KAHRAMANMARAŞ YÖRESİNDE KULLANILAN MAHALLÎ KELİMELER
ma: |
: |
Damlarda iki hezenin arasına konan uzunca ve sağlam ağaç. |
ma:cir |
: |
Göçmen. |
ma:da |
: |
Başka. |
ma:danız |
: |
Maydanoz. |
ma:de |
: |
Mide. |
ma:deniş |
: |
Maydanoz. |
ma:l |
: |
Gelir. |
ma:lihülle |
: |
Hayal kurma, vesvese etme, kafada çok dolaştırma. |
ma:lsiz |
: |
Sevimsiz, çirkin. |
ma:ra |
: |
Mağara. |
ma:rise |
: |
Meğerse. |
ma:ser’a:zanı |
: |
Şıra ve zahire yapımında kullanılan büyük kazan. |
ma:sere |
: |
1. Zeytinyağı imalathanesi. 2. Şıra yapımı sırasında kullanılan ocak. |
ma:sırıg |
: |
İyi yanmayan kömür. |
ma:sim |
: |
(Küçük çocuklar için kullanılır) Masum, korumasız, zavallı. |
ma:sus |
: |
Özellikle, bilerek. |
ma:yene |
: |
Muayene. |
ma: |
: |
Çatının ortasına konulan kalın ağaç merteği, uzun ağaç, kolon. |
ma:cir |
: |
Muhacir, göçmen. |
ma:ne |
: |
Bahane. |
ma:ra |
: |
Mağara. |
macca |
: |
1. Çok düşünce ve üzüntüden olan sıkıntı. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Sinirleri bozularak hasta olma durumu. “Kayalarda biter tucca Bacısının adı Hacca Yernik giden anam oğlu Ağzınaça dolu macca” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Mustafa Kıraç’ın Ağıtı, Derleyen: Erol Yıldırım, Kaynak Kişi: İzzet Kıraç) |
maccası yarılmak |
: |
Sinirleri bozularak ölmek. “Maccası yarıldı.” |
maçcıldamak |
: |
Özellikle sakız çiğnerken ağızdan ses çıkarmak. |
maçmaç |
: |
Ağız şapırdatmak. |
maçın |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; macun. |
ma:cır |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; muhacir, göçmen. |
macir |
: |
Muhacir, göçmen. “Bahçede ekşi elma Ne güzelsin Maşallah Macirin kızlarını Şeytan çarpar inşallah” (Veli Aba, Seyfi Metin, Ö. Tuğrul Kara, Osmaniye Manileri, Adana 2011) |
maçcıldamak |
: |
Ağız şapırdatarak yemek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
maçça |
: |
İç organlardaki hastalık, tümör, ur. |
maçça bağlamak |
: |
Hastalanmak, derde kalmak. |
mada |
: |
1. Mide. 2. İştah. “Madası yerinde maşallah.” |
madanıs |
: |
Maydanoz. |
ma:danız |
: |
Maydanoz. |
madik |
: |
Beş taş oyunu. “Evlerinin ardı gedik (Kaynak: Andırın Büveme Köyü’nden Cinnilerden Ahmat Kıvrak Cinne-met) |
madrab |
: |
Kullanılmayan tarla, sürülmemiş toprak. |
madur |
: |
Mağdur. |
mafa |
: |
Fayda, vefa. “Maraş’dan çıkdı bir ucu Aksu’da oturdu m’ola Ne mafasız yalan dünya Hacca’yı götürdü m’ola” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kına Gecesi Ölen Hacca Kız’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Hürside Karpuz - Döndü Parmaksız) |
mafasız |
: |
Vefasız. |
mafaza |
: |
Muhafaza. “Adanı’ya iniyollar İnsannarı gırıyollar Allah mafaza eylesin Düsmannar da siniyollar” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Askere Giden Musa’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Ayşe Temiz) |
mafraç |
: |
Göç sırasında yatak, yorganın sarıldığı denk. |
mag cücüğü gimi bakmak |
: |
Mazlum mazlum bakan. |
mağ |
: |
Çatıların ortasındaki yatay ve dikey direk. |
Mağara |
: |
Bugünkü Tufanbeyli ilçesinin 1973 yılından önceki adı. |
mağarmak |
: |
(Sığır) Bağırmak, böğürmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
mağdeniz |
: |
Maydonoz. |
mağmıt |
: |
Mahmut. |
mağmir |
: |
Memur. |
Mağralı Ökkeş Caddesi |
: |
Dünyanın ve de Maraş’ın merkezi. |
mağrım |
: |
Beyaz bez. |
mağrur |
: |
Kendini beğenmiş, gururlu, kibirli. Meyva vermez selvi ile söğüdü Ben de bana verse idim öğüdü Elleri koynunda gezen yiğidi Yiğit mağrur gezmeyinen beğ olmaz Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.646 |
mağrur gezmek |
: |
Gururlu gezmek, kibirli ve kendini beğenerek gezmek. Sıra sıra dikemedim söğüdü Ben başıma veremedim öğüdü Elleri göğsünde görün yiğidi Yiğit mağrur gezmek ile beğ m'olur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.624 |
mah |
: |
Ay, ay gibi güzel. Söyledikçe lezzet verir sözünde Rûz u şeb hayali iki gözümde Hûda emri ile o mâh yüzünde Ak güller açılır güldüğü zaman Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.523 |
mahacir |
: |
Muhacir, bir yerden başka bir yere göç eden kimse. |
mahaklı |
: |
Öfkeli, kavgacı. |
mahal |
: |
Gerekli, uygun. |
mahallanmak |
: |
Alınmak |
mahallıkta kalmak |
: |
Ara yerde kalmak, ortada kalmak. |
mahalsiz |
: |
Yersiz ve zamansız olan, lüzumsuz konuşma. |
maham |
: |
Makam. |
mahana |
: |
Öne sürülen sözde neden ya da kusur, bahane. “Dezzeoğlu, beni çağarıyorlar… Bana galırsa boşa talaşlanıyon… Amma yolu yarılamışken, istersen bibingile gadar get… Bu mahanaynan bibini görüp, hızman balı yersin, derken bir yandan da yılışıyordu.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007)
“Mahanasız dost köyüne uğranmaz.” “Osuruklu g.te çavdar ekmeği mahana.”
Karac’oğlan dost bağına girmedim El uzatıp gonca gülün dermedim Çok gördüm de senin gibi görmedim Bulmadım hüsnüne mahana dilber Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.586 |
mahana-şahana |
: |
Sayede, sayesinde |
mahane |
: |
Sözde neden, bahane. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) “Memmed geliyor şoradan Bunu galdırın aradan Kimsiye bulmam mahane Bizi böyleden yaradan” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kavgada Öldürülen Kara Ahmet’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Rabia Duman (Güngör)) |
maharsizleşmek |
: |
Şakayı sulandırmak, dengesizleşmek. |
mahas |
: |
Makas. |
mahasere teşti (tarhana teşti) |
: |
90 – 95 cm.lik ölçülerdeolan teştlerdir. Üzüm şırası çıkarmada kullanılan, yahut tarhana veya hamur yoğurmada kullanılan kaptır. |
mahasiz |
: |
Kendini beğenmiş tavırlar içinde olma. |
mahfa |
: |
Fayda. “Şu dünyada ben de adam olmadım At üstünde oynayıp da gülmedim Doktordan, cerrahtan mahfa bulmadım Ölem diyom ölemiyom Allahım” (Aşık Mehmet İper, Kaynak: Refiye Okuşluk Şenesen, Adana Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği Geleneği, Altınkoza, Adana 2009) |
mahfızalı |
: |
Muhafazalı, her yanı sapasağlam. “Ezmiyenen üzmiyenen Bulunmuyor gezmiyenen Gardaş Kütahya’dan gelmiş Mahfızalı çizmiyenen” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
mahfi, mahvi |
: |
Gizli. “Vazgelemem sen ahdında durursan Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 516 |
mahı mest |
: |
Baygın bakışlı güzel. Karac’oğlan der ki ey mâh-ı mestim Kaşın gözün eğme cana mı kastın Severler güzeli incinme dostum Harcın ise güzel olmaya idin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.544 |
mahle |
: |
Mahalle. |
mahleb |
: |
Yabanıl kiraz. |
mahlut |
: |
Tahılların (buğday, arpa...) hepsine birden verilen ad. |
Mahmıd |
: |
Mahmut. “Hoş geldin Mahmıd hoş geldin Böğle gelmen hayırl’ossun Sarı oğlun esgere getdi Dedeleri bedel versin” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
mahmız |
: |
Koşu takımının her biri, mahmuz. “Balıktan gelir mahmız Ağa der bizim elimiz Ağır meclislerde bacım Üst başdır bizim yerimiz” (Musa Çökük, Kayseri Avşar Ağıtları, S. 96) |
mahmul |
: |
Gömme dolap ya da mutfak dolabı. |
mahra |
: |
Üzüm konan sandık. |
mahraç |
: |
Döşek yorgan ve yastığın çula ya da savana sarılmış hali. |
mahrama |
: |
1. Eskiden sokağa çıkarken manto üzerine giyilen geniş örtü. 2. Yüzü ve eli yıkadıktan sonra silmek için kullanılan bez, havlu. |
mahrum göndermek |
: |
Bir şeyi vermeden göndermek. Şeftali isterim mahrum gönderme İki leblerinden bir gerdanından Gönül Hak evidir sakın söndürme İki leblerinden bir yanağından Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.518 |
mahsere |
: |
1. Pekmez kaynatılan, yağ çıkarılan fabrika ya da atölye. 2. Susamın ezilerek helva tahin yapıldığı yer. “Köşedeki Ermeniler’den kalma taş binanın önüne geldiğinde burnuna keskin bir koku geldi. İçerideki koca taş havuzun kenarında, iki kişinin dönüp durduğu, ellerindeki tahta küreklerle, havuzu karıştırdıklarını fark etti. Az duraklar gibi oldu. Köylük yerde adından çokca bahsedilen Ali Rıza’nın mahseresinin burası olduğunu anladı.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
mahsere kazanı |
: |
Don kazanı, en büyük kazan. “Deli Yusuf üstündeki tozları bile silkelemeden - Bir mahsere kazanı su kaynat dedi.” (Hacı Ali Özturan, Maraş Ağzı Köroğlu, Ukde Yay. Kahramanmaraş 2009) |
mahsum |
: |
Masum. |
mahsun |
: |
Masum. |
mahşaba |
: |
Maşraba, küçük bakır tas. ‘Mahşabanın kalayı Kızlar çeker halayı Çekenler doğru söylen Var mı aşkın kolayı?” (Veli Aba, Seyfi Metin, Ö. Tuğrul Kara, Osmaniye Manileri, Adana 2011) |
mahşer |
: |
Kıyamet gününde dirilenlerin toplanacağı yer. Gökte yıldızların önü Terâzi Ülker ile aşar gider birazı Yarın mahşerde de sorarlar bizi Hak mizân terâzi kurulur bir gün Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.569 |
mahşur |
: |
Meşhur. |
mahya |
: |
Tahtırevan. “Bir evde bile büyüdük (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
mahzar |
: |
Mazhar. |
mahzun |
: |
Üzüntülü keyifsiz. Felek vermezsin dengi dengine Yolum düşürdün yine engine Kader getirdi Karaman eline Çimenleri mahzun gülleri mahzun
Aşıp dağları seyrân eyledim Garip gönlümü hayran eyledim Doğdu gönlümden ben de söyledim Yaylalar mahzun yolları mahzun
Oba yerleri yıkılmış veran Ceylânlar gitmiş dağılmış şahan Dedim feleğe işlerin yaman Konuştum nice dilleri mahzun
Karac’oğlan der konayım güllere Gidelim gönül uzak ellere Selâm söyleyin garib yollara Gördüm ovalar çölleri mahzun Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.567 |
mail olmak |
: |
Sevmek, tutulmak. |
makarne |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; makarna. |
makas |
: |
Üçgen biçimindeki tarla vb. şeyler. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
makat |
: |
1. Küçük minder. 2. Minderli açık sedir. “Akmaz iken kanlı Cihan Boz bulanık sel gidiyor Baş ucunda ağca makat Günden yana gölg’ediyor” (M. Sabri Köz, Elbistan ve Adana Yöresi Ağıtlar, Boğaziçi Üni. Halk Bilimi Yıllığı 1975, İstanbul, S. 75-76) 3. Maraş dival işi yapımında, işleme kartonu hazırlanırken veya desen yapıştırılırken, arada boşluk kalmasını engelleyen tahta araçtır. |
makbul |
: |
Beğenilen. Utanırsın akar terin Güzellikte yok benzerin En sevgili makbul yerin Saçların kara değil mi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.449 |
ma:keme |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; mahkeme. |
makine |
: |
Kamyon. “İslahiye’ye gediciğim Makineler alır m’ola Altı bebeği vericiğim Acep vekili olur m’ola” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ma:kkak |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; muhakkak. |
makkap |
: |
Cımbız türü, vücudumuzdaki tüy veya kılları temizlemekte kullanılan bir alet. Malatya, Adıyaman ve Kahramanmaraş'ın bazı bölgelerinde cımbız yerine makkap sözcüğü kullanılmaktadır. Bu sözcük Andırın ilçesinin Variyenli mahallesinde matkap olarak kullanılır ve anlamı cımbızdır.
Değirmenden geldim beygirim yüklü Şu kızı görenin del’olur aklı On beş yaşında da kırk beş belikli Bir kız bana emmi dedi n’eyleyim
Birem birem toplayayım odunu Bilem dedim bilemedim adını Elbistan yanaklı Kürdler kadını Bir kız bana emmi dedi n'eyleyim
Bizim elde üzüm olur alc'olur Sızılaşır bozkurdlar aç olur Bir yiğide emmi demek güç olur Bir kız bana emmi dedi n'eyleyim
Karac’oğlan der ki n'olup n'olayım Akan sularınan ben de geleyim Sakal seni matkabınan yolayım Bir kız bana emmi dedi n'eyleyim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.506 |
maklap |
: |
Günlük saman yeri. |
maksi |
: |
Pamuklu dokumadan ayak bileklerine kadar inen, bol etek. |
maksud |
: |
İstenen, kastedilen. |
mal |
: |
Sığır, inek, mülk, varlık. Kirpiğin ok kaşların yay Dişlerin inci yüzün ay Ben söyledim sen bir bir say Hak artırsın malın dilber Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.586 |
mal değneği gibi dikilmek |
: |
İşe yaramadan beklemek. |
mal malel |
: |
Mal, mülk. |
mal ü menâl |
: |
Varı yoğu, bütün varlığı, varlık, mal, mülk. “Kız der ki ben sözümü tuttururum Bağ u bahçama tımar ettiririm Ergenlere mal menâl sattırırım Beni gören başka başka hal olur” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 622 |
mal yeri |
: |
Hayvanların otlatıldığı sulak ve çayırlık yerler. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
malafat |
: |
Erkeklik organı. |
malağına çakmak |
: |
Yemek yeme. |
malağına müştak |
: |
Obur. |
malağma |
: |
1. Dövülmüş, savrulmamış tahıl ve saman karışımı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) 2. Harmanda dövülen sapların tane ve samanlarını ayırmak için yığın haline getirilmesi. “Yaz günlerinin yarısı geride kalmıştı. Aşşa köylerde günlerce süren, gem sürmeler bitmek üzereydi. Harmanlara yığılan malağmaların savrulup cec çıkarılma zamanıydı. Savrulup temizlenen buyda ve arpaların bir an evvel eve taşınması gerekiyordu.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007)
“Atının alnını sığar Önüne malağma yığar Babam bedel versin diye Uğrun uğrun boynun eğer” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
malak, malag |
: |
1. Ayı yavrusu, manda yavrusu, domuz yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr. Ada. Osm.) 2. Ağız. 3. Tavşan yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) “Bu sefer ayı arkadaşına dönmüş; Ey Dilki kardeş niyetdin benim malaklarımı demiş. Acıktım yedim, nediyin gelmedin sen de kaç gündür? demiş dilki Ayı’ya” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Yukarı Çukurova Masallarında Motif Ve Tip Araştırması, C.II) |
malak malağı |
: |
Kişinin elmacık kemikleri. |
malaka |
: |
Bedava, beleş, emeksiz ve karşılıksız elde edilen. |
malakacı |
: |
Bedavacı, beleşçi. |
malama |
: |
1. Çöp. 2. Samanın buğdaydan ayrılmamış hali. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç. Ada.) |
malamat |
: |
1. Ayıplama, kınama, azarlama. 2. Etrafa rahatsızlık verici gürültü, beceriksiz rezil. 3. ‘Melamilik’ten kaynaklı ‘rezil, rüsva’. 4. Perişan. 5. Berbat, bozgun, utanç verici durum. |
malamat etmek |
: |
1. Eziyet çektirmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Bulunduğu yeri, üstü başını kirletmek dağıtmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. Birinin ayıbını açığa çıkararak onu utanacak duruma sokmak, rezil etmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) “Gelin ayağının dibine geldi. Aman Halil beni malamat etme” (Aşık Mehmet Demirci, Kaynak: Refiye Okuşluk Şenesen, Adana Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği Geleneği, Altınkoza, Adana 2009) |
malamat olmak |
: |
1. Kınanacak durumda olmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Perişan olmak, rezil olmak. |
malamatını çıkarmak |
: |
Ele güne rezil etmek. |
malamatlık |
: |
Utanılacak durum, rezalet, rezillik. |
malaŋgoz |
: |
Marangoz. |
malata çorbası |
: |
Döğmeli mercimek çorbası. |
malay |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; mısır unundan yapılan bir ekmek. |
malaz |
: |
1. Sulak yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Su altında kalan, su basan tarla. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 3. Bataklık ve sazlık yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 4. Çoraklığı nedeniyle ekilemeyen boş tarla. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 5. Killi toprak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) 6. Kurumuş ot. 7. İçinde mahsül olmayan ve ancak mera olarak kullanılan yerler. “Mescitli Dağı’nın malazları Arpacı Aşireti’ne yıllık otuz beş koyuna kiraya verildi.” |
malcı |
: |
Küçükbaş hayvancı. “Bunlar malcı idi. Sulak yer arıyorlar idi. Ceyhan ırmağının yanına çadırlarını kurdular.” (Ömer Koca, Kaynak: Refiye Okuşluk Şenesen, Adana Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği Geleneği, Altınkoza, Adana 2009) |
malcışmak |
: |
Yemekteki sebzelerin ezilmesi. |
maldal |
: |
Evlek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
maldan |
: |
Taraçalandırılmış tarla. |
ma:le |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; mahalle. |
malhazırı |
: |
Kapaklı bakır sahan, küçük sahan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
malh̬ıta |
: |
Kırılmış mercimek. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
malından malamat olmak |
: |
Mal varlığı yüzünden tatsızlık yaşayıp elaleme rezilolmak. |
malıta |
: |
Soğanla pişirilen oldukça kıvamlı mercimek çorbası. |
malıyla malamat oldu |
: |
Serveti var malı var, aynı zamanında perişan ve rezilliği var, servetinin hayrını görmez. “Malımınan malamat oldum.” |
mâlihülle |
: |
Hayal etme, hayal kurma. “Bö:le mâlihülle yapa yapa üç yüz elli kilemedre gelmissim.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
mâlihülleli |
: |
Evhamlı, şüpheli. |
malihülya |
: |
Hayal alemi. “Mihneti bitmeyen köhne dünyada Her gün malihülya düzmekten bıktım Olamadım yoldaş bir gönlü şâda Hayatta yalınız gezmekten bıktım” (Ulvi Eren, Kaynak: Av. M. Metin Şirikçi, Maraş’ta, Yusufçuk Bas. Yay. Ve Tanıtım Hiz. Ankara 2001) |
maliken |
: |
Kaput bezi. |
malita |
: |
Mercimek, soğan, yağ ile yapılan yemek. |
mallik |
: |
Yassı çay taşı. |
mallik oyunu |
: |
Çocuk oyunu. “Bir daire çizilir. Milo ortaya konulur. Oyunculardan biri ebe olur. Ebe miloyu bekler.Öbür oyuncular belirlenen bir uzaklıktan mallikleri ile miloyu dairenin dışına çıkarmaya çalışırlar. Ebe de miloyu dairenin içine koyduktan sonra çizgi ile daire arasında öbür oyuncuları yakalamaya çalışır. Yakalanan ebe olur. |
ma:llim |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; Muallim, öğretmen. |
malota çorbası |
: |
Döğmeli mercimek çorbası. |
malutra |
: |
Dereotuna benzer kırçıllı bir bitkiden yapılan pilav. Malutra da bir ot heye dereotu gibi selemle gibi ama şekli farklı olur. |
mambaşka |
: |
Bambaşka. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
mambil |
: |
Ağaçların çiçeklerini yiyen, burçlarınınözünü emen siyah renkli mayıs böceği. |
mamıcığını çıkarmak |
: |
Ezmek. “Gaçmiye fırsat bulamaz.Adamcağız, çamın altında galır. O anda nasıl olmuşsa bir yanı da daşa gelir. Mamıcığı çıkar.” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
mamık |
: |
1. Yaban eriği, dağ eriği. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr. İç.) 2. Bir çeşit kara üzüm. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
mamır, mamur |
: |
Güzel, bakımlı belde. Güzelin yanağı ayın tekeri Ağzı oğul balı Firenk şekeri Omuzlar aşağı gerdan yukarı Her bir yeri mâmur olur güzelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.554 |
mamız |
: |
Mahmuz, horozların ayaklarının hemen arkatarafının üstünde bulunan tırnaksı, boynuzsu yapı. |
mamıza |
: |
Beyaz çiçekli, küçük yapraklı, kökü kesilince süt gibi suyu çıkan, yabanıl sarmaşık. Havayla karşılaşınca yeşil renk alan bu sıvı içildiğinde ishal yapar. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
ma:mir |
: |
Memur. “Memmed’im de olmuş mamir Gözyaşlarım oldu yağmır Gader böğle imiş Memmed Allah’dan geldi bu emir” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
mammed |
: |
Mehmet. |
mamuz |
: |
Nehir kenarından nehire uzanan beton veya taştan yapı. “Cihan’ın kenarına yapmış mamuzu üsdüne de yazmış Çiçi’nin Yeri diye.” |
ma:na |
: |
Bahane, anlam. “Hastananın üstü demir Vermemiş yavrulara ömür Şimdi bizkime mâna bulak Böyük yerden gelmiş emir” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Feridun’a ve Hatice’ye Ağıt, Derleyen: Caner Özarslan, Kaynak Kişi: Musa Şahan, Sonay Saygı) |
man püsü: |
: |
İri yapılı bir cins kedi. |
mana mana oynatmak |
: |
1. Dalga geçmek, dolduruşa getirmek. 2. Sürekli oyalamak. “Beni mana mana oynatma lütfen.” |
manadura |
: |
Domates. |
manalık |
: |
Tohumluk hıyar. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
manar |
: |
Ev olarak kullanılan tahtadan kulübe. |
manat |
: |
Eski Osmanlı parası. |
manca |
: |
1. Çoban salatası. “İnce kardeşçiğim ince Anam da kıyardı manca Çukurova şenlenirdi Kardeşin evi konunca” (Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72, S. 258)
Kötü avrat dersen cığıştan düşmez Üfürür üfürür mancası pişmez Bir at üste versen kimse değişmez Alman köt'avradı hörü de olsa Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.398 2. Bulgur, soğan, öbür karmakarışık sebzelerin yemeği. “Terzi işler bucağında Manca pişer ocağında Gezsem Ali’yi bulurum Gezsem devlet sancağında” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943)
Kaşını yıkmış da yüzün şişirir Samranı samranı manca pişirir Döşeyi yay deyin çulu devşirir Alman köt'avradı hörü de olsa Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.398 3. Daha çok kedi köpek yiyeceği. |
mancar |
: |
Yenilen bir ot. |
mancık |
: |
Kedi yavrusu. |
mancıklamak |
: |
1. Elleriyle sıkıştırıp ezmek; ilgisi olmadığı hâlde bir şeyi eliyle karıştırmak, onunlaoynamak. 2. Bir şeyi elle karıştırmak, mıncıklamak. (TDK Derleme Sözlüğünden Osm.) |
mancılık |
: |
Sofadaki büyük direk. |
mancınık |
: |
Kale köprüsünü indirip kaldırmaya yarayan makara sistemi. |
mancır |
: |
1. İncir ağaçlarında, asıl meyveden önce olup dökülen incir. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Yabani incir. 3. Ham incir. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
mancırık |
: |
Bir yapının altına, tavanına destek için konan dikme, sütun, kolon. |
mancırlak |
: |
El öpen. |
mandal |
: |
1. Seki. 2. Kapıya asma kilit takma aygıtı. |
mandelle |
: |
Mandalina. |
ma:ne |
: |
Bahane. Tokdur mâne eder inneyi yapmaz. Zalım bu dertler de başımdan galkmaz. Bu zalım dertleri bir kimse çekmez, Ben her gün ağlarım hastıyam diyêe. (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hacer Garı’nın ağıdı, Kaynak Kişi: Hacer Temiz) |
ma:ne etmek |
: |
Bahane etmek. |
manelik |
: |
Tohumluk hıyar. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
mangafa |
: |
Aptal kimse. |
mangala |
: |
Boncuk sayarak oynanan mahalli bir oyunda kullanılan tahtadan yapılmış oyun gereci. |
mangaşa |
: |
Kesilmiş ağaçları kesmekte kullanılan, 2 cm . eninde ve 4-5 cm uzunluğundaki ağaca çakılan bir ucu keskin, öbür ucu halkalı demir. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
mangılı batmak |
: |
Yitip gitmek, adı geçmez olmak, adı anılmamak. |
maŋgır |
: |
Para. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
mangırdamak |
: |
Mandanın böğürmesi. “Ne akıyon goca Gosün Çıkar bendini bağlarım Eşimin gara camızı Mangırdasa ben ağlarım” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Mustafa Efendi’nin Oğlu Kemal’in Ağıtı, Derleyen: Hilmi Ödemir, Kaynak Kişi: Hamza Türkmen) |
mangış |
: |
Domuz yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
manğ olmak |
: |
Kendinden geçmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
mangılı batmak |
: |
Adı geçmez olmak, adı anılmamak. |
manı |
: |
Mani. |
manık |
: |
1. Kedi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Kedi yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr. İç.) |
mani |
: |
Engel. Padişâhsan halıma bak Cümlemizi yaradan Hak Pehlû olmağa mâni yok Sardıkça güzel olursun Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.567 |
mani mani |
: |
İsteksiz. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
manik |
: |
Kedi yavrusu. |
manikül |
: |
Manikür, el ve el tırnakları bakımı. |
manila |
: |
Kaldıraç. |
mank |
: |
Aptal, ahmak, sersem. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Gürültüden kafam mank oldu.” |
mank olmak |
: |
1. Donup kalmak. 2. Sersem olmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Osm.) |
mankıl |
: |
Ad, san, ün. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
mansıp |
: |
Mevki, makam. “Yapıldı Beyin mezarı Gayri uzadı aralar Tez gelesin telli Beyim Mansıp alacak sıralar” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
mansıt |
: |
Denge, muvazene, dayanak. Amana da deli gönül amana Kalmadı iyi gün devr-i zamana Cevheri de denk ettiler samana Yük masnıtın bulmaz tay olmayınca Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.383 |
mantı |
: |
Bıçak ve çakının demir kısmı. (TDK Derleme Sözlüğünden Osm.) |
mantıfar |
: |
Genellikle kaya yüzeylerinde biten mimozaya benzeyen sarı renkli çiçekleri olan bir bitki ve onun çiçeği, altınotu. |
mantıka |
: |
Hükümet. |
mantıklamak |
: |
Düşünmek, anlamak. |
mantıvar |
: |
Genellikle kaya yüzeylerinde biten mimozaya benzeyen sarı renkli çiçekleri olan bir bitki ve onun çiçeği, altınotu. “Gece ıslak ıslak kokuyordu. Çam, gürgen, mantıvar, peryavşan. Çobançırası, ter kokuyordu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
mantız |
: |
Bir tür, üç ayaklı, ızgaralı mangal.Mangalın helkeden yapılmış olanı mangaldan farklı olarak çok amaçlı kullanılır, mangal. |
mantuvar, mantıvar, mantüvar |
: |
Kulak ağrısını geçirmek için kullanılan, çiçekleri güzel kokulu ve sarı renkli bir kır bitkisi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. Osm.) |
mapıs |
: |
Hapis. “Yana yana küle döndüm Küle derman bulunur mu? Ben yitirdim de eşimi Mapısda da bulunur mu?” |
mapısane |
: |
Hapisane. “O sırada Salih, hükümet konağının yan tarafındaki, mapısane, denen toprak damlı yerin yanına kadar yaklaşmış, Musa’nın ve ötekilerin ne halde olduklarını anlamaya çalışıyorlardı.” (İbrahim Boysal - Dönük (Roman) Cadde Yayınları, İstanbul 2006, I. Baskı) |
mapıshana |
: |
Hapishane. |
mappiç |
: |
Mallik oyununda miloyu daireden çıkarmak için kullanılan yassı taş. |
mapsa:ne |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; mahpusane, hapisane. |
mapus |
: |
Hapse atılan kimse. “Yaşa padişahım yaşa Yazılanlar gelir başa Biz müftüyü vermek diye Mapuslar düşmüş telaşa” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
mar |
: |
Yılan. |
ma:ra |
: |
Mağara. “Haklı oğlancığım haklı Oğlum mârada saklı Üç yüz atlı zerrediyo Hamemin köprüsü bekli” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
marak |
: |
1. Öfke, kızgınlık. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Merak. “Ne yatıyon ergen Ali Ekine vuruldu orak Kim istiyon düğür varak Emmim oğlu etme marak” (Afşin’in Ağıtları, Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Kamil ve Ali’nin Ağıtı, Derleyen: Ali Kocakaya, Kaynak Kişi: Cemile Kocakaya) |
maraklanmak |
: |
1. Alınmak. 2. Merak etmek, üzülmek. “Hasan Emmi birkaç gün etrafta görünmeyince arkadaşları maraklanmışlar. Nerdesin Hasan Efendi diye sormuşlar. Kahvede yoksun, camide yoksun. O da hanımının hasta olduğunu hatta hastanede yattığını söylemiş. Geçmiş olsun, Allah şifa versin neyi var diye sormuşlar. Domuz gribi olduğunu söylemiş Hasan emmi. Aradan 15-20 gün geçmiş Hasan emmi gene yok. Derken Hasan emmi piyasaya çıkmış. Geçmiş olsun hasta nasıl oldu, hastalığı geçti mi diye sormuşlar. Geçti demiş Hasan emmi. Geçti geçmesine de gribi geçti domuzluğu kaldı demiş. Can çıkarmış amma huy biraz zor çıkarmış. İnadımızı kötü huylarımızı değiştirmede kullanalım. Onlara karşı inat edelim.” (Kadirli Bekereci Köyünden mehya lakaplı hemşehrimiz, kaynak: www.bekerecikoyu.com) |
maral |
: |
Dişi geyik. “Kaşların benziyor yavru marala Gözlerin hükmeder yedi kırala Seher vaktiolup boynun ırgala Dokansın tellere yel yavaş yavaş” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 631 |
Maraş abası |
: |
Sert dokunmuş, kolları kısa, çizgili giysi. “Bağırlarını açıp, kollarını iyice sıvayıp su serperek serinlemeye çalışıyorlardı.Sırtlarındaki kıl karışımı Maraş abası gövdelerini iyice terletmişti. Helik Memiş’in teri şapkasının dışına vurmuştu.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
Maraş yeli |
: |
Yaz akşamları doğudan esip srinlik getiren meltem. |
marat |
: |
1. Azar, paylama. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm) 2. Dert. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
maraz |
: |
1. Sağlığa iyi gelmeyecdek yiyecek veya hareket. 2. İstenmeyen duruma sebep olan. 3. Hastalık. |
mardalı |
: |
(İnsan ve hayvan için) İri ve gösterişli. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
mardavı |
: |
Küçük taneli yabanıl üzüm. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
mardavıl, mardovul |
: |
1. Küçük taneli yabani üzüm. 2. Yabanüzümü asması. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
ma:re |
: |
Meğer. “Hastahane çifte yatak Bülbül olak burada ötek Mâre garip olmuşukan Gardaşım burada galak” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
ma:rebe |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; muharebe. |
marha |
: |
Üzüm taşımak için tahtadan yapılan dikdörtgen prizma şeklinde, üstü açık ahşam zembil. |
marha yü:süg |
: |
Büyükçe tokası olan erkek yüzüğü. “Yü:süg dagmadıg. Altın beş tene. Bâ bişey yog. Kimse duymasın dediler. Mahra yü:süg evlendigden sôna. Gayınbabam yabdırdı.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
marhabaşı |
: |
Maraş’ta çok sevilen, soğuğu gördükçe gelişen, sertleşen, siyahlaşan, gevreyen bir üzüm türü. |
marhama |
: |
1. Havlu. “Yatıvermiş de depenin önüne Telli marhamasın atmış önüne Seni ister gelinimiz evine Kalk gardaşım elimize gedelim” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008)
Telli marhamasın atmış başına Kudret kalemini çekmiş kaşına Bir güzel de düşemezse eşine Ah çektikçe yüreğinden kan gider Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.586 2. Mendil, örtü, başörtüsü. 3. Kırsal kesim kadın ve kızlarının başlarına örtüp bellerine kadar sarkıttıkları örtü. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) “Mestine de deli gönül mestine Âşık olan gül gönderir dostuna Telli mahramasın attı üstüme Terlersen sevdiğim sil dedi bana” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
marhasa |
: |
Ermeni piskoposu. |
marıcı |
: |
Şifa verici, deva olucu. Mantuvarım marıcı Bu dert beni alıcı Anam babam verirse Varıcıyım varıcı Ayhan Karakaş, Feke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s.152. |
marıl |
: |
Marul. |
marız |
: |
Kural, kaide. |
ma:rise |
: |
Meğerse. “Ha damladı ha damlayıcı olan çodürâmi de dutuyum deyi dizlerimi birbirine yapışdırmam, sıhıp duruyordum; mereti dizginnemek ne zorumuş mârise.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan III, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
marsık |
: |
1. Üretilirken gerektiği biçimde ve ölçüde yanmamışbulunması nedeniyle, yakıldığı zaman tüterek ve kokuvererek yanan, niteliksiz odunkömürü, benzetme amaçlıesmer, kara. 2. Kesilmeyen odun. |
marsıtmak |
: |
Kokutmak. |
mart sıpası |
: |
Yaramaz, hayırsız. |
martaval |
: |
Palavra, yalan. |
martavalcı |
: |
Yalancı, yalan söyleyen. |
marub |
: |
Mağrib, batı. |
marup |
: |
Mağrib, batı. |
marya |
: |
İki yaşından sonraki dişi koyun. |
marzıman |
: |
Arsız, utanmaz. |
marzıman eşşe: |
: |
Kıbrıs eşeği de denilen katır büyüklüğünde eşek. |
marzıman eşşe:nden kötü olmak |
: |
Kafası çalışmadığından bir işi becerememek. “Marzıman eşşênden kötüsün.” |
masara |
: |
Üzüm suyunu vs. yi sıkacak yer. |
masat |
: |
1. Bağ çubuğu budandıktan sonra kütükte kalan parça. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Bıçak bilemeye yarayan, çelikten çubuk biçiminde araç. Kasap masadı, ahçı masadı gibi. “Hesabını bilmeyen kasabın, g.tüne gider masadı.” |
masdı |
: |
1.Kısa boylu, bacaksız, cüce. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Duygusuz, vurdumduymaz. |
masere kazanı |
: |
Derinliği 90 cm. ve genişliği 120 cm. civarında olan, içinde şire, bulgur, tarhana yapılan büyük kazandır. |
ma:sera:zanı |
: |
Şıra ve zahire yapımında kullanılan büyük kazan. |
ma:sere |
: |
1. Üzümün kaynatılarak pekmez yapıldığı ocak. 2. Şıra yapımında kullanılan ocak. 3. En büyük Maraş kazanına verilen isim. |
ma:sere gazanı |
: |
İçinde tarhana ya da bulgur kaynatılan devasa kazan. |
masıra |
: |
1. Hıyarın küçüğü. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Dokuma tezgahında atkı ipliklerinin sarıldığı ağaç parçası. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
masıraf |
: |
Masraf. “Evlatları için önemli olan, ancak bö:kler için önemsiz olan bir gonuda bö:klerimiziŋ; “O neci:miş, negera: var, huzulu masıraf” türündeki umursamazlıkları incilerimizin başında gelenlerindendi.” (Kadirli Bekereci Köyünden Ekrem, Kaynak: www.bekerecikoyu.com.) |
ma:sırık |
: |
Odunun yanmış hali, iyi yanmayan kömür. |
masim |
: |
Saf, temiz yüzlü, masum. |
masimek |
: |
Önem vermek, önemsemek. |
masimemek |
: |
Önem vermemek, önemsememek. |
masköz |
: |
Hareketsiz denecek kadar ağır kanlı. |
maslahatayarı |
: |
Ukala. |
maslak |
: |
Güldürücü, şaşırtıcı, beklenmedik biçimde konuşan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
masmas |
: |
Duygusuz, hissiz, çok yavaş hareket eden. |
masması |
: |
Ağır davranan, uyuşuk, anlamsız bakışları olan, soğuk kimse. |
masnıt |
: |
Deve hamutunda ya da semerde denge. “Amana da deli gönül amana Kalmadı iyi gün devri zamana Cevheri de denk ettiler samana Yük masnıtı bulmaz tay olmayınca” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
mastafa |
: |
Balkonda tahtadan yapılmış sabit oturma yeri. |
mastar |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Bakırın ölçümünde ve çiziminde cetvel olarak kullanılan araçtır. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 40) |
masum |
: |
Suçsuz, günahsız. Sekseninde beratçığım yazıldı Doksanında kan damarım üzüldü Yüz yaşında âzalarım çözüldü Bir sabî mâsuma döndürdün beni Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.458 |
ma:sül |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; mahsül. |
maş |
: |
Bir çeşit börülce. |
maşa |
: |
1. Çamaşırı asmada kullanılan mandal. 2. Domates, biber, tütün vb. fidesi. (TDK Derleme Sözlüğünden Osm.) |
maşahat |
: |
İş çokluğu, iş fazlalığı. |
maşala |
: |
Düğünlerde sinsin oynanırken içine ates yakılarak etrafında dönülen nesne. “Dîvâne gönlümün bulanması var Çıkarım dağlara çıkar yörürüm Elime aldım aşk maşalasını Sinemi odlara yakar yörürüm” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 516 |
maşallah |
: |
Ne güzel, Allah nazardan saklasın gibi beğenme duygularını anlatan söz. Maşallah deyin de değmesin nazar Bilezik takmaya kolları güzel Korkmaz karakuştan serbestçe gezer Silkinir vadiye çıkar sabahtan Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.526 |
maşat |
: |
Çamaşır mandalı. |
maşatlık |
: |
Hristiyan mezarlığı. |
ma:şer |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; mahşer. |
maşher |
: |
Mahşer. “Bağlayasın asi kulun dilini Göreceksin maşher günü halini Zulmeyleyip yeme elin malını Mümin kullar kendi rızkın yemeli” (Celil Çınkır, Andırın Sözlü Kültür Varlıkları Envanter Çalışmaları - I, “Beşbucaklı Aşık Halil”.) |
maşk |
: |
1. Savaş oyunu, savaş. “Mürsel oğlu der de, Ey Mirza Oğlu Evimden meydana çıkmam var dedi Binbir atlım var da ağalı, beyli Onların maşkına bakmam var, dedi” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul, II. Baskı, 1984) 2. Gösteriş, görünüş. “İnanmayan gelsin baksın maşkına Altın tasta bâde içmiş aşkına Ben ilayık gördüm sultan köşküne Dört çevresi sünbül ilen gülünen” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul, II. Baskı, 1984) 3. Yiğitlik, görkem. “Dadaloğlu der de ne demelibu işe Çalalım kılıcı kim atar arşa Çukurova’da ik’aslan tutuştu güreşe İkinizin bu maşkına bakmam var” (Dadaloğlu’ndan, Kaynak: Yaşar Kemal, Sarı Defterdekiler, İş Kültür Yayınları, Haz.: Alpay Kabacalı, Mas Matbaacılık, İstanbul 2002) 4. Meşk. “Çok okudun Derdiçoğun maşkını Sen çoğalttın ataşını, aşkını Yıktın, harap ettin gönül köşkünü Eğri getmek, doğru yol m’oldu sana?” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 92 |
maşkına bakmak |
: |
Sınamak, denemek, ne olacağını görmek için sınavdan geçirmek. |
maşkını almak |
: |
Ağzının payını almak. |
maşkını denemek |
: |
Şansını denemek |
maşlah, maşlak |
: |
Maşlah, çetelerin üzerlerine giydikleri altı üstü bir olan ve kol yerine yarıkları bulunan bir çeşit giyecek, pelerin, meşlah. |
maşon |
: |
Maşin, bütün motorlu taşıtların genel adı. “Ecer maşon ali:m di: sâ. Mücedded maşon alim diür. Yani yenisini çeki:m diür.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
maşraba |
: |
Su kabı, içme suyu doldurulan aliminyum türü masa üstü su kabı. |
maşrafa |
: |
İçi kalaylı bakır su bardağı. |
maşrapa |
: |
İçi kalaylı bakır su bardağı. |
maşrub |
: |
Maşrik, doğu. |
maşta |
: |
Gelinin odasına girip çıkan, onun ihtiyaçlarına yardım eden kadın. |
maşuk |
: |
Sevgili, sevilen. Bir iyilik et ki çıkasın başa Ak gerdanda benler ola temâşâ Âşık mâşukla sarılıp sarmaşa Yorgan zahmet çeksin kol incinmesin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.559 |
mat |
: |
1. Domates suyu. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Sarhoş. “Dost elinden içtim içtim mat oldum Kahbe felek güldü ben de şâd oldum Emmiden dayıdan dosttan yâd oldum Ne yaman uzağa attı yol bizi” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
mataf |
: |
Zımbırtı, şey. |
matıflamak |
: |
Bunamak. |
matıra |
: |
Matara. “Askerler bağlar matıra Toplar yüklenmiş gatıra Sabahaçâ yatamıyom Neler geliyor hatıra” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
matkap |
: |
Cımbız. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
matra |
: |
Kalın ve uzun bir kamışa, uçları ok biçiminde iki üç çatallı bir demir parçası geçirilerek yapılmış, balık avlamakta kullanılan bir araç. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
matrah, matrak |
: |
Balık tutmaya yarayan uzunca sırık ve ucunda kertikli demir bulunan bir alet. |
matrah satmak |
: |
Mal satmak, bilgiçlik satmak. |
matran |
: |
Kalın ve uzun bir kamışa, uçları ok biçiminde iki üç çatallı bir demir parçası geçirilerek yapılmış, balık avlamakta kullanılan bir araç. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
matrap |
: |
Sabanda kullanılan küçük sopa. |
mav |
: |
Evin üst çatısını tutmak için atılan direk. |
mavgı |
: |
Mevki, çevre, yer, sınıf. |
mavgır olmak |
: |
Gururlu olmak, mağrur olmak. |
mavı |
: |
Mavi, gök rengi. “Beyaz giymiş alta üste de mavı Yavru kanatlanmış uçmanın çağı Ancak şahan alır böyle bir avı Sürmeli gelinin derd’aldı beni” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 456 |
mavıklamak |
: |
(Çiftleşmek isteyen kedi) Bağırmak, miyavlamak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
mavızar |
: |
Mavzer. “Put gibi duri:, eşgielerin garşısında, ellerinde mavızar.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
mavilemek |
: |
Miyavlamak. |
mavra |
: |
1. Su dolabı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Abartılı anlatım, yalan, boş söz, palavra, gevezelik. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
mavra atmak |
: |
Gevezelik etmek, amaçsızca söyleşmek, palavra atmak. |
mavra kesmek |
: |
Sohbet etmek. |
mavra şişirmek |
: |
Havadan sudan konuşmak. |
mavrı |
: |
1. Erkek turaç. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Güzelleştirilmiş, seçilmiş. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. Kedi yavrusu. |
mavrılanmak |
: |
Övünmek. “Işgıyalar hep buralı, Cüzdenneri ne paralı, Mavrılanman gıllı Kürtler, Hasminiz geldi Horeli” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kurşuna Dizilen Eşkıya Hacıveli’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Âşık Ali Ateş) |
mavru |
: |
1. Kedi yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Turaç kuşunun erkeği. |
mavrum, mavrim, mavrım |
: |
Kalın pamuk ipliğinden dokunmuş iç çamaşırlık kumaş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. Osm.) “Ali’nin giydiği mavrum Dayanamaz oldum yavrum Ali’yi yudular sende Yıkılası koca Savrun” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
mavrun |
: |
Bir kumaş cinsi. |
mavşan |
: |
Göz rengi için mavi, yeşil. |
mavu |
: |
Mavi. “İnce Hösüyün’üm ince Mavu püsgül dal gulunca Ortalığınız durulsun Bizim yalınız ölünce” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
mavu pezek |
: |
Kırk düğmeli mavi yelek. “Gadanı alıyım gazak (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
mavukkuşu |
: |
Baykuş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
mavuş |
: |
Mavi nesne. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
mavzer |
: |
Tüfek, kısa menzilli tüfek. |
maya |
: |
1. İncir. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) Evimizin önü maya Dalları var soya soya İki dene genç gızımın Sevemedim doya doya Ayhan Karakaş, Feke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s.178. 2. 4-5 yaşındaki dişi deve. “Bire Karac’oğlan bire can dostum Sensiz yaylaların tadı olmuyor Çukurova bayramlığın soyundu Tor mayalı Türkmen kızı gülmüyor” (İsmail Arslan, Zincirleri Gül Kokulu (Şiir), Yaylacık Matbâsı, BFS Yay., İstanbul 1992)
Katarında telli maya Camalın benzettim aya Ak göğsünü sıkmış saya Çalar gider peşlerini Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.428 3. Genel olarak damızlık dişi hayvan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 4.Güzel kız veya kadın. “Anacımdan gelen maya Cemalın benzettim aya Ağ topuğu sırma saya Döker gider peşlerine” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 410 5. Dişi eşek. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 6. Buhur deveyle adi devenin çiftleşmesinden doğan uzun tüylü dişi deve. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr. İç.) 7. Damızlık dişi hayvan. 8. Dişi at. Bu anlamıyla özellikle Pınarbaşı’ndaki Afşarlar arasında kullanılmaktadır. 9. İyi cins dişi deve. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 10. Dişi katır. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
mayafa |
: |
Sedye, sal. |
mayahoş |
: |
Biraz ekşi olan. |
mayalı |
: |
1. İncir reçeli. 2. Pideye benzer bir çeşit ekmek. |
mayam |
: |
Meyan kökünden yapılan şerbet. |
mayana |
: |
Güzel kokulu bir bitki, anason veya rezene. “Hediklik buğday, nohut, gara nohut ve gâvur paklası aldırılır ve bez torbalara yerleştirilirdi. Hatta hediğe katmak için birazcık mayana bile tedarik edilirdi.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
mayasıl |
: |
Basur hastalığı, hemeroid. |
mayasır |
: |
Allerji, mantar, nasır. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
ma:yene |
: |
Muayene. “Künde telifon geliyor Mayeneye gelsin deyi Düşmannarı fit veriyor Bir gün evel ölsün deyi” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Aynalı Ahmet’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Halil Gök) |
mayhoş |
: |
Ekşimsi, hafif ekşi. |
mayıl |
: |
Baygın, kendinden değilmiş gibi, melül. “Elimi goynuma goydum Mayıl mayıl yola baktım Pehlivan burnuma koktun Anan ölsün biriciğim” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Pehlivan Cuma Bülbül’ün Ağıtı, Derleyen: Sami Sığınır, Hidayet Köse, Kaynak Kişi: Kör Nafiyece) |
mayıl mayıl |
: |
1. Geviş getirerek. 2. Kendinde değilmiş gibi, baygın, melül melül. |
mayıl mayıl bakmak |
: |
Gözleri baygın baygın bir şeyler bekleyerek bakmak. |
mayıs |
: |
1. Dumanı üstünde olan hayvan dışkısı. 2. Büyükbaş hayvanların tersi, pisliği. |
mayış |
: |
Maaş. “Guzum mamır çıkınca ilk mayışını bana verdiyidi.” |
mayil olmak |
: |
Meyil vermek, aşık olmak. Akça ceran çölden çıkıp kaçınca Mayil olup yâr göğsünü açınca Vakti gelip aşiretler göçünce Düzülür yollara el karmakarış Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.632 |
maykeme |
: |
Mahkeme. “Gonurun dağında yayılır yozu Maykemelerde de goç gimi sözü Durmayıp ağlıyor Çerkez’in gızı Galdı gelinlerin dul Hös’gün Ağa” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
maykolmak |
: |
Özenmek. “Memmetim sudan geliyor Maykoldum kürâne Allah verdi Allah aldı Bak Allah’ım yürâme” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Muhammed’in Ağıdı, Derleyen: Mehmet Kılınç, Kaynak Kişi: Meryem Baltacı) |
maymala çalmak |
: |
1. Başıboş dolaşmak, işi gücü olmamak. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Zaman öldürmek amacıyla geyik muhabbeti yapmak. “Maymala çalii.” |
maymaşlık, maymaslık |
: |
Utanmazlık, densizlik. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
maymun diye getirdik, sırıtmadan gitti |
: |
İşe yarayacağı umulan bir kişinin ya da şeyin beklentilere cevap verememesi. “Maymun diye getirdik sırıtmadan gitti kerata.” |
mayrık |
: |
Büyük. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) Ahmet mayrık gözlerini kapıya dikti. |
maysınmak |
: |
Adam yerine koymamak. |
mayvalaya gelmek |
: |
Boş bulunmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
mazamaz |
: |
1. Üzgün. 2. İş işten geçti anlamında bir söz. “Atıma binip gideyim mazamaz Her yiğit sevdiği ilen gezemez Sıfat kocar ama gönül kocamaz Şimdi gönlüm bir yosmaya vurgundur” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 620 |
mazak, mazag |
: |
1. Çam kozalağı. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Ham, olmamış. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 3. Ağdalanmış kir. |
mazarat |
: |
Hastalık, mazeret, zarar verici şey.. |
mazarrat |
: |
Dert, hastalık, maraz. “Kız demiş ki yiğidim darılmazsan bir şey diyeceğim. Oğlan da söyle demiş. Padişahın yanına ben gideyim. Ben senden daha iyianlatırım demiş. Oğlan demiş ki; Git amma bundan bir mazarrat görürüz.” (Yaşar Kemal, Sarı Defterdekiler Folklor Derlemeleri, İş Bankası Kültür Yay. Nisan 2002, İstanbul, Hazırlayan Alpay Kabacalı) |
mazarrat başı |
: |
Çıbanbaşı, sürekli sorun çıkaran. |
mazbut |
: |
Zararsız, iyi. |
Mazgaç ayısı |
: |
İri yapılı kimselere yakıştırılan sıfat veya hitap sözü |
mazı |
: |
1. Kağnıda tekerlekleri tutan alet. 2. Meşe. “Yaz sonuna doğru ve sonbaharda mazı denilen sert, sağlam ve yanmaya dayanıklı meşe odunu satılırdı eşek yükü ile.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
mazı (topaç) oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. MAZI (TOPAÇ) Erkek çocuk oyunudur. Ağaç parçası oval şekilde yontulur. Oval şekilde yontulan bu parçaya at nalına çakılan çivi çakılır. Buna mazı denir. İp çivinin etrafında dolanır. Yere atılıp çevirilir. Mazıyı en hızlı çeviren oyunu kazanır. (Hilal Gülben Gerek, Adana İli Pozantı İlçesi Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E. TDE. ABD, Adana, 2012, s.169-170) |
mazısı galın |
: |
İri kemikli. “Mazısı galın.” |
mazman |
: |
Kilim, çul dokuyan. |
mazman eşşa: |
: |
İri yapılı bir cins eşek, marzıman eşeği. |
mazur |
: |
Muzu, laf taşıyan kimse, kötü kimse. “Anavarza yazıları Ceylan kovar tazıları Bir oğluma sebep oldu Aralığın mazurları” (Nakleden: Osman Taştan, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
mazzak |
: |
Olgunlaşmamış incir meyvesi. “İncirin sütü akıyor. Daha mazzak o. Sakın yemeyesin. Ağzını yara eder.” |
me:rise |
: |
Buysa, meğerse. |
me:zin |
: |
Müezzin. |
meamir |
: |
Memur. “İşte bu layık olmadıkları hor görülmüşlük ve karşılaştıkları muameleleri, köylerinde, çoğu üzüntü bie duymadan ve hatta failini, daha büyüterek anlatması, dinleyen gençleri, bir yandan öfkelendirirken diğer yandan da gıpta ettirirdi. O beldelerin çocukları, bu gibi etkilerle daha çok şeherli gibi olma özlemi duydular ve okuma, daha iyi yerlerde yaşama, o korkulan meamir o hiç kimseden korkmayan polis, etrafındaki bir çok insana hükmeden müdür gibi olma arzularını geliştirdiler.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan III, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
mebus |
: |
Milletvekili. “Gapısında patoz bağlı Çifte moturları yağlı Mebusluğu az görüyor Siması başvekil tuğlu” (Mehmet Temiz Yüksek Lisans Tezi Andırın Ağıtları, Zilfaroğlu İsmail Ağa’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Sariye Gök) |
mecbur |
: |
Tutkun, aşık. “Unuttu mu ahdı amanı n’etti Başın alıp gayrı diyara gitti Benim mecbur olduğumu fark etti Zalım garaz etti kaçtı gelmedi” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
mecbur olmak |
: |
Tutulmak, aşık olmak. |
mecbura |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; mecbur. |
meccanen, mecca:nen |
: |
Karşılıksız, Allah rızası için. “Elli sene, yüz sene ve iki yüz sene önce,hemen hiçbir köylümüzün devletten herhangi bir isteği olamazdı. Okulmuş, yolmuş, fabrikaymış, modern tarım aletleriymiş… Bilmezdiki isteye… Ama devletimizin onlardan vergi ve askerlik gibi; meccanen çalışma gibi bazı istekleri hep olurdu.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan II, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
mecek |
: |
Çörek. Yöresel, saçların arasında çalı ateşi üstünde olur, şekerli, pekmezli vs. gelinlik kız görmek ve bayramlarda en makbül ve lüks ikramdır. “Arefe günlerini en çok da meceği için severdim eskiden.” |
mecene |
: |
Issız boş yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) |
meci |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; imece. |
mecidiye |
: |
Eskiden kullanılan ve o zamanın 20 kuruşu değerinde olan gümüş sikke. |
mecik, mecig |
: |
Oğlak, keçi yavrusu. |
mecilis |
: |
Meclis, sevgilinin yanı. |
mecirefe |
: |
Tahta kürek, çapadan daha büyük ve geniş ağızlıkazma. |
mecit |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; mecidiye. |
meççik |
: |
Davul tokmağı. |
meçik |
: |
Davul tokmağı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
meclis |
: |
Topluluk, sohbet yeri, sevgilinin yanı. Bugün ben bir güzel gördüm Ne öpüp ne koçabildim Ne meclisinde oturdum Ne dolusun içebildim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.493 |
mecnun |
: |
1. Deli, aklını yitirmiş. Ala gözlerini sevdiğim dilber Uyuyup uykuya kanamaz oldum Deli miyim mecnun muyum ben neyim Sırrımı yad ele veremez oldum Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.508 2. Tutkun. Oturmuş kâtipler ismini ycızar Yüzüne saçılan benlere nazar Mecnun mu sevdiğim pek melil gezer Yoksa aşkın dolusundan içti mi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.643 |
mecrefe |
: |
Kürek ağızlı kazma. |
med |
: |
Çoban çeliğinin adı. |
medek |
: |
Manda yavrusu, potuk. |
medet |
: |
Yardım, imdat. Hasretinden ciğerciğim Delindi dilber delindi Meded Allah'ı seversen Gel imdi dilber gel imdi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.441 |
medhetmek |
: |
Övmek. Dostumun elinde bir tutam çiçek Ne kadar medhetsem o kadar göğçek Getir hamaylını yeminler içek Yâr sevmedim senden başka güçücek Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.469
Dinle sevdiceğim medhin eyleyim Açılmış baharda gülün sevdiğim Şirin'in aşkına söylen sözünü Şeydâ bülbül gibi dilin sevdiğim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.494 |
mefa |
: |
Fayda, menfaat, yarar, vefa. “Çatal yannığını yaydım Çatal ağcaları gurdum Bu yılda yaylada durdum Heç mefasın bulamadum” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hacı Osman’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Bakacak) |
mefasiz |
: |
Vefasız, kadir-kıymet bilmeyen. |
mefa:t etmek |
: |
Ölmek. “Benim gocam da mefa:t etdi. Dörd ay bitdi. Hê mefa:t etdi, ötekiün.” (Mehmet Dursun Erdem, Esra Kirik, Sibel Üst, Güner Dağdelen, Türkoğlu Ağzı, Kahramanmaraş Ağızları-1) |
mefat etmek |
: |
Ölmek. “…ve aradan çok geçmeden Silsüpüroğlu Fettah Bey mefat ediyor. Aşiretin ileri gelenleri toplanarak müşevvere yapıyorlar. Müşevvere konuşarak anlaşma demektir diyorlar.” (Aşık Mehmet Demirci, Kaynak: Refiye Okuşluk Şenesen, Adana Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği Geleneği, Altınkoza, Adana 2009) |
mefte |
: |
Mevta, ölü. Ava gider çiçeğinen Dağda kalır haftayınan Evdekinin günü geçmez Dağda yatan mefteyinen Ayhan Karakaş, Feke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s.169. |
megdeb |
: |
Mektep, okul. “Baban da işde gece megdebine gedmiş. Beşden çıgmış. Babası youmuş.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
meğerime |
: |
Meğerse, oysaki. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
meğez |
: |
Uyuz, derbeder. |
meğre |
: |
Meğer. “Gannı Çokak gannıymış Düşman bize kenniymiş Ben oğluma çocuk derdim Megre döşü enniyimiş” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kavgada Öldürülen Kara Ahmet’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Rabia Duman (Güngör)) |
meğrem |
: |
Meryem. “Medine’min donu sarı Her çiçekden alır arı Sana derim Meğrem Hatın Nere getdi bunun yarı” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
meh |
: |
Al anlamında uzatarak verme sözü, al, al bakalım anlamına gelir. |
Mehdi günü |
: |
Kıyamet günü. Yeşil ördek yayılıyor çimende Mehdi günü doğar âhır zamanda Kürt'te Hindistan'da Çin'de Yemen'de Aceb gezsem mavi donlum var m'ola Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.386 |
mehek |
: |
Hastalık, dert, sakatlık, özür. |
mehekli |
: |
Özürlü, sakat. |
mehel |
: |
Uygun. |
mehemsiz |
: |
İsteksiz, beceriksiz. “Mehemsiz yapılan iş, ya garın ağrıtır ya baş.” |
mehendiz |
: |
Mühendis. “Gine geldi gara yazlar Ördeyinen gelir gazlar Gardaş da bakın guru Mehendizler seni gözler” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Gebenli Karcı İs-mail (Kahveci)’İn Ağıdı, Kaynak Kişi: İbrahim Gök) |
mehil |
: |
Süre. |
mehil görmek |
: |
Uygun görmek, denk saymak. “Ay karanlık azdırmışım yolumu Ayaz kesti ayağımı kolumu Ben kendime mehil görmem ölümü Bundan sonra sağlığıma güman hey” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 644 |
mehit |
: |
1. Cenaze, naaş. 2. Beyit, kıta. |
mehle |
: |
1. Aptallık derecesinde saflık, her şeye çabuk kanan kimse. 2. Hayvanın ön budundan çıkan et, etin yumuşak yeri. |
mehlep |
: |
Bir meyve ağacı, meyvesi tıpta kullanılır. “Şu Çığşar’ın dağlarında Mehlep sümbül bitdi m’ola? Avın almış babam oğlu Muradına yetdi m’ola?” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
mehlez |
: |
Çamur. |
mehmetgile |
: |
Mehmet beylere. |
mehmil |
: |
Ambar. |
mehrecen |
: |
Kırağı, aşırı dondurucu soğuk. “Acı patlıcanı mehrecen çalmaz” (Maraş Atasözü.) |
mehremet |
: |
Merhamet. “Gocapınar dalında suna akıyor Güzel olan genden bana bakıyor Asık gız boynunu sana büküyor Mehremetli gullardan olman mı güzel? Dolanıp boynumda ölmen mi güzel?” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Karşılık Vermeyen Güzelin Ağıdı, Kaynak Kişi: Musa Erdevir) |
mehrican |
: |
Güz günü esen sayılı bir yel, aşırı soğuk. “Gider Memmet’e söylerim Değirmenlik evde kaldı Güz gününün mehricanı İlk evveli beni çaldı” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
mehveş |
: |
Ay gibi güzel. “Mehveşlerin bekler yayla yolunda Kemer kuşak parlar yârin belinde Salını salını gezsen yanımda Salınıp gezişin kime ne dilber” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 585 |
mekan |
: |
Kalınan yer, bulunulan yer. Nedir durnam ahvaliniz halınız Bozok'a doğru mu gider yolunuz Nerededir mekânınız eliniz Keskin ovasına çöl deyip gider Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.589
Taramış zülfünü açmış aynını Eğmiş kâmetini bükmüş boynunu Ayva turunç mekân tutmuş koynunu Kokar güller gibi teri mi bilmem Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.483 |
mekdep |
: |
Mektep, okul. “Mekdeplerde terler dökmüş Ne de çok zağmetler çekmiş Angara’dan habar geldi Benim oğlum pulus çıkmış” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
mekdib |
: |
Mektup. “Hacı oğlum mekdib okur Dili bilbil gimi şakır Guzumun mekdibi gelir Okutdum diynedim şükür” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kaz’a İle Ölen Hacı’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Zülfü Kabalcı) |
mekdub |
: |
Mektup. “Hasda benli Omar’ım Hasda Mekdubunu ederim desde Bursa”dan mendili gelmis Gannar olmuş besde besde” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Askerde Ölen Ömer Taş’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Halil Gök) |
mekdüp |
: |
Mektup. |
meke |
: |
1. Çürüyen çam ağacının öz suyu çıkarılan bölümü. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Çene. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Bir çeşit yaban ördeği. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 4. Mısır bitkisi ve tanesi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) “Buydadan so:ra da eksen olur evel de eksen olur. Mekiye hem gendimiz yemek uçun hemi de ine: danıya vermek uçun ekerik. Başga memleketlerde ine: verilir mi deller. Az bulundu:ndan za:r. Çog oluncu bö:le ine: de veriliyo danıya da. Millet bulamaz biz de satamag. Ne biliyim anam bu düzen bö:le za:r.” (Kadirli Bekereci Köyü’nden Kubilay, kaynak: www.bekereci. com) |
meke patla: |
: |
Patlamış mısır. |
meke pürçü: |
: |
Mısır püskülü. |
meke sokala: |
: |
Mısır koçanı. |
meken |
: |
Mekan, yer. “Meken oynatıyor.” |
mekgim |
: |
Mahkum. “Döşşemene mekgim otur Direğin yanına getir O da mıraz emmim oğlu Get de beş seneyi yetir” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Yaralı Gelinin Ağıdı, Kaynak Kişi: Ayşe Temiz) |
mekiş |
: |
Çene. |
mekkare, mekka:re |
: |
Yük hayvanı. |
mekkareci, mekka:reci |
: |
Yük hayvanı veya araba ile yük taşıyan insan. |
Mekke faheresi gibi |
: |
Çok fakir. “Mekke faheresi gibi.” |
mekmen |
: |
Yol üzerinde tümsek bölge. |
mektüp |
: |
Mektup. “Anan garı baban düşgün Goca Ehmed’in gızı şaşgın Bir mektübcük yollamamış Babamoğlu Halil Coşgun” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Asker Halil’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Mustafa Balıkçı) |
mel mel bakmak |
: |
Anlamadan anlamsız bir şekilde bakmak. |
mela:ke |
: |
Melek. |
mela:ş |
: |
Menengiç. |
melam |
: |
Melhem, merhem. |
melceviş |
: |
Fazla cıvık çamur |
melçik |
: |
Davulcunun kullandığı büyük çubuk. |
mele |
: |
Saklambaç oyununda ebenin korunması gereken yer, sobe. “Mele.” |
melefe |
: |
1. Parasız, pulsuz adam. 2. Yorgan kılıfı, yorganın örtünen kısmındaki yüzü, nevresim. “Gara tren derler bir uzun urgan Üsdüne örtmüşler melefe, yorgan Emmimizin gızı sana da gurban Üsdünü, golunu bağliyemedim” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
melefe yorgan |
: |
Nevresim takılmamış yorgan. |
melefetsiz |
: |
Kendini bilmez kişi. |
mele:ke |
: |
Kumlu ya da ince topraklı yerlerde yere ters koni biçiminde çukur açarak çukura düşen böceklerle beslenen bir böcek, karınca yiyen. |
melemen |
: |
Yumurtalı domates yemeği, menemen. |
melemez |
: |
Zayıf. |
melemir |
: |
Kara, acı tohumlu, küçük taneli bir bitki. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
melemir gibi |
: |
Ufak tefek, kibar ve narin yapılı. |
melengiç |
: |
Çitlembik, çıtımık. “Hemen tepsiyi, kuzineli göçmen sobasının ateşli kısmındaki üst kapağını kaldırıp üzerine bırakır, içine de gavırgalık buğday, melengiç ve haspir katarak, iyice sararıncaya hatta biraz da kararıncaya kadar kavurur, kavurdukça başka tepsiye aktarır. Sonra biraz daha, biraz daha.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
meleŋkiş, meleŋgiş |
: |
Çitlenbik. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
melep |
: |
Mahlep. |
meles |
: |
1. İpek ve keten karışımı gömleklik, çamaşırlık. Bedirlendin doğdun yüce felekten Cemalin seçilmez hörü melekten Meles gömleğini attın bilekten Güneş gibi parlar kolun sevdiğim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.494 2. Pamuktan yapılmış bez, keten gömlek, çamaşır. “Meles gömlek geymiş, vücudu nazik Kollarını sıkmış altun bilezik Aşnası kötüdür ceylana yazık Emirler’den bir kız indi pınara” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) “Bedirlendin doğdun yüce felekten Cemalin seçilmez hörü melekten Meles gömleğini attın bilekten Güneş gibi parlar kolun sevdiğim” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
meletmek |
: |
Yokluk içerisinde kıvrandırmak, yalvartmak. “Göndereceği üç guruş ekmek parası. Meledip duruyor.” |
meleviş |
: |
Karışıklık, dümen, dubara. |
melevişli |
: |
Karışık. |
meleyke |
: |
Melek. |
melez |
: |
1. Zayıf. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Kefen. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
melhem |
: |
1. Merhem. “Gel hatın anam gel ha Şu yarama melhem eyle Derdim yeğin ben ölüyom Doktur da bulmadı çare” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008)
Ala gözlerini sevdiğim dilber Gidiyorum sizin olsun buralar Ah ettikçe kara bağrım ezilir Melhem almaz sînemdeki yaralar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.576
Nazlı hey Allah'ım nazlı Meyvası koynunda gizli Melhem eyle kömür gözlü Sar sinemin yarasına Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.395
Zalım engel girdi aman araya Kömür gözlüm ben varamam oraya Devre melhem vurdun yine yaraya Onun için yaralarım azgındır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.627 2. Mehlep. “Armut yaylamızın ünlü meyvesi Kızılcık kirazı mehlem yemesi E. bre… ulan, ne ediyon hô… demesi Yankıları kayalarda çınlıyor yaylam” (Mustafa Kıreker, (Kösepınarı) Ericek Yaylası İsimli Şiiri, Çukurova’dan Dünya’ya Kadirli Dergisi, Haziran 2008, Sayı: 24) |
melif |
: |
1. Buğday veya arpanın topraktan ilk çıkan tazesürgünleri. 2. Taze şeyler için kullanılan sıfat. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
melik |
: |
Saç örgüsü. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) “Yaradan boynunu çarha mı çekmiş? Mah yüze Yusuf’un gülünü sokmuş Çamaşır yıkamış, meliğin sökmüş Görünce belledim sırmalı gözel” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 110 |
melil |
: |
Üzgün. Ak yâr melil mahzun bakma yüzüme Bir od düştü yanar tatlı özüme Dünya zindan görünüyor gözüme Nazlım senden ayrılması güç oldu Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.637
İkimiz de okuyalım yazalım Yükümüzü tenhâlara çezelim Bu yıllık da melil mahzun gezelim Ara yerde engeller de fanya Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.413 |
melil melil |
: |
Üzgün üzgün. “Ela gözlüm ben bu elden gidersem Zülfü perişanım kal melil melil Kerem et aklından çıkarma beni Ağla göz yaşını sil melil melil” (Mehmet Öksüz, Karacaoğlan, Oğul Matbaacılık, İstanbul 1993) |
me:lis |
: |
Meclis, toplantı. |
Meliya |
: |
Meliha. “Zeliyam’ın saçı tel gibi Meliya’mın benzi pir gibi İsmayil böyle etmeseydin Ben de gezerdim el gibi” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kalaboynulu İsmail’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Melek Karakaş) |
meliz |
: |
Balarısı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
mellemse |
: |
Büyük savan. |
melengiç |
: |
Sakızağacıgiller familyasından bir ağaç ve ekşimsi meyvesine verilen ad; menengiç. |
melmeket |
: |
Memleket. |
melul melul |
: |
Üzgün üzgün, boynu bükük. |
melül |
: |
Hüzünlü, üzgün. “İmam Halil imam Halil Sabır versin Rabbım Celil El içinde melül melül Gan ağlıyor iki gözüm” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Tra-fik Kazasında Ölen Ruhi’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Bayram Tüten) |
melüllenmek |
: |
Hüzünlenmek, bozum bozum olmak. “Vasayıtlar teyyareler Yavrım nerende yareler Melüllenme aslan oğlum Gayri geyerim garalar” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
Memduf |
: |
(Bir erkek ismi) Memduh. “Evimizin önü eniş Memduf gelmiş neler demiş Bozguyu Memmed’i yemiş Gel ha babam oğlu gel ha” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İnc’oğlu Mehmet’in Ağıdı- 2, Kaynak Kişi: Songül Bozdogan (Pinegöz)) |
memek |
: |
Meme. “Koynundaki memekler, turunç olmuş kokuyor.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
memili |
: |
(Kızılcık için) İyice olgunlaşmış, oldukça olgun, çok yumuşak. |
memili kiraz |
: |
Kızılcık kirazının iyice yumuşamış meyvesi. |
memişhane |
: |
Tuvalet. |
Memmed |
: |
Mehmet. “Düğüncüler köye geldi Davulcular eve doldu Uyan Memmed sabah oldu Uyan Memed dezzem oğlu” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Düğün Günü Ölen Mehmed’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Hatice Öksüz) |
mena:l |
: |
Sahip olunan, ele geçirilen şey. “Kız der ki ben sözümü tuttururum Bağ u bahçama tımar ettiririm Ergenlere mal menâl sattırırım Beni gören başka başka hal olur” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 622 |
mena:ş |
: |
Mercimek büyüklüğünde yemişi olan sakızlık ağacı. Bu ağaca fıstık (Antep fıstığı) aşılanır. |
mencilis |
: |
1. Meclis, toplantı. “Odaya sererler hasır Menciliste sözü cesur Ne ediyim hatın anam Gara toprak aldı esir” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008)
“Sufrada elini, mencilisde dilini kısa tut” (Andırın Atasözü) 2. Türkiye Büyük Millet Meclisi. “Adana’da özel bir lisenin açılışını o günün Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yapacaktı. Kalabalık aşırı derecede idi. Âşık İmamî sahnede program yapar. Cumhurbaşkanı gelince karşılamak üzere sahneden iner. Cumhurbaşkanı Âşık İmami’ye bir altın takar. Bunu gören davulcular Demirel’e yaklaştılar. Demirel koruma müdürünü yanına çağırdı. “Şükrü al bunları davulculara ver” diyerek iki on bin liralık verdi. Koruma müdürü de onlukların ikisini de götürdü davulcunun cebine soktu. Demirel bunu gördü koruma müdürünü tekrar yanına çağırdı “Şükrü sen ne yaptın? İkisini de birinin cebine soktun onlar kavga ederler birini öbür davulcuya sokacaktın.” deyince koruma müdürü davulcuların yanına giderek onluklardan birini alırken davulcu: “Neyediyon ağa” dedi. “Baba diyo ki onlar kavga ederler birini öbür davulcuya ver dedi birini alıp arkadaşına vericim.” Davulcu davulları durdurdu. “Sen o böyümüze söyle biz sofradaki bir ekmeğimizi paylaşır yerik o mencilisteki adamlarına baksın.” (Kaynak kişi: Âşık İmamî, Erman Artun, Seyirlik Köy Oyunları ve Anonim Halk Edebiyatı Araştırmaları, Kita-bevi, İstanbul 2008) |
mendil kapma oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. Mendil Kapma: Oyun dışarıda oynanır ve en az 8-10 oyuncu gereklidir. İki grup oluşturulur. İki gruba da eşit uzaklıktaki orta noktada bir kişi elindeki mendili havaya kaldırır. İki gruptan da birer kişi işaret verilince aynıanda koşup mendili alıp grubuna getirmeye çalışır. Koşarken karşı grubunoyuncusu onu ebelerse oyunu karşı grup kazanır. (Mısra Uğurlu, Adana İli Karataş İlçesi Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üni., SBE. TDE. ABD, Adana, 2010, s.127) |
mendil ucu bağlamak |
: |
Sözlenmek, nişan öncesi kız bir mendili bağlar erkeğe yollar bu sözlendikleri anlamına gelir. Mendil ucu bağlayıp nişanımda damada gönderdim. |
mendüfe |
: |
Didilmiş, atılmış, çöpünden arınmış, pamuktan yapılan dokuma. “Han’ayaklı, hani köşe Altın karışmış saçına Ayrıksı asbap giydirdim Mendühler giyer kıçına” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
menecik |
: |
Yüz. |
menek |
: |
Istar dokurken kullanılan ipten geçki, ipten mekik. |
menemeze |
: |
Rahat bir şekilde, aceleye getirmeden. |
menemşe |
: |
Menekşe. |
menend |
: |
Denk, benzer, eş. “Âşık Hüseyin’im söyler söz olur Çok sallanma güzel sana göz olur Mısır’ı Bağdat’ı versem az olur Ara menendini bul Acem Kızı” (Kaynak Şahıs: Celil Çınkır, Aşık Hüseyin)
Güzel cemalına baktır Dünyada menendin yoktur Hörü kızından göğçektir Bu güzellik soya gelir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.609 |
menenk |
: |
Nokta, varılacak yer. |
menevşe |
: |
Menekşe. “Ali’min beğendiği atlar Mor menevşe yeşil otlar Sağdıcı gapıda bekler Uyan Ali dezzem oğlu” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
menez |
: |
Kaba hareketleri olan kimse. |
menfa:t |
: |
Menfaat, çıkar. |
meŋgene |
: |
Pres. |
mengil |
: |
1. Kulak memesi. 2. Koyun, keçi vb. hayvanların kulaklarına işaret için yapılan delik ve kesikler. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
mengiş |
: |
Yeni doğmuş domuz yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
mengü |
: |
Halk dansı, semah. “Türkmenin anlı şanlı günlerinde türküler, ağıtlar, destanlar vardı. Toylar, düğünler, gelenekler vardı. Ulu semahlar, mengüler vardı. Üç gün üç gece süren cemler vardı. Aşıklar, kavalcılar, destancılar vardı. Her evde masal söyleyen, ağıt yakan bir yaşlı Türkmen anası vardı. Kilim, halı dokuyanlar, keçe döğenler, kılıç yapanlar, pirler, ocaklar vardı. Kök boya yapanlar, gümüş eğer, palan yapanlar... Ünü Iran’dan Turan’a, ünü Şam’a ulaşmış ustalar vardı. Beyler vardı ki, ulu şanlı kartallara benzer.” (Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi, Cem yayınevi, 1973) |
menhus |
: |
Hoş olmayan. |
Meni |
: |
Mani. |
meniden |
: |
Yok eden. |
menik |
: |
1. Kulağın altındaki çukur kısım. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Istar dokurken kullanılan ipten geçki, ipten mekik. |
menligiç |
: |
Menengiç, menâş. |
menmun |
: |
Memnun. “İşinden menmun kine sesi solu çıhmiir.” |
menşur |
: |
Meşhur, isim yapmış, tanınmış. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) “Hasretin düştü de herşeyden ayrı (Kaynak şahıs: Celil Çınkır, Şair: Mustafa Coşkunpınar) |
menter |
: |
Mantar. |
mentik |
: |
Bölge. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
menzil |
: |
Ulaşılacak belirli bir yer, konak. Evvel sen de yücelerden uçardın Şimdi enginlere indin mi gönül Derya, deniz, dağ, taş demez geçerdin Karadan menzilin aldın mı gönül Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.480 |
meral |
: |
Maral, dişi geyik. |
meram |
: |
İstek, arzu. Ala gözlerini sevdiğim dilber Beni del'etmeye meramın nedir Ben kendi derdime yanıp ağlarken Yeni derd katmaya meramın nedir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.605 |
meram etmeg |
: |
Dilemek, olmasını istemek. |
mera:met |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; merhamet. |
mercan |
: |
Bir süs eşyası yapımında kullanılan hammadde ve ondan yapılan ürün. Düğmeler diktireyim lâ'l ü mercan Yârsız kalan dünya başıma zindan Ben seni severim sıdk ile candan Sen beni sevmezsen söyle ar değil Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.477 |
merçemene |
: |
Kertenkeleye benzer bir tür sürüngen. |
merdan olmaz |
: |
Adam olmaz. |
merdifan |
: |
Merdiven. |
merdin |
: |
Garip. Bir yiğit gurbete çıksa Gör başına neler gelir Merdin sılayı andıkça Yaş gözüne dolar gelir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.610 |
merdivan |
: |
Merdiven. “Merdivanı altmış ayak Ağ gonağa vurdum sıvak Ben Duran’a düğün gurdum Gelinine verdim duvak” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
merduvan |
: |
Merdiven. “Merduvandan çıkamıyor Ellahalem ağır derdi Saba ora eller gonar Tikenli beylerin yurdu” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Dirgen Fakı’nın Ağıdı, Derleyen: Nesrin Akpınar, Kaynak Kişi: Dirgen Eşe) |
merdüven |
: |
Merdiven. “Sizden bir isdâm var, dedi. Benim sarayım gimi, garşıma bir saray yapacânız. Ordan mermerinen döşenmiş, o evden benim evime gadar, gızımın çıkıp gedecâ bir merdüven olacak. O zaman veririm,dedi.” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Yukarı Çukurova Masallarında Motif Ve Tip Araştırması) |
merecci |
: |
Mirasçı. |
merek |
: |
Ot, saman, mısır koçanı, yapraklı dal (neker) konan ahırın üzerindeki yer. |
meres |
: |
1. Köpekler için yaş. Köpeklerin bir yılda iki yaş yaşadıkları kabul edilir. 2. Miras. “Meresine değmiş itiŋ büyüğü küçüğü olmaz.” “Meresi düşmedik ölüye ağlanmaz.” |
meret |
: |
Uğursuz, hayırsız, bıkkınlık-tiksinti veren. |
merhaba eylemek |
: |
Selamlaşmak. Şu gönlüm eğlenmez oldu varayım Yollar beni sevdiğime ulaştır Merhaba eyleyip tavâf ettiğim Beller beni sevdiğime ulaştır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.602 |
merhemet, merhamet |
: |
Acıma. Havalandı gönül yüksekten uçtu Sevdiğim görüp de kaynadı coştu Merhamet sahibi gerdanın açtı Sıçradı canım da tenim alındı Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.417 |
meri |
: |
1. Geçerli. 2. Dişi keklik, kınalı keklik. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
merkep |
: |
Eşek. Bölgemizden bir fıkra: MERKEPAdana’nın valisi atıyla teftişe çıkmış. Kozan’ı Feke’yi teftiş etmiş ve teftişi sırasında köyün birinde durmuş. Yırtık elbiseli bir adamla karşılaşmış. O sırada da köyün idaresini sağlayan en üst düzey yetkililer köyde olmadığı için vali bu adama muhtarı sormuş. Adam da: - Dert tutmasın, muhtar yaylaya gitti, diyor. Vali gülmüş ve demiş ki: - Peki köyün ağası yok mu? Adam da: - Allah canını almasın o da onunla beraber gitti, demiş. Vali atından inmiş, oturmuş. Adama: - Gel bakalım, senin adın ne? demiş. O da: - Memet, demiş. Vali: - İyi de Mehmet Ağa, niye adamlara öyle söyledin, demiş. Mehmet Ağa da karşısındakinin vali olduğunu da bilmeden: - Adamların malı mülkü var, gediyorlar yaylaya, biz de burada yanıyok, demiş. Vali de kendinin vali olduğunu Mehmet Ağa’ya açıklamış: - Var mı bir derdin sıkıntın? demiş. Mehmet Ağa: - Valim ne derdim sıkıntım olsun. Devlet gelip halimi hatırımı soruyorsa, evde avrat yemeğimi pişirip önüme koyuyorsa, çocuklar sözümü dinliyorsa benden bahtiyar kim olabilir ki? demiş. Bu sözler valinin hoşuna gitmiş. Vali: - Ben Adana’da falanca yerdeyim. Bir derdin, sıkıntın olursa mutlaka benim yanıma gel Mehmet Ağa, demiş. Mehmet Ağa da, tamam, demiş. Vali dönüp gitmiş. Aradan aylar geçmiş. Mehmet Ağa fakir bir adam. Bir merkebi dahi yok. Kışlık odun yapacak olsa onu evine sırtında taşıyıp getiren birisi. Köylünün biri Mehmet Ağa’ya demiş ki: - Mehmet Ağa, vali sana söz verdi. Git de validen bir eşek iste. Mehmet Ağa da olur mu hiç deyince köylü: - Neden olmasın, sana söz verdi, git, demiş. Mehmet Ağa, köyünden yaya yapalak yola düşmüş ve Adana Valiliğinin önüne gelmiş. Kapıdaki güvenlik görevlisine vali beyle görüşeceğini söylemiş. Güvenlik görevlisi de: - Sen kimsin ki vali beyle görüşeceksin? demiş. Mehmet Ağa, güvenlik görevlisine, valinin köylerine geldiğini ve kendine verdiği söz üzerine onunla görüşmeye geldiğini söylemiş. Görevli Mehmet Ağa’yı kovmasına rağmen Mehmet Ağa gitmemiş ve görüşmekte ısrar etmiş. Görevli Mehmet Ağa’yı gönderemeyeceğini anlayınca valinin kapısını çalmış ve kulağına durumu anlatmış. Vali de: - Hemen içeri alın, demiş. Mehmet Ağa içeri alınmış. O sırada da vali, mal müdürü, defterdar ve kaymakam ile toplantı yapmaktaymış. Mehmet Ağa içeri girerken “selamünaleyküm” demiş. Oradakiler de “aleykümselam” demişler. Vali, Mehmet Ağa’ya: - Niye geldin? demiş. Mehmet Ağa da: - Bizim köye geldiydin, böyle böyle dediydin ya; benim de eşeğim yok, valime varayım da bir eşek diyiverim dediydim, demiş. Mal müdürü, kaymakam, defterdarlık başlamışlar “ha ha ha” diye gülmeye. Mehmet Ağa valiye eşek dedi diye gülüşmüşler, kahkahalar atmışlar. Vali de, Mehmet Ağa kendine eşek dediği ve diğerleri de güldüğü için sinirlenmiş. Vali demiş ki: - Yahu Mehmet Ağa o ne biçim laf ya, sana eşeği nerden bulayım şimdi? Mehmet Ağa da: - Ya valim, sende yokluk mu var? Sağın solun senin hep eşek, demiş. Bu cevap, valinin hoşuna gitmiş ve başlamış gülmeye. Güvenlik görevlisini çağırmış, demiş ki: - Şu parayı al, Mehmet Ağa’ya en iyisinden bir eşek bul erzağını da, yiyeceğini de yükle, paranın üstünü de ona ver, yolcu et. (Özlem Üzelkök, Kozan İlçesi halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü., S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2008, s.200-201) |
mermerde yayılmak |
: |
Çok zayıflamak. “Belli ki mermerde yayılıg.” |
mermerşahi |
: |
Patiskadan ince, tülbentten kalın pamuklu dokuma. |
Mersine değmek |
: |
Yaşına değmek. |
Mersin’e mazı götürmek |
: |
Bir iş için boş yere uğraşmak. |
mertebe mertebe |
: |
Derece derece, kademe kademe. Ellisinde yaşım yarısın geçti Altmışında yolum yokuşa düştü Yetmişinde biraz tebdilim şaştı Mertebe mertebe indirdin beni Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.458 |
mertek, merteg |
: |
Ağaç dayanak, kalın ağaç.
|
mertmen |
: |
1. Çıkılması zor ve dikçe yer. 2. Dağlık yerlerdeki doğal merdiven. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
mes |
: |
İnce deriden, meşin patik. Ben seni severim ne hevesile Geçirttin ömrümü kara yasile Bir çift çorap ile yırtık mesile Bastığım yerlere sormalı gelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.545 |
mescit |
: |
Camiden küçük olan ibadet mekanı. Gül bülbülün sekiminden Perçem zülüf takımından Geçme mescit yakınından Çok namazlar böldürürsün Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.575 |
mesdan |
: |
Kedi. |
mesek |
: |
1. Bedel. “Kurban olam Hasan Ağa Sen ağlama ben öleyim Eğer kabul eder isen Erine vereyim mesek” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Medine’nin Ağıdı, Derleyen: Canan Ceran) 2. Komik, güldürürcü. |
mesel |
: |
Tekerleme, örnek alınması gereken söz veya masal. “Söylenir dilde meseldir, el için olma sefil Ne vasi ol ne vekil, ne de bir şahsa kefil” (M. Metin Şirikçi, Maraş’ta, Yusufcuk Bas. Yay. Tan. Hiz. Ankara 2001) |
meseleme getirmek |
: |
Misal vermek. “Meseleme getirecek olursak.” |
meses |
: |
Kağnı sürerken ya da çifte koşulmuş öküzleri yönlendirmek için kullanılan, ucu sivri sopa, üvendire. “Hota ağ gelinim hota Şafağınan bindik ata Sarı beliği sallar da Meses alır gider çite” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I))
“Çoban asasıyla, çiftçi mesesiyle” (Halil Atılgan,Murtçu Folkloru, Karaisalı Kaymakamlığı Yayınları, 2002) |
meseslemek |
: |
Meses ile dürtmek, harekete geçirmek. |
meset |
: |
Kalın direk, mertek. |
me:sim |
: |
Daha küçük olduğu için ,suça karışmamış bebek gibi. |
mesken |
: |
Konut, oturulan yer, konulan yer. Hazret-i Mevlâ'dan dileğim budur Bülbül gibi işin ah ü zar olsun Beddua eylemem sana sitemkâr Gül gibi meskenin diken har olsun Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.565 |
mesken tutmak |
: |
İskan etmek, yerleşmek. Ben de bir kuş idim geldim ötmeye Yârin bahçasında mesken tutmaya Göz kaldırdım cemalına bakmaya Ak gerdanda benler öldürdü beni Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.459 |
mesnet |
: |
İş, meslek. “Kadanı alayım teyze Acı haber geldi bize Ağamın mesnetin diyem Kendi idarede aza” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
mest |
: |
1. Kendinden geçme, baygın bakma. Altım düğme dikmiş kırmızı yüze Sürmeler çekmiş de mest ala göze Âşığız biz yalan yakışmaz bize Gelin hiç sözylemez kız nazlı güzel Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.475 2. Üzerine ayakkabı da giyilebilen bir ayak giyeceği. Ben seni severim ne hevesile Geçirttin ömrümü kara yasile Bir çift çorap ile yırtık mesile Bastığım yerlere sormalı gelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.545 |
mest olmak |
: |
Sarhoş olmak. Elinden dolusun içip Mest olup kendimden geçip Aya karşı göğsün açıp Emsem gerek ahdim vardır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.601 |
mestane, mestene |
: |
Gözleri süzgün, mestane. Mestânedir Karac’oğlan mestâne Güzel olan gül gönderir dostuna Yatır beni kız dizinin üstüne Nen eyle de kaşın gözün süzerek Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.473 |
meşe |
: |
Orman. “Babam yatar köşesine Güller goydum şişesine Emmim oğlu götürüyor Gavaklı’nın meşesine” (Kaynak: Hürü Köse, Andırın Büveme Köyü’nden)
Yücesine gider meşenin yolu Engine dayanmaz yaylanın gülü Elimden aldırdım bir selvi dalı Domurcuk memeli yârden ayrıldım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.487 |
meşgala |
: |
Meşakkat, çile. |
meşlah |
: |
Maşlah, Çetelerin üzerlerine giydikleri, altı üstü bir olan ve kol yerine yarıkları bulunan bir çeşit giyecek. “Belinde nahfiri şalı Bunu gören olur deli Ata binip yörüyüşün Parlar meşlahının teli” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
meşleh |
: |
Maşlah,çetelerin üzerlerine giydikleri, altı üstü bir olan ve kol yerine yarıkları bulunan bir çeşit giyecek. “Meşlehi takmış dalına Kuşu kondurur koluna Ünü büyük Kadir Ağa Çıkar dağların salına” Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Mehmet Ağa’nın Ağıtı, Derleyen: Ali Kaya, Kaynak Kişi: Habibe Akkaya) |
meşlek |
: |
Palto gibi amma ondan kısa, altı üstü bir olan ve kol yerine yarıkları bulunan bir çeşit giyecek. “Emm’ağır işin görülmez Yozgat’a tosun sürülmez Sırmalı meşlek giyip de Oğlun karşısında görülmez” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
meşrefe |
: |
1. Eskiden kullanılan başörtüsü. 2. Geniş ağızlı ot kazması. |
meşur |
: |
Meşhur, ünlü. |
meteder |
: |
Meth eder. |
metel |
: |
1. Öykü, masal. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Metel metel met atar, eşgili yemiş g.t atar.” 2. Bilmece, hikaye. “Sohbetin koyusu geceye kalır Tabakalar açılır tütün sarılır Masal anlatılır metel verilir Hikayeli türküleri dinletir yaylam” (Mustafa Kıreker, (Kösepınarı) Ericek Yaylası İsimli Şiiri, Çukurova’dan Dünya’ya Kadirli Dergisi, Haziran 2008, Sayı: 24) |
metel vermek |
: |
Masal anlatmak. |
metelik |
: |
Kuruşun dörtte biri. |
metelikçi |
: |
Eli sıkı, parası kıymetli, eli cebine varmaz. |
metem |
: |
Abdal zurnasının kamışı. “Kumarlılar düğünde eğlenmeyi çok severler, halen bazı aileler var ki küstükleri zaman bayramda barışmazlar ama düğün olunca hepsi bir masanın etrafına toplanır ağlayarak barışırlar hiç kavga etmemiş gibi olurlar. O yüzden Kumarlı’da düğünlerin yeri ayrıdır. Kumarlı’da hatırı sayılır adamlardan biri oğlunu evlendirmek için düğün kurar. Düğün kalabalıktır, herkes toplanır. Abdallar da bazen ne dedikleri anlaşılmasın diye “Teberce” konuşurlar. Düğünde Abdal gençleri halay durmuş kim oynatacak diye kavga ediyorlar. Halaybaşı ve oyuncular ne kadar davul zurna varsa hepsi çalacak yoksa oynamayız diye inat ediyorlar. Abdalın en yaşlısı geldi halay başına dedi ki; “Bak ağa senin oyununa can dayanmaz Allah yokluğunu vermesin. Bahşisimi yeğen ver ha:.” Halaybaşı: “Tamam, veririz sen çal da.” “Yekenin ucunu görmeden meteme vıt dedirmem ağa.” (Kaynak kişi: Kahya Oca, Erman Artun, Seyirlik Köy Oyunları ve Anonim Halk Edebiyatı Araştırmaları, Kitabevi, İstanbul 2008, S. 188-189) |
metend |
: |
Küçük değnek. |
metene uğramak |
: |
Çok acıkmak, karnı zil çalmak. |
metfun |
: |
Medfun, gömülü. |
meti |
: |
Methi, övgüsü. “Goyunu başında sallanır Çapar itleri yallanır Ben demiyem emmimoğlu Her yerde metin söylenir” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kes Mehmet’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Bakacak) |
metire |
: |
Metre. |
metun |
: |
Hafif akıllı. |
Mevle, Mevla |
: |
Allah. “Gırata vurdurrum keçe Emeciyim getdi heçe Mevlem hepisini aldı Eyisini seçe seçe” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Saplıcandan Ölen Vaysal Ağa’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Döne Ekici)
Kalk gidelim atım harab haneden Kısmetimiz versin Mevlâ'm Yaradan Eğrikol'da yem yedirem atıma Gece Eğrikol'da yatalım atım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.491 |
Mevli’ye |
: |
Mevla’ya. “Şu aradan gele gele Üç arşın indirdim yolu Çok yalvardım şu Mevli’ye Birini vermiyor geri” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Üç Kardeşin Ağıdı - 2, Kaynak Kişi: Döne Ekici) |
mevlit |
: |
Mevlüt. “Abdalın bir tanesi komşu köye düğün çalmaya gider. On-beş yirmi gün sonra çadırına döner. Çoluk çocuğunu çok göresi geldiği gibi (çoluk da hanım demek ama) hanımını da haddinden fazla özler. Çadırına gelir gelmez hanımına sarılır. Abdalın hanımı: Dursana gavurun oğlu, gonşuların herifi gurbetten gelince besmele çekip ondan sonra avradına sarılıyormuş, sen de besmele çekip de sarılsana diye seslenince, abdal hemen lafını daşın gediğine koyar: Köpên gızı getir öyle avradı da ben de mevlit okuttirim, hatim indittirim, ondan sonra sarilim der.” (Mümtaz Doğan - Andırın) |
mevsimi çardak |
: |
Ahalinin 6 Mayıs’tan itibaren 6 ay süreyle kışlık odalardan çardak denilen sofalara çıkarak yatmaları. |
mevşen |
: |
Dışı siyahlaşmış (Silifkelice gararmış)kömür çaydanlığı |
mevta |
: |
Ölü. |
mevte |
: |
Ölü. |
mey |
: |
İçki, şarap. Karac’oğlan der ki içtim bulandım İçip içip aşkın meyinden kandım Dünyalar başıma yıkıldı sandım Derdini söylemez kula dönmüşsün Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.575 |
meydan almak |
: |
Ortaya çıkmak. Murad derler ben murada ermedim Binip aşk atına meydan almadım Güzel derler böylesini görmedim Top zülüf gerdanda bağ inen gider Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.587 |
meyersek |
: |
İştahlı, hevesli, çok düşkün. |
meyhar |
: |
İrikıyım, azman. |
meyhor |
: |
İçki düşkünü. |
meyil aldırmak |
: |
Gönül kaptırmak, aşık olmak. “Şurda bir yavruya meyil aldırdım Alıp oynamalı sel kenarında Geyinmiş kuşanmış türlü libası İnce kemer bağlı bel kenarında” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay., İstanbul 1953) |
meyil vermek |
: |
Aşık olmak, gönül vermek. Karac’oğlan der vardığım Dertli sînemi deldiğim Suç senin değil sevdiğim Sana meyil verendedir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.604 |
meyit |
: |
1. Beyit, bir dörtlük. 2. Mevta, ceset, ölü, cenaze. |
meymanatsız |
: |
Beşiriksiz, elinden iş gelmeyen. |
mėymene mesmene |
: |
Görünüşünde insana yarayacak bir şeyolmayan hususlarda kullanılan bir ikileme. |
meymenetsiz |
: |
1. Uğursuz, bereketsiz, yüzü şerli olan. 2. Şekli bozuk, tipsiz, hayırsız. |
meyrek |
: |
Dönek. |
Meyrem |
: |
Meryem. |
meyt |
: |
Ölü. |
meyveli pas oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. MEYVELİ PAS Meyveli pas oyunu okul bahçesi gibi düz bir zeminde en az üç kişiyle gündüz oynanır. Bu oyun için bir tane top bulunur. Herhangi bir sayışmaca ile oyunun başkanı seçilir. Başkan oyunculardan biraz uzaklaşır ve meyve, sebze, takı veya kıyafet türlerinden birinin üyesini aklında tutar. Örneğin domates, elma, küpe veya gömlek kavramlarından herhangi birini aklında tutar. Oyuncular başkana: “Meyve mi, sebze mi, takı mı, kıyafet mi?” diye sorar. Başkan da aklında tuttuğu şeyin hangi gruba ait olduğunu söyler. Mesela aklında tuttuğu şey küpe ise takı, der. Buna göre oyuncular takılarla ilgili tahminlerde bulunurlar. Eğer oyunculardan biri başkanın aklında tuttuğu takının küpe olduğunu bilirse başkanla topu düşürene kadar el pası oynar. İki kişi doğru cevabı söylerse birbirleriyle oynarlar. İkiden daha fazla kişi doğru cevabı söylerse başkanı değiştirmek için sayışmaca yapılır. Oyunun herhangi bir cezası veya süre sınırlaması yoktur. (Ömer Kırmızı, Erdemli Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Çalışması, Mersin Üni., S.B.E., TDE. ABD, Mersin, 2015, s. 184) |
meyyal |
: |
Meyilli. |
meyyan |
: |
Bel. |
mezad |
: |
Artırma ile yapılan satış. Hey ağalar ben bir hayrette kaldım Tanrı'nın ödüncü verilmez oldu Olanca malımı döksem mezada Erenler yanında bilinmez oldu Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.639 |
mezar |
: |
Kabir. Kız seninle böyle miydi pazarım Kara kaşlarında kaldı nazarım Yol üstüne kazmasınlar mezarım Yâr gelip geçtikçe yanıp durmasın Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.540 |
mezbelelik, mezbelelig |
: |
Eşyaların gelişigüzel ortalığa saçılması. “Ne bu odanın halı bö:le. Mezbeleliğe çevirmişsiniz buri:. İt oynamış yonca tarlası: mı olmuş” |
mezda:, mezdağ, mezdeği, mezdeki |
: |
Yüksekliği 15-20 metreyi geçen , iğne yapraklı, 15-20 santim uzunluğunda kozalakları olan, bu kozalaklardan sızan reçinesi sakız olarak çiğnenen bir ağaç. Toros köknarı. “Bana bir tutam çam sakızı, bir tutam da mezdeğe sakızı, azıcık da kekik getirin.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
mezdeki sakızı, mezda: sahızı |
: |
Öksürüğe iyi geldiği bilinenköknar ağacının sakızı.. |
meze |
: |
İçki yanında yenilen çerez. Karac’oğlan erdik bahara yaza Öyle bir yavrum var tazeden taze Bir elinde bâde birinde meze Nasıl koparayım gülleri sarhoş Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.636 |
mezer |
: |
1. Mezar. Karac’oğlan der ki ezelden ezel Duruldu suyun da kazıldı mezer Ellere yâr verdin el ele gezer Her dâyim bana mı garezin felek Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.471 2. (Hanımlar için) Peştemal. “Hanımlar, akşamdan hazırlardı bohçasını… Bir küçük torbanın içinde kil olurdu, zeytinyağından yapılmış yeşil sabun, lif ve kese ile birlikte banyo yaparken sarınmak için mezer götürürlerdi. Şile bezine benzer, yeşil, kırmızı, kahve, mavi renklerden çizgi desenli, peştemal yerine kullanılan, bir metre kadar eninde, belki de bir buçuk iki metre boyunda, uçları hafif püsküllü bir bezdi. Neden adına mezer derlerdi hala anlayabilmiş değilim.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) 3. Büyük havlu. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 4. Hamam havlusu. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr.) |
mezer altından işeme |
: |
1. Karnından konuşan, içten pazarlıklı. 2. Rahatsızlık veren sözü söyleyenin bilinmemesi durumunda açık olunması gerektiğini vurgulayan bir deyim. “Mezer altından işemek yakışmıyor size.” |
mezerinde yanar ışık |
: |
Ağıtlarda kullanılan bir kalıptır.Şehit mezarlarında özellikle cuma akşamları ve dini bayramlarda yeşil bir ışığın yandığına inanılır. |
mezerlik, mezerrik |
: |
Kabristan. “Mezerliğin daşlarına Guş gonmuyor başlarına Eşim mektub salar mola? Andırın’ın işlerine” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Hatice Salan’ın Ölen Esinin Ağıdı, Ağıdı Yakan: Hatice Salan) |
mezle: |
: |
Kışın yaprağını dökmeyen bir ağaç türü. |
mezmeldek |
: |
Odun gibi kaba, eğitimsiz insan. |
mezmerdek |
: |
Bir çeşit ördek. |
mezmum |
: |
Kötüleme. |
mezro |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; metre. |
mı:rıbı |
: |
Cimri, kehanette bulunan kimse, kahin. |
mıccık |
: |
Sözünü dinletemeyen erkek. |
mıccıklamak |
: |
Elleriyle sıkıştırıp ezmek; ilgisi olmadığı hâlde bir şeyi eliyle karıştırmak, onunlaoynamak. |
mıccırık |
: |
Ezik, yamyassı, yere yapışmış şey. “Mıccırığı çıkmış anam bacım.” |
mıcık |
: |
Çamur. |
mıcırık, mıcırcık |
: |
Çamur, sulu çamur. |
mıçıl |
: |
Ağzını şapırdatan. |
mıddık |
: |
Gaga. |
mıddıklamak |
: |
Gagalamak. |
mıdığını mırtmak |
: |
Küsmek. |
mıdığını mıttırmak |
: |
Küsmek. “Mıdığını mıttırdı, çekildi kenara.” |
mıdık |
: |
Gaga, ibik. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
mıdıklanmak |
: |
1. Sinirlenmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.Osm.) 2. Olur olmaz şeylerden huylanmak, alınganlık göstermek. 3. Alınmak, gücenip küsmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) |
mıdıklı |
: |
Alıngan, çabuk alınan. |
mıdıl |
: |
Üvendirenin ucundaki ince çivi. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
mıg |
: |
Çivi. “Duvara mıg çakar sekolarımızı dakardık.” |
mıgdar |
: |
Muhtar. |
mıgdar çakma: |
: |
Benzinli ucuz çakmak. |
mığırdış |
: |
Zayıf. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
mığrıbı |
: |
1. Sarı renkli, küçük karınca. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Medyum. 3. Muskacı. |
mığrım |
: |
Küçük karınca. |
mıh |
: |
1. Böceklerin ısırmasıyla berelenen kavun, karpuz kabuklarının altında kalan çivi gibi sert ve ham yer. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Çivi. “Yer : Andırın Büveme Köyü. Şef'in (Ercan Güngör) çocuğu üstünü ıslatır. Karısı ağaçta çakılı bir mıha çocuğu elbisesinin sırt kısmında takarak asar. Ordan geçen bir adam bunu görür, şaşırır ve kadına: - Çocuk takılmış... der. Kadın; - E: deliye bak, ben onu kurusun diye astım, der.:))))” (Fıkra gibi bir olay) |
mıha:t olmak |
: |
Göz kulak olarak beklemek, sahip çıkmak, korumak. |
mıhdar |
: |
Muhtar. |
mıheyt olmak |
: |
Sahip olmak, mukayyet olmak. |
mıhkırığı |
: |
Cimri. |
mıhlı |
: |
1. Kurtlu, delikli. 2. Çivili (Vestiyer yerine) “Ağ odaya mıh kakılır On iki seko takılır Babamoğlu Mulla Musa Alem şerinden sakınır” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
mıhlıç |
: |
Sıkı etli. |
mıhrız |
: |
Cimri. |
mıhsıçan |
: |
Oldukça cimri. |
mıhsıçtı |
: |
Cimri. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
mıhtan |
: |
Arpa, buğday ve çavdarı birlikte öğüterek elde edilen un. (TDK Derleme Sözlüğünden Osm.) |
mık |
: |
1. Çivi. “Değirmenin dar deresi Doktor bulunmaz çaresi Doktor delik deşik etmiş Omuzları mık yarası” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Mehmet’in Ağıdı, Derleyen: Selçuk Osman Belli, Kaynak Kişi: Fadime Şahin) 2. Çocukların bir çoğunun günümüzde adından bile haberdar olmadığı bir tür çocuk oyunu. |
mık sıçmak |
: |
Eli sıkı, cimri olmak. |
mıkayyet olmak |
: |
Sahip çıkmak, korumak. |
mıkbız |
: |
Aşırı cimri. |
mıkçıkın |
: |
Karmakarışık, birbirine girmiş. |
mıkçıkın olmak |
: |
Karmakarışık olmak, çözülemez hale gelmek. |
mıkdan |
: |
1. Yulaf. 2. Arpa buğday karışımı. |
mıkdannı |
: |
Karışık. Buğdayın içinde arpanın veya yulafın az miktarda karışık olması hali. |
mıkdar |
: |
Muhtar. “Kargılıkda Şeriffakı dururdu. (Cezmi Yurtsever, Andırın Tarihi, Adana 2007, S. 187-190, Kazım Temir’in Andırın Destanı isimli Şiiri) |
mıkgırı: |
: |
Cimri. |
mıkıs |
: |
Cimri. |
mıkısıçtı |
: |
Cimri. |
mıkıt |
: |
Binek hayvanlarını uyarmak için, ucu batıcı kısa değnek. |
mıkıyat olmak |
: |
Sahip çıkmak. “Oğlum… Gendine mıkıyet ol… Durup dururken elin gavuruna bulaşma ha:…” (İbrahim Boysal - Dönük (Roman) Cadde Yayınları, İstanbul 2006, I. Baskı) |
mıkla, mıhla |
: |
Yağda pişmiş yumurta omlet. (TDK Derleme Sözlüğünden Osm.) “Yumurta mıklası, pürenin balı. (Cezmi Yurtsever, Andırın Tarihi, Adana 2007, S. 187-190, Kazım Temir’in Andırın Destanı isimli Şiiri) |
mıklamak |
: |
Çivilemek. |
mıklantıs |
: |
Mıknatıs. |
mıklıf |
: |
Dolgun etli, kuş yavrularına da mıklıf denir. “Ev komşumuz mırtıktı. Göz güllüyü-akıtmalıyı-mıklıfı o zaman öğrendik.” (M. Metin Şirikçi, Maraş’ta, Yusufcuk Bas. Yay. Tan. Hiz. Ankara 2001) |
mıkrıs |
: |
Cimri. |
mıkrız |
: |
Cimri. “O ne mıkrız o. Günahını bile vermez bize.” |
mıktan |
: |
Arpa, buğday ve çağdarı birlikte öğüterek elde edilen un. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
mıktanlı |
: |
Bir miktar arpayla bir miktar buğdayın karıştırılmış hali. |
mıktar |
: |
Muhtar. |
mılçıldamak |
: |
Bir şeyler yerken mılç mılç diye sesçıkarmak. |
mılığı yıkık |
: |
Yüzü ekşi, keyifsiz. |
mılığı yıkkın |
: |
Yüzü eğri, işi rast gitmediği için pek neşesi olmayan. |
mılık |
: |
1. Çehre, yüz. (TDK Derleme Sözlüğünden Osm.) 2. Bir kimsenin tavrı. |
mılk |
: |
1. Olgunlaşmış yara. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) 2. Yumuşak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. Osm.) |
mılkıç |
: |
Çok yumuşak, ezilecek derecede (Meyveler için kullanılır) |
mılkıç gimi |
: |
Çok yumuşamış. “İncirler mılkıç gimi olmuş.” |
mıllımıcır |
: |
Karmakarışık. |
mıllımıcırık |
: |
1. Tamamen ezilmiş, pestili çıkmış olan. 2. Gerekmez her şey bulunan. |
mınafık |
: |
Ara bozan, bölücü, fesatçı. |
mıncık |
: |
1. Ufalama. 2. (Meyve-sebze) Çürümüş, bozulmuş. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) |
mıncırığı çıkmak |
: |
Mıncık mıncık olmak. “Bu kirezlerin de hör çuvalda mıncırığı çıkmış.” |
mındar |
: |
Mundar, pis, kokmuş. “Guruya da şu yalan deresi Salını salını suya gelesi Anası Emine de mındar ölesi Zeyneb’im Zeyneb’im allı Zeyneb’im Yedi köy içinde belli Zeyneb’im” (Mehmet Saygaz - Mustafa Sarıçerçi, Dört Mevsim Maraş Dergisi Sayı: 2) |
mınnık |
: |
Minik, çok küçük. |
mıntı |
: |
Sapsız küçük bıçak. |
mıntıha |
: |
Mıntıka, bölge. |
mıraz |
: |
Murat, istek, iyi hayat. “Çukurkozu’nda firezi (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
mırcımak |
: |
(Yiyecekler) Bozulmaya, çürümeye yüz tutmak. |
mırhız |
: |
Cimri. |
mırık, mırıg |
: |
1. Kir, pis. 2. Bataklık haline gelmiş çamur, toprağın kokmuş çamur hali. |
mırmırık |
: |
Çorbaların genel adı. |
mırmırık çorbası |
: |
Ne yemek yapıldığı söylenmeden bir yemek yapıldığın ifadeetmek için. |
mırrık |
: |
Bataklık haline gelmiş çamur, toprağın kokmuş çamur hali. “Caddeye çıktıktan sonra da caddenin azını sol çoğunu da sağ tarafına alarak yeniden batıya yani Şardağı’na doğru döner yatağının dibinde pislikle ve mırrığın dolu olduğuna katlanıp, sessizce hareket ederek, anne özlemiyle yanıp tutuşan yavrular gibi annesine, bugünkü Ceyhan Parkı’nın güney kapısının önündeki köprünün olduğu yerde yeniden kavuşurdu.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
mırrıklanma |
: |
Nazlanır gibi olma. Hem evet hem hayır arası. |
mırtık, mırtıg |
: |
Güvercin, kuş besleyen ve bunları uçuran kimse. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) “Ev komşumuz mırtıktı. Göv güllüyü, akıtmalıyı, mıklıfı o zaman öğrendik.” (M. Metin Şirikçi, Maraş’ta, Yusufcuk Bas. Yay. Tan. Hiz. Ankara 2001) |
mırtıkçı, mırtıgcı |
: |
Kuş uçuran, kuşbaz. |
Mısa |
: |
Musa. “Gadasın aldığım Mısam Soyka takım gol istiyor Biz Mısa’ya gelin aldık Sâmenleri yol isdiyor” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
Mısdafa |
: |
Mustafa. “Anası bağrını döver Gardaşlar’ anadan beter Gurbanın olduğum emmim Gayrı Mısdafa’sız n’eder?” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
Mısdıg |
: |
Mustafa’nın kısa söyleniş hali. “Çog eyi tanırım, Allah Allah. Şimdi onun abisi var ıdı, Mısdıg.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
Mısdılı |
: |
Mustafa’nın kimi zaman söyleniliş hali. |
mısgı, mıskı |
: |
Cimri, pinti. |
mısıldan |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Tas örsü olarak bilinen örsün küçüğüne verilen addır. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 40) |
Mısır tavuğu |
: |
Hindi. |
mısmıl |
: |
İyi, düzenli, doğru düzgün, işe yarar. |
Mıstafa |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; Mustafa. |
mıstar |
: |
Satırları doğru çizmeye yarayan alet. |
mışırıklı, mışrıkı |
: |
(İş için) Kuşkulu, oyunlu, sonucu belli olmayan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
mıtfak |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; mutfak. |
mıtırak |
: |
Eşek salatalığının tohumu. |
mıtırıp |
: |
1. Çingene. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Pinti, aptal. |
mıtırpçı |
: |
Ivır zıvır toplayıcı. |
mıymıntı |
: |
Elinden iş gelmez adam, uyuşuk, gevşek ve yavaş hareket eden, bakımsız, sünepe kimse. |
mızganmak |
: |
Uyuklamak. |
mızıha |
: |
Mızıka, ağızla çalınan bir müzik aleti. |
mızırdanmak |
: |
Yapılan şeylerden mutlu olmamak, yakınmak. “Çavuş mızırdanıyordu. “Etme bunu bana”, “ben ölüyorum” diyorum size, ölüyorum.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
mızırtı |
: |
Yavaş ve gizli konuşma. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
mızkanmak |
: |
Uykuya dalma hali, yarı uyku hali, kestirmek. |
mızmırık, mızmırıg |
: |
1. İşi yarım bırakma, tam yapmama. 2. Eli ayağı ağır ve yavaş hareket eden kimse. |
mızmız |
: |
Miskin. |
mızmızı |
: |
Uyuşuk uyuşuk davranan kimse. |
mızrak |
: |
Uzun saplı ve ucu sivri demirli savaş aleti, kargı. Kirmeni de kılıcımız kirmeni Taştan dönmez mızrağımın temreni Böyle imiş pâdişâhın fermanı Dağlar melil melil bilmem nedendir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.607 |
micaz |
: |
Mizaç. |
mici |
: |
Çocukların bir çoğunun günümüzde adından bile haberdar olmadığı bir tür çocuk oyunu. |
micuz |
: |
Mizaçtan bozma, huy, karakter. “Oğlan âşık mısın ağzım ararsın Söylemeğe micuzuma yorarsın Benim haram gülüm niçin derersin Deyip gelen anam eğlen azıcak” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 470 |
mi:dan |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; meydan. |
mida:re |
: |
Eyvallah. |
midesi gubarmak |
: |
Hırslanıp saldırmak. |
mideyi daşlamak |
: |
Bir köşeye çekilip yemek yemek. “Midesini daşlii.” |
midit |
: |
Mesesin ucundaki çivi. |
mihman |
: |
Misafir. “Evet biliyorum kesin kararın Kabul et arzumu olmaz zararın Sabah namazında çıkarsın yarın Bir gececik bende mihman olda git” (A. Ahmet Cansızgülü, Kaynak: Av. M. Metin Şirikçi, Maraş’ta, Yusufçuk Bas. Yay. Ve Tanıtım Hiz. Ankara 2001)
Dost deyip de dost gayreti kovduğum Dost bana bir yara açtı n'eyleyim Ak göğsü üstüne mihman olduğum Da bir gün imiş geçti n'eyleyim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.506 |
mihman etmek |
: |
Konuk etmek. Bir yiğit düşmesin elin diline Söyleyi söyleyi destan ederler Nice yavuz olsa yiğidin adı Anı gurbet ele mihman ederler Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.592 |
mihman olmak |
: |
Konuk olmak. Kömür gözlüm ben de bunu bilmedim Yıkılıp bahçana gülün dermedim Bir gece koynunda mihman olmadım Şimdi el değmedik yerin kalmamış Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.632 |
mihne |
: |
İşkence, eziyet, acı. |
mihnet |
: |
Sıkıntı, üzüntü. Kulak verdim dört köşeyi dinledim Arkam sıra gıybet eden çoğ imiş Çok yaşayıp mihnet ile ölmeden Az yaşayıp devran sürmek yeğ imiş Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.633 |
mihnete düşürmek |
: |
Sıkıntıya düşürmek. Başı al valalı sürmeli gelin Elinden bir bâde doldur da yörü Beni sen düşürdün mihnete derde Çok ağlattın beni güldür de yörü Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.644 |
mihrecan |
: |
Meyve ve sebzelere zarar veren sabah soğuğu. “Dolgun ahu gözler, ne acep dolgun Var mı bir afkarın, duruyon dalgın Mihrecan mı vurdu, gül benzin solgun Bir kötünün yâri misin Küpeli?” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 106 |
mihrican |
: |
1. Sonbahar. 2. Güz mevsiminin son aylarında esen rüzgara denir. “Güz aylarının son ayında esen rüzgara mihrican derler. Mihricanda ağaçların yaprağı tepeden dökülürse, o yıl, kışın şiddetli olacağına, dibinden dökülürse kışın hafif geçeceğine inanılır.” (Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I) |
mihtan |
: |
Buğdayın ve arpanın karışık olarak ekilmesi ve karışık olarak hasat edilmesi işi. |
mi:lis |
: |
Meclis. “Paşa sorüyor Elboğlu mu yi:t sen mi yi:tsin deyişin: Allah bilir efendim, Elboğlu benim elime su goyamas, der demes o mi:ylisde Elboğlu’nun babasının dosdu Mir oğlu nâminde bir gavır varımış.” (Ahmet Caferoğlu, Anadolu Ağzı Derlemeleri, Maraş Bölümü, Kaynak kişi: Tokmaklı’dan Ehmet Kılıç) |
mikap |
: |
Metreküp. |
miktarın bilmemek |
: |
Konumunu, toplumdaki yerini bilmemek. Dilberin koynuna girsem görmese Bir dilbere öğüt versem almasa Bir yiğit kendi miktarın bilmese Âkıbet başına belâ getirir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.612 |
mil |
: |
1. Selin getirdiği kumlu, çamurlu toprak. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Keskin bakış. Nasıl medhedeyim şöyle güzeli Elinde bergüzar gülinen oynar Alma yanak kiraz dudak diş sedef İspir ala gözler milinen oynar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.580 3. Oya işlemede kullanılan ucu küt ve kısa madeni çubuk. “Nasıl medhedeyim şöyle güzeli Elinde bergüzar milinen oynar Elma yanak kiraz dudak diş sedef İspir ala gözler milinen oynar” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
milaŋgaz |
: |
Fırın, ocak. |
mile |
: |
Basma bez. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
milek |
: |
Akarsu kenarındaki mil toprağın bulunduğu alan, balçık. |
milemek |
: |
Melemek. “Yengeler oğlak gimi mileşdi Abdallar gayıklara dolaşdı Hacı Güvê haber ulaştı N’etdin Gızılırmak allı gelini?” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kızılırmakta Ölen Gelinin Ağıdı, Kaynak Kişi: Fatma Temiz (Çobanın Kızı)) |
milenmek |
: |
İnlemek, ağlamak. |
mileşmek |
: |
Meleşmek, ineklerin birlikte böğürmesi, ama bu seslemeler bir şeyler istemek içindir genellikle. Sözgelimi yem istemek ya da buzağısını istemek içindir. “Gapıda inek mileşir Elim ayâma dolaşır Yekin Güllü gızım yekin Ağ döşüne gannar bulaşır” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Güllü’nün Ağıdı, Kaynak Kişi: Emine Gök (Hodul Emine)) |
mileviş |
: |
Özellikle gözü bozuk manasında kullanılan bir sözcük. |
milisi |
: |
Tanesi. “Atı da gelir harınan Ehmet geliyor serinen Heğbesini çok doldurdum Milisi gökçek narınan” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
milisi gökçek nar |
: |
Tanesi güzel nar. “Atı da gelir harınan (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
millemek |
: |
(Sel suyu ve bulanık çaylar) Mil getirmek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
millon |
: |
Milyon. |
milo |
: |
Mallik oyununda dairenin içine konulan yuvarlak taş. |
miltan |
: |
Gömlek, erkek gömleği. |
milton |
: |
Mintan, gömlek. “Neni â Mustafa’m neni Döşünün arası enni Eşim benden ayrılıyor  miltonu ala gannı” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Mahmut Kütküt’ün Ağıdı, Kaynak Kişi: Aynur Doğan) |
mimit |
: |
Bilye oyununda, kaleden aynı uzaklıktaki oyuna başlama yeri. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
minara |
: |
Minare. “Şimdi, bunnar İstanbul’a getdi. Memleket, memleket, minaralara çıkıp dâniyorlar, evleri nerede diye.” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Yukarı Çukurova Masallarında Motif Ve Tip Araştırması)
“Hayırlı günler arkadaşlar. Arkadaşlar biz Bekereci köylüsü olarak bir karar almaya çalışıyoruz. Köy camiine minara yaptırmak istiyoruz… İstiyoruz da. Dasını siz anlayın. Bizlerin herhalde paramız yetmez. Onun için sizlerin de hem görüşlerinize hem de yardımlarınıza ihtiyacımız var. Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: Gökyüzü yarıldığı; yıldızlar döküldüğü, denizler birbirine katıldığı, kabirlerin içindekiler dışarı çıkarıldığı zaman insanoğlu yapıp gönderdiklerinden ve yapamayıp geride bıraktıklarını bir bir anlar. (İnfitar suresi ayet 1-5 arası). Bu ayet ışığından yola çıkacak olursak bu dünyadan öbür dünyaya bir şeyler göndermemiz gerekiyor. Öyle ise arkadaşlar işte: size fırsat.” (Kadirli Bekereci Köyü Hocası, Kaynak: www.bekerecikoyu.com) |
minare gırığı gimi |
: |
Çok iri yapılı kimse. “Minare gırığı gimi.” |
minavara |
: |
Çocukların bir çoğunun günümüzde adından bile haberdar olmadığı bir tür çocuk oyunu. |
minco |
: |
Pasaklı, eli yüzü düzgün olmayan. |
mindel |
: |
Minder. “Mindellerimize, döşşeglerimize yüz ederdig.Yüglüg perdesi ederdig, çarşaf ederdig, heriflere köyneg, tuman dikerdik. Biz ayâmıza doymaglı ederdig.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
mine |
: |
Işık, aydınlık. “Enginde yavaş yavaş Günün minesi soldu Derdim bana arkadaş Bugün de akşam oldu.” (Ahmet Taşgetiren, Özlüyorum, Kaynak: Kahramanmaraş Okutma ve Yardım Derneği, Yıllık Kültür ve Sanat yayını Edik Dergisi Sayı: 52, İstanbul 2008) |
miŋgildemek |
: |
1. Fiŋgirdemek. 2. Oyalanıp durmak, salınıp gezmek. |
minilemek |
: |
Köpek çağırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
minnet |
: |
Gönül borcu. Düğmeler döktürem göğsün ağ ise Çevre yanı mor sümbüllü bağ ise Çünkü güzel bende meylin yoğ ise Benim işim minnet ile zor değil Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.478 |
minnet eylemek |
: |
Yalvarmak. “Kadanı alayım ağam (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
minnete gısılmak |
: |
Nazlanmak. “Minnete gısılıyor.” |
mintak |
: |
Bulaşık deterjanı. |
mintan |
: |
Yakasız, uzun kollu erkek gömleği, gömlek. |
mintik |
: |
Küçücük, azıcık, bir parçacık. |
mirad |
: |
Murat, istek. |
miras |
: |
Ölen bir akrabadan kalan mal, mülk veya para. Sevdiğim sözlerin canıma beştir Eğer kem söylersem dilimi kestir Bu güzellik sana kimden mirastır Güzellerde böyle nevcivan olmaz Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.647 |
miraz |
: |
Murat, mutluluk. “Sabahınan bir guş ötdü Eller mirazına yetdi Yekinsene Batdal oğlum Gelin Kürd içine getdi” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Eşkıya İken Askerlerce Vurulan Battal’ın Ağıdı, Kaynak Kişi: Ömer Bozkurt) |
miri |
: |
Beylik, devlete ait. |
mirt mirt |
: |
1. Yavaş yavaş. 2. Cansız hareketler. |
mis |
: |
1. Güzel koku. Yavru keklik gibi oynar eğlenir Mis kokulu yağlar ile yağlanır Sabah akşam türlü yazma bağlanır Eğip geçer yeşil başın sevdiğim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.494 2. Erik ağaçlarının gövdesinden akan yapışkan sıvı. |
misafir, misevir |
: |
Konuk. “Ermeni’niŋ birisi duz deye gelmiş bura!. Ermeni geldi, burdan duzu aldı. Toprakkale’nin ora geldi ki ağşamla, orda bir çadır var!. “Yahu şu çadıra sapsam, Allah rızası için misevir almazlar mı?”. Vardı ki, bir ġarı oturıye. Bi tek diş galmış ağzında telgıraf dirâ gimi; ġarıya söylediyidi, “abov yavrım” dedi. (Onun Ermeni olduğunu bilmiye ye!.) “Sen Taŋrı misevirisiŋ, niye almâk?” dedi. Orda ġaldı bu.” (Görkem, 1986)
Telli marhamasın atmış boynuna Kendi güzelliğin çekmiş aynına Bir gecelik misâfirim koynuna Ne olursun sermayenden nen gider Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.586 |
misafir çalılamak |
: |
Konuğa, ana yemekten önce ufak tefek şeyler yedirmek. |
misafirde vicdan-olmaz-olmaması |
: |
Misafirin, misafir olduğu evin halini bilmemesi. |
misal |
: |
1. Misal, örnek. Karac’oğlan der ki rastgeldim cana Görünce yaralar döndü hicrana Gerdanda benleri benzer mercana İnciye misaldir dişi güzelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.554 2. Eş, denk. Yavru bu sözlerim sana misaldir Acı sözler muhabbeti kısaldır Gönül dersen yüz deveye misaldir Uzadıkça katarına avlar var Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.584 |
misir |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; mısır. |
misk |
: |
Güzel koku. Gidi rakib bana kasd ile bakar Bu garib halımı ataşa yakar Her sabah her sabah misk gibi kokar Kayası toprağı taşı sılanın Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.536 |
misk çalınmak |
: |
Güzel koku sürünmek. Hecine de Karac’oğlan hecine Dostum misk çalınmış siyah saçına Süzülmüş de bir kadehin içine Şeker midir şerbet midir bal mıdır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.606 |
miski |
: |
1. Cimri, eli sıkı. 2. Bir tür göz boyası. Kaşların benzettim ilâm elife Yanıyor yüreğim şu kız Elif'e Gece miski çekmiş siyah zülüfe Karşımızda hoşça hoşça kokuyor Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.614 |
miskiye |
: |
Tütün bitkisinin alt yaprakları. |
miskü amber |
: |
Güzel koku. Telli turnam indi döküldü göle Yüzünü bürümüş al yeşil vala Yaprağı karışmış kırmızı güle Misk ü amber tüter bahar kelli Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.448 |
misli |
: |
Benzeri, dengi. “Al yanağın elmas m’ola, kar m’ola Çapraz vurmuş düğmeleri dar m’ola Acap mislin şu cihanda var m’ola İnsem, gitsem Hindistan’a, Yemen’e” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yay. Dağ, İstanbul, 1984) |
misli menedi olmamak |
: |
Eşi benzeri bulunmamak. “Avrupada, Amerikada bile böyle bir çiftliğin misli menedi olmayacaktı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
mismillah |
: |
Bismillah. |
mismilli |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. Mismilli Oyunu: Topraktan bir yığın yapılır. Biraz uzağına bir çizgi çizilir. Bu çizginin arkasından yığına doğru taş atılır ve yığın yıkılmaya çalışılır. En fazla yıkan mismillinin başı olur. (Mısra Uğurlu, Adana İli Karataş İlçesi Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üni., SBE. TDE. ABD, Adana, 2010, s.127) |
mistan |
: |
Kedi çağırılırken söylenen söz. |
mişavara |
: |
Müşavere, danışık, istişare. |
mitbaşı |
: |
Çocuk oyununda elebaşı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
mitil |
: |
1. Yatak yorgan eskisi, yüzü geçirilmemiş yorgan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) “Minder döşek, yorgan mitil Hatıl gatil, bakraç sitil Tohum bider, fidan çitil Kuş uçuran mırtık bizde” (Dr. Yaşar Mercimek, Lehçemiz) 2. Parçalanmış bez yığını, eskiler. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) “Mitili, barhanayı sererdim, sizin eve.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) 3. Çok eski ve girli giyecek, kilim, halı vb. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
mitili atmak |
: |
Bir yere yerleşip kalmak. |
mitili çıkmak |
: |
Eskimek. |
mitili Mustafayı yıkmak |
: |
Geçimi dahil, bütün yükünü sorunlarını birisinin üstüne yıkmak. |
mitillemek |
: |
(Kumaş, yatak)Eskimek, tiftik tiftik olmak, yorgan yüzlemek. “Kavlamış, eskiyip mitillemiş deri bir önlük takıyordu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
mitit |
: |
Mesesin ucuna konulan ince çivi. |
mitmiti |
: |
İncir kuşu. |
miyar |
: |
Ayıraç. |
miyençi |
: |
Pazarlıkta arabulucu. |
miyençilemek |
: |
Tavsiye etmek, uygun görmek. |
mizan terazisi kurulmak |
: |
Kıyamet gününde iyiliklerin ve kötülüklerin ölçüleceği terazinin kurulması. On iki yıldızın üçü Terâzi Karıştı Ülker'e gitti bir azı O mahşer yerinde ararlar bizi Hak mizân terâzi kurulup durur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.626 |
modullamak |
: |
Hayvanı üvendireyle dürtüklemek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
moliç moliç oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. MOLİÇ MOLİÇ Erkek çocuk oyunudur. İki grup olur. Her grup bir çizgi hizasına ince uzun çay taşlarını dizerler. Buna moliç denir. Aralarında 3-4 metre mesafe vardır. Sırayla birinci gruptan biri ikinci grubun dikili taşına nişan alıp atış yapar. Vurabilirse ikinci taşa atar. Vuramazsa ikinci grubun ilk oyuncusu onlarınkine atar. Sonra grupların ikinci oyuncuları atış yapar. Onun için iyi atış yapanlar ilk sıraya koyulur. Tüm taşları önce yıkılan grup yenilmiş sayılır. (Hilal Gülben Gerek, Adana İli Pozantı İlçesi Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E. TDE. ABD, Adana, 2012, s.166-167) |
moline |
: |
Maraş dival işi yapımında kullanılan pamuktan yapılan ip. Üst ve alt iplik olarak kullanılır. |
Molla Hünkar |
: |
Mevlana Celaleddin Rumi. Hacı Bektaş Velî şeyhlerin pîri Konya'da yoklayın Molla Hünkâr'ı İçel'den Antep'ten Gürün'den beri Aceb gezsem mavi donlum var m'ola Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.386 |
molla oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir köy seyirlik oyunu. MOLLA OYUNU Feke yöresinde düğünlerde oynan bir seyirlik oyundur. Bu oyun gelinin eve geldiği gece yapılan eğlencede oynanır. Oğlan evinden iki kişi düğün kalabalığında erkeklerin oturduğu meclise gelip: - Selamün-Aleyküm, derler. Kalabalık hep birlikte: - Aleyküm-Selam, der. Daha sonra bu iki kişi kalabalığa şunları söyler: - Kayseri’den iki molla misafir olarak geldi. Misafirimiz olacaklar müsaadeniz olursa. Bunlar yolda gelirken çok üşümüşler. Bunların başına birer fes ister. İçeriden iki fes getirilir ve mollalar içeriye davet edilirler. Mollalardan biridamat, diğeri ise sağdıcı olur. Bunlar içeriye girdiklerinde oturamazlar ve gülemezler. Oturduklarında ya da güldüklerinde cezalandırırlar. İçeridekiler mollaları güldürmeye çalışırlar ve bu şekilde oradakiler eğlenirler. Daha sonra damadın babası meydana gelir ve feslerini giydirir. Bu esnada da çeşitli komiklikler yapılır. Oğlanın babası fesleri giydirirken tarla, para, buğday cinsinden bir şey vermeye söz verir. Daha sonra sürekli ayakta durup yorulan mollalar otururlar. Kalabalık alkışladıktan sonra mollalar meclisten ayrılıp dışarıya çıkarlar. (Ayhan Karakaş, Feke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s.299-300) |
mollaç |
: |
Bayat darı (mısır) ekmeğinin ufalanıp üstüne yağlı soğan, salça sosunun dökülmesiyle oluşan yemek. Eskiden abıla yemēmiş mollaç. |
moloz |
: |
Kaba taş, atık, döküntü. |
mor şalalak |
: |
Yeni yetme, genç, körpe. “Aman benim guzularım Her birisi mor şalalak Ne hallarınan büyüttüm Değirmenden un çekerek” “Ömer Kaya, Hacı Abdullah Kozan, Mahalli Kelimeler Sözlüğü, UKDE Yayınları No: 30, Kahamanmaraş, Ağustos 2003.” |
morca |
: |
Zatürre. Ömer Ağa morca olmuş yātırmış evde. |
morca morca |
: |
Mor mor. |
morcalaşmak |
: |
Morlaşmak. “Yaz geldi, bacım yaz geldi Çiçek açtı morcalaştı Halloğlu Topal ölünce Halluşağı karcalaştı” (Kaynak: İbrahim Davutoğlu, Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
morcuk |
: |
Mavinin bir tonu. |
morcuklama |
: |
(Elbise) Renklerin maviye yakın bir renge dönüşmesi, renk kirlenmesi. |
morcukma |
: |
(Elbise) Renklerin maviye yakın bir renge dönüşmesi, renk kirlenmesi. |
morcukmak |
: |
Mor renge dönmek, yıkanma ve eskimeyleeskisi gibi temiz olamamak, morumsu bir görüntü almak. |
morcukmuş |
: |
Renkleri birbirine girmiş. |
morcumak |
: |
Çamaşırın iyice temizlenmemesi, kirinin çıkmaması, yıkandığı halde iyiceağarmayan çamaşırın hali.. |
mordaylı |
: |
Kanser hastalığı. |
morig |
: |
Eskiden karton sigara kutularının kapaklarıyla oynanan bir çocuk oyunu. |
mormorosu |
: |
Koyusu. |
mormoru |
: |
Fanatik, aşırı yandaş. |
mormoruk |
: |
İhtiyar, papaz. |
mostura, mosdura |
: |
Numune. |
mosturalık |
: |
Numunelik. |
moşuldamak |
: |
Geniş nefes almak. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
motamot |
: |
Değişmeksizin. |
motor |
: |
Traktör. “Yol yapan dozer veya gırederi, çift süren moturu, ekin biçen biçeri şenlik havasında topluca izlememiz incilerimizin başında gelenlerindendi.” (Kadirli Bekereci Köyünden Ekrem, Kaynak: www.bekerecikoyu.com.) |
mottik |
: |
Küçük düz taş. |
motur |
: |
Traktör. “Yollardan motur geçiyor Mevlâ’m da beni seçiyor Gınamayın arkadaşlar İzmir’den de su içiyor” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
moy |
: |
Saç teli. (Aslı Arapça “muy”) “Ben sana ne yaptım hey kanlı zalım Siyah zülfün mah yüzüne moy, dedi Bir ok vurdun deldi geçti sinemi Ne ağrıttı, ne incitti, oy, dedi” (Cahit Öztelli, Köroğlu, Dadaloğlu, Kuloğlu, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul, 1984 S. 235) |
mozak |
: |
1. Domuz yavrusu. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Topaç. 3. Palamut meyvesinin kabuğu. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 4. Ham incir. |
mozalak |
: |
Meşe veya kestane ağacının kozası (kozlağı). |
möcük |
: |
Böcek. |
möhdeç |
: |
Muhtaç. |
möhkem |
: |
Sağlam. |
möhlet |
: |
Süre. |
möhlüke |
: |
Oyma bıçağı. Tahta saplı, ucu kıvrık ve sivri, çelik bıçaktır. |
möhör |
: |
Mühür. “Kargılıkda Şerif Fakı dururdu. (Cezmi Yurtsever, Andırın Tarihi, Adana 2007, S. 187-190, Kazım Temir’in Andırın Destanı isimli Şiiri) |
möhre |
: |
Av hayvanlarını aldatmak için konulan yalancı keklik ya da ördek maketi. |
möhte |
: |
Cenaze. “Kayseri’den möhten geldi Yandı ciğerlerim yandı Möhtene de ben sarıldım Cebrail elimden aldı” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Emiş’e Ağıt, Derleyen: Abdullah Çelik, Kaynak Kişi: Gülsen Çelik) |
möhtec |
: |
Muhtaç. |
möhüm |
: |
Mühim, önemli. “Onu almışlar aralarına, bir yandan da ne yapacağını, ne zaman yapacağını, unutmasın deyi tekrar tekrar ânadıyorlarmış, bir yandan da yapacâ işin nâdar möhüm olduğunu.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan III, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
möme |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; meme. |
mövta |
: |
Ölü. |
mu:teber |
: |
Saygın. |
muaddim |
: |
Ekip başı. |
mual |
: |
Verim, döl, gelim. |
muali |
: |
Çevresi, arkadaşları, yakınları. “Mualini hep topladık, şayak guşaklı gardaşım.” |
muan |
: |
Askere gitmeden önce askerlik şubelerinde yapılan muayene. “Sene bin dokuzyüz Mard’ın ayına Geldi esameler haller perişan Kırkikili muan olmuş gidiyor Düştü gurbet ele yollar perişan” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Kırkikilerin Ağıtı, Derleyen: Ahmet Kır, Kaynak Kişi: Hüseyin Berk) |
muanetlik etmek |
: |
Sakınmamak. |
muar |
: |
Kaynak suyu, pınar. |
mucuk, mucug |
: |
Küme küme uçuşan, hayvanların ve insanların, burunlarına, gözlerine dolabilen ve gündüzleri ısıran küçücük bir sinek. “Savrın da bulanık akar Yonsul da yüzüne çıkar Gamla burada beğ Duran’ım Üvez yer de mucuk çokar” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
muçu oyunu |
: |
Bölgede oynanan bir çocuk oyunu. MUÇU OYUNU En az iki kişi ile oynanır. Genellikle erkek çocukları arasında, açık alanda, sokakta oynanan bir oyundur. Oyun aracı, yumruk büyüklüğünde yuvarlak kum taşı (muçu), birde yemek tabağı büyüklüğünde yassı kum taşıdır. Muçu düz bir kaya üzerine dikilir. Muçunun koyulduğu yerden üç metre ilerisine çizgi çizilir. Muçunun olduğu yerden çizgiye sırasıyla ellerindeki yassı kum taşıyla atış yapılır. Çizgiye en yakın olan taşın sahibi birinci atışı yapmaya hak kazanır. Çizgiye en uzak olan taşın sahibi ebe olur ve muçunun başında bekler. Bütün oyuncular ellerindeki kaya parçası ile çizginin arkasından atış yaparak muçuyu yıkmaya çalışırlar. Muçuyu yıkmayı başaran oyuncu devrilme mesafesi ile dikilme mesafesi arasındaki uzaklığı ölçer. Bu ölçme işlemi esnasında her ayağa bir kelime denk gelecek şekilde şu tekerlemeyi söyler: “Eçço, meçço, kaldır, kemonço, nal, mıh, kırk, kır bir, kırk iki, kırk üç, kırk dört, kırk beş, kırk altı, kırk yedi, kırk sekiz, kırk dokuz, elli.” Bu saymayı tamamlayan oyuncu, oyunu tamamlar ve bir kenarda bekler. Taşı muçuya en yakın oyuncu oyuna devam ederek bu saymayı tamamlamaya çalışır. Bu saymayı tamamlayamayan, en sona kalan oyuncu cezalandırılır. Kazanan oyuncular ellerindeki taşı muçuya vururlar. Bu kişi muçunun gittiği yere kadar kazanan oyuncuları sırtında taşır. (Doğan Aydın, Mersin İli Erdemli İlçesi (Merkez) Folkloru Konulu Yüksek Lisans Tezi, Uşak Üni., TDE. ABD, Uşak, 2016, s. 219-220) |
mudara |
: |
Boyun bükme, minnet duygusu besleme, tenezzül. “Güneş doğmazsa doğmasın Ona da etmem mudara Kabir karanlık diyollar Yahar da gorum idara” (Abdal Süslü Hasan’a Ağıt, Kaynak Kişi: Aşık İmami) |
mudara etmek |
: |
Minnet etmek, muhtaç olmak, tenezzül etmek. |
mudare |
: |
İyilik yapana karşı duyulan gönül borcu, minnet, boyun bükme. “Mezer de garannık olur Yakar da gorum idare Ben Selver’in hatiresi için Bu yanna etdim mudare” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
mudavık |
: |
Uygun. |
mugal |
: |
Döl. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
muġavele |
: |
Anlaşma. |
mugimi |
: |
Devamlı, sürekli, her zaman. |
muhabbet |
: |
Sevgi. Zay edip de akılcığım alınca Muhabbet de iki başlı olunca Hasret bitip vakit saat dolunca Sarılıp yatmaya kol incinir mi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.454 |
muhabbet yapmak |
: |
Sohbet etmek, mutluluk içindekonuşmak. Ben terk eylesem de diyar-ı gurbet Âşıklar sâdıklar kavuşur elbet Dost ile bir saat yapsam muhabbet Sevdiğim gözüme tüter ayrılık Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.473 |
muhabbet yeli |
: |
Sevda yeli. Yine esti muhabbetin yelleri Attım hoş geliyor falı yavrunun Vardı sana uğradı mı yolları Parlayıp gidiyor eli yavrunun Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.563 |
muhabbeti kaldırmak |
: |
Muhabbeti kesmek, ilgisiz kalmak. Sen seni topla da kuşağın kuşan Ayrılır mı senin sevdâna düşen Sefa geldin deyi sarıp sarmaşan Niçin benden muhabbeti kaldırdın Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.562 |
muhabbeti kesmek |
: |
Sevgiliden bilerek ayrı kalmak. Benim yârim bana küsmüş Zülfünü gerdana dökmüş Muhabbeti benden kesmiş Sevilmeyi sevilmeyi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.469 |
muhabbetli |
: |
Sohbeti yerinde olan. Hani senin sıdkı bütün sözlerin Dost koynunda muhabbetli izlerin Dostum domur domur akça yüzlerin Şu benim dişimin yârelerinden Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.530 |
muhal |
: |
1. Eski, kötü. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Sağlam olmayan, eğreti. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
muhalif etmek |
: |
Karşı koymak. Ehildir hüsnünü muhâlif etme Mekteb-i irfandan bir kadem gitme Sana dört sözüm var sakın unutma Bir öğren bir öğret bir oku bir yaz Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.648 |
muhalle |
: |
Mahalle. |
Muhammed Ali döşeği |
: |
Tahtacılarda, içeri kurbanlarında dedenin oturduğu yere verilen ad. |
muhana |
: |
Bahane, kusur, suç. |
muhanat, muhannat |
: |
1. Korkak, alçak kişiler. Kadir Mevlâ'm senden bir dileğim var Muhannat kuluna muhtaç eyleme Cennet-i Âlâ'yı nasib et bana Sırat Köprüsü'nden yolum bağlama Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.388 2. Olduğu zaman yok diyebilen, bunaltan, başkakıcı kimse. “Allah kimseyi muhanata muhtaç etmesin. Muhanat komşu var ya adamı mal sehebi yapar. Onun için efendimiz ev alma komşu al diye boşuna dememiş.” |
muhandis |
: |
Mühendis. “Yine geldi gara yazlar Ördeğenen gelir gazlar Gardaş da bakım memuru Muhandisler seni gözler” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
muhane |
: |
El, yabancı. Yetimin kurur mu gözü Dokunur muhane sözü Yemek bilmek ekmek bilmek Konu komşu besler bizi Ayhan Karakaş, Feke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s.171. |
muhanet |
: |
1. Başkasına bağımlı yaşama. 2. El, yabancı. 3. İş bitirmeyi sevmeyen, yaptığı iyiliği başa kakan. “Yedim, ağı imiş bühtanın aşı Berk değdi sineme engelin taşı Asla işlemedim muhannet işi Ben edersem zarar gelir imana” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 89 |
muhanete gısmak |
: |
Birinin isteğini yapabileceği halde zorluk çıkartmak, uğraştırmak, muhanete muhtaç olmak. |
muhannat |
: |
Muhannesten bozma, korkak, alçak, muhannet. Karac’oğlan der ki sıkıldı canım Gelmiyor yanıma muhannat yârim Ezel söz vermesen n'olurdun zalim Yıkılmış gönlümü yapabilin mi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.452 |
muhannes |
: |
Korkak, alçak, namert. |
muhannet |
: |
1.Yardım etmeyen, yardımsevmez. “Oturdum da ben ağladım Çıkdım da yolu dânedim Muhannetliği sevmem guzum Haggımı halal eyledim” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) 2. Başa kakıcı, haset. “Meseleyi bir konuya getirmen Beni muhannete boyun eğdirmen Evlat kazancından kefen giydirmen Yırtıp ceketime sarıp getirin” (Aşık İmami) 3. Ele muhtaç “Lokma yeme muhannetin elinden Kurtulaman sonra acı dilinden Namertlerin kaymağından, balından Merdin kuru, yavan aşı makbuldür” (Aşık Hüdai) 4. Korkak, alçak kimse. “Karac’oğlan der ki yiyip içmeden Güzeller usanmaz konup göçmeden Muhannetin köprüsünden geçmeden Düşelim de azgın sele gidelim” (Karacaoğlan, Kaynak: Cahit Öztelli, Karacaoğlan, Varlık Yay. İstanbul 1953) |
muhara |
: |
İyilik yapana karşı duyulan gönül borcu, minnet, boyun bükme. “Kadanı alayım ana Bunu da sayak kadere Çocuklara bakar ise Geline edek muhara” (Derleyen: İbrahim Davutluoğlu, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
muhaşer |
: |
Nohutun ıslatılıp kurutularak yarılmış hali. |
muhatara |
: |
Tehlikeli ve dikkat gerektiren şey. |
muhdar |
: |
Muhtar. “Gundura geyer gıçına Geder ellerin içine Şu muhdarın Şerif gızı Püsgül dolanır saçına” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Gebenli Karcı İs-mail (Kahveci)’İn Ağıdı, Kaynak Kişi: İbrahim Gök) |
muhlis |
: |
Müflis. “Keçeyi takmış dalına Çayda da suluyor davar Bu kadara muhlis misin Ha bir cansız fotoğraf sal” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) |
muhmalamak |
: |
Dürtüklemek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
muhtaç |
: |
1. Gerek duyan, bir şeye veya kimseye ihtiyacı olan. Açıldı dehanım söyler zebanlar Sana muhtaç bunca şâhlar gedâlar Al yeşil hırkalar türlü libaslar Böylece münâsib geymek isterim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.501 2. Aşık, sevgili. Karac’oğlan dost bağına varmalı El uzatıp gonca gülün dermeli Muhtaçlara bir şeftali vermeli Cömertlikten kesilmesin eliniz Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.651 |
muhteç |
: |
Muhtaç. “Bize de yogdan vareyle. Merhamedli gullarına muhteç ed di: yalvarırrım dedim.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
muhüt |
: |
Çevre, yer, mevki. |
mujdanlık |
: |
Müjdelik. “Durdu’m da benzer cerene Mujdanlık veririm görene Haçça’yı kurban ederim Soyunup cenge gidene” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Abazaoğlu Durdu Be’nin Ağıdı - 2, Kaynak Kişi: Kemal Kale) |
mukbür |
: |
Muhbir, casus, gizci. |
mukdar |
: |
Muhtar. “Foter şapgası başında Sedef düğmesi döşünde Sên Gedigi’ni aşmış Mukdarın gızı peşinde” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Gebenli Karcı İs-mail (Kahveci)’İn Ağıdı, Kaynak Kişi: İbrahim Gök) |
mukhul |
: |
Kağnı okunun yere paralel durması için kullanılan kısa kalın sopa. |
mukkur, mukur |
: |
Kavgacı, hırçın. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
muktanlı |
: |
Arpayla buğday karışımı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
mukuf |
: |
Bilme. “Gayınbabandan heç bir şeyi gizleme guzum. O her şeye mukuf.” |
mukul |
: |
Öküz arabasının okunun altına konulan dikeç. |
mukuyat olmak, mukuyet olmak |
: |
Sahip olmak, koruyup kollamak. “Dayı!... Çocuğa eyi mukuyet ol!. Yazıktır!... Sevaptır!...” (İbrahim Boysal - Dönük (Roman) Cadde Yayınları, İstanbul 2006, I. Baskı) |
mulla |
: |
Molla. “Güçcük taka böyük taka Ben bayıldım baha baha Mullam okumadan gelir Sedef tesbeh çeke çeke” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
Mulla’m okumıya başlar |
: |
Ağıtlarda kullanılan bir kalıptır. Kur’an okumak veya Kur’an’dan bildiklerini ezbere okumaya, yörede kısaca “okumak” denir. Ölümcül olanların başında mutlaka okunur. |
muluç |
: |
Ufak karpuz. |
mum duddurmak |
: |
Diken üstünde oturtmak. “Onun ki de iş değil yani. Geleceğim diyor gelmiyor. Gelse de bir gurtulsak. Bize resmen mum dudduruyor.” |
mum gibi |
: |
Dosdoğru. |
mumbar, mimbar |
: |
1. Kalın bağırsağa, kıyma, ciğer, pirinç, soğan doldurarak yapılan bir çeşit yemek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Eti yenen hayvanların kalınbağırsağı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
mumbuş |
: |
Ufak tefek. Ağzı burnu düzgün çocuklar için söylenir. “Mumbuş nohudu gimi burnu var keratanın” |
mummuş |
: |
Ufak tefek. “Dilleri köftelik oldu Galili yapasım geldi Burnu mummuş nohudu Aşlara atasım geldi” (Av. M. Metin Şirikçi, Maraş’ta, Yusufçuk Bas. Yay. Ve Tanıtım Hiz. Ankara 2001) |
munar |
: |
Yalnız, kimsesiz. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) Kıblıya dönmüş munar munar düşünür. |
Munbuç |
: |
Suriye topraklarında kalan bir kasaba, Halep’te bir ilçe. |
munculdanmak |
: |
Gizlice bir şeyler yemek. |
mundar |
: |
Helal olmayan, murdar. “Yüksek yaptırmış konağı Hani tavuğun düneği Abdullah’a varayım diye Mundar öldürdün ineği” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
mundar ölmek |
: |
1. Kimsesiz, yanında dua okunmadan ölmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. (Etin yenen hayvan) Kesilmeden ölmek. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
mungarız |
: |
Beceriksiz, bulaştığı bir işi yüzüne gözüne bulaştıran. |
mungut |
: |
Nohut, harnıp ve buğdayın şeker karıştırılarak dibekte dövülmesiyle elde edilen yiyecek. “Burnu gumbut nohutu Tovgaya goysun halası Ağzı gukgulu yuvası Kuşlara versin babası” (Veli Aba, Seyfi Metin, Ö. Tuğrul Kara, Osmaniye Manileri, Adana 2011) |
muntazır |
: |
Hazır olan, bekleyen. “Benim sözüm yiğit olan yiğide Yiğit olan muntazırdır öğüde Ben yiğit isterim fırka dağıda Yiğidin başında duman olmalı” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 419 |
mura |
: |
Bir cins kuş. |
murabba |
: |
Kare. |
murad, muraz |
: |
Murat, mutluluk. “Yılannı’nın günden yüzü Lale sünbül bitdim’ola? Suna boylu sürmeli’ı:zım Murazına yetdi mola?” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Gebenli Fatma’nın Ağıdı, Ağıdı Yakan: Döne Höbek)
Murad derler ben murada ermedim Binip aşk atına meydan almadım Güzel derler böylesini görmedim Top zülüf gerdanda bağ inen gider Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.587 |
murad almak |
: |
İsteğini elde etmek. Yörü bire yalan dünya Senden murad alınır mı Pek dolukmuş humar gözler Buna çare bulunur mu Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.640 |
murada ermek |
: |
İsteğine ulaşmak. Karac’oğlan derler benim adıma Körpem gelir benim her dem yâdıma Hûda'm ben dahi irem muradıma Zaman ver hey güzel Allah zaman ver Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.594 |
murada hasıl olmak |
: |
Murada ermek. |
murayı |
: |
Kendini beğenmiş. |
murçur gara kömür olmak |
: |
Ziyan olmak, tümüyle telef olmak. |
murt |
: |
Yaprakları yaz kış yeşil kalan, mısır tanesinden biraz büyükçe söbe meyvesi olan bir çalı ve onun meyvesi, mersin. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) “Tarsus’ta bazı köylerde ölünün yıkanacağı suya murt dalı atılır; çünkü murt dalı kutsal sayılır. Hz. Muhammed murt dalının kutsal olduğunu söylemiştir. Tüm bitkiler sabaha kadar kırk defa silkinirken murt dalı, yaz kış namaz kılarak Allah’ı zikreder. İşte bu nedenle dört mevsim yeşil kalır.” (Prof. Dr. Erman Artun, Çukurova Konar-Göçer Türkmenlerinin Halk Kültürlerinde Eski Türk İnançlarının İzleri isimli makalesinden)
“Engin daldan murt yemez.” (Halil Atılgan, Murtçu Folkloru, Karaisalı Kaymakamlığı Yayınları, 2002) |
murtluk |
: |
Murt çalılarıyla kaplı alan, murt çalılığı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) “Murtluk kireç ocaklarının az üstünden başlıyor, Akarcaya, çam ormanlarına kadar gidiyordu.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
musafir |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; misafir. |
musagga |
: |
Patlıcan ile yapılan bir tür sulu yemek. |
musallat olmak |
: |
Dadanmak. |
musandara, musandıra, musandra |
: |
1. Yüklük üstündeki açık dolap. 2. Korkuluk, trabzan, ayakkabılık, tavan arası. |
musduk |
: |
Mustafa. |
musdullanmak |
: |
Hatasını örtbas ederek iyi görünmek. “Musdullanmıya çalışıyor ama yaptıklarını Mısır’daki Sağır Sultan bile duydu.” |
Mushaf |
: |
Kur’an-ı Kerim. Uçup gönlümün kaygusun Mushafı ver de okusun Ko bülbül gibi şakısın Sevdiğim Bosna güzeli Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.447 |
musiyeri |
: |
Bir tür aşağılama ve küfür ifadesi. MuhtemelenNusayri kelimesi olmalı. |
muska |
: |
Nüsha. |
musluk, muslug |
: |
At, sığır vb.yi yemlemek için yapılmış, dikdörtgen tabanlı, dört kenarı kapalı ve üstü açık yemlik. “Gapısında on uşâ İkisi gahve gavırır Muslukda dört atı bâlı Küheylan guyruk savırır” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Yaycıoğlu Hacı Durdu Ağa’nın Ağıdı, Kaynak Kişi: Mahire Yaycıoğlu) |
musmul |
: |
1. Tamamen, noksansız, iyi. 2. Murdar olmayan. |
mustanlık |
: |
Hakim, sorgu yargıcı, savcı. “Cöbünde altın fındığı Cümle alemin yandığı İstanbul’a tel eylemiş Hükümetin mustanlığı” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Abazaoğlu Durdu Be’nin Ağıdı - 2, Kaynak Kişi: Kemal Kale) |
mustansık |
: |
Sorgu hakimi, savcı. |
mustantık |
: |
Sorgu yargıcı, savcı. “Yükte düzülü fındığı (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
Musti |
: |
Mustafa. “Evinin de önü yollar Yollardan da geçer eller Bir tek oğlumu görüsün Musti İrbehem nerde deller” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Gül Mehmet’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Fatma Boyraz) |
muştuk |
: |
Çeşme. |
mustura |
: |
Numune. |
musulluk |
: |
Hayvan yemi konulan tahtadan yapılmış çukur yemlik. |
musur |
: |
1. Ahırda hayvanların yem yediği sabit ağaçtanyapılmış (tekne gibi) yerler, yemlik. 2. Su yalağı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
muş |
: |
1. Ağız. 2. Manda. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
muşamba |
: |
Naylon örtü. |
muşçağı |
: |
Boş laf. |
muşda |
: |
Ayakkabıcıların kullandığı deri düzleme aleti. |
muşdu |
: |
Sevindirici haber. |
muşduluk |
: |
Müjdelik, sevindirici bir haber getirene verilen armağan “Durdum da benzer cerene (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
muşmala |
: |
Muşmula. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
muşmula |
: |
Fındık şeklinde, tadı eriğe benzer yabani bir meyve. |
muştu |
: |
Sevindirici haber. |
muştulamak |
: |
Müjde vermek. |
muştuluk |
: |
Müjdelik, sevindirici bir haber getirene verilen armağan. |
muşul muşul |
: |
Düzenli ve derin uyuma için. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
muşurup |
: |
Doğal olarak çıkan yer altı suyu. |
mut vermek |
: |
Ücretsiz vermek. “Mut verdiysem ben verdim. Ona danışacak değilim ya.” |
murtlak |
: |
Muska, muskanın küçüğü. |
mu:tar |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; muhtar. |
mut vermek |
: |
Bir eşyayı, malı ücretsiz vermek. |
mutlak |
: |
Muska, muskanın küçüğü.Hamile kadın ya da yeni doğan çocuğu korumak amacıyla yazdırılan muska. |
mutubuçuk |
: |
Boşuboşuna. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
muturu |
: |
Bir cins üzüm. |
mu:ğuna varmak |
: |
Farkına varmak. Vukuf olmak sözcüğünden gelen bir kelime. “Hatasının mukuğuna vardı sonunda.” |
muzı |
: |
Kurnaz davranışlar sergileyen, söz götürüp getiren, arabozucu, nifak sokan kimse. |
muzu |
: |
Kurnaz davranışlar sergileyen, söz götürüp getiren, arabozucu, nifak sokan kimse, yaramaz. “Anavarza yazıları Ceren guvar tazıları Bir ocağa sebep olmuş Aralığın muzuları” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
muzuluk |
: |
Muzuya yaraşır davranış, arabozuculuk, yaramazlık. |
muzur |
: |
Zararlı insan veya hayvan, ara bozucular. “Garılar gelmez orıya Muzurlar girdi arıya Bir senede iki Mahmıd Yeni getirdim sırıya” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Mahmut Kütküt’ün Ağıdı, Kaynak Kişi: Aynur Doğan) |
müber |
: |
Kırgın, küs. |
mübtela |
: |
Tutkun. Seherde rast geldim yârin göçüne Altun teller asmış siyah saçına Mübtelâlar sarvan kurmuş içine Ben sanırım bozulmadık korum var Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.582 |
mücennis |
: |
Bir cins üzüm. |
müçe |
: |
Hisse, pay. |
müdare |
: |
Boyun bükme. |
müdem |
: |
Gerçekten, kesin olarak, kuşkusuz. (TDK Derleme Sözlüğünden Osm.) |
müfdü |
: |
Müftü. “Sabahanan tan yüzüne Elimi goydum dizime Müfdü efendi asger etmiş Gurbanım Sıdıka gızına” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Koca Durmuş’un Ağıdı, Kaynak Kişi: Nadire Erkek) |
müflüs |
: |
İflas etmiş. |
müheri |
: |
Baca. |
mühlet |
: |
Bir iş için tanınan süre. Tükendi cünbüşüm yoktur gıybetim Bir yatsıya kaldı benim mühletim Bilemedim ana baba kıymatm Arkamızda karlıca bir dağ imiş Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.634 |
mühmene |
: |
Beceriksiz, uyuşuk. |
mühmin |
: |
Mümin. |
mühmün |
: |
Mümin. |
mü:r |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; mühür. |
mühüt |
: |
Muhit. |
müjdelemeg |
: |
Bir haberi birine duyurmak. |
müjdülük |
: |
Ödül, bahşiş verme. Durdum da benzer cerene Müjdülük verdim görene Haçca’yı gurban ederim Soyunup cenge gidene Ayhan Karakaş, Feke Halk Kültürü Araştırması Konulu Yüksek Lisans Tezi, Ç.Ü. S.B.E., TDE. ABD, Adana, 2005, s.169. |
mülemek |
: |
(Koyun, kuzu, inek) Bağırmak. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
mülk |
: |
Ülke toprakları. Sana derim sana ey Acem şâhı Üstüne Mağrib'den asker geliyor Tahtını yıkıp da mülkün almaya Sultan Murad kalkmış kendi geliyor Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.617 |
mümbit |
: |
Verimli. |
mümbüt |
: |
Bereketli, verimli. “Burası çok iyi, mümbüt arazi dediler. Mallarımıza da yeter bize de dediler ve çadırı kurdular.” (Ömer Koca, Kaynak: Refiye Okuşluk Şenesen, Adana Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği Geleneği, Altınkoza, Adana 2009) |
mümün |
: |
Mümin. |
mümüncük |
: |
Gelincik çiçeği. |
münafık |
: |
Arabozan, bozguncu. Bu sâdık dostundan ne tez usandın Her münâfıkın sözüne inandın Karaca Oğlan da bilmez mi sandın Gizli sırlarına ermedim mi ben Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.528 |
münasib |
: |
Uygun. Açıldı dehanım söyler zebanlar Sana muhtaç bunca şâhlar gedâlar Al yeşil hırkalar türlü libaslar Böylece münâsib geymek isterim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.501 |
müncıhlamak |
: |
Mıhlamak, gebertmek, öldürmek. “Ulan elindeki yüzüğü bir fırlatırsa, ağayı olduğu yerde müncıhladı, argadaş. Öldürdü. Ağa ölünce galankılar gımıldıyabilir mi gardaşım. Herkeş bir yere getti.” (Aşık Mehmet Demirci, Kaynak: Refiye Okuşluk Şenesen, Adana Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği Geleneği, Altınkoza, Adana 2009) |
münefsiz |
: |
Patavatsız. |
münever |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; münevver. |
mürde |
: |
Ölmüş. |
mürde olmak |
: |
Ölmek. “Karac’oğlan olur mürde Sen düşürdün beni derde Muhtaç olayım nâmerde Ölünce sevmezsem seni” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 460 |
mürdün |
: |
1. Kesilmiş kullanılmak üzere uzun ve kalın ağaç. 2. Sırık, manivela, kaldıraç olarak kullanılan ağaç parçası. “Değirmen çarkının arasına indirdiği mürdün, çarkı ve taşların dönmesini durdurmuş, ortalık birden sessizleşivermişti. Değirmeni her durdurduğunda aklına hep, Ortalık suyu kesilmiş değirmene döndü, sözü gelirdi.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
mürtlemek |
: |
Zıbarmak, gebermek, yatmak. |
mürüvet |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; mürüvvet. |
mürüvvet |
: |
İyilikseverlik, cömertlik. “Ilgıt ılgıt esen seher yelleri Sevdiğim dağların salında kaldı Bir yanı lâle de bir yanı sümbül Gönül mürüvvetsiz gelinde kaldı” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 415 |
mürvet |
: |
Mürüvvet, iyilikseverlik, cömertlik. “Olmadı hayatta neşem, mürvetim Yalnız başımla hep kaldım yetim Benim tek sermayem bir tek servetim Benden milletime armağan olsun” (Tanır’lı Aşık Yener) |
müsafa: |
: |
Tokalaşma, tebrikleşme. |
müsafir |
: |
Misafir. “Maraşlı müsafiri çok sever,hem yer hem de yedirir. Ancak bu konuda gönüllüdür. Çağrılan yere erinme, çağrılmadığın yerde görünme derler.” (M. Metin Şirikçi, Maraş’ta, Yusufcuk Bas. Yay. Tan. Hiz. Ankara 2001) |
müsmek |
: |
Koyunun ve keçinin kafa vurması. |
müstahak |
: |
Lâyık, hak etme. Kada ne ettin de geldin başıma Çok yiğitler çılbak doğar anadan Aradım da buldum ben bu belayı Müstahaktır bu işlerin yaradan Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.516 |
müsvedde |
: |
Karalama. |
müşdere |
: |
1. Müşteri. “Çınarlı’da goca tarla Biderini saçıcıyım Müşdereler hep toplanmış Dükgenini açıcıyim” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Yasin’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Mehmet Bakacak) 2. Âşık olan kimse. “Yaşına başına bakmadan ana yaşında: kadına müşdere olmuş kepazenin dölü.” |
müşgül |
: |
Yapılması zor olan şey. |
müşir |
: |
Mareşal. |
müşkülüm hal |
: |
Zor durum. “Karac’oğlan der ki müşkülüm halda Garip bülbül konar öter mi dalda Çokça keramet var şu tatlı dilde Del’olup gideni yola getirir” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 612 |
müştere, müşteri |
: |
Satın alan, satın almak için başvuruda bulunan kimse. Dumanı göç eylemiş düzmüş bir gater Şahin girmiş arasına çığrışır öter Müşteri olana telini satar Yavrı şahin heybetinden toz vurup gider Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.589 |
Müşür |
: |
1. Mareşal. 2. İleri gelen, emir veren. |
müttehem |
: |
Muhtaç, bağımlı. |
mütteim |
: |
Osmanlıca müdde-i umum=Savcı sözcüğünden bozularak bu hale gelmiş sözcük. Savcı. |
müzevir |
: |
1. İnsanları yalan dolanla birbirine düşüren kimse, sır saklamayan, duyduğunu herkese söyleyen, ketum olmayan ve bunun sonucunda da başkalarına zaran veren kimse. 2. Sır saklamayan, duyduğunu herkese söyleyen. “Müzevirler hep toplandı Cenderme yola atlandı İremzi Ağam gayf’içiyor Yalınız Hasan gatlandı.” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
müzevirlemek |
: |
İspiyonlamak. “Hemen müzevirleme… Kesenin dibinde ızıcık galmış… Zatı Rüstem’e tembehledik. Bul buluştur, tütün getir dedik. Getirir nasıl olsa dedi.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |