdı. Peynir mayalamak için taze ve sulu peynirden iki üç çömçelik kısım ayrılır. Buna bazen mayalık da denilmektedir. “Damızlık koç gibi duracağına babana yardım etsene e bire yavrum.” |
damlacık |
: |
İnme, felç. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) Damlacık düşe de gıvranasın. (Andırın bedduası.) |
damlama |
: |
Pekmez yapımı sırasında süzülüp akan şıra. |
dammak |
: |
Akla gelmek, önceden hissetmek, sezmek, ummak, kalbine doğmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
damu |
: |
Cehennem. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
damzırtmak |
: |
Lezzet katmak, tatlandırmak, tat vermek. |
daŋ |
: |
Tan, şafak vakti. “Gara çadırın dürdüler Böyük evimi yardılar Danın datlı uykusunda Battal Mehmed’i vurdular” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
da:ŋ |
: |
Dağın. “Yüce da’an gıcısıyam Mor goyunun nergisiyem Gazatıya ilan edin Ben Ömer’in bacısıyam” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Yoncalı Ömer’in Ağıdı - 2, Kaynak Kişi: Âşık Mustafa Keleş) |
dan borusu |
: |
Kalk borusu. |
dan davulu |
: |
Teke derisinden yapılan iri kasnaklı davul. “Düğünler Dan Davulu’nun vurmasıyla başlardı evvelden.” |
da:na |
: |
Dağına. “Olmaz olsun adım Güllü Gardaşın mendili telli Hoş geldin Akad Dâna İzmirden de gızın geldi” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Şehit Polisin Ağıdı, Kaynak Kişi: Güllü Gülmez) |
dana |
: |
Semerin dış derisi. |
dana boku sıvak dutmaz |
: |
Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
dana bulduranlık |
: |
Çok soğuk gün için söylenir. |
dana buyduran |
: |
Şubat, Mart aylarındaki güneşli fakat çok soğuk hava. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dana höğüttüren |
: |
Bir tür örümcek. |
danacı |
: |
Çoban, dana çobanı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
danaça |
: |
Sabaha kadar. “Kimsenin ahı da kimseye kalmaz Kimsenin çırası danaça yanmaz Leyli derim de, Leylim uyanmaz Hicrân mı kaldı yarada bilmem” (Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I) |
danalamak |
: |
Emeklemek. |
dandaraninnos |
: |
Aklı eksik. |
dandarlığı |
: |
Tan vakti, gün ağardığı zaman. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) |
dandik |
: |
1. Aksi. 2. Dolma tüfeğin kötüsü. |
dandîl |
: |
Barbar, dövüşçü, nizahçı. |
da:ne |
: |
1. Bak, seyret, gözetle. 2. Tane. Karac’oğlan der merdane Güzel içinde bir dane Zülfünü dökmüş gerdane Tarar nazlanı nazlanı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.426 |
da:ne da:ne |
: |
Bak şunun yaptığı işe. |
danecik |
: |
Tanecik. Kız da der ki al çiçeğin moruyum Yiğitlerin bedestende nûruyum El değmedik bir danecik arıyım Peteklerim mühürlüdür bal ile Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.428 |
danemek |
: |
Bakmak. “Daner, daner de ağlarım Çadır kurduğun yerleri Her düşmana yenmiyordum Bağladılar mı elini” (Musa Çökük, Kayseri Avşar Ağıtları, S. 40) |
da:nemek |
: |
Bakmak, temaşa etmek, gözetlemek, gözlemek, seyretmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Evleri de ev içinde Gundura geyer gıçında Dâniyom da göremiyom Bahça gazasının içinde” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
danen |
: |
Bakın. “Dağdan keserler doruğu Dibinde kalır kırığı Danen baham emmileri Geldi kınalı feriği” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, İsmail’in Ağıdı, Derleyen: Mehmet Kılınç, Kaynak Kişi: Şengül Börk) |
daneri ya da doğu |
: |
Tan yeri yahut doğu. “Dan yıldızı derlerdi bir yıldız varıdı. Danerinde ortaya çıkardı sabah şafak sökerken.” |
dang borusu |
: |
Tan borusu. |
dangalak |
: |
1. Ahmak, akılsız, alık, dalgın, seme, sersem. 2. Uzun boylu, sözünü bilmeyen, ulu orta konuşan kimse. |
däŋde deste |
: |
Ara sıra. |
daŋgala dıŋgaŋgala |
: |
Davul sesi, ünlem. |
dangır dangır etmek |
: |
Yüksek sesle patavatsız konuşmak. |
dangırdamak |
: |
Yüksek sesle konuşmak, usandırıcı, sıkıcı konuşmak. |
dangırtı |
: |
Boş, düşüncesiz söz, saçma sapan laf. |
danış |
: |
Danışılacak kimse. Karac’oğlan eydür yârim gelirse Deli gönül istediğin bulursa Danışlarım icâzetin olursa İki leblerinden bir yanağından Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.519 |
danışağa |
: |
Danışmaya. |
danışık |
: |
1. Danışılan söz. 2. Anlaşık, danışık. 3. Bölgemiz göçmen ağzında; düğünlerde gelen misafirlerin ağırlanması. 4. Kız istemede ailelerin bir anlaşmaya varabilmeleri için oturup konuşmaları. |
danışık danışma |
: |
Akıl danışma. “Danışık danışma ücrete tabidir.” (Av. Alim Beleşsöyler. J) |
danızımak |
: |
Ekmeğin yarı pişmiş hâli. |
dâni |
: |
Kadar, değin, dek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Bu dâni uşağım var.” |
dank |
: |
Grip, nezle. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dank etmek |
: |
Aklı başına gelmek, akla getirmek, fark etmek. |
dankalak |
: |
Grip nezle. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
danlamak |
: |
Uğuldamak, ses çıkarmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
danlayadüşmek |
: |
Çıkagelmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
danmak |
: |
Önceden tahmin etmek, hissetmek, sezmek. |
dansamak |
: |
Tuhaf bulmak, hayret etmek, garipsemek. |
dansiz |
: |
Yaramaz, densiz. |
dantil |
: |
Dantel. |
dapı |
: |
Tapu. |
dapılamak |
: |
1. Tapulamak. 2. Birinin sırtını sıvazlamak. |
dar |
: |
1. Dar ağacı, idam mahkumunun asılacağı direk. “Zülfün teline asılam dar deyi Gonca güle el uzadam har deyi Koynunda bir çift domurcuk var deyi Kondurdun bülbülü güle sevdiğim” (Karacaoğlan, Saim Sakaoğlu, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 494) 2. Sahip, Allah. “Karac’oğlan Hakk’a yalvar Verdiğine penah ol dâr Şol âlemde eksiksiz yâr Kimse bulup gelmemiştir” (Karacaoğlan, Saim Sakaoğlu, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 614) |
dar akşam |
: |
Akşamın olmasına çok az bir zaman kala. “Dar akşamda yola çıkmanıza gönlüm heç gayıl dêl.” |
dar dıkız |
: |
Ucu ucuna, kıtı kıtına. |
dar gün |
: |
Sıkıntılı zamanlar. Karşımızda karlı dağlar dağ olur Çevre yanı ¡reyhanlı bağ olur İyi günde yâren ahbap çoğ olur Dar günümde dost bulunmaz nedendir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.608 |
dar ikindin |
: |
İkindinin son anları, ikindi vaktinin bitimine çok yakın. |
dar olmak |
: |
Darda kalmak, çaresiz kalmak. Ala gözlerini sevdiğim dilber Dünya başıma da dar oldu tez gel Garib bülbül gibi artıyor ahım Göğsünde din îman var ise tez gel Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.475
Tahta olur evlerinin yapısı Dar olur da muhannatın kapısı Kadan alsın güzellerin hepisi Güzellerden sıdkım sıyrıldı gönül Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.480
Sıracalar çıksın nazik teninde Dilerim ölesin tatlı deminde Yüzün kara olsun Hak dîvânında Kıyamet gününde başın dar olsun Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.565 |
dar vakit |
: |
Zaman yok. Vakti geçti geçecek. “Dar vakitte olduğumuzu biliyon. İkindinin ancak farzını eda edebileceğiz.” |
dara çekilmek |
: |
Dar ağacında asılmak. Gelen gider imiş bu kara yere Mansur cana kıydı çekildi dâre Hakk'ın kelâmını söyleyip bile Diller beni sevdiğime ulaştır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.602 |
dara çekmek |
: |
Asmak. |
dara durmak |
: |
1. Tahtacılarda, Dedenin karşısında sağ ayak baş parmağı sol ayak baş parmağın üzerine getirilmiş, kollar yanda ve öne doğru hafifçe eğilmiş bir vaziyette durmaya verilen ad. 2. Saygı göstermek. |
dara gısılmak |
: |
Darda kalmak. “Hiç bu kadar dara gısıldığımı hatırlamıyorum.” |
daraba |
: |
Kepenk. “Göğsü daraba tahtası gibiydi. Nefes alıp verdikçe kalaycı körüğü gibi Harr! Harr! Ediyordu.” (Hacı Ali Özturan, Maraş Ağzı Köroğlu, Ukde Yay. Kahramanmaraş 2009) |
darabbenaya almak |
: |
Köşeye sıkıştırmak, kıstırmak. “Mahallenin piçleri comsarıyı darabbenaya almışlar verha ediyorlardı.” |
darabuluz |
: |
Kadınların beline bağladıkları ipek kuşak. Darabulūz ġėyerdik doḳuma ipek o. |
darak, darag |
: |
1. Ayağın parmaklara yakın olan kısmı, ayak tarağı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Kilim dokunan kirkit. 3. Tarak. |
darak kilimi |
: |
Bir çeşit kilim. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
daraklı |
: |
Etin fileto kısmı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
daraklık |
: |
Kısa, sağlam bir ağaç türü. |
darakmak |
: |
Darda kalmak, zor duruma düşmek, başı sıkışmak, başı dara gelmek. Ümmet: “Başınız darakırsa bana gelin. Sizi kardaşım gibi korurum. Seni çok sevdim Memed, dedi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
daralmak |
: |
Maddi yönden sıkıntıya düşmek, çaresiz kalmak. |
daramak |
: |
Taramak, kaşağı, tarak vb. şeyle taramak. “Gara camızı dararım Geder Maraş’ı ararım Maraş’ta da bulamazsam Geder Çokak’ta sorarım” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
darazımak |
: |
1. Az eskimek, kumaşın havı dökülmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Dağılmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
darazmak |
: |
Darılmak. |
darbalamak |
: |
Bastığı yere dikkat etmeyerek, önüne geleni çiğneyerek geçmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
darbız |
: |
Tarlanın nemini alması, ıslaklık, nem, suyun aşağı doğru gitmesi, toprağın ekime elverişli hale gelmesi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
da:rcık |
: |
Deriden torba. |
darcıkmak |
: |
Darılmak. |
dardağan |
: |
Çitlenbik ağacı ve meyvesi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dardahan |
: |
Çitlenbik ağacı ve meyvesi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dardan inme |
: |
Tahtacılarda, dedenin karşısında dar’a duran kişinin hayırlısını aldıktan sonra dar vaziyetinden ayrılıp yerine geçmesi. |
darda:n |
: |
1. Eli açık, cömert. 2. Dağınık. |
dardmak |
: |
1. Tartmak. 2. Sportif müsabakalarda rakibi süzmek. |
darga |
: |
Derya. |
darı |
: |
Mısır. |
da:rı fena |
: |
Dünya. |
darıcan |
: |
1. Pirincin içinde bulunan bir çeşit darı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Mısıra benzer bir ot. |
darılcan |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; zararlı bir çeşit bitki. |
darılmak |
: |
Kızmak, azarlamak. “Uğunurum uğunurum Daşlara yüz döğünürüm Baban bana darılırsa Ben kimlere sığınırım” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hacı Osman’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Bakacak) |
darısı |
: |
Böylesi, böylesi güzellikler. |
darısı başına olmak |
: |
Olumlu bir durumu, başkası için de dilemek. |
darısına çıkmak |
: |
Ağıtlarda kullanılan bir kalıptır. Aynı durum ile karşılaşmak. Darısı başınıza deyimi de aynı anlamdadır. |
dârmen |
: |
Değirmen. “Harboğazı dârmeni Döner harlayı harlayı Bayazıd beğ avdan gelir Mavzar parlayı parlayı” |
da:rmenci |
: |
Değirmenci. |
da:rmi |
: |
1. Deleme, devirme, topaç. 2. Değirmi, yuvarlak, çember, bazlama. |
darpadan |
: |
Birdenbire, hemen. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dartı |
: |
Yan kayışlar. |
dartılmak |
: |
Rekabete girişmek, kendini bir işi yapabileceklerin arasına yazdırmaya çalışmak. |
dartınmak |
: |
Herhangi bir konuda kendini naza çekmek, nazlanmak. |
dartmak |
: |
Tartmak. “Garaguş ganadın dartar Pençe vurur yeri yırtar Gurban oluyum gadim bibim Altınını ver de gurtar” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hacı Be Ahmet’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Hacı Kayranlı) |
darz |
: |
Naz. |
das diŋgil |
: |
1. Yapayalnız, işsiz güçsüz, başıboş. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Yakışmayan uymayan. 3. Kimsesiz, garip. |
dasdaylak |
: |
Çok kısa etek giyinmiş bayan, mini etekli. “Dasdaylak geziyor bu mevsimde.” |
daş |
: |
1. Çarka bağlı değirmenin dönmesini sağlayan değirmen aleti. 2. Taş. “Parlıyor Maraş’ın daşı Durmuyor gözümün yaşı Akıllı da babam oğlu Kütahya’da topcu başı” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
daş ol baş yar |
: |
Göze görünür bir şeyler de sen yap ki adam yerine koysunlar. “Kalıbından utan. Teğdeşleriyin hepsinin altında birer arabası, başını sokacağı birer yuvası, akşam olunca da kapattıkları birer darabası var. Senin neyin var. Daş ol da baş yar.” |
daş vurmak |
: |
Laf atmak, iğnelemek. |
daşakıda |
: |
Çok kıvamlı pekmez ağdası. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
daşırgamak |
: |
(Hayvan) Ayağını taş aşındırdığı için, acı dolayısıyla yürüyememek. |
daşlı |
: |
Taşlı “Ağyar’ın daşlı tarlası Sel alıp viran galası Bitmesin buğday arpası Bir oğlandan etdi bizi” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Tra-fik Kazasında Ölen Ruhi’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Bayram Tüten) |
daşmak |
: |
Herhangi bir sıvının ısı sebebiyle kabın dışına akması ya da suyun çoğalarak, yatağından kenarlara akması. |
da:şmek |
: |
Değişmek, takas etmek. “Zeman nasıl da dâşiyor kele anam; dün gişileri gendilerine mostra getirmeye utanırken; boön gendileri gendileri gişilerinin, hadi onlar neyse gendilerinin donlarını alıyorlar gız. Amanı:ın, heç mi ar-namıs galmamış; heç mi utanır yüz galmamış bunlara gı:ızz? Amanın yüzü:ü:mm!” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan III, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
d.şşak |
: |
Erkeğin testisleri. |
d.şşak kapan |
: |
Yengeç. |
d.şşak kebabı |
: |
Harlı yanan ateşte bacaklarını açarak ısınma, kızınma. |
d.şşağını okkalamak |
: |
Öğmek, yaltaklanmak, birinin hoşuna gidecek söz söylemek. |
d.şşağıŋı yiyim |
: |
Genellikle küçük erkek çocuklara bir iş yaptığında teşekkür olarak ya da yapması istendiğinde rica olarak kullanılır. “D.şşağını yiyim.” |
dat |
: |
Tat, lezzet. |
dat vermek |
: |
Huzur vermek. |
da:tlemek |
: |
Denetlemek. |
datlı |
: |
Tatlı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Ben mezara vardım idi Mezarların otlu imiş Gınamayın bacılarım Elin oğlu datlı imiş” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
da:tmak |
: |
Dağıtmak. “Okuntu dâtdım ele Yardım getirdim yola Güllü’mü gelin etdiler Beş gişiyinem bile” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Güllü’nün Ağıdı, Kaynak Kişi: Emine Gök (Hodul Emine)) |
dava |
: |
1. Mesele. “Karac’oğlan der ki yâr olmayınca Hakk’ın dîvanına durulmayınca Varıp ince bele sarılmayınca Seninle dâvâmız aralanır mı” (Karacaoğlan, Saim Sakaoğlu, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 426) 2. Sevgi işi, gönül işi. Odanda çalınır alışkın sazlar Kız seni görünce yüreğim sızlar Başıma toplanmış gelinler kızlar Şu bizim dâvamız görülsün deyi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.467 3. Hesap. Kadir Mevlâ'm senden bir dileğim Benim halım dosta bildir Yaradan Benim ağyâr ile başka dâvâm var Aradan engeli kaldır Yaradan Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.517
Avlusunda öter kumrular kazlar Çalınır ötede çalgılar sazlar Zülfü top top olmuş gelinler kızlar Bizim de dâvamız görülsün bugün Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.572 |
davar |
: |
Keçi, keçi sürüsüne verilen ad. Keçilere verilen isimler şöyledir. 1. Oğlak: (Bir yaşında dişi ve erkek yavru) 2. Çepiç: (İki yaşında dişi-erkek keçi) 3. Seyis: (Üç-dört yaşındaki erkek keçi) 4. Üveç: (Dört-beş yaşında erkek keçi) 5. Kart: (Beş yaşından yukarı keçiler) 6. Yazmış: (İkiden üç yaşına kadar olan dişi keçi) 7. İkili: (Üç-dört yaşına kadar olan keçiler) 8. Keçi: (On yaşından yukarı olanlardır) (Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I) |
davar düğünü |
: |
Koyunlar kuzuladığı zaman yapılan şenlik. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
davdilemek |
: |
Bir kimsede bulunan şeyi istemek, isteyerek almak. |
davı, davi |
: |
1. Dava, suç. Atın eşkini de yiğidin kıvı Güzelin üstüne kurulu dâvî Gökte gövel ördek şahanın avı Çalıp kanadını uçamıyorum Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.510 2. Konu, konuşulan şey, dava. “Dadaloğlu’m der de, davı ne davı Göldeki turna da şahinin avı Ne al geymiş, ne kırmızı ne mavı Ne bayram, ne düğün, ille toy, dedi” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yay. Dağ, İstanbul, 1984) |
davıl |
: |
Davul. “Aptal davılı furuyor Alem bizi de görüyor Garınca başın incitmezdin Aleme akıl veriyor” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
davın |
: |
Dermansız dert. |
davış |
: |
1. Şüphe uyandıran hırıltı, tıkırtı, hafif ses. “Gel Kirli’m yanımdan savuş Ayağın etmesin davış Büveme’de Goca Çavuş O’da almaz Kirlim seni” (Kaynak: Andırın Büveme Köyü’nden Cinnilerden Ahmat Kıvrak Cinne-met) 2. Ayak sesi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Osm.) 3. Tavır, şekil, davranış. “Âzının davışından onun gonuşdûnu gene çıhardi:m.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
davışlamak |
: |
Ayak sesi çıkarmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Osm.) |
davışlanmak |
: |
Ayak sesi çıkarmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
davıştı |
: |
Ayak sesi. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
davla |
: |
Alaca. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
davla davla |
: |
Parça parça, kısım kısım “Buğday davla davla bitmiş. Yer yer boşluk bırakmış.” |
davlaşmak |
: |
Ağız kavgası yapmak, münakaşa etmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
davlı |
: |
Çarık yapmak için uzunlamasına kesilen ham deri. |
davlunbaz, davulbaz |
: |
Büyük savaş davulu. Kapımızda boz sürüler sağılsa Tatarlarım kol kol olsa dağılsa Yedi yerden davulbazım döğülse Yörük yumuşluylan baş eyle beni Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.455 |
davrantı |
: |
Hazırlık, girişme. |
davşan |
: |
Tavşan. “Davşan dağa küsmüş dağın haberi yok.” (Çukurova Atasözü) |
davşancı |
: |
Av köpeğine verilen bir ad. |
davşımak |
: |
Taşımak, nakletmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
davul çekmek |
: |
|
davuş |
: |
Hırıltı, tıkırtı, hafif ses, gürültü. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
davuştı |
|
1. Ayak sesi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Hırıltı, tıkırtı, hafif ses. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dayak |
: |
1. Katkı. 2. Dayanacak şey, destek, istinat. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
dayak çocu:n sırtında çığrınıyor |
: |
Çok yaramaz çocuklar için dayak istiyor anlamında kullanılan bir deyim. |
dayak durma |
: |
Payandalık yapmak, yükün karşısına destek olmak. “Dayak dur yeğenim.” |
dayak vermek |
: |
Yıkılmasını önlemeye çalışmak. “Dayak ver de semer devrilmesin dezzoğlu.” |
dayaklı |
: |
Sağlam, dayanıklı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dayalı |
: |
Dert, illet. |
dayama |
: |
1. Tandırın yan tarafında duran dikey taş. 2. Yükün düşmesini önleyen ağaç parçası. |
dayandım |
: |
Gücüm kalmadı, anlamındadır. |
dayangal |
: |
Dayanıklı. |
dayanmak |
: |
Yorulmak, gücü kalmamak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Evlerinin önü yokuş Dayandım da çıkamıyom Gardaşıma selam söylen Bebeklere bakamıyom” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
dayfa |
: |
Tayfa. “Hösüyün’üm Bê birisi Minderi kaplan derisi Kehribardan imaması Gördüm dayfalar içinde” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hüseyin Ağa’nın Ağıdı (Halbur Ağıdı), Kaynak Kişi: Adil Gök) |
dayfalar |
: |
Tayfalar, beylerin hizmetkarları, askerleri. “Hösüyün Beğ de birisi (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
dayfalmak, dayfalamak |
: |
1. Genellikle açlığın etkisiyle bitkin olmak. 2. Bulantı duymak, bayılma derecesine gelmek, bayılmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) |
dayıl |
: |
Değil. “Keklik öter daşımızda Gırat yatar garşımızda Köyümüzü çıkdı getdi Yakın dayıl çarşımız da” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, As-ker Ağıdı, Kaynak Kişi: Ayse Bekar) |
dayım |
: |
Daima. “Ecel de çevirmiş gelmiş Şu gazanın çarşısında Adam yiğit olur dayım Duşmanların garşısında” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
dayik |
: |
Değmiş. “Fırak deli gönlüm fırak Şırnak’ın da yolu yırak Emmim dayın yokmu yudu? Beline de gurşun dayik” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Şehit Arif’in Ağıtı, Derleyen: Sami Sığınır, Kaynak Kişi: Zeynep Yıldız) |
dayim |
: |
Her zaman, daima. Dinliyelim dağ başında figanı Görelim ne demiş o Leylâ Leylâ Uğra yâr yanına eyle selâmı Dâyim ezberimiz bu Leylâ Leylâ Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.387 |
dayima |
: |
Daima, her zaman. “Karac’oğlan der ki gördüm bir güzel Sıdk ile bakıp da eyleme nazar Al yeşil geyinmiş dayima gezer Arı konar ak gerdandan bal alır” (Karacaoğlan, Saim Sakaoğlu, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 601) |
daylak |
: |
1. Dişi deve. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) 2. Damızlık erkek deve. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada. İç.) Engininden yükseğine çıkılmaz Kaplan girse meşelerin sökülmez Kumaş yüklü tor daylağın çekilmez Evleri sürgüne gitti yaylanın Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.537 3. Doğurmamış genç dişi deve. 4. Deve yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada. İç.) 5. İnce, uzun boylu kimse. 6. İki yaşında deve yavrusu. “Yaz gelişin ışılaşır saylağı Bozulaşır boz devenin daylağı Teze gelin goç yidin yaylağı Ben gediyom babam mülkü gal galan” (Ahmet Caferoğlu, Anadolu Ağzı Derlemeleri, Maraş Bölümü, Kaynak kişi: Tokmaklı’dan Ehmet Kılıç) |
daylaŋ |
: |
Zayıf ama uzun boylu kişi. |
daylı |
: |
1. Şeytan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Çıban. 3. Bir azarlama. |
dayra |
: |
Daire, resmi görev yeri, hükümet konağı. “Memmed’im dayrada gezer Sana da uğramış nazar Ora sana nasip olsun Cennet âlâ daha gözel” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
dayramak |
: |
Eskimek, aşırı gelmek. |
dayre |
: |
Daire, resmi görev yeri, hükümet konağı. “Hasan’ım dayraede gezer Ağ elleri kehet yazar Ora sana nasib olsun Cennet ala daha güzel” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Trafik Kazasında Ölen Hasan’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Fatma Temiz) |
daz |
: |
1. Yüksekçe yer. 2. Herhangi bir nesne olmayan yer, kel, çıplak, ağaçsız tepe. |
daze |
: |
Teyze. |
dazende |
: |
Tutan, saklayan, getiren. |
dazkır |
: |
Ağaçsız, otsuz, susuz ova. |
DDT |
: |
Çok zehirli bir tarım ilacı. |
de: |
: |
1. Tâ. 2. Daha. “Armıtçık’da tütün tüter Başı çanlı kuşlar öter Mevlam bir dê verir amma A bebeğim yerin mi dutar Nenni bebeyim nenni” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, BoşBeşik Ağıdı (Bebegin Ağıdı), Kaynak Kişi: Safiye Temiz) |
de ba:h, de ba:m |
: |
De bakalım. |
de hele |
: |
De bakayım. |
deal |
: |
Değil. “Gara Remziye’ye gafil avlanıp, böyle karşı koyamaz hale gelmesi, bir türlüonun beş vurduğuna heç dealse bir yol vurma fırsatı bulamaması, an be an daha çok zoruna gediyordu.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan III, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
deamek |
: |
Değmek. “Küpecikte gıştan galan turşu da var. Iccık ondan çıharrırım, iki de suvan gırdım mı, herifin cıcı: gevşer valla; hele de gonu gomşudan ayran uydurursam deame keyfine.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan III, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
dearmen |
: |
Değirmen. “Kıyı yolları yokken, yani nehir evlerle sınırken Oğuz Bey’in bu eczanesinin olduğu alt kat ise seten imiş. Yani gendime dearmeni.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
deaştirmek |
: |
Değiştirmek. “Tabi: yedekte kalan arkadaşlarımız da oynamak için maç anında bile kaptana işaretle veya yakınlarına geldiğinde sözle; Hadi la, bir yol da benideaştir la… diye yalvararak veya; Anam avradım olsun bu maçta da beni oynatmazsan sâ yapacâ biliyom… gibi tehditlerle ısrar eder dururlardı.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan II, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
deatlamak |
: |
Bakmak, alıcı gözüyle nazar etmek. “O gün, son kutlanan nevrûz günü; gızları deatlemeye gelen genç irileri, yok benim bacıma ne bahıyon lan gahbe dölü; yok eline, vurmak için yerde taş, sopa gibi bir şeyler aranarak, o benim nışanlım eşşoleşşek; ne bahıyon ilâ…” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
debaktan |
: |
Az önce, demin. |
debba, debbağ |
: |
Deriyi terbiye eden kimse. |
debbe, debgi, depbe |
: |
Bakırdan yapılmış üstü kapaklı ve kulplu su güğümü. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
debbo |
: |
Depo. |
debdire basmak |
: |
Ani bir uyarıyla birden ayağa kalkmak. |
debeak |
: |
Az önce anlamına gelir. |
debelemek |
: |
Yerden kalkamadığı halde çırpınmak. |
debelenmek |
: |
Çırpınmak. |
debeleşmek |
: |
Uğraşmak. |
debgi, deblengi |
: |
Bel küreğinin ayak basacak yeri. |
debildek |
: |
Darbuka. “Eskiden debildeği çalmadan önce içinde kağıt yakarak ısıtırlardı.” |
debin |
: |
Biraz önce, az önce, demin, debin. |
debire |
: |
1. Desene, söylesene, anlatsana. 2. Devamlı, sürekli. |
debiyak |
: |
Az önce, demin, biraz evvel. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
debiyakden |
: |
Az önce. “Gelinnerimiz de eyi şükür. Dün biri geldi:di. Ekmâ etdik. Getdi sa debiyakden.” (Mehmet Dursun Erdem, Esra Kirik, Sibel Üst, Güner Dağdelen, Türkoğlu Ağzı, Kahramanmaraş Ağızları-1) |
debiz |
: |
Tarlanın nemini alması, ıslaklık, nem, suyun aşağı doğru gitmesi, toprağın ekime elverişli hale gelmesi. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
debizimek |
: |
Çok yorulmak, yılmak. |
debki |
: |
Tarhanayı pişirirken karıştırmaya yarayan alet. |
deblek |
: |
Dümbelek, darbuka. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
deccal meccal |
: |
Kıyametten önce çıkacak olan yalancı şahıs ve benzerleri. Bir millet vardır ki ağaçta biter Kırk güne varışın vâdesi yeter Deccal meccal o leyleğe ok atar Ordan öte uçar gider leylekler Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.591 |
deccel |
: |
Yaramaz haşarı çocuk. “Deccel meccel bir çocuk.” |
de:cik |
: |
Ağlayan çocukları suturmak için ellerle gözleri kapatıp açarak söylenen söz. |
dedağlı |
: |
Karasabanda boyunduruk mili. |
dede |
: |
Tahtacılarda, ehli beyt soyundan gelen, ilim, irfan ve ahlâk sahibi olup taliplere yol ve erkânı öğreten, onların her türlü derdlerine çare bulup toplum kurallarına uymalarını sağlayan, cemleri yöneten dinî lider. |
dedenin bıyığı oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. DEDENİN BIYIĞI Bu oyun gece ya da gündüz içerde oynanır. Oyuncu sayısı için belli bir sınır yoktur. Oyuncu çocuklar halka biçiminde oturur. Bir ebe seçilir. Ebe eline aldığı peşkirin bir yanını düğümler. Düğümün az gerisinden tutar, hafifçe sallayarak yanındaki çocuğun burnunun önünden geçirerek “dedenin bıyığı pekmeze batmış” der. Bu oyunun kuralı hiç gülmemektir, gülen cezalandırılır. Ebe burnunun önünde peşkir salladığı çocuğu güldürmek için elinden geleni yapar. Gülene peşkirle vurulur. Kaç çocuk varsa ebe hepsine “Dedenin bıyığı pekmeze batmış” der ve oyun sürüp gider. (Aslı Ağcalar, Silifke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Mersin Üni., S.B.E.,TDE., ABD, Mersin, 2009, s. 225) |
dedebeli |
: |
Kamburluk. |
dedekuleti |
: |
Hayvanlar ve insanlar tarafından yenilebilen, yıldız biçiminde, yere yapışık olan bir bitki. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
dedengil |
: |
Meyvesi pıtık gibi bir bitki, bir yabani ot, yabani havuç. |
dedi dedi |
: |
Dedikodu. “Kırat gelir ığır ığır (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
dedikine |
: |
Dedi ki. |
de:cin |
: |
Diyeceksin. |
de:l |
: |
Değil. |
de:m |
: |
Diyeyim. |
de:n |
: |
Diye. |
de:ne |
: |
Bak, gözetle. |
de:nemek |
: |
Bakmak, gözetlemek. |
de:şmek |
: |
Değişmek. |
de:ve |
: |
Dava. |
def |
: |
1. Kumaşın özel adı ve yüzü. 2. Kovma, safdışı etme. “Gamı def, parayı saf etmeli.” (Andırın Atasözü)
Zevkim artar gelir gönlümün şanı Sevdiğim benimle olduğu zaman Def eder giderir gönlümün gamın Yâr gelip yanımda güldüğü zaman Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.523 |
deflikesi gün |
: |
Ertesi gün. |
defrellenmek |
: |
Korkudan titremek. |
defteri dürülmek |
: |
Unutulmak, öldürülmek. |
defter tutmak |
: |
Hesaplamak. “Karac’oğlan donatsalar donumu Dosta doğru dönderseler yönümü Bin yaşasam hesap etsem ölümü Defter tutsam olancası bir gündür” (Karacaoğlan, Saim Sakaoğlu, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 619) |
defterini dürmek |
: |
İşini bitirmek, unutmak. “Kırkı çıkmadan defterini dürdü.” |
deg |
: |
Rahat, uslu. Genellikle durmak fiili ile birlikye kullanılır. Deg durmak. |
degadim |
: |
Devamlı, sürekli, her zaman. |
degel, değel |
: |
Değil. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Değelin değeli değeldir.” |
değ |
: |
Yük. |
değdi pavladı |
: |
Bir işi iğreti tutmak, el ucuyla tutmak, baştan savmak. |
değelcikden değilcikden |
: |
Mahsustan, şakadan, habersizden. |
değenek |
: |
El ıstarlarında dokumanın düzenleyicisidir. “İplikler arasında bir değenek vardır. Bu değeneğin adı kılıçtır.” (Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I, S. 200) |
değerlikli |
: |
1. Sevilen, hatırı sayılan kişi. 2. Kandırılma korkusu olmayan mal. |
değermen |
: |
Değirmen. “Değermen çalışacak, harman sürülecek…. Daha buğday kuyusu da deşilecek de, zehre kuyulamak için hazır edilecek…” (İbrahim Boysal - Dönük (Roman) Cadde Yayınları, İstanbul 2006, I. Baskı)
“Çarşıdan aldım şekeri (Kaynak: Andırın Büveme Köyü’nden Cinnilerden Ahmat Kıvrak Cinne-met) |
değermi |
: |
Kare şeklinde, dört köşe, yuvarlak. |
değip duralaşmak |
: |
Kötülüğü dokunmak, şerri dokunmak. |
değirme |
: |
Başörtüler için kullanılan bir terim. Kare şeklinde demektir. |
değirmence |
: |
El değirmeni. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
değirmi |
: |
1. Yuvarlak. 2. En miktarınca boy belirten ölçü. |
değiş olmak |
: |
Naklolmak, yer değiştirmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
değişik |
: |
Süt toplama sırası, imeceyle yapılan süt işi. |
değlip |
: |
Değirmende döğme döğülen yer. “Değirmen taşlarının arasından püsem püsem saçılan unları arada bir kürekle köşeye toplayan orta boylu kavruk yüzlü Tosçu Musa bir ara durdu, eğilip değlipe baktı.” (İbrahim Boysal - Dönük (Roman) Cadde Yayınları, İstanbul 2006, I. Baskı, S. 7) |
değme |
: |
1. Dokunma, elleme. Karac’oğlan eğmelerin Gönül sevmez değmelerin İliklemiş düğmelerin Çözer Elif Elif deyi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.466 2. Sıradan. Kara kaşın eğmelerin Gönül sevmez değmelerin Kend'elimle düğmelerin Çözsem gerek ahdim vardır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.600 |
değme dal |
: |
Gelişigüzel bir dal, rastgele bir dal. “Od düştüğü yeri yakar Değme dal da gül mü biter Ko dört dilin çok kuş öter Bülbül ünü gelmemiştir” (Karacaoğlan, Saim Sakaoğlu, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 614) |
değme güzel |
: |
Başka güzel, her güzel. “Bülbülün durağı güldür ezelden Vefa gelmez imiş değme güzelden Ağlayı ağlayı çıktım gözlerden Kerem eyle gönül gel vazgelelim” (Karacaoğlan, Saim Sakaoğlu, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 497) |
değme vakıt |
: |
Her zaman, rastgele. |
değme vakit |
: |
Asla, hiçbir zaman. “Değme vakit dost böyl’etmez Aşık olanlara küsmez Senin yolun kimse kesmez Gel geç kadıncağım gel geç” (Karacaoğlan, Saim Sakaoğlu, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 400) |
değmek |
: |
1. Bedel olmak. Nasıl medhedeyim sultânım seni Gürcistan elini değer gözlerin Bir bakışta eylen harab cihanı Cezayir Tunus'u değer gözlerin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.556 2. Etmek, değerini bulmak. Karac’oğlan gördüğünü öğüyor Altun küpe al yanağı döğüyor Bini verdim beş yüz daha değiyor Zalim yokluk kız boynunu büküyor Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.615 |
değna: |
: |
Değneği. |
değnaklemek |
: |
Değnek ile vurmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
değne |
: |
Bak, gözetle. “Ağla Aynı gelin ağla Çık da gediklerden değne Sabah gardaş esger olur Haşlığını çokca eyle” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
değneğe çıkmak |
: |
Cirit oynamaya çıkmak. “Ali, Kenan evlenirken (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
değnek |
: |
Gençlerin oynadığı bir oyun çeşidi, cirit oyunu. |
değnek atlamamak |
: |
Konulan kurala, isteğe uymamak. |
değnek koymak |
: |
Kural, engel koymak. |
değnemek |
: |
Bakmak, temaşa etmek, gözetlemek, gözlemek, seyretmek. “Sal beriden varırken (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
değnetmek |
: |
Baktırmak. “Anayın sözleri batar Hayalın gözümde tüter Boyuna yolunu değnetdin Yeter goç yiğidim yeter” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Yunus Kesme’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Ayse Kesme) |
değri |
: |
Değeri. |
deh |
: |
Atları harekete geçirmek için söylenen söz. |
deh düşmek |
: |
Farkına varmak, dikkat etmek, yaramazlık yapmamak, rahat durmak. |
dehan |
: |
Ağız. “Âşıklar nam ister lebin balından Aç bir kapı göster dehana dilber Sarsam usul boyun emsem lebinden Döner deli gönül şahana dilber” (Karacaoğlan, Saim Sakaoğlu, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 501) |
dehlemek |
: |
Hücum etmek, şahlamak. |
dek |
: |
Yaramaz olmayan, edepsizlik etmeyen, uslu. “Adana’ya Fransız girince Kars’taki Ermeni’nin dek durmayacağı belli. Görelim bakalım hainlerin halini” (İbrahim Boysal - Dönük (Roman) Cadde Yayınları, İstanbul 2006, I. Baskı) |
dek durana depik yok |
: |
Uslu durana kimse ilişmez. “Dek durana depik yok.” |
dek durmak |
: |
Yaramazlık yapmamak, uslu durmak. “Dek dur.” |
dek düşmek |
: |
Bir şeye tam karşılık olarak gelmek, rast gelmek. “Dek düştü gerçekten. Hani derler ya tencere yuvarlandı gapânı buldu diye. Aynen ö:le oldu.” |
dekat |
: |
Güç, dayanma gücü, takat. |
dekdür, dektur |
: |
Tekdir, azar, kötülük. |
deke |
: |
Erkek keçi. |
dekeline dur |
: |
Herkese karışma, dur. |
dekenmek |
: |
Dokunmak. |
dekili |
: |
Kadar. |
dekine |
: |
De ki, söyle ki. |
de:l |
: |
Değil. “Böyük evin âl gımı Ufak gabın çâl gımı Ne duruyon kele hatın Bebek senden dêl gimi” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Çokaklı Ahmet Paşa’nın Oğlu Kemal’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Ayse Gürbüz) “En Büyük Ağadır. (Prof. Dr. Erman Artun, Adana Karatepeli Fıkraları) |
del’ğannı |
: |
Delikanlı. |
delâ |
: |
Deliğe. |
delânlı |
: |
Delikanlı. ”Delânlı gısmı, genç gızdan göŋüllü gerek.” (Karatepeli Atasözü) |
dela:nnı, dela:nni |
: |
Delikanlı. “Dün âşam, Cafer Ağa; it besleyinceye gadar, ışgıya beslemek daha eyi diye laf verip duruyordu. Yan tarafta oturan delânnı biri, Cafer Ağa’ya laf atınca ortalık garıştı. Delânnının dayısı dağda ışgıyaymış meğer. İş böyüdü.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
delbek |
: |
Darbuka, dümbelek. |
delbesek |
: |
Serseri, ahmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
deldakış olmak |
: |
Karmaşık hale gelmek, çözülmesi güç duruma gelmek. |
deldelice |
: |
Kıvrık gagalı, cırnaklı, sığırcıktan biraz büyük, boz renkli, çekirge ve benzeri böceklerle geçinen, oldukça yırtıcı bir kuş, bir tür atmaca. “Sen şahinin bir şahin değil, deldellicedir diye korkuyor, ava gelmiyorsun.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
deleanlı |
: |
Delikanlı. “Sucu Mustafa, Nalbant Abdullah, Derendeli Mustafa. Bir de Galâltı’ndan bir deleanlı.” (İbrahim Boysal - Dönük (Roman) Cadde Yayınları, İstanbul 2006, I. Baskı, S. 149) |
deleanlılık |
: |
Delikanlılık. “Valla Kerim Ağa, deleanlılıkta oluyor işte, nêdersin…” (İbrahim Boysal - Dönük (Roman) Cadde Yayınları, İstanbul 2006, I. Baskı, S. 126) |
deleme |
: |
Topaç, deveme. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Aman Allah’ım o delemenin ilk atılışından sonraki dönüşü, şöyle, meydanda sırtı yere gelmez pehlivan gibi gubara gubara gezişi, bu arada dınnnnnn diye derinden bir ses çıkarışı, sonrada donup kalmış gibi orta yere çakılmış da hiç dönmüyormuş gibi öylece uzun müddet dönüşü; dönmüyor gibi dönüşü; yani uğunması, hiç unutulacak şeylerden midir?” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan III, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
delemek |
: |
Dengesiz davranışlarda bulunmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
delgeçir |
: |
Yelek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
deli |
: |
Genç savaşçı, gözü pek, delikanlı, akıl yönünden fukara. “Çekildi Avşar’ın atlısı bindi Cerid’in üstüne peştemal döndü Göçmüş sırıntılı yurduna kondu Nerde kaldı kolu bağlı deliniz” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul, II. Baskı, 1984 S. 187)
“Deliyi düğüne götürmüşler, bura bizim evden iyi demiş.” Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
deli biber, deli büber |
: |
Acı biber, toz biber. |
deli coflu |
: |
Deli dolu. |
deli deprek/deplek |
: |
1. Yırtık, gür sesli. 2. Delikanlılığın ilk yılları, yerinde durmayan, kontrol edilemeyen. |
deli dolu |
: |
Davranışları ve konuşmaları normalin üstünde coşkulu. On yedide deli dolu Hiç bilmez gittiği yolu Has bahçanın gonca gülü Kız turnada tele benzer Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.596 |
deli farlak |
: |
Çabuk parlayıp sönen, alası dışında, tutarsız. |
deli gazisi |
: |
Bir altın çeşidi. |
deli keş |
: |
Keş, yörede çökeleğe verilen ad olmakla birlikte deli keş ise çökeleğin yapım aşamasında sütünkesilmeyerek sulanmasıyla oluşan katıya yakın çökelek ve lor benzeri yiyecek. Süt kesilmez olur oŋa deriz deli keş deyi. |
deli kız ağıdı |
: |
Durmaksızın yağan yağmur. |
deli melemir gimi, akıllıya hasret kalmak |
: |
Konuşmaları, davranışları ve insanlarla ilişkileri genel kabul görmüş ilkelerin dışında olanlara eleştirel anlamda söylenen bir söz. “Deli melemir gimi, akıllıya hasret kaldık.” |
deli ocağı batasıca |
: |
Birinin dengesiz olduğunu belirterek küçümsemek. |
deli şifan |
: |
Yabani yulaf. |
deli tütün |
: |
Yabani, sert tütün. |
deli vannis |
: |
Aptal tüccar anlamında.. Deli Ohannes’ten geliyor olmalı. Delivannis adını deliye çıkarmış, on meteliğe aldığı kavunu dokuz meteliğe satar ama terazi hilesiyle kar edermiş. Karsız üstelik zararına satış yapana Deli Vannis derler. |
deli yılış |
: |
Olur olmaz şeylere gülen kimse, yılışık. |
delianlı |
: |
Delikanlı. |
delibaş |
: |
Yiğit, cesur. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
delice |
: |
1. Yabani zeytin ağacı. 2. Kıvrık gagalı, cırnaklı, sığırcıktan biraz büyük, boz renkli, çekirge ve benzeri böceklerle geçinen, oldukça yırtıcı bir kuş, bir tür atmaca. “Aşağıda oynayan çocukları seyredercesine tam tepemizde helikopter gibi uzun süre duran delice kuşları vardı.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan II, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) 3. Buğdayın içindeki yabani bir tohum. |
delicesi tutmak |
: |
Zehirlenmek. Bir şey çok yenilip de rahatsız olunca bu deyim kullanılır. Buğdayların içinde delice diye bir ot olur. Bunu yiyen kişi rahatsızlanır. Aynı bunun gibi bozulmuş, acımış undan yapılan ekmeği yiyen kişinin delicesi tutar; başı döner, midesi bulanır, rahatsızlanır. |
delicoş |
: |
Devinimleri coşkulu. |
deligannı |
: |
Delikanlı. |
deliğız |
: |
Küçük kepçe. |
delik |
: |
1. Bekaretini kaybetmiş genç kızın durumu. “Gızıŋız delik çıktı.” 2. Pencere. “Açın deliğin camını Kuş dünesin pecesine Kulağı altın küpeli Aynı gider Hoca’sına” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
delikız |
: |
Büyük ağaç laşık. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
delikli |
: |
Çay süzgeci. |
delikli dam |
: |
Toprak damlarda baca yerine üstten açılmış havalandırma deliği. |
delikli taş bağlamak |
: |
İntihar amacıyla suya atlanırken, kurtulmayı engellemek için vücuduna taş bağlayarak ağırlık etmek. |
delimsek |
: |
Delice davranışları olan. “Karısı, çocukları, onun bu delimsek hallerini hiçbir şey kaçırmadan, gözlerini dört açıp izliyorlardı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
delinmi:şin |
: |
Delinmeyince, delininceye kadar. |
de:lip |
: |
Değirmende yarma çekilen yer. |
delirtmek |
: |
Delirmek. |
dellal |
: |
Satılacak şeyi salan, alıcı ile satıcı arasında vasıta olan kimse. hopörlör görevi yapmak üzere bir haberi bağırarak ötelere duyuran kişi, tellal. Getirin atımı binem Aşkar'a Alem bilir sevdiğim aşikâre Dellâllar çağırtsam günde beş kere Satılmaz kumaşım gözden düşkündür Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.619 |
dellek |
: |
1. Uzun boylu kimse. 2. Sorumsuz, işi gücü ortalığı bulandırmak olan. 3. Çarşı hamamlarında, erkek müşterileri keseleyip, yıkayan erkek, tellak. “Ben ezelden dellek idim Şükür benim bu günüme Dellek gelmiş gider idim Şükür benim bu günüme” (Hacı Ali Özturan, Maraş Ağzı Köroğlu, Ukde Yay. Kahramanmaraş 2009) |
dellel |
: |
Tellal. |
dellenme |
: |
Delilenme, delirme. |
deller |
: |
Derler. “Evinin de önü yollar Yollardan da geçer eller Bir tek oğlumu görüsün Musti İrbehem nerde deller” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Gül Mehmet’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Fatma Boyraz) |
delme |
: |
Gelin elbisesindeki el işi modası, bundan dolayı elbiseye verilen isim. |
delmedakma |
: |
Karşılıklı kız alıp vermeden dolayı oluşan akrabalıklar. Karşılıklı olarak kız kardeşlerle evlenir.Birisi öbürünün hem kaynı hem eniştesi olur. |
delolmak |
: |
Deli olmak. |
dem |
: |
1. Keyif, hoşça vakit geçirme. Karac’oğlan devranım var demim var Yâr yitirdim düşüncem var gamım var Yedi derya içinde bir gemim var Atar m'ola bir kenara sel bizi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.469 2. İçki. Mecliste içerler demi kanyadan Güzel seven murad alır dünyadan Kayseri'den Karaman'dan Konya'dan Aceb gezsem mavi donlum var m'ola Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.386 3. Alkol, kan, nefes, an, zaman. Has bahçadan dersem gonca gülünü N'eyleyim har almış sağ u solunu Hayli demdir bekliyorum yolunu Kalmadı takatim amanın tez gel Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.475 |
dem sürmek |
: |
1. İyi bir zamanı keyifle yaşamak. 2. Vakit geçirmek, eğlenmek. Sarı çiçek sallanıyor naz ile Dem sürerdim on beşinde kız ile Şimdi öksüz kaldım kırık saz ile Ah ettikçe tüter dumanım dağlar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.578 |
dem vurmak |
: |
Bahsetmek. |
dembessek |
: |
İyiyle kötüyü ayırt edemeyen, aptal, ahmak. |
dembeste |
: |
Avanak, bön. “Dembeste gelmiş dembeste gider.” |
dembildek |
: |
Darbuka. “Dembildekçilik yaparak geçimini sağlıyor.” |
dembildüş |
: |
Düşe kalka (yürümek). |
deme |
: |
Gizemsel şiir, deyiş, halk şiiri. “Gülbenkler çekildi. Demeler söylendi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
demek |
: |
Söylemek. “Kime dêcim kele herif; sâ dermiyim heç? Ben şu döle diyom.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan II, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
demeli |
: |
Denilen, bilinen. |
demen |
: |
Demeyin. |
demeyece:n |
: |
Demiyeceksin. “No:ldum demeyece:ŋ, no:laca:m diyece:ŋ.” |
demin |
: |
Az önce. |
demir kale |
: |
Yapılması zor iş. Karac’oğlan düşse yola Hızır yardım etse bile Yâr dediğin demir kale Ya alınır ya alınmaz Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.649 |
demirci kilidi |
: |
Büyük asma kilit. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
demircik / demirçik |
: |
Demir gibi rengi dolayısıyla böyle adlandırılan bir ağaç, semercilikte yan ağacı yapmaya yarayan bir ağaç çeşidi,karacan. “Demircik ağacının dallarından çok iyi çoban değneği yapılırdı.” |
demirdelen |
: |
Oldukça iri solucan türü. |
demişkine |
: |
Demiş ki. “Hacı Kâha demişkine Çık demeye tutmaz dilim Hazim Ağa’m demişkine El evinde olmaz gelin” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
demit |
: |
Bir umarsızlığı anlatan ‘Umudumuz demidimiz kesildi’ ikilemesinin parçası. |
demkös gelmek |
: |
Üstüne eğilmek. |
demlik |
: |
Sürekli, dönmemek üzere. |
demor |
: |
Kumlu ipek. |
demrâ |
: |
Cilt hastalığı. Ocaklarda okunup yazılarak geçtiğine inanılan hastalık. |
demrek |
: |
Ovalarda bulunan tek-tük kayalık. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
demşek |
: |
Hafifmeşrep, şakacı, geveze, boşboğaz, haşarı, laubali hareketleri olan kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
deŋ |
: |
Dersin, söyleyin, deyin. “Abou Pakize mi den, dezzen mi den, Emiş bacım mı den, Elif ablam mı den, süpânallah, nahır gibi gedi:g.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008)
“Selam verip selamını alınca El bağlayıp divanına varınca Gizli sırrım ben de sana verince Korkuyorum kaynanana den gelin” (Celil Çınkır, Andırın Sözlü Kültür Varlıkları Envanter Çalışmaları - I, “Beşbucaklı Aşık Halil”. |
deŋ ha! |
: |
Haydi, acele edin |
dendelek |
: |
Takıntı, söylenti, iftira. |
dene |
: |
1. Tane.Buğdayların her birine “dene” denir. “Tuvalas’da meyva bitdi Meyvesi Bazar’a getdi On beş dene cahal uşak Alo’ğun yoluna getdi” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 2. Bulgur, döğme, yarmanın genel adı. |
denef |
: |
Çadır yanları. |
denek |
: |
Tane. |
denelemek |
: |
Arpayı fazla yiyen küçükbaş hayvan kabız olmak.Hayvanlar için çok yiyip hazmedememek. |
de:nemek |
: |
Bakmak, gözetmek. “Hatice bacın yol dênemiş Cümadan geçer diye, Sana özel çay demlemiş, Ayıcıkla içer diye” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kalp Krizinden Ölen Fatih’in Ağıdı, Ağıdı Yakan: Sıddık Doğan (Kara Müftü)) |
de:nemek |
: |
Yoluna bakmak, yol gözlemek, dikkatlice bakmak. “Kele gelin söylesene Benim gö:nüm eylesene Guzum işinden geliyor Yollarını denesene” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İs Kazasında Ölen Oğula Ağıt, Kaynak Kişi: Esme Palalı) |
deng |
: |
At yahut devenin çuvallar içinde götürebileceği yük. “Akdam köyü yalıları Av ediyor delileri Dengi haral yükü atlas Yornuk gelmiş tülüleri” (Derleyen: İbrahim Davutoğlu, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
dengilmek |
: |
Yaslanmak, yan yatmak, dayanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
deŋsiz |
: |
Yanlış, düzensiz, can havliyle. “Furulan yaralı yatar Hacı golun deŋsiz atar Silaha elinde olsa Duşmanın hepsine yeter” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
deŋişik |
: |
1. İç çamaşırı. 2. Bir şeyi başka bir şey ile değiştirme, takas. “Denişikliğe ne gerek varıdı.” |
deŋişmek |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; değişmek, takas etmek. |
deñiz kızarmadan |
: |
Gün doğmadan. Ḵardeşim sabahıla deñiz ġızarmadan vardık eğitim yerine. |
denk |
: |
1. Hayvanlara yüklenen yükün yana gelen kısımlarından her biri. “Hacılar köyüne de anam basgın oldu Tütünün denkleri de anam yasdığım oldu Zalım gardaşlarım da anam gasdığın oldu Gelin arkadaşlarım gelin yanıma Sebebim o tütünüm basın ganıma” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Vurulan Tütüncülerin Ağıdı, Kaynak Kişi: Hacı Ahmet Temiz)
“Balıklağa’ya akşam arabayla varılır Çağlayanın sesiyle gece kalınır At sırtında denkler erken sarılır Ağır aksak gider yaylaya doğru” (Mustafa Kıreker, (Kösepınarı) Ericek Yaylası İsimli Şiiri, Çukurova’dan Dünya’ya Kadirli Dergisi, Haziran 2008, Sayı: 24) 2. Uygun. “Karac’oğlan der dengi dengine Çuhalar geydirdim çifte benlime Bir bâde doldurdu sundu elime İçtim amma sarhoş olamıyorum” (Karacaoğlan, Saim Sakaoğlu, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 512) 3. Taşıtılmak üzere, döşek, kumaş, yün, pamuk gibi şeylerin sarılıp sımsıkı bağlanmasından sonra meydana gelen kocaman bohça. 4. Tahılın kabuğunu yumuşatmaya ve ayırmaya yarayan değirmen. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
denk etmek |
: |
Eş tutmak, eşit saymak. Amana da deli gönül amana Kalmadı iyi gün devr-i zamana Cevheri de denk ettiler samana Yük masnıtm bulmaz tay olmayınca Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.383 |
denneşmek |
: |
1. Düzelip toparlanmak. 2. Hazırlanmak, toplanmak. |
denneştirmek |
: |
Hazırlanmak, düzelip toparlanmak,devşirmek. |
deŋsinmek |
: |
Önem vermek, saygı göstermek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
deŋsiz |
: |
1. Hareketleri tutarsız, saygısız davranan, geveze. “Gümüşlü gama dakınır Derviş görünce çekinir Deli densiz babamoğlu Atınan sarpa çekilir” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 2. Huysuz, yaramaz. Güzel bell'olur tacından Hiç yük ağlar mı bacından Dünyada densiz ucundan Sefil baykuş verandadır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.604 3. Rahat, kimseye aldırmayan. “Kara cekit gö dolama Bibim gezer densiz densiz Ya nidiyim hatın bibim Aha geldi sakall’ öksüz” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I))
“Densizin devesi çansız öter” (Halil Atılgan,Murtçu Folkloru, Karaisalı Kaymakamlığı Yayınları, 2002, S. 65) |
depbo |
: |
Depo. “Orman depbosuna varmadan sağa döneceksin Ayşepınarı’na gitmek için.” |
depdemek |
: |
Laf olsun diye konuşmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
depdice:zim keçe de emeklerim heçe |
: |
Emeğinin karşılığını alamayanlar der bu sözü. “Depdicêzim keçe de emeklerim heçe.” |
depdürüs olmak |
: |
Çabucak toparlanmak, hazırlanıvermek. “Hemen depdürüs oluverdiniz. Belli ki yokarıda bir çoban davarlarını çevirmek için ıslık vurdu. Şu gedenler gelsin de ona göre… diye gonuştu.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
depe |
: |
Tepe. “Kötü gurşun vermez soluk Depesi de delik delik Vurup tekneni gırarım Sebebim sensin oluk” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
depeden dimağa |
: |
Tepeden tırnağa. |
depediŋgil |
: |
Doruk, zirve, en yüksek yer. “Depedingiline gadar çıktım cevizin.” |
depegolu |
: |
Traktörle pulluk, çapa, gaster gibi tarım aletlerinin yukardan da bağlantısını sağlayan alet. “Depegolunu kontrol etmeden motura binmezdi.” |
depelemek |
: |
Ayakla ezmek. |
depelenti |
: |
Ayakaltı. |
depeli: depeli: |
: |
Tepeliye tepeliye. |
deper otu |
: |
Havuş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
depesi atmak |
: |
İfade edilemeyecek kadar sinirlenmek. “Depemi attırmadan paramı ver lütfen.” |
depesiniŋ tası atmak |
: |
Tahminlerin çok ötesinde sinirlenmek. “Depemin tasını attırdı.” |
depgeç, depki |
: |
Av tüfeklerini temizlerken yün ve paçavra tepmeye, silahı doldururken sıkılamaya yarayan çubuk, harbi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
depgi, deplengi |
: |
1. Tarhana, bulgur pişirirken büyük kazanların içindeki aşı karıştırmak için ağaç kürek. 2. Üzüm ezilen yer. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
depgilemek |
: |
1. Ezmek, yoğurmak, tepelemek. 2. Sokmak, sıkıştırmak. 3. Tarhana için pişirilen dövmenin karıştırılması, ezilmesi. |
depginti |
: |
Üzümün ayakla ezilerek şırasının çıkarıldığı, tabuta benzeyen araç. |
depidivermek |
: |
Çok az pişirmek. |
depik |
: |
Tekme, ayakla vuruş. “Böğrüme bir depik indirdi ki, depik derim ona.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006)
“Mursal Oğlu’m der ki ağalı, bağli Bin atlım geliyor mızrağı tuğlu Sana diyom sana ey İmirza Oglu Debik vurup himlerin sökmem var” (Dadaloğlu, Kaynak: Erhan Çapraz, Fahri Bilge defterlerindeki Kayseri ve Yöresi konulu Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üni., Kayseri 2005) |
depikçisi kuvvetli |
: |
Tahrik edeni fazla. “Onu da gınamamak lazım. Herifçoğlunun depikçisi guvvetli.” |
depiklemek |
: |
Ayakla vurmak, tekme atmak, Atı üzengilemek, ata hızlansın diye üzengiyle ya da ayakla vurmak. |
depiklenmek |
: |
Otururken ani hareket ederek oturduğu yeri darmadağın etmek. |
depimek |
: |
Yufka ekmeğin sacın üzerinde çevrilmesi. “Yufkayı oklavadan saçını üzerine açmasıyla evreaçla depimesi bir olurdu.” |
depinivermek |
: |
Tekme vurmak. |
depinmek |
: |
Çabalamak, uğraşmaya çalışmak, gayretetmek. |
depit |
: |
Kepek, un karışımı ekmek gibi yapılan ve az pişmiş hayvan yiyeceği. |
depitmeç |
: |
Yufka ekmek yaptıktan somra artan hamur uzun kesilerek yapılan yemek,erişte, tutmaç. |
depitmek |
: |
Sacın üzerinde hamuru az pişirmek. |
depki |
: |
Tarhana aşı karıştırmaya yarayan alet. |
deplek |
: |
Darbuka, dümbelek. |
deplengi |
: |
Tarhana, bulgur pişirirken büyük kazanların içindeki aşı karıştırmak için ağaç kürek. |
depme |
: |
1. Tepmek. 2. Fırsatı geri çevirmek. 3. Bakırdan yapılmış tabanı geniş, ağzı dar yağ kabı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
depmik |
: |
Ayak altında çıkan yara. |
depredmek |
: |
Kımıldatmak. |
deprej |
: |
Debriyaj. |
depreleşmek |
: |
Nüksetmek, depreşmek. “Gapımızın önü dutlar Gene depreleşdi dertler Hırıl hırıl gızak çeker Guzumun bindiği atlar” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kaz’a İle Ölen Hacı’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Zülfü Kabalcı) |
deprenmek |
: |
Kımıldanmak. “Açılmış yanakta gülleri şakır Dudaklar deprenir dilleri okur İşittim sesini Mevlâ’ya şükür Öter dertli dertli varsam tutulmaz” (Anonim bir türküden) |
depreşirmek |
: |
İçten içe ortaya çıkma, etkileme. |
depreşmek |
: |
Nüksetmek, içten içe ortaya çıkma, etkileme. |
depreştirmek |
: |
Oynatmak, kımıldatmak. “Gökyüzünde turnam bölüktür bölük Ayrılık elinden ciğerim delik Önü muhabbet de sonu ayrılık Depreştirme eski yaram çok benim” (Karacaoğlan, Saim Sakaoğlu, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 499) |
deprisun |
: |
Depresyon. |
de:r |
: |
Değer. “Özledim oğlum özledim Gelir diyen yol gözledim Dêrini bil Yunus’um Hepsinden çok nazladım” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Yunus Kesme’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Ayse Kesme) |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
dera |
: |
Hastalık, sıkıntı. |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
derbeder |
: |
Akşam ile ikindinin arası. |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
derder |
: |
Komşular arasında kadınların yaptığı eğlence. “İmkanı olsa bütün ömrü derderinen geçirecek alimallah.” |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
derdi günü |
: |
Bütün derdi, bütün isteği. “Köyde… namazı yıl oniki ay kılan yalnız o vardı. Derdi günü hacca gitmekti.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
derdikmek |
: |
Derdi, sıkıntısı acerlenmek. |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
derdim ayı, derim ayı |
: |
Sonbahar. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
derdimend |
: |
Dertli, derdi çok olan kimse. “Padişâhsın bil kendini Çöz güzel göğsün bendini Esirge derdimendini Koçtukça güzel olursun” (Karacaoğlan, Saim Sakaoğlu, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 567) |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
derdin danışmak |
: |
Derdini söyleyip çare araştırmak. |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
deremet |
: |
Hazırlık, sağlama, toplama. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Derende |
: |
Darende. |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Derendeli |
: |
Darendeli. |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
derenin keyi |
: |
Derenin kenarı. |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
déri |
: |
1. (Eskiden) Perşembe. 2. Bir araya gelme, toplanma, panayır, pazar, pazar kurulan gün. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. Osm.) “Perşembe gecesi déri gecesidir.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
deri alığı |
: |
İş görürken giyilen eski elbiseler. |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
dericek |
: |
Derince, derer dermez. “El atıp dericek Hatça’nın gülü Can için sarıcak Ayşa’nın beli İkisi hempalı bir de döndeli Emine’m çok içti kandı pınara” (Karacaoğlan, Saim Sakaoğlu, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 397) |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
derilmek |
: |
Toplanmak, bir araya gelmek. “Bele çıkıncak da Göksün görünür Hep güzeller vatanına derilir. Ancak böyle güzel Avşar’da bulunur. Gergefe nakışın atmadan gitsin” (Celil Çınkır, Andırın Sözlü Kültür Varlıkları Envanter Çalışmaları - I, “Beşbucaklı Aşık Halil”.)
Karac’oğlan der ki gönül yorulur Yâr sevdası bu başıma derilir Aklım yetti kimse kalmaz kırılır Dünyayı ataşa yakar bu gelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.552
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
derimevi |
: |
1. Kafes şeklinde tahtadan yapılan portatif ev, çadır iskeleti. Üstü keçe ve kilimle örtülür. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Büyük ev, ağa evi, büyük çadır. “Yeteri bilin mi yeter İş mi olur bundan beter Ne şöhretli göç göçerdik Bir (de) derimevi tutardık” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
derisi yuka |
: |
Maddi açıdan durumu çok iyi değil. “Derisi yuka ona salma salman.” |
deriünü |
: |
Perşembe günü. “Deriünü çamaşır yıkamayı uğurlu saymazdı nenem.” |
deriye |
: |
Dereye. “Yel eser buraya geliyor Yüce dağların suları Akar da iner deriye İsmailimin kokuları” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İsmail Salan’ In Ağıdı, Kaynak Kişi: Hürü Salan) |
deriye çekmek/çekilmek |
: |
Bazı hastalıkların tedavisi amacıyla, bedenin taze kesilmiş hayvan derisiyle sarılması. |
deriyi tuzlamak |
: |
Ölmek. “Deriyi ramak kaldı tuzlayacaktık.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
derman |
: |
Çare, güç, takat. Karac’oğlan olmuş hasta Vardır diyen derman iste Ecel dedikleri neste Bir gün deyi dey'ağlarım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.491 |
derme |
: |
Devşirme, Toplama. |
dermek |
: |
Deşirmek, toplamak. “Gapıya gazan guruldu Yedi köy ora derildi Düşman başına vermesin İki yiğit bir gömüldü” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Zeynep’ten Amcaoğluna Ağıt, Derleyen: Hasan Batmaz, Kaynak Kişi: Zeynep Safi) |
dermen |
: |
Derman. “Kaçam dedim kaçamadım elinde Yara aldım hem kafamda belimde Gücüm yetmez dermen yoktur elimde Romuk şu bağrıma çöktü neyleyim” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Kırkikilerin Ağıtı, Derleyen: Mustafa Çayıroğlu, Kaynak Kişi: Mehmet ve Rabia Küçük) |
de:rmen |
: |
Değirmen. “Dêrmendere yazıları Ceren govar tazıları Babam deyin gan aglıyor İrbehem’in guzuları” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Avcı İbrahim’in Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Mustafa Balıkçı) |
de:rmen kömbesi |
: |
Tandır böreği. |
de:rmenci |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; değirmenci. |
de:rmeniŋ abarasından aşşâ atsan diri çıkar |
: |
Kurtulması imkansız olarak kabul edilen durumdan kurtulan dayanıklı ve güçlü kimseler için kullanılır. “Dêrmenin abarasından aşşâ atsan diri çıkar.” |
derneşik |
: |
Derli toplu, düzenli, çekidüzen verilmiş. |
dert delisi |
: |
Hastalıktan kurtulamayan. |
dert diyene marat demek |
: |
Bir kimsenin bir olayda alttan almaması olayı daha çok körüklemesi. “Dert diyene marat denmez.” |
derviş |
: |
Bir tarikata bağlı olan kimse. Karac’oğlan der ki okur-yazarım Domurcuk memede kaldı nazarım Hırka geyer derviş gibi gezerim Yâr için abdala uyarım kalan Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.520 |
derya |
: |
1. Uçsuz, bucaksız deniz. Karac’oğlan söyler sözün başarır Aşkın deryasını boydan aşırır Seni bir mecliste hacil düşürür Kötülerle konup göçücü olma Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.389 2. Ana rahmindeki bebeğin geçirdiği evreleri anlatan bir söz. Anamın karnında ben neler gördüm Yedi derya geçtim ummana daldım Dokuz aylık yoldan sefere geldim Bir kapısız hana indirdin beni Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.457 |
deryayı boylamak |
: |
Denize düşmek, mecazen aşkın denizine düşmek. Ben değilim bunu kitap söyleyen İnip aşkın deryasını boylayan Dilini dinleyip gıybet eyleyen Oruç tutup beş vaktini kılmasın Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.558 |
derz |
: |
Duvara vurulan kaba sıva ya da sadece sıva. |
desa:z |
: |
Deseniz. “Bâ desâz ki, gel de şeherde otur; gelmem. Niye dersâz ki, gel de şeherde otur; gelmem. Niye dersâz; inan hocam, köyden şehere getmenin, gelip gene getmenin dadına doyamıyom da ondan.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan III, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
desde |
: |
Biçilmiş ve bir araya getirilmiş ekin vb. tomarı, deste. “Hasda ağ Fadıma’m hasda Gül deşirmiş desde desde Öldürmüşler ağ Fadıma’m Al ganları desde desde” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
desde kıtlığı |
: |
Ürünün hasadına kısa süre kala çekilen yokluk |
desdek |
: |
Destek. “Bir yalan söliyep de; “Gardaş yannışım var mı, haklı de:lmi:m amma?” deyip yalanımıza desdek aramamız incilerimizin başında gelenlerindendi.” (Kadirli Bekereci Köyünden Ekrem, Kaynak: www.bekerecikoyu.com.) |
desden |
: |
Destan. “Bana bir galem getirin Ben bir desden yazıcıyım Elime bir keser verin Ben beşiği bozucuyum” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Miyase’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Süleyman Duman (Çoban Sülo)) |
desdeye kadar |
: |
Ürünün hasadına kadar, arpa biçimi. |
desdima:l |
: |
Mendil. |
dest |
: |
El. “Aşık Halil der de Binboğa yurdun Yayladın yaylayı murada erdin Binbir çiçeklerden destime derdin Yekte mor menekşe biçmeden gitsin” (Celil Çınkır, Andırın Sözlü Kültür Varlıkları Envanter Çalışmaları - I, “Beşbucaklı Aşık Halil”.)
Mestine de Karac’oğlan mestine Dostu olan gül alıyor destine Bir şehir var yılan yağar üstüne Onu yer de geri döner leylekler Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.592 |
destan |
: |
Şiir. Destan olmak: herkesin dilinde dolaşmak. Allah eksik etsin şöyle zalimi Âlemlere destan ettin halımı Niceden bir kâfir etti zulumu Ne oturup ne duracak halım var Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.582 |
deste |
: |
1. Develeri dizmek, sıralamak, katar. 2. Biçilmiş ve bir araya getirilmiş ekin tomarı. “Bu ne zaman olmuş hasta Angara’ya getdi posda Ben bir çift keklik yitirdim Gara bıyık kekil deste” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
deste çekme |
: |
Biçilen ekinleri deste yaparak sırtta ya da kızakla harman yerine kadar getirme. “Yanda yönde deste çekenler, ekin biçen orak makinaları, biçerdöverler var.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
deste katar |
: |
Sıralanmış, arka arkaya dizilmiş deve, at vb. hayvanlar. “Yüklettim yedeğim deste katarım Yüküm kumaş ben alana satarım İki bülbül bir kafeste öterim Konmaz mıyım yeni açmış güle ben” (Karacaoğlan, Saim Sakaoğlu, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 527) |
deste zülüf |
: |
Deste şekline getirilmiş saç. “Bir gün değil beş gün değil yüz gündür Deste zülüf al yanağa düzgündür Melhem almaz yaralarım azgındır Derdimin Lokman’ı gel yavaş yavaş” (Karacaoğlan, Saim Sakaoğlu, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 631) |
desten |
: |
Destan. “Gene dilim destenleri okuyor Yel vurdukça gül terlerim kokuyor Cahan olmuş gözlerimden akıyor Akıtma gözlerini sil ala gözlüm” (Afşin’in Ağıtları, Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Bedevi Böke’nin Ağıdı, Derleyen: Hikmet Böke, Kaynak Kişi: Gülseren-Nuri İlhan) |
destime |
: |
Elime. |
destmal |
: |
İşlenmiş mendil. |
destur |
: |
Müsaade, izin. Ak memeden emdiceğim azıktır Tarama zülfünü gönlüm bozuktur Öksüzüm garibim bana yazıktır Destursuz koynuna giremiyorum Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.511 |
deşilmek |
: |
Kazılmak, eşilmek. Karac’oğlan der ki bu mudur huyum Çekildi barhanam gam yüklü tayım Deşildi kabirim ılıdı suyum Çırpına çırpına sunam da geldi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.439 |
deşirdiğini yitiren abdala dönmek |
: |
Eldeki, avuçtakini yitirmek. |
deşirici, deşirci |
: |
1. Genellikle ekinden geri kalanları derleyip toplayıp evine götüren kimse. “Sabahanan erken duydum Duydum da seytana uydum Desirici Kürt mü sandım Bir çulpaza urfa guydun” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Çokaklı Ahmet Paşa’nın Oğlu Duran’ın Ağıdı, Ağıtı Yakan: Rabia Duman) 2. Dilenci. |
deşirik |
: |
1. Düzenli, tertipli. 2. Toplama. |
déşirikçi |
: |
Dilenci. |
deşirme |
: |
Güz mevsiminde fıstığın yerden sökülüp, köklerindeki meyvelerinin toplanması. |
deşirmek |
: |
1. Dilenmek. 2. Devşirmek. 3. Toplamak, bir araya getirmek, derlemek, devşirmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) “Kardeş aklımı şaşırdı Beni kaynattı bişirdi Sen gelmedin kele güllü Hocalar ıskat deşirdi” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
de:şmek |
: |
1. Yarmak. 2. Yeri eşmek. 3. Bir meseleyi,bir konuyu açığa çıkarma. 4. Değişmek. “Galles fişşek sıkmaz boşa Kamil düşememiş dosa Canı canınan dêşmiş Yaşa da gar’aslannar yaşa” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İnce (Safiye) Memmed’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Mehmet Çığşar) |
deşnemek |
: |
At ve benzeri hayvanların ayağı ile toprağı dövmesi, bu esnada da toprağı kendisine doğru çekmeye çalışması. “Gır at da gapıda kişner Yem yemez de yerin deşner Ağlamıyor Sisl’ığzı Oturmuş da oya işler” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
deşt |
: |
1. Çok büyük leğen. İçinde genellikle hamur yoğrulur, pekmez ve ekşi kaynatılır 2. Çöl. Farsça kökenli bir sözcüktür. |
deşteye |
: |
Susuz ekilen karpuz, kavun gibi meyve ve sebzelerin ekilme biçimine denir. |
deştirmek |
: |
Kazdırmak. |
deştiye |
: |
Susuz tarım arazisi. |
detirgin etmek |
: |
Rahatsız etmek, huzurunu kaçırmak, üzmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
deva:di: |
: |
Deve gediği. |
deva:’mı |
: |
Çocukluktan çıkmış kimse, delikanlı. Deve gibi deyiminden bozma bir sözcük. |
devcelemek |
: |
Yavaşça kaşımak. “Yaramı devceleme. (Kapanmak üzere olan bir konuyu tekrar gündeme getirme, onun üzerinde yoğunlaşma, ortalığı kızıştırma anlamında kullanılmıştır.) |
deve |
: |
Konar göçer Yörüklerin en önemli yük taşıma hayvanı. “Develer cins bakımından üçe ayrılır. Tülü: Erkeğine daylak, dişisine maya, üç yaşında olan yavrularına yelek, bunların burulmuşuna hadım denilir. Boz: erkeğine lök veya kiprinçi, dişisine kayalık veya avrana, üç yaşından küçüğüne köşek, bidi, dorum denilir. Bohur: Yalnızca damızlık olarak kullanılan develerdir. Bu deve eskiden her obada ya da her oymakta bulunmayıp özel adamlar aracılığıyla çadır çadır dolaştırılarak mayalara çekilir ve karşılığında ücret alınırdı. Bohur devesi saçlı ve iki hörgüçlüdür.” (Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I, S. 263)
“Deve giderse boku da gider ya.”Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
deve arayıcısı |
: |
1. İstenmedik zamanda birinin bir şey istemesi. 2. Sofra kuruluyken gelen misafir. “Deve arayıcısı geldi.” |
deve boncu: |
: |
Deve boncuğu, koşum ve eyer takımını süslemede kullanılan deniz kabuklusu. |
deve cüce oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. DEVE, CÜCE Kız ve erkek çocukların birlikte oynadığı bir oyundur. Sayı sınırı yoktur, ne kadar çok kişi olursa o kadar eğlenceli olur. Genelde okullarda oynanan oyunlardandır. Yaşça büyük bir oyuncu yönetici rolünü üstlenir. Amaç şaşırtmacadır. Yöneticinin komutuna uygun olarak oyuncular cüce denildiğinde oturur, deve denildiğinde ayağa kalkarlar. Yönetici üst üste aynı komutu verdiğinde çocuklardan şaşıranlar oyundan çıkar. En sona kalan kazanır. Diğer bir oynama şekli ise “gece-gündüz” şeklindedir. Yönetici “gece” dediğinde herkes başını sıranın üstüne koyar. Yönetici “gündüz” dediğinde herkes başını kaldırır. Şaşıran olursa oyundan çıkar. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s. 211 - 212) |
deve daylağı |
: |
Boyu uzun, aklı kısa kız. |
deve dişi |
: |
İri çekirdekli nar cinsi. |
deve kenli, deve kenni |
: |
Affetmeyen, içinden çok kinli, kötü fikirli, gaddar. |
deve köşşeği |
: |
Deve semeri. |
deve oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir köy seyirlik oyunu. DEVE OYUNU Düğünlerde deve oyunu oynanırdı. İki ya da üç kişiden oluşturulan ve üzerinde bir çul bulunan deve ile bunun bir sahibi vardır. Deve sahibi elindeki sopayla düğüne gelenleri karşılar. Bu arada çeşitli şakalarla bazen devesini döver, bazen gelenleri. Devecinin nükteci kişiliği izleyenlere hoş vakit geçirtir. (Mehmet Ali Yılmaz, Aladağ Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üni. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s. 484) |
develik |
: |
Torosların eteklerinde süpürgelik maki türü çeşidi. “Develiklerin, küçük küçük kırmızı meyveleri olur. Yaprakları zeytin yapraklarına benzer fakat daha açık yeşildir yaprağının rengi. Meyvelerini yemek ekseriyetle kekliklere nasip olmaktadır.” |
deveme |
: |
Topaç. “Koyulur teşte döğme Pişecek kadar köme Buğday suda deveme Cevizinen tarhana Keyif verir insana” (Yaşar Alparslan, Tarhana Destanı, Kaynak: Dört Mevsim Maraş Dergisi, Sayı 2, Erkam Matbaası, İstanbul) |
deveyi ıhtırıp kolan dokumak |
: |
Eldeki bir işi bırakıp başka bir işle uğraşmak. |
devilitesi |
: |
Ertesi gün. |
devinmek |
: |
Kaşınmak, depreşmek, kımıldamak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Karac’oğlan size bakar sevinir Sevinirken kalbi yanar göyünür Kımıldanır hep dertlerim devinir Yas ile sevincim yıkışır dağlar” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
devir sürmek |
: |
Ölen kişinin malını, parasını paylaştırmak. |
devirme |
: |
Topaç. |
devlek, devlik |
: |
İdare, geçim. |
devlet |
: |
Baht, ongunluk, mutluluk, iyi talih. Sabahtan sabaha hümâ kuşunun Vefası yoğ imiş kara kaşının Devleti başında olan kişinin Sevdiceği kendi ile bir olur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.622 |
devlikesi |
: |
Gün, hafta, ay, yıl gibi zamanların bir sonrakini anlatmak için kullanılır. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
devlikesiğün |
: |
Ertesi gün. |
devliki |
: |
Ertesi. |
devlikiün |
: |
Sonraki gün, ertesi gün. “Âşamâca ârir, devlikiün bazara götürürdü ibli:ni.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
devlikü:n |
: |
Ertesi gün. |
devlip |
: |
1. Değirmen taşı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) 2. Döğme döğülen yer. 3. Genellikle su değirmenlerinde bulunan ve döğme yapımında kullanılan araç. “Şorda devlibin önünü süpüren adamdan başka kimse yok. Değirmenci o herhalde.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
devlisi |
: |
Ertesi. “Devlisi gün oluyor, gene varıyor, dilki, dünür daşının üsdüne oturuyor.” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Yukarı Çukurova Masallarında Motif Ve Tip Araştırması) |
devlisi gün |
: |
Ertesi gün. |
devlisü:n |
: |
Bir sonraki gün. “Niise, işde o gün evde gıneyce yapılırdı, bazar günü âşam. O gün gıneyce yapıldı. Devlisikiün garti tohumgavıd gedi: ya, o gederdi.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
devlit |
: |
Değirmen. |
devlükü |
: |
Gün, hafta, ay, yıl gibi zamanların bir sonrakini anlatmak için kullanılır, ertesi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) |
devmek |
: |
Isırmak. |
devran |
: |
1. Dünya, zaman. 2. Devir, çağ. “Deryalarda yüzer gemi Şeker dudağının yemi Süregör devranı demi Devran geçer demedim mi” (Karacaoğlan, Saim Sakaoğlu, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.451 ) |
devran sürmek |
: |
Hoşça vakit geçirmek. “Kulak verdim dört köşeyi dinledim Arkam sıra gıybet eden çoğ imiş Çok yaşayıp mihnet ile ölmeden Az yaşayıp devran sürmek yeğ imiş” (Karacaoğlan, Saim Sakaoğlu, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 633) |
devranın dönmesi |
: |
Talihin dönmesi. “Karac’oğlan der ki devranım döndü Gönlüm yücedeydi engine indi Seherin yelleri şafağın bendi Hani usul boylu sunam gelmedi” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
devre |
: |
Yanlış, başka türlü, düzgün olmayan, kurala uymayan, ters. “Sen buraya devre geldin Vezir odada oturur Ne zengin kadan alayım Tülüsü altın getirir” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I))
“Altında da derviş alı Yeğen devre tutmuş yolu İçerime ataş düstü Veyli yeğenciğim veyli” (Anberoğlu, Kaynak: Erhan Çapraz, Fahri Bilge defterlerindeki Kayseri ve Yöresi konulu Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üni., Kayseri 2005) |
devre bağlamak |
: |
Ters bağlamak. “Sarıldı boynuma ağlama deyi Hotozumu devre bağlama deyi Yalvardı yakardı inleme deyi Teze bir şeftali verdi bir gelin” (Karacaoğlan, Saim Sakaoğlu, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 550) |
devre çalmak |
: |
Aksine dönmek. |
devre gelmek |
: |
Ters gelmek, uymamak, işlerin ters gitmesi.. |
devre yemin etmek |
: |
Bozulması imkansız yemin etmek. |
devre melhem |
: |
Yaraya merhem. yanlış ilaç: |
devrede |
: |
Devirde. |
devrend |
: |
Gezmek, dolaşmak, gezinti yeri. |
devret |
: |
Dik uçurum. |
devretmek |
: |
Gezmek, dolaşmak. “Şaştım hey Allah’ım ben de pek şaştım Devrettim Akdağ’ı Bozok’a düştüm Yozgat’ın üstünde bir ateş seçtim Yanar oylum oylum duman görünür” (Erdoğan Aslıyüce, Çukurova’nın Yıldızı Ceyhan, Ekrem Matbaası, Adana 2008) |
devrikisinde |
: |
Ötekisinde. |
devrilik |
: |
Yıkılmış. “Ben sanıyom tüm ziyaret devrilik Derdiçoğun külü göğe savruluk Kınaman ağalar zordur ayrılık Dönüp ger’ardına bakıp gediyor” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 135 |
devrisi gün |
: |
Bir sonraki gün. |
devriş |
: |
Derviş. |
devrişirek |
: |
Dervişe benzer bir şekilde. |
devruz |
: |
Devre yüz, ters yüz. |
devşirindi |
: |
Devşir artık, devşirsene. Gelinin yüzünde ipek duvaklar Hani adadığın bunca adaklar Sultânî kiraza benzer dudaklar Kirazlar da yetişmiş devşirindi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.417 |
devşirmek |
: |
Deşirmek, dermek, toplamak. |
deyan |
: |
Diye. |
dêycik |
: |
Diyeceğiz. “Ula, şu yüzündâ kemreleri heç mi görmüyon ilâ… âşam babana ne dêycik, ciğerciği azından gelesice hı:” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
deydi |
: |
Değdi. “Gezer babam oğlu gezer Derdini deftere yazar Gözel gözel evler dutdun Söylediler deydi nazar” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Gül Mehmet’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Fatma Boyraz) |
deye: |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; diyor. |
deyelek |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; diyerek. |
deyi |
: |
Diye. “Babıyan bahçası otlu Ben ağlarım dertli dertli Daha bir yanım umutlu Bacım gızı gelir deyi” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Doğumda Ölen Sultan Temiz’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Ayse Temiz (Patlakkızı))
Ağırdır kalkmıyor yükümün tayı Demirdir çekilmez feleğin yayı Aradım cihanı nazlı yâr deyi El içinde olan sözden usandım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.487 |
deyil |
: |
Değil. “Derelerde selbi söğüt Çok verdiler almam öğüt Orda yatan babayiğit Memmed deyil mi gomşular?” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İnc’oğlu Mehmet’in Ağıdı- 2, Kaynak Kişi: Songül Bozdogan (Pinegöz)) |
deyilmez |
: |
Denmez, söylenmez. |
deyim |
: |
Şiir, diyeyim. “Kocamana İri ibriğe güğüm (Kaynak Şahıs: Celil Çınkır, Şair: Hayati Vasfi Taşyürek) |
deyin |
: |
1. Diye. “Çekmem gasefet gavili Sürmedim dünya demini Hatice deyin çağırdım Vermedin hatın sesini” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) 2. Deyince, deseniz. Kaşını yıkmış da yüzün şişirir Samranı samranı manca pişirir Döşeyi yay deyin çulu devşirir Alman köt'avradı hörü de olsa Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.398 |
deyincik |
: |
Değincek, söyleyince. |
deyirmek |
: |
Dokundurmak, değdirmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
deyirmen |
: |
Değirmen. |
deyişat |
: |
1. Rivayet. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) 2. Sözgelişi. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. Özlü söz. “Karaisalı, Pozantı, Tarsus ve kuzeydeki ilçe merkezine yakın köylerde özlü sözlere, atalarsözüne, genelde deyişat denilir.” |
deyişatçı |
: |
Aşık, ozan. |
deyişed |
: |
Nazımla yazılan şiir, türkü, ağıt. |
deyişedci |
: |
Deyiş söyleyen, âşık, şair, ozan. “Âşık deyişetçi buyur ise ne (Kaynak Şahıs: Celil Çınkır, Şair: Hayati Vasfi Taşyürek) |
deyişet, deyşet |
: |
1. Türkü, ağıt. 2. Şiir. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
deyişet kalmak |
: |
Uzun süre unutulmayacak bir iş yapmak. |
deyişetçi |
: |
Halk ozanı, âşık. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) Âşık (deyişetçi), buyur ise (ne) Peki demek için kısa yoldur (he) Kenarı oyalı başörtüsüne Bazan (bürük) bazan (şeş) derler bizde (Hayati Vasfi Taşyürek) |
deyişete göre |
: |
Söylentiye göre. “Deyişete göre hökümet bizim derelere barac yapacâmış.” |
deyişime |
: |
Karşılıklı saz eşliğinde atışma. |
deynak |
: |
Değnek, boynuz. “Yer: Andırın’ın Büveme Köyü: Mustafa'nın ekinine davar girer. Çıkarır, tekrar girer. Tabi ki yorulur gan ter içinde kalır. Ordan geçen biri sorar: Ne oldu böyle yorulmuşsun ? Mustafa: Görmüyon mu şordaları (Davarları gösterir) Eyi bir mahluk olsa Allah onların gafasına iki guru deynak dikmezdi, der.” (Fıkra gibi yaşanmış bir olay) |
deyna:minen |
: |
Değneğimle. |
deynek |
: |
1. Elde taşınabilecek incelikte ve uzunlukta düzgün ağaç, sopa, değnek. “Anavarza at oynağı Gana belenmiş gömleği Nasıl gıydın kör olası Dul garının bir deyneği” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 2. Sopa. 3. Arka, güvenilecek kimse, elinden tutacak kimse. “Aziziye at oynağı Gana belenmiş göyneği Gıyman emmiler gıyman Dul garının bir deyneği” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Eşkıya İken Askerlerce Vurulan Battal’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Ömer Bozkurt) |
deynemek |
: |
Dikkatlice bakmak. “Ankara’ya giden hasta Döndü de deynedi geri Baban, ben ölüyüm diyor Deli kızcağızım deli” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I), S. 257) |
deze |
: |
Annenin kızkardeşi, teyze. |
dezgah |
: |
Tezgah. “Mavrum işde, elde dezgahda dohullardı. Patısga yerine geçer idi.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
dezze |
: |
Annenin kızkardeşi, teyze. “Bibilerden dezzelerden Dertli dertli gezennerden Gara yazı yazannardan Gardaş seni soruyorum” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
dezzığzı |
: |
Teyze kızı. |
dı:dısı |
: |
Çok uzak akrabası. |
dıbık |
: |
1. Kuşları avlamak için bir çeşit yapışkan, tutkal,tuzak, hile, desise. 2. Çepel, bulaşık. “Elim dıbık dıbık oldu.” |
dıbıklamak |
: |
Yapışkan bir sıvıyı bir yere sürmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dıbıllış |
: |
Tebelleş, zoraki yaklaşma. |
dıbırık tutmak |
: |
Telaştan, aceleden ne yapacağını şaşırmak. |
dıbız |
: |
Soğanın orta kısmı. |
dıdırik |
: |
Nazlanan, ekelenen. |
dıgadı |
: |
Her zaman, daima. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dıgmak |
: |
Tıkmak, sokmak, girdirmek. |
dıggat |
: |
Dikkat, tetikte olma, hazır olma. |
dığ |
: |
Koyuver. |
dığa |
: |
Yaban, yolunca gitmeyen, dağlı. |
dığan |
: |
1. Yayvan pilav tenceresi. 2. Kenarlı, derin tepsi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dı:dı:k / dı:dı: |
: |
El işi şeyler örülmesi esnasında her bir mil hareketiyle örüntüyü oluşturma ve oluşturulan birörüntü çeşidi. |
dığdığının dığdığısı |
: |
Çok uzak akrabalığı belirtmek için söylenir. “Dığdığının dığdığısı.” |
dığdık |
: |
Çok uzak. |
dığıl |
: |
Kısa boylu, kısacık, cüce. |
dığrak |
: |
1. Kıvrak, tertipli, iyi giyinmiş, temiz, titiz. “Elimde yok kolumda yok Yapışacak dalım da yok Taşoluğa giden geldi Dığrak atlı delim de yok” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) 2. Güzel, fiyakalı. “Ellerin askeri geldi Şunun anası meledi Al habanı dığrak oğlum Davar yörebi taladı” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) 3. Sıkı. 4. Erken çıkan ve bu yüzden normalden daha zayıf yetişen bakla vs. 5. Canlı, diri. “Bir dığrak atlı yitirdim Hiç gezmedim yazıları Oğlum, kızım yok diyordu Yanında m’ola kuzuları” (Kaynak: İbrahim Davutoğlu, Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
dıhan |
: |
Gürgen ağacı. |
dıhıl |
: |
Dıkıl, içeri gir. “Gıran dıhılasıcalar.” |
dıhılmak |
: |
Dıkılmak, girmek. “Daşbaşoğlu dedi ki: hâşa bacın bacımızdur. Bacıyın hızmetcisini verirsen gederim dedi. Derhal hareket etdi. Maraşın altından dıhıldı. Bagdılar ki bir adam geliyor, terkisinde gırg tene at var: gırhının terkisinde de adam kellesi var diyen gaşdı. Paşiye habar verdiler, paşa gaçamadı. Daşbaşoğlu gapının âzına sandali:yi atdı oturdu, paşa hasırın altına saķlandı.” (Ahmet Caferoğlu, Anadolu Ağzı Derlemeleri, Maraş Bölümü, Kaynak kişi: Tokmaklı’dan Ehmet Kılıç) |
dıhız |
: |
1. Dar, sıkı, tıkız. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Üstüne basılmış sert toprak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) Dıhız toprağa bel hiç geçmez. |
dı:dı |
: |
Uzak akraba. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dık |
: |
Dökmek, koymak. |
dıkgaç |
: |
Büyük deştlerde pişirilenincir reçelini karıştırmak için kullanılan1-1,5 metre boyunda ucu yassı ahşap karıştırıcı. |
dıkı |
: |
Çok dolu. |
dıkık |
: |
Az nemli. “Dıkık.” |
dıkıl |
: |
Gir, saldır. |
dıkıl dıkıl |
: |
Tavukların korktuklarında çıkardıkları ses. |
dıkılma |
: |
Girme, sokulma, tıkılma. “Heç kimse gapıyı dövmeden içeri dıkılmaya galkışmasın arkadaşlar. Burası babanızın çifliği dêl.” |
dıkılmak |
: |
1. Girmek, sokulmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç. Mr. Osm.) “Başı mağaranın tavanına değecek gimiydi. İçeriden Höllüoğlu’nun sesi duyuldu. dıkıl Rustam dedi. Höllüoğlu’na Rüstem demek kolay gelmediği için hep Rustam diye gonuşurdu.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) 2. Tıkılmak. “Ben oyun oynamam deyin Ali’m yürümüş bahçaya Kuluncunu kulaç almaz Şimdi dıkıldı bohçaya” (Derleyen: İbrahim Davutluoğlu, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
dıkım |
: |
1. Lokma. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç. Ada.) 2. Az, azıcık. “Yılan bile dağın toprağını dıkım dıkım yalarmış.” |
dıkıs |
: |
Çok sıkıştırılmış, bastırılmış, dolu, sıkı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dıkız |
: |
1. Islak, nemli toprak, çamur tarla. 2. Tam dolu, taşkın. 3. Sıkışık, dar. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.Osm. İç.) 4. Sürmek için henüz uygun duruma gelmemiş tarla. 5. Çok sıkıştırılmış, sert, verimsiz ve bastırılmış toprak. “Yürüsene bire öküz Tarla mı geliyor dıkız? Bir uğrun yumurta aldım Onuyunan aldım sakız” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) |
dıkızlanmak |
: |
Daralmak, sıkılmak. |
dıkkı |
: |
Lokma. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
dıkmak |
: |
Tıkmak, sokmak, içine sokmak, içeri sokmak. |
dıktırma |
: |
Girdirme. "Daha erken, sığırları içeri dıktırma." |
dıldırmak |
: |
Üstüne vazife olmadığı halde, ev ev, mahalle mahalle dolaşmak. |
dıllı |
: |
Oyun. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dılmışık |
: |
Ilık. |
dımbırdak, dımdırdak |
: |
Davul çalanların kullandığı ince çubut çüvenle vurulan yüzün tersinde tutulan çubuk. |
dımbırtı |
: |
Çalgı. |
dımdızlak |
: |
1. Cascavlak, çırılçıplak, bomboş. 2. Yapayalnız. “Dımdızlak kalacaksın. Sana kuşlar bile selam vermeyecek.” |
dımıdmak |
: |
Hafiften ısıtmak. “Dımıdıver yeter.” |
dımılak |
: |
Ilıkça. |
dımılık |
: |
Tam ılık olmayıp soğuğa yakın hâl, ılıkça. |
dımırdımır |
: |
Yavaş yavaş. |
dımırının çekmesi |
: |
Canının çekmesi. |
dımırtı |
: |
Bitkilere su yürüme zamanı. |
dımışkı (dımışkî) |
: |
1. Bir çeşit üzüm. 2. Büyük tepsi. |
dımıtmak |
: |
1. Uyumak. 2. Isıtmak. 3. Bayıltmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dımla |
: |
Damla. |
dımlık |
: |
ılık, ılıman. |
dımsıdmak |
: |
Hafiften ısıtmak. “Dımsıdıver yeter.” |
dımsık |
: |
Hafiften ısınmış. |
dımsıma |
: |
1. Hafif ısınma. 2. Ağrı ve sancının azalması. |
dımsımak |
: |
Hafiflemek, azalmak. |
dınaz |
: |
Alay. |
dıŋgıl |
: |
Şımarık, patavatsız. |
dıŋgıra |
: |
Tambur, bağlama gibi mızrapla çalınan bütün sazlar. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dıŋgırcaklı |
: |
Geçimsiz. |
dıŋgırcını avlamak |
: |
Bir olayın ayrıntısını öğrenmeye çalışmak. “Dıngırcını avlamazsa gözüne uyku girmez.” |
dıŋgırdamak |
: |
1. Oynamak. 2. Yerinde duramamak. 3. Bağlama çalmak. 4. Mırıldanarak türkü söylemek. 5. Boş boş konuşmak. |
dıŋgırtılık |
: |
Gevezelik. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dıŋgıt |
: |
Saçın traş makinasıyla sıfır numaraya kesilmesi. “Saçını dıngıt ettirmiş.” |
dıŋılayıp getmek |
: |
Çok hızlı gitmek. |
dınnag |
: |
Tırnak. |
dınşlık |
: |
Rahatlık, gönül ferahlığı, huzur. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dıpdıvrak |
: |
Kıskıvrak, kibar, derli toplu. |
dıpdızlak |
: |
1. Cascavlak. 2. Yapayalnız kimse. “Dıpdızlak kalacaksın. Sana kuşlar bile selam vermeyecek.” |
dırahşan |
: |
Süslü. |
dıramında olmak |
: |
İşin tantanasında olmak, işin sonucundan çok heyecanı içişn yapmak. |
dıraz |
: |
Naz. |
dırbıdık tutmak |
: |
Heyecandan yerinde durmamak. |
dırdır |
: |
Dedikodu. |
dırga |
: |
Yarılmış. |
dırga kuşu |
: |
Akarsu kıyısında yarlara yuva yapan, güvercin iriliğinde, çirkin sesli, güzel tüylü, ekin zararlısı böcekleri yediği için yararlı, arıları yediği için de zararlı, eti yenmeyen, göçmen kuşu, urukkuşu, arıkuşu, gökkuzgun da denir. |
dırgıl dırgıl |
: |
Fazla olgunlaşmadan dolayı incir kabuğunun yarılması hali, yarık yarık. “Berkçe değer karakuşun soyası Dırgıl dırgıl olur pestil mayası Ben de oldum derler başı gayası Diline hayranım Çukurova’nın” (Aşık Feymani (Osman Taşkaya)) |
dırıltı |
: |
Boş laf. |
dırımak |
: |
1. Tabaktaki kurumuş yemek bulaşığını vb. kazımak. 2. Toprağın üst kısmını tırmıklahafiften gevşetmek. |
dırınmak |
: |
1. Tabaktaki kurumuş yemek bulaşığı vb. birisi tarafından kazınmak. 2. Toprağın üstkısmı tırmıkla hafiften gevşetilmek. |
dırlamak |
: |
Rahatsız edici konuşmak. |
dırlanmak |
: |
Dırdır etmek. “Sarayın önünde beyaz gül biter Ağana paşana başlarım şimdi Kapının önünde dırlanma yeter Ağana paşana başlarım şimdi” (Hacı Ali Özturan, Maraş Ağzı Köroğlu, Ukde Yay. Kahramanmaraş 2009, S. 27) |
dırmalak |
: |
Dik dağlar üzerine döne döne çıkan yollar. “Haştırın’dan öte Andırın ya da Maraş istikametine giden dırmalaklı yollar yılan gibi kıvrıla kıvrıla giderdi.” |
dırmalamak |
: |
Kayalık yerleri, dik yokuşu emekleyerek çıkmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
dırmanmak |
: |
Tırmanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
dırna:n |
: |
Tırnağın. |
dırnag |
: |
Tırnak, ayak. “Çuha şalvar dırnağında Altın yünsük barnağında Gezdirirdi eşim beni Altınnar’ın örneğinde” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Dağda Ölen Tüccar Mehmet Kayran’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Halil Gök) |
dırnak |
: |
Tırnak. “Emmi sağar baba sağar Bu iş getdi bize ağar Sultan gız biricik idi Bir dırnağı bin gız değer” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993)
“Köyde dırnak uzatırsan pis olur Şehirde dırnak uzatırsan süs olur” (M. Metin Şirikçi, Maraş’ta, Yusufcuk Bas. Yay. Tan. Hiz. Ankara 2001) |
dırnak heli: |
: |
Duvarcıların duvar örerken gereksinim duydukları çok küçük helik, taş parçası. |
dırra |
: |
Gökkuzgun kuşu. Genellikle akarsu kıyılarındaki yarlara yuva yapar ve aşağı yukarı güvercin iriliğinde olup çok çirkin bir sesi vardır. Güzel tüylü, ekinlere zarar veren böcekleri yediği için yaralı ama arıları, uçan böcekleride yiyen, eti yenmez bir kuş, urukkuşu, arıkuşu. |
dırraŋga |
: |
Güvercin büyüklüğünde, papağan renginde, eti yenmeyen bir kuş. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dırtlı |
: |
Çok zayıf. |
dırtmanmak |
: |
Tırmanmak. |
dısdığırak |
: |
1. Hazır bir şekilde, eksiksiz bir şekilde. 2. Oldukça canlı, diri. |
dısdırak |
: |
Dimdik, dosdoğru, yakışıklı. |
dış kapıdan camkirlos |
: |
Çok uzak olan, ilişkisi olmayan yabancı. |
dışa gitmek |
: |
Evliyken başka bir kadınla ilişki kurmak. |
dışamak |
: |
İnek sağımı esnasında yavruyu annesinden ayırmamak, ancak annesini emmesini engellemekiçin ineğin ön ayaklarına bağlama. |
dışarı cemi |
: |
Tahtacılarda, cuma akşamı, bayram akşamı, adak, kurban törenleri gibi bütün taliplerin katılabildiği cem. |
dışarı çıkmak |
: |
Tuvalete gitmek. “Dışarı çıkacağım. Feneri verir misin?” |
dışarılık, dışarlık |
: |
Misafirliğe giderken ya da misafir alındığında giyilen elbise, gezmelik elbise. |
dışarlıklı |
: |
Yabancı, başka memleketli. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dışdıbak |
: |
Dişbudak ağacı. |
dışı kalaylı, içi vayvaylı |
: |
Özüyle sözü bir olmayanlar için kullanılan bir deyimdir. “Dışı kalaylı, içi vayvaylı.” |
dışlığı azmak |
: |
Hoşça vakit geçirememek, hayattan zevk almamak, canı sıkılmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Dışlığım azdı.” |
dışlığı gelmek |
: |
Keyfi yerinde olmak, oyalanacak şeyleri olduğu için canı sıkılmamak. “Sen varken dışlığım geliyor.” |
dışlığı gelmemek |
: |
Oyalanacak birşey bulamamak sıkılmak, içe sinmemek, huzursuz olmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Sen yoksan dışlığım gelmiyor.” |
dışlığı kaçmak |
: |
Ruhu sıkılmak. “Dışlığım kaçtı.” |
dışlık |
: |
1. Rahat, huzur, neşe, iç ferahlığı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. Osm. İç. Ada.) 2. Huzur. Tek başına pek kullanılmaz. “İnsanın oyalanmasını sağlayan şeyler” anlamında “dışlığı gelmemek”, “dışlığı gelmek” gibi sözlerde yer alır. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dışlık a:cı |
: |
Kadın anlamında olup genellikle küçük çocuklarla ve bekârlarla dalga geçmek için söylenen söz. |
dışlık almak |
: |
Huzur bulmak, rahata kavuşmak, hoşça vakit geçirmek. Mutlu olmak, neşelenmek. “Kara yamçı kara başlık Ben de alamıyom dışlık Nerede bir yoklu görse Eline verirdi haşlık” (Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72, S. 262)
“Elli adamınan otursa (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
dışlık etmek |
: |
Vakit geçirmek. |
dışlık gelmiyor |
: |
Vakit geçmiyor. |
dışlık vermemek |
: |
Rahat bırakmamak, tedirgin etmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Ne aksi bir çocuk. Gün dışlık vermiyor.” |
dışlıklı |
: |
Rahat ve hoşça vakit geçiren. “Kanlı işlik, kanlı başlık Yaralım alamaz dışlık Böyleyidi babamoğlu Aptala küreler beşlik” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
dışlıksız |
: |
1. Vakit geçiremeyen, huzursuz. 2. Yerinde durmak bilmeyen, yaramaz, hareketli kimse, çocuk. |
dışlıksız olmak |
: |
Neşesiz olmak. “Dışlıksız olmanın sebebini öğrensem elimden geleni seferber edeceğim.” |
dıvan |
: |
Tava. |
dıvrag |
: |
Kibar. |
dıvragca |
: |
Kibarca. |
dıvrak |
: |
Çevik, canlı, kıvrak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dıvramak |
: |
Gömlek kollarını yahut pantolon paçasını katlamak, sığamak. |
dıyrak |
: |
Tertipli, düzgün, şık. |
dızıkmak |
: |
Koşmak, kaçmak, seyirtmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dızmana |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; bir tür hamur işi yemek. |
dızmık |
: |
Kılıfı ile birlikte tohum. |
dızmır |
: |
Uyumsuzluk, cingar çıkarma. |
di: |
: |
Diye. |
di:mek |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; değmek. |
di:nce |
: |
Deyince. |
di:nemeg |
: |
Dinlemek |
di:nenmeg |
: |
Dinlenmek |
di:ni |
: |
Diye. |
di ya |
: |
Aha orada, ötede. "Diya şurada duruyor." |
dia mı |
: |
Değil mi? “Ö:le bir sessiz müssüz bir gız dia mı?” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
dial |
: |
Değil. “Torbônu dial ıdı. Ü:düllerdi. Bilir idim ben. Rahmedlig babam bûdey götürür üdü, ü:dürdü.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
dialıg |
: |
Değiliz. “Hadi dü:n edeg di:şin, ha:, biz şindi dü:n edeceg durumda dialıg. Biz bişey düşinmi:g falan demişler.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
dialısa |
: |
Değilse. “Heç dialısa anasını versiyedin.” |
dib |
: |
1. En yakın. 2. Kıç, kadınlarda cinsiyet organı. |
diba: |
: |
Değerli bir kumaş. |
diba:ce |
: |
İşin iç yüzü, derinliği. |
dibe: mi yandın |
: |
Çok aceleci davrananları eleştirmek için kullanılan bir deyimdir. “Derdin ne sabah sabah. Dibê mi yandın?” |
dibedilik |
: |
Büsbütün, tamamen. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dibek |
: |
Büyük taş, havan, soku, tahıl gibi maddeleri öğütmeye yarayan içi oyuk alet, havan. |
dibekdaşı |
: |
Buğdayı dövmeye yarayan içi oyulmuş kaya parçası. |
dibıllış |
: |
Zoraki, gönülsüz yaklaşma. |
dibi, dibine |
: |
Yeryüzü, zemin, toprak seviyesi, aşağı taraf. |
dibildemek |
: |
Çabalamak, ağır ağır çalışmak. |
dibine yakma aş |
: |
Domatesli bulgur pilavı. |
dibiyak |
: |
Biraz evvel, demin. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dibiz |
: |
Kuru soğan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
didar |
: |
Yüz, çehre, yüz güzelliği. Muradıma ermeyeyim Hak dîdârın görmeyeyim Gonca gülün dermeyeyim Ölünce sevmezsem seni Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.460 |
diddiri |
: |
Yarı deli, ne yapacağını bilmez kişi. |
dide |
: |
Göz. Şu yalan dünyaya geldim geleli Daha ne gelecek başıma benim Eğer sevdiceğim benim olmazsa Bakın şu didemin yaşına benim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.499 |
didek |
: |
Gaga. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dı:dı |
: |
Çok uzak akraba. |
dı:dısı |
: |
Çok uzaktan olan akrabası. |
dı:dışının dı:dısı |
: |
Çok uzaktan dolambaçlı durumlar için söylenen söz. |
didiki |
: |
Küçük kazma. “Didikiyinen kazı ver şu almanın kökünü.” |
didişmek |
: |
Kavga etmek. |
didittirmek |
: |
1. Bir hortum, boru veya delikten su ya da sıvı şeyleri akıtmak, fışkırtmak. 2. Erkek çocuğun ayakta işemesi. |
diftirik |
: |
Nerede, ne zaman, nasıl davranacağını bilmeyen kişi. |
digadim |
: |
Devamlı. |
digce |
: |
Dike yakın, az eğilmiş. |
digme |
: |
1. Çakma. 2. Toprağa dikmeye hazır halde ağaç, fidan. |
digrak |
: |
Sıkı. |
diğ diğ akmak |
: |
Özellikle su veya kan için ya da akışkan maddelerin akma biçimi. |
diğdir |
: |
Çabuk, hareketli. |
diğdirmek, diğdirtmek |
: |
1. (Erkek) Ayakta işemek. 2. (Sıvı) Hızla fışkırmak. |
diğnek |
: |
İstirahat, mola, ara. |
diğnemek |
: |
1. Dinlemek, gözetlemek anlamında da kullanılmaktadır. “Asger Ali söğler bunu Bilmem kimler diğner bunu Gayseri’de yatıyorum Hasdanada yatıyorum Hal hatirim kimler sorar” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 2. Bakmak “Gardaşımın gonağından Diğnesen Cahan görünür Tez gel babam oğlu tez gel Gelinin ele yerinir” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
diğrek |
: |
Erken çıkan ve bu yüzden normalden daha zayıf yetişen bakla vs. |
diğren |
: |
1. Zayıf, uzun, cılız. 2. Harmanı karıştırmak için iki parmaklı tarım aleti. |
diğrenmek |
: |
Bilhassa pörsümüş sebzelerin su serpilerek tekrar tazeliğini kazanması. |
diğsikleme |
: |
Saklanarak izleme. “Diğsiklemesem inanmayacağım Alicengiz oyunlarına.” |
diha |
: |
İşte, aha, orada. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Karşı durdum diha nazlım geliyor Ciğerimi delik delik deliyor Dayanmaz yüreğim, aklım alıyor Derdiçoğa karşı çıkışın gözel” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 112 |
dihancık |
: |
Aha, bak orada. |
di:diddirmek |
: |
Çocuğa idrarını yaptırmak. |
di:l |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; değil. |
di:nemek |
: |
1. Dinlemek, söz dinlemek. “Söndürsene lan cuvarayı!... Seni anan Gadir Gecesi mi dôrdu ki di:nemiyon?” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) 2. Bakmak. |
di:ni |
: |
Diye. |
dik alânın danıskası |
: |
Tam hakikat, hakikatın ta kendisi. “Dik âlânın daniskası.” |
dike |
: |
İğne. |
dikeç |
: |
1. Süven, kazık. 2. Çitler, asma ve benzeri için kullanılan ağaç çubuk, kazıklar, dimdik. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Yolda dikili dikeçler Ben akıttım ganlı yaşlar Ben Ali’mi gayıp etdim Habar verin arkadaşlar” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008)
“Hartlap’ın odunu, makbul tutulmaz Kesmeye meşeye hiç sözüm olmaz Ardıçın dikeci şimdi bulunmaz Andızın neslini tüketmiş yaylam” (Mustafa Kıreker, (Kösepınarı) Ericek Yaylası İsimli Şiiri, Çukurova’dan Dünya’ya Kadirli Dergisi, Haziran 2008, Sayı: 24) |
dikelmek |
: |
1. Ayakta durmak, ayağa kalkmak, dik durmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Kafa tutmak, karşı gelmek. |
diken hasbiri |
: |
Kavurga yaparken kullanılan bir tahıl. bizde” |
diken kuşu |
: |
Saka. |
dikerlemek |
: |
Diklenmek, sert davranmak. |
dike:ykeydi |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; dikerken. |
dikez |
: |
Kazık. |
dikgat |
: |
Dikkat. |
dikgelek |
: |
Ne işe yaradığı bilinmez bir şekilde ayakta duran kişi veya nesne. |
dikgeç |
: |
Çitteki diklemesine çakılmış ağaçlar. |
diki |
: |
1. Pamuk ipliği. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Parça. 3. Kuş başı doğranan etlerin her bir parçası. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
diki diki yapmak |
: |
Parça parça etmek. “Diki diki yaparım.” |
dikicik |
: |
Küçük kuşbaşı, yalnız, tek başına. |
dikim |
: |
1. Dikiş. 2. Bir lokma, bir sıkım. |
dikin dikmek |
: |
Dikiş dikmek. |
dikine yukarı gitmek |
: |
İnatlaşmak. |
dikinmek |
: |
(Elbise) Dikmek, diktirmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) İki takım elbise dikindim. |
dikirak |
: |
Az dik, dikçe. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
dikke |
: |
|
dikki |
: |
Kızakların yanlarına korkuluk gibi konulan tahtalar. 1. Fidan, yeni dikilmiş fidan. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dikleşme |
: |
Sertleşme. |
dikme |
: |
Çakma. |
dikmen |
: |
Uzamakta olan. Yeni yetme, çocuklukla gençlik arası, sivrice yer, tepe. |
dikticeğim |
: |
Diktiğim (Ağaç, vb.). “Elim ile dikticeğim söğüdü Öğüdü başıma versem ne idi Kınamazlar güzel seven yiğidi Güzel sevmek koçyiğide ar değil” (Karacaoğlan, Saim Sakaoğlu, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.478 ) |
diktirem |
: |
Diktireyim. Bir düğme diktirem göğsün ağ ise Etrafı da lâle sümbül bağ ise Eğer güzel bende gönlün yoğ ise Benim işim minnet ite zor değil Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.479 |
dil |
: |
1. Anahtar, açkı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Gönül. Karac’oğlan berkçe yapış sen dalda Ben seni severim ta can ü dilde Yüzlerin portakal irengin gülde Dünyada bulunmaz döşün sürmeli Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.445 |
dil diba: / dibeği |
: |
1. Çok konuşan. 2. Tatlı dili ile herkesi kandıran. “O ne dilli dibek o.” |
dila: |
: |
Dileği. “Evlerinin önü cilâ Hak’dan diledik dilâ Emine Iraz’ı gaçırınca Gayını çekdi kürâ” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
dila:ni |
: |
Dileğini. “Bunnar gede gede, geldiler oğlanın yatdığı hapishanenin içine dıkıldılar, yünsüğü oğlana verdiler. Oğlan yünsüğü yaladı, o iki arap çıkdı: - Dile dilâni dedi, oğlana.” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Yukarı Çukurova Masallarında Motif Ve Tip Araştırması) |
dilbant |
: |
Bayanların kullandığı ince başörtüsü, tülbent. “Sabahınan gelmiş suya Dilbantında yeşil oya Gezmedin mi doya doya? Söylesene Zekiye gelin” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kuyuya Düşüp Ölen Zekiye’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Fatma Temiz) |
dilbat |
: |
Tülbent başörtüsü. |
dilbaz |
: |
Güzel konuşan. |
dilbent |
: |
Tülbent, başörtüsü. “Düşmüş hastane dibine Dilbenti örttüm yüzüme Niye söylemiyon bacım Küstün mü bir tek kızına” (Afşin’in Ağıtları, Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Elif’in Ağıdı, Derleyen: Elif Kavak, Kaynak Kişi: Zekeriya Gürses) |
dilber |
: |
Gönül alıcı güzel. Âşıklar nam ister lebin balından Aç bir kapı göster dehana dilber Sarsam usul boyun emsem lebinden Döner deli gönül şahana dilber Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.584 |
dilbesek |
: |
Çok konuşan. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dilbunu |
: |
Dil ile yapılan nazar. |
dilcik |
: |
Küçük dil. |
dilçek |
: |
Kilit dili. |
dildar |
: |
Gönül alan sevgili. |
dilden komak |
: |
Dili ile söylememek, anmamak. “Fikirli fikirli anar yâr beni Gayet sever ama dilden kor beni Hüsnü güzel ama aslı Ermeni Ak ellere elvan kına yakınmış” (Karacaoğlan, Saim Sakaoğlu, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 632) |
dildibeği,dildibak |
: |
Çenesi düşük, çok konuşan. |
dile düşmek |
: |
Kötü nam salmak. Bir yiğit düşmesin elin diline Söyleyi söyleyi destan ederler Nice yavuz olsa yiğidin adı Anı gurbet ele mihman ederler Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.592 |
dile ta:bire sı:mamak |
: |
Çok özel olmak. |
dilemek |
: |
1. Bağlamak. 2. Evlenmek için kızı ailesinden istemek. 3. Aramak. 4. Kesmek, 5. Dilemek. 6. İstemek. Yorġanı şȫyle düreriz bu sefer ucunu dileriz. |
dilekten çekmek |
: |
Dilekte bulunmaktan vazgeçmek. “N’oldu nazlı yâre ben de bilemem Yâr beni ağlattı her dem gülemem Her olur olmazdan dilek dilemem Çok şükür dilimi dilekten çektim” (Karacaoğlan, Saim Sakaoğlu, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 503) |
dilencilik belleddim sana, gapı bırakmadın bana |
: |
Ustasının yanında kısa bir süre çalıştıktan ve mesleğin inceliklerini tam olarak öğrenmeden kendine iş yeri açan ve ustasının ekmeğine mani olacak hareketlere girişen çıraklara ustasının söylediği bir deyim. “Dilencilik belleddim sana, gapı bırakmadın bana.” |
dilencilik meslek oluk, gıymatını bilmez her yoluk |
: |
Dilencilik meslek olarak yapılmakta olup bu meslekten de iyi para kazanılmaktadır. Bunu anlatan enfes bir Maraş deyimi. “Dilencilik meslek oluk, gıymatını bilmez her yoluk.” |
dilgen |
: |
İki çatallı, eğrice, harman için kullanılan alet, ağaç tırmık. |
dili belası |
: |
İleri geri konuşmaların başa dert açması. Ben bir yiğit idim kendi halımda Bana olan bir kanlı zalımdan oldu Bir yiğit ne bulursa dili belâsı Ben bilirim bana dilimden oldu Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.638 |
dili boğazına akmak |
: |
1. Söyleyecek söz bulamamak, konuşamamak. 2. Korkudan konuşamamak. |
dili çalık |
: |
Konuşması bozuk, peltek konuşan. |
dili güllü |
: |
İki yüzlü. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
dili kalmamak |
: |
Söz söyleyecek takati kalmamak. Bakın hey ağalar benim halıma Değirmenler döner çeşmim seline İnanmayın el kızının diline Hoş geldin demeye dilim kalmamış Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.631 |
dili sulu, meme: kör |
: |
Bir konuda yardım etmesi beklenen bir kimsenin o konu hakkında güzel konuşmalar yapması fakat iş icraata gelince kendisinden beklenen maddi ve manevi yardımı yapmaması. “Ünal ağabeyi yirmi yıldır tanırım. Ona fazla bel bağlamayın dernekçilikte. Onun dili sulu, memê kördür.” |
dilicek heybesi |
: |
Bir çeşit heybe. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dilicek pancarı |
: |
Tirşik yapılan pancarın küçüğünü andıran bir bitki. Bu pancardan tirşik yapılsa da çok ekşidiğinden tercih edilmiyor. |
diline dolak etmek |
: |
Bir şeyi çok sık söylemek. |
dilik |
: |
1. Kesik, yarık. 2. Dilim. “Doktor geldi yarıcılar Kurşunu da bulucular Kader Kara Ali’yi Dilik dilik diliciler” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Ağaların Rıfat Ağa’nın oğlu Alinin Ağıdı, Derleyen: Ömer Faruk Dikici) |
dilimde virdim |
: |
Dilimden düşürmediğim, durmadan tekrar ettiğim. “Dadaloğlum der ki; yürekte derdim Güzeli methetmek dilimde virdim Gözümde tütüyor otağım yurdum Yürekte yaralar sızlayıp gider” (Haşim Nezihi Okay, Köroğlu ve Dadaloğlu, May Yay., 1970) |
diline dolak etmek |
: |
Bir şeyi çok sık söylemek. “Diline dolak etmişsin.” |
diline pelesenk olmak |
: |
Bir şeyi diline dolamak, o şeyi boyuna söyleyip durmak. “Son yıllarda diline pelesenk etmişti: Karacan gelecek. Ben ölmeden onun yüzünü göreceğim.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
dilki |
: |
Tilki. “Bir gün, bir ayinen, bir dilki arkadaş olmuşlar. Bunnar gece yerler gündüz yatarlarımış.” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Yukarı Çukurova Masallarında Motif Ve Tip Araştırması) |
dilki mevlidi |
: |
Metninde soytarılık, hicviye ve gevezelik bulunan şiirleştirilmiş hikayelere denilir. “Köroğlu hikayesi olmaktan çıkmış dilki mevlidine dönmüş.” |
dilki şafa: |
: |
Günün çok erken saatleri. “Önünde eşşê omzunda tahrası dilki şafânda ormana gediyordu.” |
dilkiye tavık güden mi demişler, ne dediniz de dutmadım demiş |
: |
Haram helal ayrımı yapmadan başkalarının hakkını çekinmeden yiyen insanlara bir emanet bırakıldığında yapılan işin ne kadar yanlış olduğunu anlatan çok güzel bir deyim. “Dilkiye tavık güden mi demişler, ne dediniz de dutmadım demiş.” |
dilkmek |
: |
Dikmek, bağlamak. Dilkmėḵ yanı biribirine bağlama. |
dillemek |
: |
(Kapıyı) Kilitlemek. |
dillenmek |
: |
(Çocuk) Konuşmaya başlamak. |
dillere destan olmak |
: |
1. Dele düşmek, herkesin dilinde dolaşmak. Geze geze şu bağrımı pişirdim Dost bağına yavru şahan uçurdum Nice fırsat düştü ele kaçırdım Benim halım dillere destan olur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.624 2. Ünü her yerde duyulur olmak. Karac’oğlan eydür dillere destan Tımarsız olur mu bağ ile bostan Vatan diken olmuş yad el gülistan Sılam seni terk edeyim bir zaman Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.522 |
dilli |
: |
Konuşkan, dilbaz. “Dilli Sar’Ehmedim dilli (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
dilli defter |
: |
Alacakları, verecekleri günü gününe kayıt altına alma ve bunları bir deftere yazma. “Ben ne desem boş, dilli defter gallede.” |
dilli dibek |
: |
Konuşkan küçük çocuklar için kullanılan bir deyim.Tatlı dili ile herkesi kandırmak. “Ne dilli dibektir O var ya O.” |
dilligli |
: |
Dirlikli. |
dilligsiz, dilliksiz |
: |
Geçimsiz, huysuz, dirliksiz. |
dilling |
: |
Çok konuşan, şerli. |
dilme |
: |
Beş on, kabaca biçilmiş kereste, dört köşe kesilmiş ağaç. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dilmek |
: |
Uzunlamasına bölerek ayırmak, yarmak, parçalamak. |
dilmit, dimnit |
: |
Erken olgunlaşan bir çeşit siyah üzüm, dimnit. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dimdirek |
: |
Dosdoğru. “Taksiye binmek istiyorsan dimdirek yukarıya kadar çıkacaksın.” |
dimdurmak |
: |
Dik durmak, diklemesine durmak, yeni yürümeye heveslenen çocuğun bir yerden tutunmadan ayakları üzerine durması. |
dimek |
: |
Demek, söylemek. |
dimi |
: |
Çizgili Kayseri keteni. |
din İslam |
: |
İslam dini. Gittiğimiz yollar din İslâm yolu Evveli Muhammed âhırı Ali Üç yüz altmış birdir selvinin dalı Dallarında biten iki gül nedir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.604
Ali din uğruna bayrağın açtı Din İslâm askerin ayırdı geçti Seksen bin peygamber dünyadan göçtü Muhammet Medine'de Mehdi yoldadır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.597 |
din kurup mezhep çıkarmak |
: |
Yeni icatlar çıkarmak. Farklı fikirler savunmak.
|
dinde yayan imanda piyade |
: |
İnanç yönünden zayıf olanları anlatan bir deyim. “Dinde yayan, imanda piyada.” |
dine |
: |
Dur. Bak. |
dine:ri |
: |
İskambilde karo gurubu. |
dinek |
: |
Tünek, in. “Çardaktan yüce gonağı Sağılır elli ineği Gözün körler olsun Çolak Yeni dağıttın dineği” (Derleyen: Fadime Üzümcü, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
diŋelen tutmak |
: |
Bitkilerin durduğu yerde kurumasına yol açan hastalığa maruz kalmak. “Dinelen tutmuş.” |
diŋelmek |
: |
Oturmaktayken ayağa kalkmak, ayakta durmak, dik durmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.). “Bebek durmaz dinelirim Aklım ermez yanılırım Güçücükten acı gördüm Ağlamasam bunalırım” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
diŋeltmek |
: |
Ayakta tutmak. |
diŋgama |
: |
Ağız dalaşı. |
diŋgamacı |
: |
Kavgacı, geçimsiz. “Dingamacı. Dikkat etmek gerekir ona.” |
diŋgeç |
: |
Soytarı, maskaralık yapan. |
diŋgi |
: |
Ağacın en yüksek noktası. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
diŋgil |
: |
1. Ağaçların en yüksek yeri, en yüksek yer, doruk, tepe. 2. Değirmen. “Selvi seni kör ederim Haydi dingile gidelim Kafasını top götüren Mehmet’i kurban ederim” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) 3. Araçlarda tekerlekleri birleştiren parça, argoda dönek ve tutarsız insanları tanımlamak için kullanılan bir deyim. |
diŋgil depesi |
: |
En uç noktası. “Dingil depesinde üç ceviz galmış.” |
diŋgil oyunu |
: |
Dingil kuşunu yakalama oyunu. Yanı diñgil kuşlar var ya uçan ġıvraktır tutamazsın işte o oyun. |
diŋgil yeri |
: |
Bekleme yeri. |
diŋgildek |
: |
1. Oynayıp duran, hareket eden, oynayan. 2. (Kadın, kız için) yaşına uygun düşmeyen hafiflikler, şımarıklıklar, delişmenlikler yapan kimse, hoppa. |
diŋgildemek |
: |
Kımıl kımıl etmek, sağa sola sallanmak, kımıldamak, oynamak. |
diŋgildetmek |
: |
(Bir şeyi) Kımıldatmak, titretmek. |
diŋgili kuşu |
: |
Başı takkeli kışı ılık yerlerde geçiren gri renkli bir kuş. |
diŋgili beçik .ötü açık |
: |
Kuralsız, dayanağı olmayan. |
diŋgilpöçük |
: |
Ağacın en yüksek noktası. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
diŋgiş |
: |
1. Boynuzları dik çıkan öküz, inek, keçi vb. hayvan. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Sallana sallana, yavaş yavaş. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. Uzun ve zayıf kimse. |
dini çürük |
: |
Güvenilmez. |
dini gücük |
: |
İmanı zayıf. |
diniz |
: |
Sessiz, durgun, sakin. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
dini bütün |
: |
İmanlı, dinin gereklerini yerine getiren kimse. |
dinibir |
: |
İslam. “Ben bostana indiyidim Kaysılar olmuş çağala Dinibir uğruna gitti Allah işini onara” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) |
dinineçe doldurmak |
: |
Tamamen, hiç boşluk ve yer bırakmadan doldurmak. |
dinini yıkmak |
: |
Yalan söylemek. “Üç kuruşluk menfaat için dinini yıkma.” |
diniyele |
: |
Dinle hele, etrafa bir bak hele. |
diŋiz |
: |
Durmak, sessiz sakin. |
dink |
: |
Tahılın kabuğunu yumuşatarak ayıklamaya yarayan değirmen. |
diŋmek |
: |
1. Yağmurun durması. 2. (Ağrı, sızı vb.) Hafiflemek. |
dinnek |
: |
Birlik, dernek, kurul, toplantı. |
dinnemek |
: |
1. Bölgemiz göçmen ağzında; dinlemek. 2. Sözünü tutmak. “Onun güçcüğü oğlum Ahmet Sonunuz olsun selamet Anneniz de size emanet Dinnen onu yavrılarım” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993)
”Ulunuŋ sözünü dinnemiyen, uluyup galmış.” |
dinneyiŋ |
: |
Dinleyin. |
dinsek |
: |
Sessiz, gürültüsüz dinlenme yeri. |
diŋsik |
: |
Kuytu, sote yer. |
dip |
: |
Taban. |
dipcik |
: |
1. Tüfeklerin kundak kısmı. 2. Evlerin en dip odası. 3. Çocuk oyunlarında en sondan bir öncesi. |
dipcin |
: |
1. Bir ağacın gövdesi. 2. Büyük çuval, büyük torba. |
dipçin |
: |
(Ekinler için) Çok sık, iç içe girmiş. “Ekinler dipçin gibi bitmiş.” |
dipdem |
: |
En başından, dibinden. |
dipi |
: |
Sağlam. “Dipi mi dipi. Turp gibi maşallah.” |
dipili düşmek |
: |
Aniden ortaya çıkmak. “Mestan beş yıldır kayıptı. Dün akşamüstü dipili düştü.” |
dipli köşeli olmak |
: |
Malına çok bağlı olmak ve onu herkese vermekten çekinmek. “Dipli köşeli olmuş. Eskiden böyle değildi. Belli ki hanımının sözüne uymuş.” |
diplik |
: |
Bir kapalı alanın en içerdeki köşesi. |
dipsiz ambar boş külek |
: |
Maddi yönden oldukça güçlü olunan bir evde ya da iş yerinde savruk davranılması neticesinde ortaya çıkan durumu bundan iyi anlatan bir deyim olamaz herhalde. “Dipsiz ambar, külek boş.” |
dira: |
: |
Direği. “Ev dirâ getdi elden Melek sima Sefer Hocam Koydu halkı fırgat gamda Melek sima sefer hocam” Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Sefer Hoca’nın Ağıtı, Derleyen: Ergün Küçük, Kaynak Kişi: Ali Yalçın) |
dira:n |
: |
Direğin. |
dira:yetli |
: |
Sözünü geçiren. |
dirdibik tutturmak |
: |
Birisini sıkıştırmak. Ne yapacağını şaşırtmak, şaşkına çevirmek. |
dire: |
: |
Direği. “Elime aldım küre: Yıkıldı damımın dire: Yanı sıra verin bardak Yangın eşimin yüre:” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Koca Durmuş’un Ağıdı, Kaynak Kişi: Nadire Erkek) |
diregson |
: |
Direksiyon. “Diregson almış eline Dönderememiş yoluna Kuzum sende mi gittin? Allah’ın güzel yoluna” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Trafik Kazasında Ölen Zübeyir Temiz’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Kara Sultan Temiz) |
direkson |
: |
Direksiyon. “Ecel geldi direksonu çevirdi Yumdu gözlerimi beni devirdi Genç yaşımda nişanlımdan ayırdı Kader böyle imiş ağlama ana” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, İzzet’in Ağıtı, Derleyen: Erdal Küçük, Kaynak Kişi: Ahmet Küçük) |
direm |
: |
Dirhem. |
diremince |
: |
Herhangi bir şeyin tam olarak oturması. “Diremi diremince uydu buraya. Daha ilk denemede cuk diye oturdu yerine.” |
diremit |
: |
Dinamit. |
dirence |
: |
Manile, kol demiri. |
dirgemek |
: |
Kendi isteğinden çıkarıp Allah'a havale etmek, göndermek. |
dirgen |
: |
1. Çatal. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Ekin saplarını toplamaya, yaymaya yarayan, uzunca saplı ve ucu çatallı tarım aracı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Dirgeni yiyen sıpa bir daha gelmez sapa.” (Halil Atılgan, Murtçu Folkloru, Karaisalı Kaymakamlığı Yayınları, 2002)
“Evimizin ardı darı Akşamdan ederler şoru Gıza yenge binilir mi Dirgen g.tlü Çengel Hürü” (Kaynak: Hürü Köse, Andırın Büveme Köyünden) |
dirgen kuyruk |
: |
Köpek. |
dirhem |
: |
3.27 gramlık ağırlık birimi, okkanın dört yüzde biri. “Yekinir yekinir kalkar Beş yüz dirhem püskül takar Anamoğlu kar’ Avşar’ım Kaymakama patla çeker” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I), S. 120) |
dirhemsiz |
: |
Aşağılamak anlamında, ölçüsüz. |
diri |
: |
Canlı. |
diril |
: |
Ruh. |
dirilmek |
: |
Derilmek, toplanmak. “Yüce dağın karı idim Ben anamın biri idim Soluk bağrıma dirildi Hocam geldi bez uluyor” (Naime Yalçınkaya, Adana Ağıtları, Basılmamış Lisans Tezi, Ç.Ü., 1993 S. 31) |
dirk dirk etmek |
: |
Zonk zonk etmek. |
dirkede atılmak |
: |
Aniden irkilmek. |
dirkemek |
: |
Peşine adam koymak, arkasına düşürmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
dirklemek |
: |
Zonklamak. |
dirlig |
: |
Geçim. |
dirliksiz |
: |
Geçimsiz. “Ha babam ha yürümez at Bir kaşık su vermez evlat Bir de dirliksiz çıktı mı avrat Ne edeceksin ölümü Gir ağla çık ağla” (M. Metin Şirikçi, Maraş’ta, Yusufcuk Bas. Yay. Tan. Hiz. Ankara 2001) |
disdingil |
: |
Çırılçıplak. |
diş |
: |
Boğaz. ”İşten değil dişten artar.” |
diş açmak |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Bakırda gövde ve zeminin birleştirilmesi için yapılan işlemdir. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 39) |
diş bizlengici |
: |
Kürdan. |
diş börtmesi |
: |
Çocuğun ilk dişi için haşlanan buğday. |
diş bulgurcası |
: |
Dişleri ilk kez çıkan bebekler için yapılan kutlama partisi. |
diş çalmak |
: |
Isırmak. |
dis göstermeg |
: |
Korkutmaya çalışmak. |
diş hedi: |
: |
Çocuğun dişi çıktığı için yapılan hedik. |
diş kirası |
: |
1. Bahçede bostanda yenilen ya da evde yapılan ikramlardan başka, giden konuklara aynı yiyeceklerden yapılan hediye paketi. 2. Verilen davete icabet edenlere yemekten sonra verilen armağan. “Salih amca mevlide davetli herkese kendi imalatı olan keser, muştu ve künkü diş kirası olarak verdi.” |
diş kurdalayacağı |
: |
Kürdan. |
diş makası |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Bakırda iki parçadan oluşan kısımların birbirine geçmesini sağlayan makastır. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 39) |
dişedmek |
: |
Dişeme işini tamamlamak. |
dişeği |
: |
Değirmen taşını bileyen alet, değirmen taşında dişler oluşturmaya yarayan çelik çekiç. |
dişeğilemek |
: |
Değirmen taşında dişeği ile yeni çentikler oluşturmak. |
dişemek |
: |
1. Diş çıkarmak. 2. Süt dişlerini dökmeye başlamak. 3. Su değirmeni taşını unu daha iyi öğütmesi için çekiçle işlemek, ıslah etmek. 4. Zamanla düzleşen değirmen taşını pütürlü hale getirmek. |
dişendirik |
: |
Atlarda kullanılan bir tür gem. |
dişetmek |
: |
Testere, bıçkı, hızar gibi aletlerin dişlerini yeniletmek. |
dişgir |
: |
Dişli, hasmına yenilmeyen. |
dişgird |
: |
1. Tavşan dişli. 2. Karşı gelen. 3. Kilimin hatalı dokunan bölümü. |
dişi bakır |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Ham bakırın ismidir. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 39) |
dişi dişini yemek |
: |
Öfkeden kudurmak, pek çok öfkelenmek. “Dişi dişini yiyor. İçindeki kurt ha bire kemiriyor.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
dişi eğreti |
: |
Yaşlı kadına bakan geçici yardımcı. |
dişi kanlanmak |
: |
Saldırganlaşmak. “Dişi kanlandı kafirin.” |
dişi sakızlı |
: |
1. Ağzı sıkı, sır saklayan, uluorta konuşmayan kısacası ketum sözcüğünün Torosçası. “Dişi sakızlı.” 2. Cimri. |
dişindirik |
: |
İpe ilmik atarak hayvanın ağzına yapılan gem. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dişi:nen |
: |
Diş ile. Dinleyin ağalar hata işledim Hayrı bıraktım da şerre başladım Öpem derken al yanaktan dişledim Kurd yiyip de çürüyesi dişinen Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.524 |
dişinin birinin boğazında olması |
: |
Herhangi bir iş için tetikte, dikkatli ve hızlı olmak. |
dişlek |
: |
Çirkin, dudağı dişini örtmeyen, sırtlak. |
dişlemek |
: |
Isırmak. |
dişleŋ |
: |
Üst dişleri öne çıkık olan, seyrek dişli. |
dişleŋ karga |
: |
(Horlayarak söyleme) Dişleri dökülmüş. |
dişli |
: |
Arkalı, güçlü. |
dişşeğ |
: |
Değirmen taşını bileyen alet, değirmen taşında dişler oluşturmaya yarayan çelik çekiç. |
dişşeğe |
: |
Değirmen taşını bileyen alet, değirmen taşında dişler oluşturmaya yarayan çelik çekiç. |
dişşeğelemek |
: |
Değirmen taşında dişeği ile yeni çentikler oluşturmak. |
di:ştirmek |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; değiştirmek. |
ditmek |
: |
Eşelemek, gagalamak, ayrıştırmak. |
dival işi |
: |
Kahramanmaraş’ta sırma, sırma işi, mukavva işi, bastırma vb. isimlerle de tanınan, 18. Yüzyıldan beri yaygın olarak kullanılan bir işleme tekniğidir. |
divan |
: |
1. Tahta karyola 2. Sofa, dört ayaklı altı boş, oturmalık yatmalık yer. 3. Huzur, ön. Karac’oğlan der varalım Önünde dîvan duralım İzin verirse soralım Civan dilber kiminsin sen Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.532 |
divan kurmak |
: |
Saygı gösterilen bir kimse karşısında el kavuşturup ayakta durmak. |
divana, divane |
: |
Divane, deli, Mecnun. “Ürüsdem’im arkasına Ağam varırdı düvene Efendim arar bulurum Sabah varırsam divana” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Üç Kardeşin Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Belkıse Gök (Ballı Hatın))
Gam çekme halına dîvâne gönül Sana da bulunur elde neler var Ayva mı eksik turunç mu yoksa nar Sun elini beri dalda neler var Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.583 |
divir dilencisi |
: |
İkide bir, bir istekle gelen kimse, istekçi. |
divir divir |
: |
Sürekli. “Divir divir diller döker Evimi başıma yıkar Sonsuz imiş senin baban Düğünlerde halay çeker” (Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72, S. 210) |
divit |
: |
Çok eskilerde kullanılıp kuşak arasında taşınan ve kalemliği ile hokkası bir arada olan yazı takımı. “Kaşlarını niçin yıkarsın dilber Divit alıp defterini yazarlar Evvel bizi beğenmeyen güzeller Şimdi çağrışırlar al deyi deyi” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 466 |
divle |
: |
Kavun. “Ben de bu vesileyle öğrendim kavunun bir diğer adının da divle olduğunu.” |
divlik |
: |
Tepesi sivri tüylü bir kuş, hüthüt, çavuşkuşu. “Adına Değirmenoluk köylüleri divlik kuşu derler.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
divrik |
: |
Dağın tepesi, doruk. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
diya |
: |
İşte, aha, orada. |
diyaldı |
: |
Değildi. |
diyalok |
: |
Diyalog. |
diyar |
: |
Memleket, ülke. İkrar verdi ikrârını güderim İkrârsız dilberi ya ben n'iderim Başım alıp diyar diyar giderim Düşerse sevdiğim peşime benim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.499 |
diyece:n |
: |
Diyeceksin. ”Dereyi geçene gadar, ayıya dayı diyece:ŋ.” |
diyek ki |
: |
Diyelim ki, varsayalım ki. |
diyel |
: |
Değil. “Evli diyel daha ergen Yoncalı’ya olmuş sergen Yok mu bu yiyidin evi? Üsdüne getirin yorgan babamoğlu” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Yoncalı Ömer’in Ağıdı - 2, Kaynak Kişi: Âsık Mustafa Keleş) |
diyen |
: |
Deyi. “Hacım seni çevirdiler Burda diyen çığırdılar Sehebsizliğin yüzünden Gurşununan gavurdular” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kaçakçı Hacı’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Bakacak)
Karac’oğlan olmuş hasta Vardır diyen derman iste Ecel dedikleri neste Bir gün deyi dey'ağlarım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.491 |
diyen hesap |
: |
Falanın dediği gibi. “Ahmet’in diyen hesap bu böyle gitmez.” |
diyeneçe |
: |
Diyene kadar, hemen o anda. |
diyenidi |
: |
Deseydin, söyleseydin. |
diyep |
: |
Deyip. |
diyerler |
: |
Diyorlar. |
diyés |
: |
Deyyus, karısının namussuzluğuna göz yuman ve katlanan kimse. |
diyesin kalan |
: |
Diyesin artık. Karac’oğlan söyler sözün Kara yere sürüp yüzün Yâd edesin bir dem özüm Hak imiş diyesin kalan Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.521 |
diyeşet |
: |
Söz, konuşma, sözlü ağıt. |
diyeşin |
: |
Deyince. |
diygiridikgidi |
: |
Uzun, zayıf. |
diynemek |
: |
Dinlemek. “Elboğlum der de çalındı galem Bir ben ölmeyinen de tükenmez alem Gediyom sevdim belkile gelem Sene sene yollarımı öp galan Deyip atına tohandı avradı yekinişin saçını yoldu bir figan etdi. Gelin aşiret ânız gediyor, Allahdan gorhun, deyi bârdı. Bütün uyhudan yekinip bu dünkü gelinin derdi nedir deyi sordular. Ânız Isdambula getdi, Allah aşgına ossun gedin geri getirin, dedi. Gırg atlı yola revan oldu ve Elboğlu’na yetişerek geri dönmesini isdediler. Elboğlu fermanı Daşbaş oğluna verdi, bunu ohu da diynesinner dedi. O da ohudu. Bütün arhadaşlar diynedi. Bunun özerine bu gırg atlı da Elboğlu’ynan birlikde getmiye gerer verdiler.” (Ahmet Caferoğlu, Anadolu Ağzı Derlemeleri, Maraş Bölümü, Kaynak kişi: Tokmaklı’dan Ehmet Kılıç)
“Hacı oğlum mekdib okur Dili bilbil gimi şakır Guzumun mekdibi gelir Okutdum diynedim şükür” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kaz’a İle Ölen Hacı’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Zülfü Kabalcı) |
diynenmek |
: |
Dinlenmek. |
diyni |
: |
Diye. |
diyniyek |
: |
Dinleyelim. “Oğlum sapredin iş olacâna varır, der demez meylis yarım sahat süküt içinde galdı. Yarım sahat soğna kör paşa başını galdıraraķ Miğır oğluna şu cevabı verdi. Dosdun Elboğlu şâyir imiş iki türkü söylesin de diyniyek der demez; evet paşam söylesin deyi hiddetli hiddetli söyledi. Elboğlu’nun atlıları tarafından â yolda gelirkene Muzu hatına söylemiş oldun türkü: söyle dediler. Aldı bahalım ne dedi. Hupların serderi muzuyu gördüm Seherde açılmış gonca gül gimi Eprimlerin tel tel etmiş yüzünü Döküvermiş gerdanın üsdüne” (Ahmet Caferoğlu, Anadolu Ağzı Derlemeleri, Maraş Bölümü, Kaynak kişi: Tokmaklı’dan Ehmet Kılıç) |
diyoŋ |
: |
Diyorsun. “Salını salını gel kız yanıma Salınıp gelişin benzer hanıma Sen ne diyon aşkın benim canıma Del’ediyon öldürmüyon ne fayda” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 384 |
diyoŋuz |
: |
Diyorsunuz. “Ben süpürdüm havlınızı Mevle’m bozdu gavlimizi Bana gademsiz diyonuz Ben m’öldürdüm oğlunuzu?” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İbrahim Kıvrak’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Meryem Tekatlı) |
diyrek |
: |
Bayatlamış, tazeliğini koruyamamış. |
diz donu |
: |
Alttan giyilen kısa don, dize kadar olan kısa pijama, uzun kadın iç çamaşırı. |
dize çökmek |
: |
Gayretle bir işe sarılmak. |
dizgin |
: |
Gemin uçlarına bağlanarak hayvanı yöneltmeye yarayan kayış. Sevdiğim üstüne gelmesin hata Yanağın güllerin rengine bata Yâri bindirmişler bir yeğin ata Elinde dizgini tartıp gidiyor Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.616 |
dizgini tartmak |
: |
Dizgini çekmek. “Sevdiğim üstüne gelmesin hata Yanağın güllerin rengine bata Yâri bindirmişler bir yeğin ata Elinde dizgini tartıp gidiyor” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
dizi tutmamak |
: |
Korku, coşku, üzüntü gibi duygusal nedenlerle dizlerinde güç kalmamak. “Gerçekten de dizi tutmuyordu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
dizikmek |
: |
Diz çökmek. |
dizim dizim |
: |
Dizin dizin, dizleri üstünde, dizleri ile. |
dizina:dar |
: |
Dizine kadar. “Yeni şapkasını vurunmuştur başına. Elbisesi de üç-beş yıllık olsa da en son aldığıdır. Bembeyaz koyun yününden avradının ördüğü çorabını tâ dizinâdar çekmiş ve pantolonun paçasını da içine koymuştur.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
diziniŋ tapı kesilmek |
: |
Çok yorulmak, yürüyemez olmak. “Dizimin tapı kesildi.” |
dizleme |
: |
Paçaları tozdan korumak için pantolonun dizden aşağısını örten dar paçalık, tozluk. “Başında dal fes, el dokuması, kalın kahverengi gül şalvar, yün şalvarın üstüne çekilmiş dizleme, ilemeli çoraplar.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
dizlik |
: |
Kadın donu, paça, pantolon. |
dobalan |
: |
Patatese benzer bir çeşit mantar. |
do:rambaç |
: |
Ayranın içine yufka ekmek kırıntıları |
do:rmag |
: |
Doğurmak. |
do:ru |
: |
Doğru. |
doboğlu, dobo:lu |
: |
Bir şeyi dengeye getirmek için yerleştirilen küçük parçaların her biri. |
dobura dobur |
: |
Mert. |
dodak |
: |
Dudak “Leylâ’ma yapdırdım altından gaşık Bal yemiş de dodakları bulaşık Şu cihanı dolandım da Leylâ’m bacı gardaşık Demedim mi Leylâ’m sonumuz ayrılık” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
dog |
: |
Tok. |
doğan |
: |
(Ay) Giren, başlayan. “Çıktım çınarın bendine Çağırdım gendi gendime Doğan ayın on beşine Anan gelir demedim mi?” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
doğanak |
: |
Döl yatağı, rahim. |
doğdaç |
: |
Yeni doğmuş bebek, nevzat. |
dogdur |
: |
Doktor. |
doğma mı |
: |
Doğmaz mı? Kız da der ki sarı yıldız doğma mı Doğup doğup orta yere gelme mi Bir gecem de bin geceyi değme mi Yorma gelin yorma oğlan benimdir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.429 |
doğme |
: |
Döğme, yarma. |
doğnek |
: |
Sıkça gidilen yer. |
doğnemek |
: |
Bir yere sık gitmek. |
doğnuk |
: |
1. Hayvanları bağlama veya sırtta bir şeyler taşıma amacıyla yapılan kolan adı verilen aracın ikiuca eşit kısmında bulunan demirden veya ağaçtan yapılmış halka. 2. Yük bağlamak (denk etmek) için iplerinucuna bağlanan çatallı dal. |
doğramaç |
: |
Süt, yoğurt ya da ayrana gevrek yufka doğranarak yapılan yiyecek, papara. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç. Osm.) |
doğrambaç |
: |
Süt, yoğurt veyahut ayrana gevrek yufka doğranarak yapılan yiyecek. |
doğruluk cesaret oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. DOĞRULUK CESARET Erkek ve kız çocukların birlikte oynadıkları bir oyundur. Genellikle okulda, evde oynanan oyunlardandır. Bir şişe bulunur. Şişe ortaya konarak çevrilir. Şişenin ucu kime denk geldiyse “Doğruluk mu?, cesaret mi?” diye şişenin arkasındaki kişiye sorar. Doğruluk cevabı verilirse karşı tarafın özel hayatıyla ilgili bir sırrını açıklaması istenir. Genelde ilk sevdiğin kız/erkek, seni en çok üzen/sevindiren olay vb. soruların cevaplanması istenir. Oyun kuralı gereği bu kişi doğruyu söylemek zorundadır. Cesaret cevabı verilirse cesaretli olduğunu gösterecek bir şeyler yapması istenir. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s. 211) |
doğruya duşşak |
: |
“Önlem ancak hırsız olmayan kimseyi etkiler, hırsıza engel kar etmez” anlamında söylenir. |
doğşan |
: |
Kullanılmış, eskimiş giyecek eşya. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
doğunmak |
: |
Doğmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
doğuşun |
: |
Doğunca, doğduğu zaman. Yaz gelip de beş'ayları doğunca Bahçalarda al kırmızı gül olur Bahçaların ziynetine alışan Elbet bir gün nazlı dosttan gel olur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.622 |
doğuz |
: |
Domuz. |
doğuzcu |
: |
1. Soğuk algınlığı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Soğuktan vücudunun ısısı düşerek donan kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dohanmak |
: |
Dokunmak. |
dohdur |
: |
Doktor. “Şu Afşin’in yeri esik Ben ağlarım kesik kesik Sana demiyekler kuzum Dohdur umudunu kesik” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Güllü Bibi’nin Kızına Ağıtı - 2, Derleyen: Bünya-min Gönen) |
dohlu |
: |
Altı aylıkla bir yaş arasındaki kuzu. |
dohuma |
: |
Dokuma. |
dohurcum |
: |
Dokuztaş da denilen bir tür dama oyunu. |
dohuz |
: |
Dokuz. |
dok garnına dokuz bazlama yer |
: |
Oburlar için kullanılan bir deyim. “Dok garnına dokuz bazlama yer.” |
dokuz saban |
: |
Traktörün arkasına takılan bir çeşit saban. Tıraḵtόrıla önce bir pulluḵ ėderiz arḫasından doḳuz saban atarız. |
dokanıklı |
: |
Acıklı söz ya da türkü. |
dokanmak |
: |
1. Dokunmak. Kaşların benziyor yavru marala Gözlerin hükmeder yedi kirala Seher vakti olup boynun ırgala Dokansın tellere yel yavaş yavaş Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.631 2. Değmek. “Der Dadal’ım şu dağlara varınca Korkarım yurtları ıssız görünce Saçılıp da Binboğa’ya konunca Yaylalara dokanırdı şerimiz” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul, II. Baskı, 1984 S. 203) |
dokdor |
: |
Doktor. “Beş gün Balcalı’da yatdık Dört gardaşla nöbet dutduk Dokdorların sözü ile Döner diye ümid etdik” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Dursun Gök’ün Ağıdı, Ağıdı Yakan: Behzat Gök) |
dokdur |
: |
Doktor. “Köy hocalarına fakı derlerdi, (Cezmi Yurtsever, Andırın Tarihi, Adana 2007, S. 187-190, Kazım Temir’in Andırın Destanı isimli Şiiri) |
doktur |
: |
Doktor. “Ezelden yürek yaralı Benim içerim gereli Size diyom doktur beyler Haber ver aslın nereli” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hatice Salan’ın Ölen Esinin Ağıdı, Ağıdı Yakan: Hatice Salan) |
dokuma |
: |
El ıstarında dokunan her türlü şey. “El ıstarlarında çul, kilim, halı gibi şeyler dokunurdu. Gömlek gibi ince kumaşlar çulha denen aletlerde dokunurdu. Çulha ve ıstar ile dokunan dokumaların meşhur olanları şunlardır. Harda: Doğrudan doğruya süsleriyle birlikte dokunan çuval, kilim ve benzerlerinin aldığı isimdir. Menikli: Noktalı, renkli ve benekli dokumalardır. Argaçlı: İşlemeli ve saçaklı dokumalardır. Argaçlı, döverek dokunan eşyaların hepsine birden verilen isimdir. Sarıçatkılı: Sarı iplerle dokunan dokumalardır. Armutlu: satrançlı, köşeli dokumalardır. (Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I) |
dokurcum |
: |
1. Dokuz taşla oynanan bir oyun. 2. Kumaşların yüzeyinde, ellendiğinde hissedilen pütürler. |
dokurcun |
: |
1. Patiska, bez. 2. Buğday demetlerinin dokuz tane üst üste dizilmesine dokurcun denir. 3. Dokuztaş oyunu. |
dokuz aylık oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. DOKUZ AYLIK OYUNU Sokakta erkekler tarafından oynanan bir çeşit futbol oyunudur. Oyun en az üç kişi ile en fazla dört kişi ile oynanır. Dört kişiden fazla olursa zevkli olmaz. Top ayakta saydırılmaya başlanır. Topu en az saydıran kaleye geçer. Oyuncular kaleciye gol atmaya çalışır. Fakat topun kale içerisine havadan girmesi gerekir. Oyuncular top yerdeyken topa bir defa değebilir. İki defa değerse kaleye geçer. Top avuta giderse, kaleci topu havada yakalarsa, top kale içine yerden girerse, kaleci hariç birisinin eline top değerse, ya da bir kalecinin yediği gol sayısı dokuza geçerse kaleci değişir. Genelde ayakla atılan goller bir gol, kafa ile atılan goller iki gol, omuz üç gol, röveşata dokuz gol yerine geçer. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s. 211) |
dokuz bayramda doymamak |
: |
Aşırı şekilde yemek yemek. |
dokuz kiremit oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. DOKUZ KİREMİT Dokuz kiremit oyunu düz bir alanda en az altı kişiyle gündüz oynanan bir oyundur. Oyunun araçları dokuz kiremit parçası veya dokuz tane yassı tahta ile bir toptur. Oyuncular öncelikle iki gruba ayrılırlar. Gruptaki oyuncu sayıları 3-10 arasında değişebilir. Oyuna hangi grubun başlayacağı bir tekerleme veya yaş-kuru atışı ile belirlenir. Rakip takımdan bir kişi ebe olur. Dokuz kiremit üst üste konur. Kiremitlerin konduğu yere dokuz adım uzaklıkta bir çizgi çizilir. Top atışı bu çizgiden yapılır. Oyuna başlayan takım üç defa topu atar ve kiremitleri deviremezse oyun sırası diğer takıma geçer. Kiremitler devrildiği anda oyun başlar. Ebe elindeki topla oyuncuları vurmaya çalışır. Oyuncular da ebe tarafından vurulmadan dokuz kiremidi üst üste sabit bir şekilde koymayaçalışırlar. Topla vurulan kişi yanar ve oyundan çıkar. Bütün oyuncular vurulursa oyun hakkı rakibe geçmiş olur. Eğer bir kişi vurulmadan kiremitleri sabit bir şekilde üst üste koyarsa, bu kişinin takımı oyunu kazanır ve oyuna devam eder. Oyun bu şekilde oyuncuların istediği zamana kadar devam eder. (Ömer Kırmızı, Erdemli Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Çalışması, Mersin Üni., S.B.E., TDE. ABD, Mersin, 2015, s. 187-188) |
dokuz oğlan doğuruk avrad gimi oturmak |
: |
Çok sayıda oğlan doğurmanın verdiği özgüvenle havalı hareket eden kadınlar için kullanılan deyim. “Dokuz oğlan doğuruk avrad gimi oturma. Senin bir kedin bile olmadı.” |
dokmek |
: |
1. Dökmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Döşemek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
dokuzan |
: |
Doksan. |
dokuzlu |
: |
Kahramanmaraş’ta düğünlerde oynanan bir oyun. Sol ayakta öne bir kere topuk vurulup, yerine çekilirken, sağayak öne çıkarılır. Sağ ayağın topuğuyla öne, sağ yana ve yerine 3 kez topuk vurulur.Bu hareket serisi 3 kez yapılırken sol ayak üzerinde sekilir. En son olarak sağ ayakla başlayıp 3 adım atılır. (Hatice Fatoş Derebent, Çağlayancerit Halk Kültürü, Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi, Kahramanmaraş, Mayıs 2015. s. 106) |
doküştürmek |
: |
1. Herhangi bir şeyi iyi yapmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Döktürmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
dolak |
: |
1. Başa sarılan örtü. 2. Ayakkabı giymeden önce bilekle diz arasına dolanan bez parçası. “Eskiden Yörüklerde çobanlar ve köylüler tarafından kalın yün çorap yerine, ayak bileklerinden dizlerine kadar kalın bir bez sararlardı. Bu bez parçalarına Yörük dilinde dolak denilmektedir.” |
dolaklama |
: |
Dolak gibi yaparak, dolayarak başına sarmak. |
dolam |
: |
Bir tur sarmak. |
dolama |
: |
1. Parmakta oluşan ve güç iyileşen yara. 2. Enli, uzun dikdörtgen biçiminde, genellikle karşılıklı köşeleri ya da iki dar yanı işlemelerle bezenmiş bir tür başörtüsü, başlık yerine başa dolanmış bez. “Karşısında mavzerli ve dimdik duran, kaşları çatık, çarık ipleri dize yakın çorapların üstüne kadar dolanmış, beli kuşaklı ve yeleğinin altında çapraz fişeklikleri parıldayan, başı dolamalı bu esmer adam, belli ki hayallerindeki eşkıya idi.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007)
“Gezme dilber gezme karşımda gezme Kırmızı dolama, gülgülü çizme Kaşların ığdırıp gözlerin süzme Korkarım ki düşen dile Fadime” (Duran Boz, Yazarların Şehri Kahramanmaraş, Pehlil Ali, Kahramanmaraş Valiliği 2009) 3. Mintan, gömlek. 4. Uzun eteklik. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. Osm.) “Göğ basma, atlas dolama Selver şan verdin âleme Gözlerini demem amma Gaşları benzer galeme” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) 5. Sarma. “Duvar dibindeki çuvallara sırtını dayamış Kel Hacı, hafifçe toparlanıp, elindeki dolama tütünden bir nefes daha çektikten sonra, gözlerini ayıra ayıra konuşmaya başladı.” (İbrahim Boysal - Dönük (Roman) Cadde Yayınları, İstanbul 2006, I. Baskı) 6. Kadın eteği. 7. Önlük, Kadınların belden topuğa kadar sarındıkları bir örtü, peştamal. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dolamak |
: |
Sarmak, sarıp sarmalamak |
dolaman |
: |
1. Patatese benzeyen ve yenilen bir çeşit mantar. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Dönemeç, viraj. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dolambaş |
: |
Kıvrımlı yol. |
dolan |
: |
Hile, tuzak. “Karac’oğlan der gözlerin dolandır Bir cevap ver bu kalbimi inandır Aşkın şarabından sen beni kandır Ya benim derdime çare ne dilber” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 585 |
dolana |
: |
Dolansın. Talana da deli gönül talana Gide gele orta yeri dolana Bir yiğit sevdiği yakın olana Günde düğün bayram etmiş gib'olur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.620 |
dolanmak |
: |
1. Gezmek, kız peşinde gezmek. “Der Hös’ğün Ağa’m da bilmedin plan Bin gır atına da dağları dolan Ettiğin alıt da hep oldu yalan Bunu da böğlece bil Hös’ğün Ağa” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 2. Devretmek, dönmek. “Yaz gelince kuru otlar sulanır Cahil olanların gönlü bulanır Yıl geçince iki bayram dolanır Bilmiyorum ne derdin var yâr senin” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 555 |
dolaş dolaş |
: |
Kahramanmaraş’ta düğünlerde oynanan bir oyun. Dam başında veya meydanda erkeklerin oynadığı bir oyundur. En az 30 – 40 kişi ile oynanır. Aralarda bir metre kadar (alanın durumuna göre) boşluk bırakılarak 20 kişi çember oluşturacak şekilde oturur. Her oturan oyuncunun arkasında bir oyuncu vardır ve bir oyuncu da boşta bırakılır. Çemberin içinde ucuna küçük minder ya da yastık bağlanmış kalın iple bekleyen ebe vardır. Bu ipin uzunluğu çemberin dışına çıkacak kadardır. Ebe, değiş değiş yahut dolaş dolaş dediğinde ayaktaki oyuncular saatin tersi yönünde ilerleyerek bir sonraki oturan oyuncunun arkasına geçmeye çalışır. Boşta kalan oyuncu ise bu değişim sırasında kendine bir yer bulmalıdır. Çünkü oyunda boşta kalan kişiler ebe tarafından elindeki iple dövülür. Ebe, alttaki üstte komutunu verince, oturanlar ile ayaktakiler yer değiştirir. (Hatice Fatoş Derebent, Çağlayancerit Halk Kültürü, Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi, Kahramanmaraş, Mayıs 2015. s. 123) |
dolaşık |
: |
İşi düzenli olmayan. |
dolaşmak |
: |
Karmaşıklaşmak, yumak biçiminde sarılmak istenen ipin düğüm ve ilmiklerle birbirine girmesi. |
dolaz |
: |
1. Yağda kavrulmuş unun üzerine pekmez, bal ya da şeker dökülerek yapılan bir çeşit helva, un helvası. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) 2. Saçda pişirilmiş yufka ekmeğini suyla ıslatıp üstüne yağ dökerek yapılan bir çeşit yemek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. Pelte. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 4. Çökelek suyundan elde edilen çökeleğe benzer yiyecek. 5. Yağsız bulamaç. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
dolca |
: |
Su tası. |
doldurmak |
: |
Atı, gemini gevşeterek, hızlanması için üzengilemek. “Acaba atı doldurup üzerine sürse miydi….” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
doldurmalı |
: |
Çok basit dokumalı bir çuval çeşidi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dolma tüfek |
: |
Kara tüfek olarak ta tabir edilen, saçma, barut ve kapsülü el ile ilgili haznelerine konulan tüfek. |
dolu |
: |
1. Meşrubat, çay, kahve, içki. Döşüne vurmuşsun beyaz halıyı Ahmak buldun söylediyon deliyi Dilin ile doldurduğun doluyu Elin ile doldurmuyon ne fayda Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.385 2. Çok çok sayıda, bir sürü. 3. Kadeh, içki kadehi. “Seher zamanında uğradım sana Görünce gül yüzün kaldım ben tana Gafilken bir dolu sundun sen bana İçirdin ağuyu bal diye diye” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
doluca |
: |
Tetanos yarası. |
doluk |
: |
1. Yüz, duluk. Bizim yaylalar meşeli Dibinde gazel döşeli Sürgün gederkennek gördüm Doluğun altın döşeli Ayhan Karakaş, Feke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s.170. 2. Ağlamaklı olma hali. |
doluklamak |
: |
Göz yaşarmak, ağlayacak duruma gelmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dolukma |
: |
1. Nefes darlığı, astım. 2. Üzüntüden gözüne yaş birikme. “Doluktum kaldım.” |
dolukmak |
: |
Çok üzülmek, ağlayacak gibi olmak, üzülmek, duygulanmak, ağlamsı olmak, üzüntüden gözleri yaşarmak, gözleri dolmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç. Ada. Osm. Mr.) “Yörü bire yalan dünya Senden murad alınır mı Pek dolukmuş humar gözler Buna çare bulunur mu” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 640 |
doluksamak |
: |
Ağlayacak gibi olmak, bosümek. |
doluman |
: |
Bir sürü, çok fazla. |
doluptur |
: |
Dolmuştur. Karac’oğlan der ki böyle oluptur Ala gözün kan yaş ile doluptur Ol asırdan beri âdet oluptur Ergen kızlar yiğitlerle yan gider Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.588 |
doluyu doluyu |
: |
Dolu dolu, güçlü şekilde. |
dom |
: |
Olur. |
domalan |
: |
Patatese benzeyen ve yenilebilen bir çeşit mantar. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
domalmak |
: |
Secde eder gibi durmak, arkasını çıkarmak, çıkıntı yapmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm. Mr.) |
domarmak |
: |
Tohumun çiçek açacak hale gelmesi. |
domas |
: |
1. Çökelek, kaymak, süt ve tereyağını karıştırarak yapılan yiyecek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Yoğurt kaymağından yapılan peynir. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
domat |
: |
Domates. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
domatis |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; domates. |
domatos |
: |
domates. |
domaylı |
: |
Çok güzel kokulu bir kavun çeşidi, süs kavunu. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dombal |
: |
Kıç, kalça. |
dombalak |
: |
Oturma pozisyonunda başı yere koyarak tepe üstü dönme, takla. “2 Haziran Adana Kozan’ın kurtuluş günüdür. Dünya ve Olimpiyat şampiyonu İsmet Atlı ile Âşık İmami kurtuluş merasimi programını izlemek üzere Kozan’a gelirler. Bir tatlıcının önünde törenin başlamasını bekliyorlar. Hemen yanı başlarında kurtuluş töreninde davul çalacak olsa gerek ki bir Abdal oğlu davulu dikmiş, davulun üzerine oturmuş, zurnayı beline sokmuş bacakta kara şalvar bağını büzüştürmüş, beyaz gömlek, gömleğin bağrını üç düğme açmış. Sivri burun kundura, yumurta topuk, ökçeye basmış. Elinde bir kaset davulun küçük çubuğu meçikle kaseti kıvradıp duruyor. Bu durum İsmet Atlı’nın dikkatini çekmiş. Abdal oğluna seslenir: İsmet Atlı: “Kirve o elindeki kaset kimin? “ Abdaloğlu: “Gül Ehmed’in ağam, Gül Ehmed’in.” İsmet Atlı: “Başka kimin kasetlerini dinlersin kirve.” Abdaloğlu: “Neşet Ertaş’ınan, Ali Nurşani’ye de bayılırım ağam.” İsmet Atlı: “Âşık İmami’yi de bilin mi, dinlen mi?” Âşık İmami’yi tanıyamayan Abdaloğlu bir an gafletle, pervasızca şöyle söyler. Abdaloğlu: “İmami mi dedin ? Yok bre o yaramaz adam.” deyince. İsmet Atlı: “Ulan terbiyesiz herif o da nasıl söz, baksana Âşık İmami burada.” Deyince Abdaloğlu dikkatli bakınca Âşık İmami’nin karşısında olduğunu görünce sözü hemen kıvırdı. Abdaloğlu: “Sen hangi İmami’den basediyon bre Türkiye’de dolu İmami var”, dedi Âşık İmami: “Abdaloğlu gurban olurum sana, o sövdüğün Âşık İmami benim.” Abdaloğlu: “Yok edem, ben sana söver miyim? Senin oğlunun düğününde ha bu davulunan dokuz dombalak dönerim.” demiş. (Kaynak kişi: Âşık İmamî, Erman Artun, Seyirlik Köy Oyunları ve Anonim Halk Edebiyatı Araştırmaları, Kita-bevi, İstanbul 2008) |
dombalak aşı |
: |
Çıkarı uğruna başkalarına yalakalık yaparak elde edilen şey. “Dombalak aşı.” |
dombalak aşmak |
: |
Takla atmak. |
dombalak dönmek |
: |
Takla atmak, yuvarlanmak. |
dombay |
: |
1. Akılsız, avanak. 2. Manda. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dombayı |
: |
Kırıcı, hatır gönül tanımaz, kaba, sert. |
dombolamak, dombalamak |
: |
Devenin koşması. |
dombuldamak |
: |
Bir işin yapılması, sonuçlanması için çok çaba sarfetmek, kendi kendine hırçınlık etmek. “Dombuldayan ben oldum, dorum sahibi sen oldun.” |
dombulu devirmek |
: |
Yatmak. |
domur |
: |
Benek. “Yavrum beni âşıkların tanlamış El âriftir gezişimden anlamış Ağ memeler domur domur terlemiş Ağ göle yağmurun düştüğü gibi” (Karacaoğlan, Kaynak: Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I) |
domur domur |
: |
Boncuk gibi tane tane, damla damla. “Ala gözlerini sevdiğim dilber Gel kara zülfüne kullar olayım Ak memeler domur domur terlemiş Sil kara zülfüne kullar olayım” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
domurcuk |
: |
Tomurcuk. Seherden uğradım dostun köyüne Hoş geldin sevdiğim in dedi bana Domurcuk memesin verdi ağzıma Yorgunsun sevdiğim em dedi bana Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.392 |
domurmak |
: |
Kabarcıklanmak, filizlenmeye hazır olmak, tomurcuklanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Terziler de dikin diker hümürür Açıkta meyvayı, hayvan kemirir Oğlan gülüm taze yeni domurur Her bir dala konmaz o benim kuşum” (Kaynak Şahıs: Celil Çınkır, Aşık Hüseyin)
Testisini almış pınara gelmiş Terlemiş memeler taze domurmuş Has yaldız düğmeler çapraz vurulmuş Seherde göğsünü çöz kara gözlüm Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.515 |
domurmamak |
: |
Tomurcuk haline gelmemek. Yuka olur ulu suyun geçeği Hak balığa buyurmamış bıçağı Domurmamış açılmamış çiçeği Yollar melil melil bilmem nedendir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.608 |
domuşmak |
: |
Sessiz ve dargın durmak, somurtmak, küsmek, büzüşmek, hareketsiz kalmak. “Yemek vakti domuşmasa olmaz sanki.” |
domuşup kalmak |
: |
Üşümek, titremek. |
domuz pıtırağı |
: |
Papatyagiller familyasından, tohumları dikenli, tek yıllık ot. |
domuzboğazlıyan |
: |
Üzüme benzer meyveli sarmaşık diken türü, yapık. |
domuzlağ, domuzluk |
: |
Değirmende suyun vurup çarkı döndürdüğü yer. “Değirmenin domuzluğundan parçalanarak, şakırdayarak, delicesine, yukarılara fırlayarak gelen sular köpürüyordu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
doŋ |
: |
1. Giysi, elbise. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Fani Karac’oğlan fani Veren alır tatlı canı Sevmediğim kara donu Dost karşımda giydin bu gün” (Müjgan Cumbur, Karacaoğlan,1985: 255)
“Güzellik on, dokuzu don.” (Andırın Atasözü)
“Don dokuz gösterir.” (Kıyafet farklı gösterir, itibar kazandırır anlamında bir Andırın deyimi)
“Donu donumdan değil, dini dinimden değil.” (Çukurova Atasözü) 2. Renk. “Moturunun donu sarı Getdin amma gelmez geri Dört çocuğu vardır amma Heç biri dutmaz yerini” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Soför Mehmet’in Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Duran Avan) 3. Çamaşır, iç pantolonu. “Eşgi: de çog gözel çıhaddım. Beş kilou sumâ iki don satırı su goymam, bir buçug don satırı goyarım.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008)
Karac’oğlan donatsalar donumu Dosta doğru döndürseler yönümü Bin yaşasam hesap etsem ölümü Defter tutsam olancası bir gündür Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.619 4. Örtü. Karac’oğlan der inşallah Görenler desin maşallah Kara donludur Beytullah Örtüsü kara değil mi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.450 5. Atların rengi için kullanılan bir ifade. Altı Arab atlı hem mavi donlu Serdarlar serdarı tepesi tuğlu Şâh Beyazıd ile ölçer boyunu Bu da bir gün kendisine derd olur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.621 6. Ağaçların yapraklarla örtünmesi. “Katar katar oldu göçler Donun geydi her ağaçlar Deli deli öten kuşlar Diller bağlar şimden geri” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 461 |
doŋ damı |
: |
Çamaşır yıkanan yer. |
doŋ değiştirmek |
: |
Renk, biçim, kılık vb. gibi, görünüş değiştirmek. “Bir baktım ejderha don değiştiriyor. Gözümü ayıramıyordum ondan. Az sonra, bir bakıyorum, yeşil bir adam çıkıyor ejderhadan.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
doŋ gazanı |
: |
Tarhana, bulgur ya da çamaşır kaynatmada kullanılan büyük kazan. |
don güdük |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; don gömlek. |
doŋ ilanı |
: |
Büyük leğen. |
doŋ kazanı |
: |
Taban kısmı 50-55-80 cm. arası olankazanlara don kazanı denir. Daha çok çamaşır suyu ısıtmada kullanılır. |
doŋ kestirmek |
: |
Kadın ya da erkekler için, takım elbise diktirmek. |
doŋküllü: |
: |
Çamaşır suyunu yumuşatmak için içine küllü su konan küp. |
doŋ lasdi: |
: |
Uçkur lastiği. |
doŋ oca: |
: |
Çamaşır yıkama suyu ısıtmak için kurulan ocak. |
doŋsatırı |
: |
Büyük bakraç. |
don ya: |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; katı yağ. |
doŋ yumak |
: |
Çamaşır yıkamak. “Haçça’m don yumadan gelir Akar kolunun iliği Ankete cepkeni giyer Dalgalanır mor beliği” (Derleyen: İbrahim Davutluoğlu, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
doŋ yumaklığı |
: |
Hanımların iş şalvarı. |
don yunağı |
: |
Çamaşırın yıkandığı yer. |
doŋa girmek |
: |
Renk, biçim, kılık vb. gibi, görünüş değiştirmek. |
donak |
: |
Gelin elbisesi, kadın elbisesi |
donanmak |
: |
Süslemek, güzelleşmek. Ağacınız yapraklarla donanır Taşlarınız bir birliğe inanır Hep çiçekler bağrınızda gönenir Pınarınız çağlar akışır dağlar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.579 |
donatmak |
: |
Süslemek. Kızlar güzel amma nakış iş ile Boynun donatırlar tel kumaş ile Püsküllü boncuklu yüce baş ile Al yeşil gerdeğe giresi kızlar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.580 |
donbalak dönmek |
: |
Takla atmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Kırmız Ehmet ne zaman bir köy düğünü olsa çabalanmadan önce Abdala dokuz donbalak attırır ondan sonra bahşiş verirdi.” |
doŋcak |
: |
Donsuz, yarı çıplak. |
doŋcukmak |
: |
Utanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
dondum oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. DONDUM OYUNU Kız ve erkek çocukların birlikte oynadığı oyunlardandır. Ebe belirli bir sayıya kadar sayar. Diğer oyuncular ebeden kaçar. Oyuncu ebe yaklaştığı zaman “dondum” der ve hareket etmeden bekler. Diğer oyunculardan biri “ateş” diyerek donan oyuncuyu çözer. Ebe birisine “dondum” demeden dokunursa o kişi ebe olur. Herkes aynı anda donarsa oyun biter. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s. 212) |
doŋgus |
: |
Toprağın donması. |
donguzarı |
: |
Domuz ahırı, domuzun beslenipbüyütüldüğü yer. |
doŋkuz |
: |
Gece ayazıyla donan ıslak toprağın sabah güneşiyle tekrar yumuşaması. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
doŋluk |
: |
Giyecek, çamaşır yıkanan yere verilen ad. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Altında da atı sakar Yarasına sinek çokar Kibir idi babam oğlu Elin donluğuna yatar” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
donlukçu |
: |
Çamaşırcı, ücretli çamaşır yıkayan. |
donnuk |
: |
Eskiden çamaşır yıkanan yer. |
doŋucu olmak |
: |
Çok üşümek. |
donukmak |
: |
Donup kalmak. |
doŋuktu |
: |
Durdu, hissizce durup kaldı. |
doŋunda |
: |
Birinin kılığında. |
doŋuz |
: |
Domuz. |
doŋuz cıbası |
: |
Domuz yavrusu. |
doŋuzcu |
: |
Mavzer, tüfek. |
doŋuzlağ |
: |
Değirmende suyun vurup çarkı döndürdüğü yer. |
doŋuzluk |
: |
1. Şeytanlık düşünme. 2. Değirmende suyun vurup çarkı döndürdüğü yer. |
dora |
: |
Lastik ayakkabı markası. |
do:ru |
: |
Doğru. “Yaşlı adamların, tanıyamadıkları güccük bir çocuk gördüklerinde; elleri:nen gafalarından dutup yüzünü gendilerine do:ru çevirmesi incilerimizin başında gelenlerindendi.” (Kadirli Bekereci Köyünden Ekrem, Kaynak: www.bekerecikoyu.com.) |
dorat |
: |
Doru at. “Gapısında dor’at bağlı Heç mi yog bibimin oulu Neriye gedik Memmet Çavış Hâbesi üzengiye bâlı” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
dor'at |
: |
Doru at. Koyu kırmızıya yakın siyaha çalar bir at donu. |
dorlak |
: |
1. Küçük çocuk. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) 2. On beş yaşından aşağı kız ve erkek çocuk. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) Şeftaliyi eğmeli Dallarına değmeli Dorlak kızı olanın Sokusunu dövmeli Ayhan Karakaş, Feke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s.152. 3. Yavru. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dorluk |
: |
On onbeş yaşından küçük erkek veya kız çocuğu. |
do:rmak |
: |
Doğurmak. “Söndürsene lan cuvarayı!... Seni anan Gadir Gecesi mi dôrdu ki di:nemiyon?” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
doru |
: |
Bir at rengi. Gövdesi kızıl, ayakları ve yelesi siyah at. Beş yüz atım olsa beş yüzü doru Binse etbalarım eylese harı Beş yüzü de öveyk bini de kırı Beş yüz yedeğine al ister gönül Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.482 |
doruk |
: |
1. Ardıç ağacının bir türü. 2. Ağaç, üç dört metre boyundaki taze çam fidanı. “Dağdan keserler doruğu Dibinde kalır kırığı Danen baham emmileri Geldi kınalı feriği” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, İsmail’in Ağıdı, Derleyen: Mehmet Kılınç, Kaynak Kişi: Şengül Börk) |
dorukluk |
: |
Genellikle çam, köknar, ardıç fidanlarından meydana gelen orman, fidanlık. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dorulak |
: |
Yeni yetme. |
dorum |
: |
1. İki yaşına kadar deve yavrusu. 2. Deve yavrusu, genç erkek deve. “Dombuldayan ben oldum, dorum sahibi sen oldun.” |
dorum osutturan |
: |
Boyu uzun aklı kısa genç. |
doruŋ |
: |
Dorum, havut geçirilme çağına yaklaşmış deve yavrusu. |
doruotu |
: |
Dereotu. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dorusunu |
: |
23oru atını. |
dos |
: |
Dost, sevgili, oynaş, metres. “Galles fişşek sıkmaz boşa Kamil düşememiş dosa Canı canınan dêşmiş Yaşa da gar’aslannar yaşa” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İnce (Safiye) Memmed’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Mehmet Çığşar) |
dos ist |
: |
Dost düşman. |
dosd |
: |
Dost. “Burma bıyık kekil desde Buna navakıt olduk hasda? Kimse olmaz buna gayıl Gerek düsmannara dosda” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Askerde Ölen Kâmil’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Emine Gök (Hodul Emine)) |
dosddan ne gelirse kerem o |
: |
Dostun göndereceği en değersiz şey bile baş köşede saklanacak armağandır. “Dosddan ne gelirse kerem o.” |
dosdoden |
: |
Kokulu küçük kavun. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dost |
: |
1. Arkadaş. Yalanmış dünyanın ötesi yalan Felektir muradım elimden alan Mısr'a sultan olsam istemem kalan Dost ağlayıp düşman güldükten geri Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.461 2. Sevgili. Hasta düştüm hey ağalar Halım bilmez dağlar şimdi Düşman gibi dost karşımda Zülüflerin bağlar şimdi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.442
Del'oldum kanman sözüme Dost hançer vurdu özüme O yâr bakmıyor yüzüme Yas çekecek çağlar şimdi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.443 |
dost gayreti |
: |
Dosta, arkadaşa gösterilen sevgi. Dost deyip de dost gayreti kovduğum Dost bana bir yara açtı n'eyleyim Ak göğsü üstüne mihman olduğum Da bir gün imiş geçti n'eyleyim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.506 |
dostluk |
: |
Arkadaşlık, ahbaplık. Söylerim söylerim sözümden almaz N'ideyim cahildi halımdan bilmez Bu dostluğun senin boyuna sürmez Anadan atadan soy almayınca Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.383 |
doş |
: |
Çakıl yığını. |
doşamak |
: |
Sağım için dananın ineğe bağlanması. |
doşaŋ, doşan |
: |
Eski, kullanılmış, az kullanılmış. |
dovan |
: |
Doğan. |
dovrambaç |
: |
Süt, yoğurt ya da ayrana gevrek yufka doğranarak yapılan yiyecek. |
dovşan |
: |
Kullanılmış, eskimiş giyecek eşya. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
doyanaça: |
: |
Doyuncaya kadar. |
doyanaçak |
: |
Doyuncaya kadar. |
doymaklı |
: |
1. Don yumaklığı. 2. Kadınların çamaşır yıkarken giydiği bir tür şalvar. 3. Göçmen, kadınların giydiği desenli, bol şalvar. “Yüglüg perdesi ederdig, çarşaf ederdig, heriflere köyneg, tuman dikerdik. Biz ayâmıza doymaglı ederdig.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
dozlak |
: |
Yüke gelmeyen deve. |
döbür |
: |
Pür. |
död |
: |
Dört. |
dögdürmek |
: |
Hünerini ve yeteneğini sergilemek. |
döğdürmek |
: |
Dövdürmek. |
döğeç |
: |
1. Tokaç. 2. Tahta havan. |
döğen |
: |
Harmanda ekinlerin tanelerini saptan ayırmak için kullanılan, önüne koşulan hayvanlarla çekilen, altındaki çakmak taşları çakılı bulunan, kızak biçiminde tarım aracı. |
döğen takı |
: |
Alışılmıştan oldukça irice, büyükçe. |
döğlek |
: |
Ahırların tabanında hayvanların pisliğinden oluşmuş tabaka. Karşıda olur oğlak Oğlakta da olur döğlek Hava vuruldu değişin Gelinler tuttu oğlak Ayhan Karakaş, Feke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s.162. |
döğme |
: |
1. Dövme, kızgın halde iken dövülerek şekil verilmiş madeni eşya. 2. Döğülerek kabuğu ayrılmış buğday, yarma, pilav, tarhana ve aşure yapımında kullanılan değlipte dövülmüş buğday. “Kadın, ocakta, ateşin yanı başında duran kocaman bir bakır tencereden kalaylı bir sahana döğme çorbası doldurmaya başladı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
döğmek |
: |
1. Değmek, dokunmak. “Karac’oğlan der de gördüğün öğer Uzundur saçları topuğun döğer Vermişler beş bini bin daha değer Kesilmiş bahası alamıyorum” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 511 2. Zorlamak. “Karac’oğlan der ki kendim öğmeyim Coşkun sular gibi bendim döğmeyim Güzel sevme derler nasıl sevmeyim Sevsem öldürürler sevmesem öldüm” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 512 |
döğmeli değil |
: |
Döğmemeli. Karac’oğlan der ki konup göçmedim Ak göğsünün düğmelerin açmadım Fırsat elde iken alıp kaçmadım Öldürmeli beni döğmeli değil Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.477 |
döğna:li |
: |
Döğneğli, devamlı, sürekli. |
döğnemek |
: |
1. İş için bir kimseye üst üste arzu hal sunmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Israrla sürdürmek. |
döğöş |
: |
Dövüş, kavga. “Herkes hakkına uyarsa değermende döğöş olmaz.” (İbrahim Boysal - Dönük (Roman) Cadde Yayınları, İstanbul 2006, I. Baskı) |
dö:şgen |
: |
Çok dövüşen. |
döğülmek |
: |
Davul vb. çalgıların çalınması. Kapımızda boz sürüler sağılsa Tatarlarım kol kol olsa dağılsa Yedi yerden davulbazım döğülse Yörük yumuşluylan baş eyle beni Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.455 |
döğümlük |
: |
İyilik, umar, çıkar yol. |
döğüş |
: |
Dövüş, horoz dövüşü. |
döğüşgeç |
: |
Silah. |
dökgü |
: |
Oğlak, kuzu veya buzağıların altına serilen ince dal uçları. |
dökkü |
: |
1. Hayvanların altına serilen ot, ağaç dalı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Hayvanlara yedirilmek için toplanan ağaç yaprağı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 3. Rüşvet. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 4. Misafire yapılan izzet ikram. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dökme misin |
: |
Dökmez misin? Gayrı bana bakma mısın Yangına su dökme misin Sen Tanrı'dan korkma mısın Yok mu kalbinin îmanı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.426 |
dökmeci |
: |
İşportacı, tablacı. |
dökmecik |
: |
Lokma tatlısı. Datlı ne ederiz işte dóḵmecik yaparız. |
dökmek |
: |
Sebzeler ürün vermeye başlamak. |
döknek, dökük |
: |
Dağlardan kopup toplanan irili ufaklı taş parçaları. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
döknekli |
: |
Dağınık, düzensiz. |
döktürem |
: |
Döktüreyim. Düğmeler döktürem göğsün ağ ise Çevre yanı mor sümbüllü bağ ise Çünkü güzel bende meylin yoğ ise Benim işim minnet ile zor değil Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.478 |
dökük |
: |
Dökülmüş. Ak bilekte sarı hakık Zülüfü gerdana dökük Gözün melil kaşın yıkık Dostum neler duydum bugün Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.570 |
dökülgen |
: |
1. Hayvanların toplandığı yer. 2. Küçük taneli ve çabuk dökülen bir üzüm türü. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dökülmek |
: |
Suya inmek, konmak. (Kuşlar) “Telli turnam indi döküldü göle Yüzünü bürümüş al yeşil vala Yaprağı karışmış kırmızı güle Misk ü amber tüter bahar kelli” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 448 |
döküm saçım |
: |
Çok perişan bir halde. “İşte görüyorsun dedi. Bir anası da sensin. Ne edersen et. İş güç zamanı. Döküm saçım kaldım.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
döküntülü |
: |
Dağınık. |
döküştürmek |
: |
Hafızasını yoklamak. |
döl |
: |
1. Kavun, karpuz, kabak ya da hıyarın henüz çiçeği dökülmemiş durumdaki meyvesi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Kabaklar döllenmiş.” 2. Soy, soyun devamını sağlayan çocuk. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Azgın bakan eller gibi Densiz gezen döller gibi Düzenlenmiş teller gibi El değmeden seslenirsin” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 171 3. Erkek, delikanlı. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) “Bu iş de böyle olur mu? Çağırsak yola gelir mi? Gâvır mısın gâvır dölü? Yoldaş yoldaşı vurur mu?” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
döl ayı |
: |
Hayvanların yavruladıkları Mart, Nisan ayları. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
döl dökmek |
: |
Kuzulamak. “Ağ koyunu döker dölü Anası bilmiyor dili Hacı asker bakmam demiş Neynesin oğlansız evi” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) |
dölbaşı |
: |
Sürüde ilk doğan kuzu, oğlak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dölecik |
: |
İyice, güzelce, usluca. |
dölek |
: |
1. Düzlük, düz, engebesiz yer, tarlanın düz olan yeri. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç.) “Altın bilezik dakınır Yakışmaz mı bileğene Benzemez mi perçemliği Elbistan”ın döleğene” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 2. Süslü, süslenmiş. “Göğsü telli turna gibi dölektir Gözler kara dolgun, beyaz bilektir Kuraş yayla şirin yeri gölektir Kendi melek benzer yayla geline” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 410 3. Kıvrıntısız düz yol. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 4. Dürüst, ciddi, mert, ağırbaşlı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. İç.) 5. Uslu, terbiyeli, ağırbaşlı kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. Ada. İç. Osm.) 6. Güzel, iyi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 7. Dağların tepelerinderastlanan düz yollar. 8. Sakin ve normal davranışı bildiren zarf. 9. Yedek. (Yiyecek.)(TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dölek ayakkabı değil |
: |
Güvenilir birisi değil. |
dölek basmak |
: |
1. Düzgün basmak, düz yerlere basmak. 2. (Kişi) Tutarlı davranmak. |
dölek başı |
: |
Tarlada ekimin baş kısmına denir. |
dölek durmak |
: |
Yaramazlık yapmamak, uslu durmak. |
döleklemek |
: |
Düzlemek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Osm.) |
dölenmek |
: |
Düzgün şekilde yerleşmek. |
döleşmek |
: |
1. Sere serpe yatmak. 2. Yola gelmek. “Eşimin avradı beşti Öldü uykuya döleşti Hörtük Osman yıkamazdı Pehlivendi çok güleşti” (Abdal Süslü Hasan’a Ağıt, Kaynak Kişi: Aşık İmami) 3. Dolaşmak. “İnekler geldi melişti Elim ayağım dolaştı Dünkü uyumayan gızım Bugün uykuya döleşti” (Nakleden: Osman Taşdan, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72, S. 238) 4. Uyuşmak, anlaşmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 5. Düzelmek, işi yoluna girmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
döllemek |
: |
1. Çiftleştirmek.(TDK Derleme Sözlüğünden. Osm.) 2. (Ağaç) Meyve vermek. |
döllenmek |
: |
Döl sahibi olmak, çocuk sahibi olmak. |
döller |
: |
Genç erkekler için kullanılır. |
dölük |
: |
Hayvan. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dölüm |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; dönüm. |
dömbelek |
: |
Takla, parende. |
dömelmek |
: |
Secde eder gibi durmak, arkasını çıkarmak, çıkıntı yapmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
dömelti |
: |
Görmeyi engelleyen tümsek, kubbemsi yığın. |
dön olmak |
: |
Ölmek, dönememek. “Dadaloğlu’m der ki, belim büküldü Gözümün gevheri yere döküldü Üç yüz atlı ile cenge dıkıldı Yüzü geldi iki yüzü dön oldu” (Dadaloğlu, Cahit Öztelli, Köroğlu Dadaloğlu Kuloğlu, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul 1984) |
dön tös bilmez |
: |
Usul erkan bilmez, yontulmamış |
döndeli |
: |
1. Dönek, sözünde durmayan. 2. (Bir kimse tarafından) Terk edilmiş, nişanlısından ayrılmış. “El atıp dericek Hatçe’nin gülü Can için sarıcak Ayşe’nin beli İkisi hampalı bir de döndeli Emine’m çok içti kandı pınara” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
dönder a:cı |
: |
Köşkerlerin kullandığı sopa. |
döndergeç oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. DÖNDERGEÇDüz bir zemine paralar koyulur. Her oyuncu eşit miktarda para koyar. Oyuncular sırayla gülleyle parayı döndürmeye çalışır. Döndürebildikleri paralar oyuncuların olur. (Uğur Bilgici, Osmaniye / Bahçe Halk Kültürü Üzerine bir Araştırma Konulu Yüksek Lisans Tezi, Osmaniye Korkut Ata Üni., S.B.E., TDE., ABD, Osmaniye, 2018, s.168) |
dönderi etmek |
: |
İçini dışına çıkarmak. |
döndermek |
: |
Döndürmek, çevirmek. |
döneğen |
: |
1. Halka. 2. Su çevirisi. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
dönek |
: |
1. Su çevirisi, anafor. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Yollarda yağmur sularının yaptığı çamurlu su birikintisi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Osm.) 3. Tarlayı sürerken hayvanları yormamak için tarlanın ayrıldığı eşit parçalardan her biri. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dönelgesi ağır |
: |
Yavaş iş gören, mızmız. |
dönem |
: |
Döneyim. Karac’oğlan der ki yol büke büke Yönümü dönem de çağıram Hakk'a elinde bir deste gül koka koka Nazlı yârim yaylasına göçtü mü Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.643 |
döneneça: |
: |
Dönene kadar. “Oturrum kakmam yerimden Köy üsdüme döneneçâ Yanarım gardaş yanarım Vadem yetib öleneçâ” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Asker Halil’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Mustafa Balıkçı) |
dönerge |
: |
Çark. |
döngeç |
: |
Pervane, fırıştak. |
döngel |
: |
1. Kahramanmaraş’ın üzüm bağları ve pekmeziyle ünlü bir mahallesi. 2. Saat, zaman gösteren. |
döngele |
: |
Güzün kökünden kopup bozkırda rüzgârla dönerek uçuşan toparlak, insan başı kadar bir diken. “Döngele geldi kapıya dayandı. Al götür döngeleyi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
döngelek |
: |
Değirmi. |
döngün |
: |
1. Dargın. 2. Rengi dönmüş, halsiz, tadı değişmiş. |
döngün döngün |
: |
Dargın dargın, küs gibi. “Yangın Karac’oğlan yangın Yüksek değil gönlüm engin Gül yüzlerin döngün döngün Küskün müsün akça gelin” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 545 |
dönmek |
: |
Benzemek, gibi olmak. |
dönüklük |
: |
İrtica, dönme. |
dönümü ağır |
: |
İşi yavaştan alan, sakin, gamsız kişi. |
dönüş |
: |
Yayladan kışlak yapılan göç mekânlarına denir. |
döomak |
: |
Döğmek. |
dö:dürmek |
: |
(Değirmende) Yarma çektirmek. “Dö:me dö:düren sokular Ezen okuyor fakılar Bö:n ölecêni bilmiş El yanında beni kokular” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Koca Durmuş’un Ağıdı, Kaynak Kişi: Nadire Erkek) |
dö:let |
: |
Devlet. |
dö:me |
: |
Yarma, gendime. |
dö:mek |
: |
1. Dövmek. 2. (Kapı) Çalmak, vurmak. |
dö:nmek |
: |
Döğünmek. |
dö:ş |
: |
Döğüş, kavga. “Dadaloğlu’m davlumbazlar vurulur Cümle aşıret hep başıma derilir Dö:ş olur nice yi:tler yere serilir Ölen ölür galan sağlar bizimdir” (Duran Doğan-Barış Kabalcı, Andırın Halk Hikayeleri ve Masalları, Poza Ofset K.Maraş) |
dördül |
: |
Kare, dörtgen. |
dörpü |
: |
Törpü. “Ula yemin diyom sâ işde; ömür dörpüsü, daha ne istiyon?” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan III, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
dört göz depesinde |
: |
Çok uyanık kimse. |
dört göz olmak |
: |
Dikkat kesilmek, çok dikkatli olmak. “Kuş Memed de, öteki çocuklar da tıpkı Mustafa gibi dört göz olmuşlar Salman’ı bekliyorlardı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
dört kapı |
: |
Tahtacılarda, şeriat, tarikat, hakikat ve marifet kapısı. |
dört kollu |
: |
Tabut. |
dört köşe |
: |
Çok değişik ülkeler. Karac’oğlan der ki burda durulmaz Güleç yüze tatlı söze doyulmaz Gökteki yıldızdan çoktur sayılmaz Yedi iklim dört köşeden geliyor Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.616 |
dört tepe doŋuzu etmek |
: |
Her yandan eleştiri yağdırmak. |
dörülmek |
: |
Toplanmış, derilmiş. |
dösdölek |
: |
Dümdüz. |
döş |
: |
1. Sine, bağır, göğüs, meme, bicik, gerdan. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Eliyinen el eylemiş Döşüyünen yol eylemiş Gurşun dâyip yıkılışın Emmisine car eylemiş” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993)
“Garip itiŋ kuyruğu döşünde gerek.”
Tanımadım kirpiğinden kaşından Ayırmadım yâreninden eşinden Öpe idim gerdanından döşünden Gelin olup bize gelesi kızlar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.580 Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. 2. Yamaç tarla. “Davarını vurun döşe Tekesini bağlan başa Gadan alam ağ gelinim Daha neler gelir başa” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
döş doldurması |
: |
Keçinin kaburgasının içi bütün olarak soğan salça yağ biber ile yoğurulmuş karışımla doldurulup kaynatılarak yapılan yemek. |
döş dövmek |
: |
Ah etmek, hayıflanmak. |
döş eniği |
: |
İtin en sevdiği, dolayısıyla en çok beslediği yavrusu, besili bakımlı it eniği. |
döş kemiği |
: |
Göğüs kafesi. |
döşe vurmak |
: |
Göğsüne örtmek. “Döşüne vurmuşsun beyaz halıyı Ahmak buldun söylediyon deliyi Dilin ile doldurduğun doluyu Elin ile doldurmuyon ne fayda” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 385 |
döşeme |
: |
1. Taban ve tavan tahtası. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Kaldırım. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. Geçmişte ve günümüzde keçeden Yörükler keçe külah ve kepenek yaparken, Anamur Bahşiş Yörüklerinde yer döşemesi(Halı-kilim yerine) kullanıyorlarmış. 4. Ham ipekten yapılmış, yollu ve renkli başörtüsü. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
döşemek |
: |
Yere yaymak, sermek. |
döşemene |
: |
Döşeğine. |
döşenmek |
: |
1. Alttan alarak dil dökmek. 2. Yayılmak, uzanmak. “Döşendim toprağa yaslandım taşı Gözümden akıttım kan ile yaşı Seni can ü gönülden sevmeyen kişi Geçer de karşında boyun eğer mi” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 453 |
döslemek |
: |
Göğüslemek, karşı durmak, direnmek |
döşlü |
: |
Enli göğüslü, geniş. |
döşlük |
: |
Önlük, sellik. |
döşşeği kalıŋ atmak |
: |
Konuğu çok iyi bir biçimde ve günlerce el bebek gül bebek ağırlamak anlamında şaka yollu söylenir. “Belli ki döşşeğini galın atmışlar.” |
döşşek |
: |
Döşek, yatak, yer yatağı. “Ünnendi de Memmed Biyam ünnendi Akdı döşşeklere ganı göllendi Çuhadar vuruldu, Maraş sallandı Ağlaşır guzular biya baba deyi” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
döşşek dökdürmek |
: |
Pamuktan yatak yaptırmak. |
döşşek nikahı |
: |
Zifaf gecesi damat yatsı namazından sonra, gerdek odasının kapısına geldiğinde nikah tazelemesi yapılır. Bu nikaha döşşek nikahı denilir. “Hocalara sormak gerekir, döşek nikahı sahih mi diye?” |
döşşemene |
: |
Döşeğine. “Döşşemene mekgim otur Direğin yanına getir O da mıraz emmim oğlu Get de beş seneyi yetir” (Andırın’dan Ayşe Temiz) |
döşşenmek |
: |
1. Döşşelenmek, kendini bir işe bütünüyle vermek, bir konuda yoğunlaşmak. 2. Koyulmak, dağılmak. “Daşköprü’ye varınca bendim boşandı Pala bıyıklılar yere döşşendi Sırmal’palasgamı kimler guşandı Eli göçüp gendi kalan Erzurum” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
döşü oyma |
: |
Fistanın göğsü yarım daire şeklinde. |
döşüdoğru |
: |
Doğruluktan ayrılmayan. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
döşürmek |
: |
Dilenmek, toplamak, deşirmek. |
döşürücü |
: |
Dilenci, deşirici. |
döüme |
: |
Dövme, kabuğundan ayrılmış buğday. |
döve |
: |
Düve, 2 yaşlarında doğurmamış dişi sığır. |
dövecek |
: |
Ağaç havan eli. |
döveç |
: |
Ağaçtan yapılmış havan. |
döven |
: |
Harman sürmeye yarayan, atlarla ya da sığırlarla çekilen alt kısmına çakmak taşı çakılmış geniş tahta, gem. “Garbi derler rüzgarımız hoş varır Eser eser top zülüfe yalvarır Boz tarlada kızıl buğday haykırır Döven döner saman uçar kes gelir” (Aşık Mahzuni Şerif) “Karatepeli’nin Döveni Kayıp. (Prof. Dr. Erman Artun, Adana Karatepeli Fıkraları) |
dövis |
: |
Zalim. |
dövlet |
: |
Devlet, ikbal, talih. “O zeman eyleydi, yorum,bekçi-mekçi kim olursa osun, yeter ki dövlet adamı ossun; alimallah âzımızı açmazdık.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan III, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
dövletli |
: |
Talihli. |
dövme |
: |
Döğülerek kabuğu ayrılmış buğday, yarma, pilav, tarhana ve aşure yapımında kullanılan değlipte dövülmüş buğday, keşkek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dövme kazanı |
: |
Ağzı dar altı geniş kazanlardır. |
dövmüşçülük |
: |
Döver gibi yapma hali. “Anneler bir yandan döverdi, dövmüşçülük yapardı ama için için de çok şükür oğlum boğulmadan eve geldi diye sevindiği halde zinhar bunu belli etmezlerdi.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
dövü |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Bakır levhanın yapılacak ürün haline getirilmesi için yapılan dövme işlemine denir. |
döymek |
: |
Tahammül etmek. |
döynemek |
: |
Boşu boşuna gezip dolaşmaktan yorulmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
döyüm |
: |
Sabır, acele etmeme, dayanma. |
döyüs |
: |
Pezevenk. (Hakaret sözü olarak kullanılır) “Allah Allâahh… Bu döyüsün burada işi ne…” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
döyüsün südüğü |
: |
Deyyusun çocuğu. |
döyüş |
: |
Kavga. |
döyüşlük |
: |
Moral. Yaylamızın yeri yüze Sabah olmaz uzun gece Çifte gelinler yolladım Bana döyüşlük ver hoca Ayhan Karakaş, Feke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s.166. |
du du |
: |
Koyun çağırma ünlemi. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
duak |
: |
Duvak. |
duban |
: |
Duman, ateş dumanı. |
dubara |
: |
Aldatma, dalavere. |
dubaracı |
: |
Hilekar. |
duçar |
: |
Uğramış, tutulmuş. “Alnının eni bir karış Ben yüzünde beder beder Çiftesin çapraz atar da Bir duçar avına gider” (Kaynak: İbrahim Davutoğlu, Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
dud |
: |
Dut. “Gapımızda dud ağacı Kimi dadlı kimi acı Yiğit oğlum geleydi de Gurban olsun çifte bacı” (Afşin’in Ağıtları, Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Bedirhan’ın Ağıdı, Derleyen: Serdar Sığınır, Kaynak Kişi: Sultan Türkkahraman) |
dudağını demirci çakmağı gibi pıttırmak |
: |
Küsmek, ağlamaklı olmak. |
dudak payı |
: |
Bardağın tam doldurulmayıp bir parmak kalınlığı kadar eksik bırakılması hali. “Adana’da dudak paysız çay içmek neredeyse imkansız gibidir.” |
dudmak |
: |
Tutmak. |
dudu |
: |
1. Yaşlı kadın. 2. Tuti, papağan. Beş yüz atım olsa lâhurî şallı Gümüşten reşmeli kadife çullu Mevlâ'm bana verse bir dudu dilli Sarmaya bir ince bel ver sen bana Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.393 |
dudu dilli |
: |
Tatlı sesle konuşan, sevgili. Bugün bir dilberi ettim temâşâ Sümbül saçın sırma tele uydurmuş Kesmiş kâkülünü dökmüş eğnine Şirin şirin dudu dile uydurmuş Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.637 |
dudu guşu |
: |
Tuti, papağan, yaşlı karı. |
dudulmak |
: |
Yakalanmak, elde edilmek. “Gayranlı’nın günden yüzü Mor sümbüller bitti m’ola İsmahal dudulsun diyen Murazına yetti m’ola” (Derleyen: Zeynep Taştan, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
duğan |
: |
(Ay, sene vb.) Giren, doğan, başlayan. “Çıkdım punarın bendine Ben etdim gendi gendime Ağ gelinim anan gelir Duğan ayın on dördüne” |
du:du:nda |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; doğduğunda. |
du:duneyin |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; doğunca. |
duhut |
: |
Dokumacı. |
dulak |
: |
Çobanların çarık giymeden önce bacaklarına sardıkları bez ya da yün sargı, tozluk. “Hatça gelinin salağa Gan bulaşmış bilağa Bin atına gedek oğlum Var yiğidin dulağa” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
dulakmak |
: |
Takılmak. |
dulat |
: |
Rüzgar almayan yer. |
dulda, dolda |
: |
1. Koruma, esirgeme, himaye. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) 2. Güneş, yağmur veya rüzgarın ulaşmadığı yer, siperli kuytu, gölge. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Tekeç dağının başında her gece, her gece yedi top ışık yanıyormuş ki, şu kavak var ya, onun boyunun üç misli... Hem de som yeşil, yeşil ışık. Ya nenem söyledi,” dedi. Ummahan övünerek.” Taşbaş’ın boş kalmış evine giderler Ummahanla Hasan... “Taşbaşın evinin duldasında akşama kadar hayaller kurdular. Taşbaş kaç kere köye geldi. Karanlıklar gündüz gibi oldu. Sofralar yağlı yemeklerle donandı. Bir oda dolusu ayakkabı. Bir oda dolusu da giyit... Bir oda dolusu kiraz çubuğu. Bir oda dolusu da kibrit...” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943)
“Tavlasında arap atlar beslenir Konağında baz şahinler seslenir Duldasında nice beyler yaslanır Boz kıratlı yüce beyler nic’oldu” (Hacı Ali Özturan, Maraş Ağzı Köroğlu, Ukde Yay. Kahramanmaraş 2009) |
duldalanmak |
: |
1. Gölgelenmek. 2. Birisinin ya da bir şeyin korunmasına sığınmak, olumsuz etkilerden uzakta olmak. |
duldalık |
: |
1. Çadırın etrafını çeviren hasır. 2. Gölgelik, yağmurdan, rüzgardan koruyan yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Tavlasında arap atlar beslenir Konağında baz şahinler seslenir Duldasında nice yiğit yaslanır Boz, kıratlı yüce beyler nic’oldu?” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yay. Dağ, İstanbul, 1984) |
dulgar |
: |
Bir yere akmayan durgun su. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dullama |
: |
Geveze. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dulluk |
: |
Saçak. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada.) |
duluglu |
: |
Ablak suratlı, dolgun yüzlü. |
duluğu duluğuna geçmek |
: |
Çok zayıflamak. “Duluğu duluğuna geçmiş zavallının.” |
duluğu gözel |
: |
Kabakulak hastalığından dolayı şişkin olan yanağa kopye kalemle Arapça yazılar yazılırdı ve bu deyimle adlandırılırdı. “Duluğu gözelleşdi.” |
duluğu sirkeli |
: |
1. Kimsesiz, öksüz, bakımsız kız, hizmetçi, sıradan genç kız. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) Maraş’ta benim de bir sirkelim var. (Sirkeli sözcüğü özellikle Andırın’da aynı anlamda tek başına kullanılmaktadır.) 2. Sağlığına ve temizliğine yeterince önem vermeyen ya da imkansızlıklardan dolayı veremeyen kadınlar için kullanılan bir deyim. Yüzü ekşi anlamına da gelir. “Duluğu sirkeli.” |
duluğunu şişirrim ha: |
: |
Karşıdakini dövmekle tehdit etme sözü. “Duluğunu şişirrim hâ.” |
duluk |
: |
1. Yan taraf. “Sol duluğundan çenesine doğru inen uzun, derin yara izinin içi tozla, saman parçalarıyla dolmuştu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) 2. Süğük altı, damın saçak kısmı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) 3. Yan taraf, evin yan tarafı. “Bu yaylalar meşeli Dibinde gazel döşeli Duluğu altın döşeli Gızlar çıksın yaylalara” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) 4. Göz ardı. 5. Gölge. 6. Avurt. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 7. Yanak, yanak içi, yanağın altı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 8. Yüz, çehre. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
duluk altını |
: |
Şakağa takılan altın. |
dulukluk olmak |
: |
Takılma olmak, tam hepsi bir anda olmamak. |
dulukmak |
: |
Bir yerde takılı kalma.Düşme anında bir yerde takılmak. |
du:m |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; doğum. |
duma |
: |
Nezle, soğuk algınlığı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dumağ |
: |
Nezle, grip, bronşit. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dumağı |
: |
Nezle, grip, bronşit. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
dumannanmak |
: |
Dumanlanmak. “Gene dumannandı dağların başı Durmadan akıyor gözümün yaşı Kimene diyem de feleğin işi Yol ver de gedelim dumannı dağlar” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
dumduru |
: |
Çok duru, su gibi. |
duncukmak |
: |
Suçluluk psikolojisi içinde süzülmek, susmak. “Duncukmana hiç gerek yok güzelim. Sen ne yaptığını bilen birisisin. Senin yaptıklarıyın altına değil imza atmak, kalıbımı basarım.” |
duncukup kalmak |
: |
Susup kalmak. |
dundal |
: |
Deve sürüsü. |
dundar |
: |
Öncü, öncü çanı. “Dundar çanı dumulardı Tokat çanı çinilerdi Topuzun göçün görenin Din’imanı yenilerdi” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
duŋgun |
: |
Düşünmekle meşgul, sürekli düşünen, hareketsiz. |
duŋmak |
: |
Düşünmek. |
duŋmak |
: |
Aniden durmak, donup kalmak. |
duŋuk |
: |
mat, donuk renk. |
duŋukmak |
: |
Bir yerde takılı kalma.Düşme anında bir yerde takılmak. |
dur durak bilmemek |
: |
Bir şeyi hiç durmadan yapmak. “Öylesine coşkun bir gülmeye kkaptırmışlardı ki kendilerini, dur durak bilmiyorlardı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
durak |
: |
Duralım. |
duraksız |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; yaramaz. |
duralaşmak |
: |
1. Duraksamak. 2. Uğramak, maruz kalmak. 3. Sataşmak, kavga çıkarmak. |
du:ramak |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; doğramak. |
durası |
: |
Dursun. Her sabah her sabah gelir geçerler Dünyalar durdukça durası kızlar Bir cefâ görmedim kaşı karadan Allah'ım muradın veresi kızlar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.579 |
durdurmak |
: |
Frenlemek. |
dure |
: |
Düğünden yedi gün sonra erkek evinin kız evine verdiği ziyafet. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
duri |
: |
Duruyor. “Daş medresede ohudug, ohiüg, basdılar. İbrâm hoca ohudurudu. Oulunun biri öldü,biri saı, şimdi daha duri.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
durluk |
: |
Durulacak, kalınacak yer. |
durmaçlamak |
: |
Bebek, çocuk veya bir eşyayı sırta bağlayarak taşımak. |
durmuk |
: |
Başı kesilmiş ağaç kökleri. |
durna |
: |
1. Evlerin bahçeye sarkan saçağı. 2. Türklerce pek malum kuş, turna. İlkbaharın eyyamı böğün mü geldi Çığrışır durnalar yol deyip gider Katara uymamış kalmış geride Kılavuz önünde el deyip gider
Nedir durnam ahvaliniz halınız Bozok'a doğru mu gider yolunuz Nerededir mekânınız eliniz Keskin ovasına çöl deyip gider
Durnam gateriniz bozuk bozguna Cura şahin avın vermez kuzguna Eşinden ayrılmış öter bir suna Yeşiller bağlamış al deyip gider Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.589
“Çadırı çebiç gılından Bıyığı durna telinden Alem gorkardı şerrinden Gün ağamın günüyüdü” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 3. Arka, dayanak. “Gardaş bacının durnası Solmamış geminin sırması Ciğerimi kor ediyor Ehmedin sona gelmesi” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 4. Dam saçağı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) Evin önü durnalıydı. 5. Şapka siperi. (kasketlerde)(TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
durnaz |
: |
Büklüm büklüm. “Gözünün önü Elifli Duluğu durnaz tilifli Usul boylu can bakışlı Var mı Elif’in kusuru?” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Elif’e Ağıt, Derleyen: Hasan Batmaz, Kaynak Kişi: Zeynep Safi) |
dursis |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Bakıra şekil vermek için kullanılan bir örstür. Yapılacak bakır ürününün büyük veya küçüklüğüne göre kullanılır. Büyük dursis, küçük dursis olarak adlandırılır. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 39) |
du:ru |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; doğru. |
duru |
: |
Suyu fazla. “Ayranı duru yapmışsın” |
durucun |
: |
Duracaksın. “Aydınlı bizim elimiz Ahrete döndü yolumuz Baban sehele göçücü Nasıl durucun yalınız” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Tüfek İçin Vurulan Ömer’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Bayram Tüten) |
duruhmak |
: |
Durmak. |
duruk |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; duru, sulu. |
duruksamak |
: |
Tereddüt etmek, karar verememek, duralamak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
duruli, durulik |
: |
Küçük bir kuş. |
durulmak |
: |
1. Hemen cevaplandıramamak, şaşırmak. 2. Berraklaşmak, öfkesi dinerek sakinleşmek. Yer değilem karış karış yarılam Su değilem bulanam da durulam Şu dünyada sevdiğine sarılan Âhırette sual sorulmaz imiş Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.635 |
duruncak |
: |
Durunca, durur durmaz. O ne dedi sen ne dedin varıncak Oğlan âşık mısın dedi görüncek El kavşurup dîvanına duruncak Daha dostum eskisinden güzel mi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.449 |
duruyum |
: |
Durayım. “Gurban ollum düğününe Ben duruyum oyununa Ağ sakallı vezir ağam Gurt dadanmış goyununa” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Üç Kardeşin Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Belkıse Gök (Ballı Hatın)) |
dussuz / tuzsuz |
: |
Utanması, arlanması olmayan, pişkin. |
dussuz pişen aş |
: |
Süt. |
dussuzluk / tuzsuzluk |
: |
Tatsız şakalar yapma. |
duş olmak |
: |
Karşılaşmak. “Göbeli’de bir dilbere duş oldum Aklım şaştı kaygılara eşoldum Aman beyler bakın ben bir hoş oldum Ben aşıkım ataş olur yan olur” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 624 |
duşa |
: |
Huysuz inekleri sağarken yatıştırmak için söylenen söz. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
duşak |
: |
Büyükbaş hayvanların ön ayaklarını bağlamaya yarayan ip. “Mahzende çayır biçer de Çifte atının duşağı Alayın kurban ederim Kalmadı dedem uşağı” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
duşamak |
: |
Hayvanın iki ayağını bağlamak, kösteklemek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
duşgelmek |
: |
Tahmin etmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
duşşak |
: |
Kaçmaması için hayvanın iki ayağına bağlanan ip, köstek, duşak. “Kırata vurman duşşağı Kuşanın kaynak kuşağı Benim arkam çok diyordun Gelmedi Avşar uşağı” (Derleyen: İbrahim Davutluoğlu, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
duşşamak |
: |
1. Kaçıp kurtulamayacak şekilde, sağlamca bağlamak. 2. Buzağıyı süt sağarken ineğin ayaklarına bağlamak, hayvanların ayağını bağlamak. |
duşu |
: |
Duşağı. Duşağılamak fiilinden gelir. Büyük baş hayvanları sağarken hayvanın sütünü bırakması için buzağılar yakında bulunan bir ağaç gövdesine bir örme ile bağlanır. Bu bağlama işine duşağılamak denir. Duşağılama işi yapılınca buzağısını gören inek sütünü hemen memesine bırakır. |
dut |
: |
Tut, dut ağacı. |
dut silkmek/silkelemek |
: |
: Dut ağacının dallarına vurarak olgun dutların düşmesini sağlamak. |
dutacak |
: |
Kulp, sap. |
dutaç |
: |
Maya, katık. |
dutak |
: |
Sıcak tencereyi ocaktan indirmek için bez ya da yünden yapılma bir eşye, tutak. “Ocağın dış duvarının yanında da, bir iki dutak veya saçak da denilen, kat kat kalınlaştırılmış ve el kadar iki ayrı kare veya daire şeklindeki bezlerin birbirlerine yarım metre uzunluğunda bağlarla tutturulmuş ve sıcak tencereyi ocaktan indirirken el yanmasın diye kullanılan eşyalar, çiviye takılı dururdu.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
dutalak |
: |
Hastalanıp, epilepsiye benzer türde düşüp bayılmak, kan tutması olarak ta ifade edilen dayfalma, halsiz kalıp, yıkılıp kalkamama vs. “Dutalağı duttu Dudu’nun gene. Esger oğluna çok acışıyor. Kolay mı bir tek bir kuzusu. Ondan başka kimi kimsesi yok fukaranın.” |
dutalga |
: |
Sara hastalığında nöbet şeklinde gelen kriz.. |
dutalık dutmak |
: |
Sara hastalığına tutulmak. |
dutamak |
: |
1. Vesile, neden. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Tencere tutacağı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
dutar |
: |
Yardım edecek kimse. “Üç dörd baş horanta oldu bir dutarı da yog, bir geliri de yog.” (Mehmet Dursun Erdem, Esra Kirik, Sibel Üst, Güner Dağdelen, Türkoğlu Ağzı, Kahramanmaraş Ağızları-1) |
dutarga |
: |
Sara hastalığı. |
dutdurabildi:ne |
: |
Müşteriye kaça satabilirse. |
dutgun |
: |
Tutkun, birbirine bağlı. “Fahareler birbirine dutgun oli:ler.” |
dutluk |
: |
Dut ağaçlarının çok bulunduğu yer. |
dutma |
: |
Bir yıllığına ya da süresi belirlenmeden tutulan yılda bir ücret ödenen genellikle tarım işlerine bakmakla birlikte ev işlerine de bakan erkek hizmetçi, yanaşma, azap. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Cendermeler Köselerin alt tarafında göründüğünde, yörepte ekin biçennerin başında duran dutmalarından biri, hemen ata binip ağasının evine habar etmiye getmişti.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007)
“Gadan alayım Fatma Etme Gadir Mevlâ’m etme Daha benim bacım gelin Her adamı dutmam dutma” (Belgin Elgün, Adana-Ceyhan, S. 20) |
dutmaç |
: |
Hamurun ince ince kıyılmasıyla yapılan bir tür yemek, erişte. “Dutmaça bir çok yerde kesme çorbası ya da aşı da denilir. Dutmacın içinde mercimek olmazsa olmazlardandır. Dutmacın bir başka adı da mercimekli hamur çorbasıdır.” |
dutmak |
: |
Tutmak, yakalamak, meyve vermek, kullanmak. “Neler dutdum neler dutdum Bal yaladım ağlar yutdum Benim de oğlum var diye Guru yerde mine dutdum” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Koca Durmuş’un Ağıdı, Kaynak Kişi: Nadire Erkek)
“Uçurum veya düşme ihtimali olan bir yerde duran birine; önce hafif ittirip, sora: “Dutmasam düşüyoduŋ ha.” şakası fırsatını heç bir zaman gaçırmamamız incilerimizin başında gelenlerindendi.” (Kadirli Bekereci Köyünden Ekrem, Kaynak: www.bekerecikoyu.com.) |
duttu:z mu? |
: |
Tuttunuz mu? “Evi:zin önünden davşan geçti mi? Geçti. Duttûz mu?” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
dutu |
: |
1. Davetiye olarak gönderilen özel eşya. 2. Güven belgesi olarak verilen şey, rehin, ipotek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Tamam ulan, anasını avradını…. Parayı şu döle dutu verin bâm.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
dutulmak |
: |
Âşık olmak, yakalanmak. “Halil dutulmus vereme İnne vurdular yareme Boz öküzü müjde veririm Babam oğlunu görene” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Asker Halil’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Mustafa Balıkçı) |
dutunsumak |
: |
İtibar etmek, değer vermek. |
duturak |
: |
Ateş yakarken büyük odunların altına konan çalı, çırpı vs. |
duva |
: |
Dua. “Emmim geldi garı diyor Her gelen duva ediyor Babamın yana gediyor Anam bu gün bacılarım” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Emine Doğan (Öksüz Garı)’In Ağıdı, Kaynak Kişi: Hürside Karpuz - Sıddık Doğan (Kara Müftü)) |
duvağsı |
: |
Duvağı. |
duvak, duvag |
: |
Düğünden sonra erkek evinde kadınların yaptığı toplantı. “Ayağına vurduk sıvak Merdiveni atmış ayak Ben ôlumu everiyom Gelinine verin duvak” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Çokaklı Ahmet Paşa’nın Oğlu Duran’ın Ağıdı, Ağıtı Yakan: Rabia Duman) |
duvak günü |
: |
Gerdek gecesinin ertesi günü erkek evinde yapılan eğlence. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
duvalı |
: |
Duvaklı. “Kele dezze, kele dezze Ben d’usandım geze geze Sanki ben de gelin m’oldum Eli gınalı yüzü duvalı” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
duvamak |
: |
Ayak üstü durdurmak. |
duvan |
: |
Divan, doğan. “Hacı bunun öz yieni Salakda avladı duvanı Andırın ağası ölmüş Esnaflar örtsün düveni” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Yaycıoğlu Hacı Durdu Ağa’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Mahire Yaycıoğlu) |
duvana |
: |
Divane, deli. |
duymamışçılığa vurmak |
: |
Duymamış gibi davranmak, duyduğu halde duymamış gibi görüp aldırmamak. “Aldırmadı, duymamışçılığa vurdu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
duyuk |
: |
Haber, söz. |
duyukçu |
: |
Haberci, söz götüren, haber veren. |
duyurruk |
: |
Duyururuz. |
duyuşat |
: |
Duyulan sözler, söylenti, rivayet. “Duyuşatıma göre Teneci Hacı mıkdarlığa aday olmıyacâmış.” |
duyuşun |
: |
Duyunca. “Dıkıldım galdım evlere Çı:rdım gadir Mevliye İrbaham’ın öldüğün duyuşun Annesi çıkmaz yaylıya” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Avcı İbrahim’in Ağıdı - 2, Kaynak Kişi: Âşık Mustafa Keleş) |
duyutdurmadan |
: |
Haber vermeden, hissettirmeden. |
duz |
: |
Tuz. “Deveye vururlar duzu Yüreğeme düştü sızı Benden size vasiyet Gurbet ele vermen sızı” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
duz küla: |
: |
İçine tuz konulan küçük apaklı ahşap külek. |
duzah, duzag, duzak |
: |
Tuzak. El âriftir yoklar senin bendini Dağıtırlar duzağını fendini Alçaklarda otur gözet kendini Katı yükseklerden uçucu olma Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.389 |
duzluca |
: |
Tuz ve karabiber eklenerek tüketilen haşlanmış nohut. |
duzlum |
: |
Sek sek oyunu. |
duzsuz |
: |
Yavan yavan laf veren, ciddiyetsiz, huysuz, sevimsiz, cıvık kimse. |
duzsuz konuşmak |
: |
Sevimsiz, isteksiz konuşmak. |
duzsuzluk |
: |
Ciddiyetsizlik, cıvıklık, tatsız şakalar yapma. |
duzsuzmehesiz |
: |
1. Dengesiz. 2. Ciddiyetsiz, cıvık. |
duzzak |
: |
Tuzak. |
dü:n |
: |
Düğün. |
dü:r |
: |
Dünür. |
dü:rcü / dü:rçü |
: |
Dünürcü. |
dübek |
: |
Taş havan, dibek. |
dübür |
: |
Kıç. |
düden |
: |
1. Su kaynağı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Kuyu. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. İçinde girdap bulunan su. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 4. Sulak yer. 5. Yeryüzü sularının kaybolduğu yarıklar, suyu çeken delikler. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
düdük |
: |
1. Küfre yakın bir söz. 2. Abaranın ucundaki delik. 3. Zurna. “Çifte davul çifte düdük Ahacık sêmen atlandı Arabasın beri çekin İçerde cehez gatlandı” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Ömer Ağanın Kızı Hayriye Hanım’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
düggân a:sı |
: |
Kiralanan dükkanın sahibi. |
düğ |
: |
1. İğ. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Bulgur ufağı, simit. |
düğdü |
: |
Keser, balta veya dahranın körelen (keskinliğini yitiren) kısmı. |
düğdük kemiği |
: |
İncik kemiği. |
düğe |
: |
Doğurmamış dişi sığır, henüz buzağılamamış inek, dişi dana. |
düğen |
: |
Döven. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
düğlemek |
: |
Düğümlemek. |
dümek |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; dövmek. |
düğü |
: |
İnce çekilmiş buğday, düğürcük. |
düğül düğül olmak |
: |
Saç, yün, vb. top top kıvırcıklaşmak. |
düğülemek |
: |
Kendini sıkmak. |
dü:n |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; düğün. |
dü:n / düğün çalmak |
: |
Düğüne katılmak. |
düğün okuyucu |
: |
Misafirleri düğüne davet eden kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
düğün seğmeni |
: |
Düğündeki görevli. |
düğüncü |
: |
Kız almaya giden kimseler, seğmen, düğün alayı. “Düğüncüler köye geldi Davulcular eve doldu Uyan Memmed sabah oldu Uyan Memed dezzem oğlu” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Düğün Günü Ölen Mehmed’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Hatice Öksüz) |
dü:r |
: |
Düğürcük, ince bulgur, çiğ köftelik bulgur. |
düğür |
: |
1. Evlenenlerin anne ve babaları. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) 2. Dünür, kız istemeye gelmek. “Sefil emmimoğlu sefil Usul usul gonuşurum Nazik gıza düğür gelse Ben kimlere danışırım” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İmirze’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Adil Gök) |
düğür gitmek |
: |
Kız görmeye ve istemeye gitmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. Osm.) |
düğürcü |
: |
Kız istemeye giden kimse, görücü, dünürcü. “Neyleyim bu canı olmazsa canan İflah olmaz senin aşkınla yanan Düğürcü salayım vermezse anan Kimseler duymadan kaçak Elif’im” (Kaynak şahıs: Celil Çınkır, Şair: Aşık Hacı Karakılçık) |
düğürcük |
: |
Buğday kırması, yarma, ince bulgur. |
düğürcük helvası |
: |
Yarma ve pekmezin pişirilmesiyle yapılan bir tür tatlı. |
düğürcük şorası |
: |
İnce bulhurdan yapılan çorba. |
düğürçü |
: |
Kız görmeye giden kimse, görücü. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
düğürlük |
: |
Dünür olma. |
düğüş düğüş |
: |
İnek, öküz vb. hayvanları çağırma ünlemi. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
dük atmak |
: |
Bilye/misket oyununda misketi yuvarlamadan , kaldırtarak atıp rakibin bilyesini vurmak. |
dükgan |
: |
Dükkan. |
dükgen |
: |
Dükkan. “Çınarlı’da goca tarla Biderini saçıcıyım Yasin oğlum esger olmuş Dükgenini açıcıyım” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
dülbent, dülbend |
: |
Tülbent, başörtüsü. “Aman ak baş diye belediğim Hak’tan dilek dilediğim Dülbentime doladığım Mevlâm buna bir can versin” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993)
Ağam dülbendin ak mıdır Cihanda mislin yok mudur Bir dilber sevmek çok mudur Rakiblerin ne ister benden Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.530 |
dülbesiynen |
: |
Yığınıyla. |
dülbet |
: |
Tülbent. |
düldül |
: |
1. Dürbün. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Hz. Ali’nin atı. 3. Andırın-Düziçi ilçeleri arasında yüksek bir dağ. Sana derim sana şol koca Düldül Çekildi seyilden yaylaya bülbül O kızın bahçası menekşe sümbül Kız koynunda gül görünür gözüme Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.409 |
Düldül çayı |
: |
Düldül dağı yöresinde yetişen ada çayı, dağ çayı. |
dülger |
: |
1. At çeşiti, hızlı giden at. 2. Marangoz. “Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal, pireler berber, karınca dülger iken; eski hamamın tası yok, peştamalın ortası yok. Falan filan karıncayı nallayıp sırtına palan vuran, duydun mu sen hiç böyle yalan? O yalan, bu yalan, fili yuttu bir yılan. Heybenin gözünden camız yavrusu düştü. Eşeğe binip deveyi kucağına alan ağalar, söyleyin bakalım bu da mı yalan? Yalanı yuhalayalım hadi bakalım masala başlayalım…” (Öznur Kara, Tarsus Masalları, Yüksek Lisans tezi) |
dülügsüz |
: |
Açlığına fazla dayanamayan kimse. |
dülüğü düşmek |
: |
Açlıktan ölecek gibi birşeyler yemek. “Yavaş ye yahu dülüğün mü düştü?” |
dümbelek |
: |
1. Serseri. 2. Darbuka. |
dümbük |
: |
Yolsuz birleşmelere aracılık eden ya da karısının oynaşmasına göz yuman kimse, pezevenk, ahlaksız,iffetsiz adam. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Delice Bekir deyyusunu, dümbüğünü, bayraklısını, ellisekizini bekler.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
dümbül başı kör kısrak |
|
:Hiç uygun olmadığı bir işte yol göstericiliğe, öncülüğe soyunan kişiye denir. |
dümbürdek |
: |
Ağaçtan yapılmış yayık. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
düme |
: |
Düğme. “Mezerinin üstün’açtım Göğsünün dümesin çezdim Yavrım benden vaz mı geçtin? Amanın guzum amanın” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
dümecik |
: |
Boyundaki düğmecik kemiği. |
dün örtüsü |
: |
Yorgan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dündar öncü |
: |
Deve çanı. |
dündül |
: |
Düldül, Hz. Muhammed’in Hz. Ali’ye verdiği kır katır. |
düneadar |
: |
Düne kadar. “Düneadar barabar aynı mahallede, aynı sohakta, yaşıyorlar, yan yana esnaflık ediyorlardı. Hatta düğünlerinde, ölülerinde birbirlerine gedip geliyorlarmış.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan III, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
dünek |
: |
Kümes. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. İç.) “Gelin de şuriye gonak Bacıma da habar salak Birisine sığmadılar İki tene yapdım dünek” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993)
“Şahin gibi yükseğinde düneği Avrupa’dan gelmiş cansız bineği Berber aynasından duru yanağı Akıyor dudaktan bal Acem Kızı” (Kaynak Şahıs: Celil Çınkır, Aşık Hüseyin) |
düneklik |
: |
Kümes. |
dünemek |
: |
Düneklikte durmak, tavuk ve kuşların gece uykusuna yatması. “Develioğlu’nun inadı Keklik gafese dünedi Vermen beni Develi’ye El âlem sizi gınadı” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
dünenin |
: |
Dün. “Babanı alıp gelmedin Getirmedin oğlum ayıp Dünenin tarihi atmış Varmış da mezere yatmış” (Kaynak: Teslime Altınoluk, Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
dünü gün |
: |
Gece gündüz |
düŋür |
: |
Oğluna evlendirmek için kız isteyen kimse, kayınpeder. |
düŋürcü / düŋürçü |
: |
Kız istemeye giden kişiler, nişan takanlara verilen ad. Bölgemizden bir fıkra: AYINDIR KÖYÜ Eskiden bir adamın oğluna kız istemeye gitmişler. Kız dünürcülerin çayını, kahvesini vermiş. Fakat, kız oğlanı beğenmemiş. Bunlar bir daha gelmesinler diye oğlanın ayakkabısının tekini saklamış. Dünürcüler kapıya çıkmış. Oğlanın ayakkabısının teki yokmuş. Dünürcülerden biri: -“Ayakkabımın teki nerede?” diye sormuş. - Bunun üzerine kız: -“Ayakkabını dana yuttu.” diye cevap vermiş. - Dünürler de: -“Ayındır ayındır Küçüğü büyüğünden hayındır Dana pabuç yutmaz amma Bu da bize bir oyundur.” demişler. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s.79) |
dünüş |
: |
Evlenenlerin anne ve babaları. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dünya yarısı |
: |
Dünya varlığı, zenginlik, mal, mülk. |
dünyada ummazdım |
: |
Ondan hiç beklemezdim, ondan bunu hayatta beklemezdim. |
dünyası cennet |
: |
Mutlu bir aile hayatı var. “Dünyası cennet.” |
dünyasını değiştirmek |
: |
Ölmek. “Gelirken Aksaray yakınlarında otomobilleri ile gaza geçirirler. Üç can oracıkta dünyasını değiştirir.” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
dünyaya direk çakmak |
: |
Sonsuza değin yaşamak, hiç ölmemek. “O dünyaya direk çakacak. Ölür mü hiç.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
dünyoğzeli |
: |
Dünya güzeli. |
dür |
: |
İnci. Ak imiş gerdanın beyazdır kardan Alnın gevherdenmiş cemalin nûrdan Dişin sedefdenmiş dudağın dürden Lebin kaymak çalar balın üstüne Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.412 |
dürelemek |
: |
1. Bir şeyi üst üste katlamak. 2. Dürüm yapmak, bir şeyi sarmak, katlamak. |
dürgen |
: |
Üç veya dört parmaklı, ot veya saman atmaya yarayan alet. |
dürgü |
: |
Dürülme şekli, dürülü olan. |
dürgün |
: |
Katlanmış. “Derelerde biter ılgın Bıyıl yaprakları dürgün Alırım hayıfu gardaş Ederim anarı sürgün” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Nalbant Hasan’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Mehmet Doğan) |
dürlü |
: |
Türlü, çeşitli. Karac’oğlan eydür inan sözüme Çifte benler dizilmiş mâh yüzüne Yavrum senin dürlü dürlü nazına Can sabr eder amma yürek döyer mi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.453 |
dürme |
: |
1. Dürüm yapma. 2. İncecik dilinerek duvara asılıp kurutulan et. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dürmek |
: |
Bir eksen etrafında sarmak. |
dürte dürte |
: |
İte kaka, Dokundura dokundura. Kalk sevdiğim geyin kuşan Topuğundan arta saçın Gaflet basmış uyumuşsun Uyan deyi dürte saçın Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.533 |
dürtek |
: |
Dürtme, vurarak itme. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
dürtme |
: |
Sivri bir nesneyi batırma. “Hota Durdu be’em hota Silkinir de biner ata Öldürmüşler Durdu Bê Süngüyünen dürte dürte” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Abazaoğlu Durdu Be’nin Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Duran Doğan) 2. Baş kakıncı etme. “Verdiğin bir yumurta, canımı aldın dürte dürte.” (Andırın Atasözü) |
dürtmecik çomacık etmek |
: |
Birini sürekli rahatsız etmek, hırpalamak. |
dürtüklemek |
: |
Sürekli konuşarak harekete geçirmek. |
dürü |
: |
1. Gelin edilecek kız için istenilen mendil, fincan vb. şeyler. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) 2. Gelinlerin damat ve akrabalarına, damatların da gelin ve akrabalarına verdikleri hediyeler. (TDK Derleme Sözlüğünden. Ada. Mr. Osm. İç.) 3. Bohça. 4. Gelin tarafından alınan elbiselik, gelin tarafına oğlan evinden alınan okuntu. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
dürülü |
: |
Dürülmüş. (Marul vb. için de kullanılır) |
dürülük |
: |
Dürü için alınan eşyalar. |
dürüm |
: |
1. İçiçe dürülmüş beş yufka ekmeği. 2. Yufkaya, peynir veya tere yağının sarılmasıyla yapılan yiyecek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. Osm.) “Elif kalktı, ekmeklikten bir dürüm ekmek aldı geldi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
dürümek |
: |
Katlamak, katlayarak kaldırmak, sarmak, kıvırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
dürüs |
: |
Dürüst. |
dürüslük |
: |
Dürüstlük. |
dürzü |
: |
Büyükler için hakaret küçükler için sevgi sözcüğü. |
dü:ş |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; dövüş. |
düş |
: |
Rüya. Yüküm kumaştandır satamaz oldum Garib bülbül gibi ötemez oldum Kınaman komşular yatamaz oldum Giriyor sevdiğim düşüme benim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.499 |
düş uykudan sonra olur |
: |
Toroslar bölgesinden mumyalanmış bir söz. |
düşeğe |
: |
Düşeği (sondaki -e, -a; -i,-ı,-u,-ü olarak söylenmektedir.). “düşek” bir tarla miras yoluyla ikiye üçe... Bölünür. Ortaklardan biri, bu yıl doğu taraftaki bölme- yörede buna “belge” denir-yi sürerse; öbür yıl, batı taraftaki bölmeyi sürer, daha sonra bir başka bölmeyi... Buna düşek denir. |
düşek, döşek |
: |
1. Tarla payı. 2. Birkaç yıl dinlendirilmiş, ekime elverişli tarla, çeltik tarlası. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 3. Sel sularının düzlediği yer. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 4. Vurularak ya da şehit olarak ölen kimsenin mezarına denir. 5. Kelepir. 6. Düşüp ölünen yer. Toroslar’da bir çok ağıtta karşılaşacağımız sözcüklerden bir tanesi de düşek ya da başka bir deyişle meşhettir. Vurularak ya da şehit edilerek ölenlerin mezarlarına düşek denilir. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Yetişin emmiuşağı Yaylada kaldı düşeği Düşman sıkınca fişeği Neler geldi dillerine” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
düş heyke:tlemek |
: |
Düş anlatmak. |
düşe:ri |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; düşüyor. |
düşesi |
: |
Düşsüzler, araları açılsın. Karac’oğlan der ki dağlar meşesi İki güzel birbirine düşesi Biri güldür biri gül menevşesi Karac’oğlan ikinize kul olur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.622 |
düşelge |
: |
1. Miras payı, pay. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) 2. Bir işi yapmanın ya da birine bir armağan vermenin zorunlu olduğu “bunu ben yapmalıyım” denildiği durum. 3. Sorumluluk. |
düşelik |
: |
Miras payı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
düşennemek |
: |
1. Yaşlanmak. 2. Yaşlandığı için gençliğindeki gibi olmamak. |
düşḡar |
: |
Şakacı, nüktedan kimse. Şonun da hėç düşḡarlığı geçmez. |
düşgele |
: |
Arasıra, rastgele. |
düşgün |
: |
1. Bakıma muhtaç. “Anan garı baban düşgün Goc’Ehmed’in gızı şaşgın Bir mektubcuk yollamamış Babam oğlu Halil Coşgun” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) 2. Önem veren. “Babam çocuklarına çok düşgün üdü.” |
düşkün olmak |
: |
Ayrı kalmak. “Karac’oğlan muradına erersen İnelim Reşvan’a güzel ararsan Bu bahtı karanın derdin sorarsan Bir yâr için vatanından düşkündür” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 609 |
düşleşik |
: |
Düşkünleşmiş, işe yaramaz. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
düşleşmek |
: |
1. Bir şey üzerinde direnmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Dadanmak, alışmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
düşlük |
: |
Hayal, olmayak iş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
düşman heyleyledi seni |
: |
Genellikle ağıtlarda söylenen bir kalıptır.Heyle: Nasıl. Düşman ne yaptı sana? |
düşmannar |
: |
Düşmanlar. “Ortadan da goca direk Buna dayanır mı yürek Memmed’im ölmüş diyorlar Dosda düşmannara gerek” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Ağpınarlı Mehmet’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Ayse Temiz (Patlakkızı)) |
düşnek |
: |
Keklik vb. av hayvanlarını dadandırmak için dökülen yem. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
düştü |
: |
Cenaze gömülürken kadınların tarlalardan topladıkları taşları ağlayarak bir kenara yığmaları. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
düşük |
: |
Ölü doğum, düşmüş. “Yanar ocak tütmez pece Ciğer düşük gızgın saca Nola ben de ölem idi Eşimin öldüğü gece” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İbrahim Kıvrak’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Meryem Tekatlı) |
düşünceme |
: |
Düşünce. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
düşüncemede galmak |
: |
Tereddüt etmek, düşünmeye devam etmek. |
düşüncü |
: |
Düştüğü zaman. |
düşünde görmediğini döşünde görmek |
: |
Hayalinden bile geçirmediği güzellikler kendisini buldu. “Düşünde görmediğini döşünde gördü.” |
düşüne yatmak |
: |
Bir şeyin olabilirliğinienine boyuna düşünmek. |
düşüngü |
: |
Üzüntü, can sıkıntısı. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
düşüŋgülü |
: |
Düşünceli, anlayışlı. |
düşüŋgülü düşüŋgülü |
: |
İnce düşünceli, kaygılı. |
düşünün |
: |
Düşünürsün. |
düşüntü |
: |
Hatırlama. |
düşürüm |
: |
1. Çözme. “Türkmen eli yaylasına göçtümü Gün burnuna Ceyhan suyu geçti mi Düşürümü Haştırın’açeşti mi Katarında tor mayalar bozular” (Celil Çınkır, Andırın Sözlü Kültür Varlıkları Envanter Çalışmaları - I, “Beşbucaklı Aşık Halil”.) 2. Kuşların mola vermesi. “Şam’a varın Kırklar Dağı’nda durun Halep’in şöhretin şanını görün Şol koca Kilis’e düşürüm verin Antep’in üstünde dönün turnalar” (Hacı Ali Özturan, Maraş Ağzı Köroğlu, Ukde Yay. Kahramanmaraş 2009, S. 21) 3. Göç yükünün bir dengi. |
düşüt |
: |
Eskilerde bir kişinin vurulup düştüğü yere düşüt denmektedir. Yörede yer adı olarak “bilmem kimin “Hasanın düşüdü gibi” düşüdü diye kullanılmaktadır. Günümüzde bir kişinin vurulup düştüğü yere düşüt denme geleneği kalkmıştır. “Mustantık düşütte keşif yaptı.” |
düşütdürmek |
: |
Düşürmek. |
düttürü leyla |
: |
Hafif kadın. “Düttürü Leyla.” |
düu |
: |
İğ, el iği. “İnce ince dilip düu ile yün eğirir gibi sararak, hazırladığı yumak yeteri kadar biriktirdiği ip ile dokutturulan küçük ve rengârenk bir yolluk parçası olurdu belki o kadar.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
dü:me |
: |
Düğme. “Kele bunun gırmızısı yok muydu?… Şurasının düumeli olanından niye almadı:z ki?... diye etmediği itirazı bırakmamış.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
dü:n |
: |
Düğün. “Zindağı’nın da Oluğu Akar horlayı horlayı Dün ötên dü’ünden geldi Deynek oynayı oynayı” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Nişanlı Gencin Ağıdı, Kaynak Kişi: Bedriye Parmaksız) |
dü:n sa:meni / seğmeni, seymeni |
: |
Düğüne toplanmış halk. |
dü:r, düğür |
: |
1. Evlenenlerin anne ve babaları. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Dünür, düğür, kız isteyici. “Sefil emmim oğlu sefil Usul usul gonuşurum Nazik gıza dü:r gelse Ben kimlere danışırım” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
dü:rcü |
: |
Dünürcü, görücü. “- Gedin şu Ali Gadıoğlu ile Elbeyoğlu’nun bacısını bana isten, verirse verir, vermezse gendi bilir. - Bu üç gavur günün birinde dü:rcülüğa geldiler. Yemağa yeyip, gayfesini içdikten sonra bizim nedeğin geldiğimizi biliyon mu dediler.” (Aşık Hacı, Kaynak: Refiye Okuşluk Şenesen, Adana Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği Geleneği, Altınkoza, Adana 2009, S. 305) |
dü:rcük, dügürcük |
: |
Düğürcük, küçük bulgur. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
düva |
: |
1. Boğaya gelmemiş, iki-üç yaşında dişi dana, düve. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Dua. “Düvanı êsik edme anam.” |
düve |
: |
Doğurmamış dişi sığır, henüz buzağılamamış inek, dişi dana. |
düve yüzlü |
: |
Olduğundan daha genç görünen kimseler için kullanılan bir deyim. “Düve yüzlü.” |
düvecek |
: |
Sarımsak döven tokmak, havan tokmağı. |
düveç |
: |
Yetişkin buzağı, buzağı irisi. |
düvelek |
: |
Kırkağaç kavunu. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
düven |
: |
1. Harmanda ekinlerin tanelerini saptan ayırmak için kullanılan, önüne koşulan hayvanlarla çekilen, altındaki çakmak taşları çakılı bulunan, kızak biçiminde tarım aracı. Güzel gerek övülmeye Düven gerek dövülmeye Yiğit gerek sevilmeye Şu dağları düz ederler Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.593
2. Dükkan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Salakta acılar doğanı (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
düven yannı: |
: |
Çatmaya asılan yayık. |
düvmek |
: |
Dövmek. |
düvün |
: |
Düğün. |
düyne |
: |
Dünya. “Muherrem Beğam’ın adı Galmadı düynenin dadı Bacın gadaların alsın Bacım ölüyorum dedi” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
düynü |
: |
Dünya. |
düyün |
: |
Düğün. “Ben de düyüne gederken Bibim de çekiyor halay Kele bana vermen öyüt Ö:le demek dile golay” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Veremden Ölen Hüseyin’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Hodul Emine (Gök-Aslan)) |
düyünüye |
: |
Düğününe. “Akarsular duruluyor Gan belmeden beliniyor Düyünüye gelen sêmen Cenezende bulunuyor” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Vurulan Damadın Ağıdı (Halbur Ağıdı), Kaynak Kişi: Safiye Temiz) |
düz |
: |
1. Kahramanmaraş’ta düğünlerde oynanan bir oyun. 2. Dölek, yer, düz alan. Atıma binip de ineyim düze Sürmeler çekeyim şol ala göze Bir cevab sorayım darılma bize Kolunu boynuma sarabilin mi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.452 |
düz ayak |
: |
Merdiven inip çıkmadan girilen yer. |
düz haral |
: |
Bir çeşit büyük çuval. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
düz miyene |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Bakırın pürüzlü kısımlarının perdah çekici olarak da kullanılır. Kullanılan kare ağızlı çekiçtir. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 39) |
düzdürmek |
: |
Dizmek, takmak, taktırmak. “Altınını bozdurayım Ağ gerdana düzdüreyim Benim eşim hasda olmuş Tokdur tokdur gezdireyim” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Doğumda Ölen Kadının Ağıdı, Kaynak Kişi: Mehmet Bakacak) |
düzelmek |
: |
İyileşmek, ayarlamak. |
düzelenmek |
: |
Sıraya dizilmek. |
düzen |
: |
1. Kurgu. 2. Sistem. |
düzeŋ |
: |
İki tepe arasındaki düz yerler, vadi. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
düzenek |
: |
Plan, tasarı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
düzenge |
: |
Binek hayvanların teçhizatı. “Bindiğin at al mıyıdı Düzengesi dar mıyıdı Getirip geri götürmek Bu kitapta var mıyıdı” (Kaynak: Hürü Köse, Andırın Büveme Köyü’nden) |
düzenmek |
: |
Düzene girmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
düzerleme |
: |
Onarma, tamir etme, birlikteliği sağlama. |
düzgünlük |
: |
Kadınların tuvalet malzemesi olarak kullandıkları allık, pudra, sürme vb. maddeler. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
düzmek |
: |
1. Küfretmek. 2. Dizmek. 3. Yapmak. 4.Sıraya koymak, süslemek, hizaya getirmek, düzenlemek, oluşturmak. Dumanı göç eylemiş düzmüş bir gater Şahin girmiş arasına çığrışır öter Müşteri olana telini satar Yavrı şahin heybetinden toz vurup gider Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.589 |
düzü düzü yığmak |
: |
Dizi dizi yığarak harman yapmak. |
düzülen |
: |
Dizilen, sıralanan. Kâmil olan belli olur sözülen Mâh yüzüne bölük bölük yazılan Al yanağa çifte benler düzülen Kakül müdür zülüf müdür tel midir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.627 |
düzülmek |
: |
Katar katar, sıra sıra dizilmek, koyulmak, arka arkaya gelmek. (Turna vs. İçin) “Tamam gırk gün oldu bugün İçerime gurdum düğün Gızlar ardıma düzülün Size bellediyim oyun” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
düzüm |
: |
1. Suda tutulan balıkların dizilerek taşınmasına yarayan bir dal parçası çatalı kalın tarafına, yani alla gelen tarafına dizilir. ince tarafından da balıkların solungaçlarından sokulup ağızlarından çıkarılarak dizilir. Çeki. 2. Dizi, sıra. “Gapımızın önü üzüm Dalları da düzüm düzüm Gurban ollum size guzum Versin elin oğlu izin” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
düzüm düzüm |
: |
Sıra sıra, dizili, dizilmiş. “Goca evin düzüm düzüm (Kaynak: Andırın Büveme Köyü’nden Cinnilerden Ahmat Kıvrak Cinne-met) |
düzüne |
: |
Deste. |
düzünmek |
: |
Süslenmek, giyinip kuşanmak. |