KAHRAMANMARAŞ YÖRESİNDE KULLANILAN MAHALLÎ KELİMELER
şa:paz |
: |
Şahbaz, eline çabuk. |
şa:riye |
: |
Şehriye. |
şaba |
: |
1. Düğünde, oyundan sonra davulcunun topladığı parsa. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Gelin eve getirildiğinde evde çalınan davul. 3. Düğünlerde yardım toplama biçimi, çaba. |
şabak |
: |
Bakımsız bağ. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
şabalamak |
: |
Kesimli düğünlerde, davul ve zurnacının, düğüne gelenleri, özel bir davul zurna havası eşliğinde düğün sahibine yardım etmesini sağlamak amacıyla davette bulunması. Düğüne gelenler şabasını hemen vermezler. Özellikle davul çalan abdala takla attırırlar, bir takım cezalar verirler, özel olarak türkü çaldırabilirler, vb. şekilde naza çekilirler. Davul çalan abdal özel sözlerle şabayı yapmaya çalışır sözlerinin sonunda hep yaşa! varol! gibi sözler sarfeder. Çok naza çekilen, abdala türlü cezalar veren misafirlerin hem abdalağasına verdiği şabası hem de abdala verdiği bahşişi fazla olur. |
şabaş |
: |
1. Düğünde, oyundan sonra davulcunun topladığı parsa. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Düğünlerde yardım toplama biçimi, çaba. |
şabe |
: |
1. Düğünlerde davulcuların misafiri karşılayarak ağırlaması. 2. Parse. |
şabelemek, sabalamak, sağbelemek |
: |
Davulcunun çeşitli oyunlar oynayarak konukları eğlendirdikten sonra davulu yatık tutup dımbırdata dımbırdata para toplamaya çalışması. |
şabık |
: |
Çabuk. |
şablak |
: |
Şaplak, tokat. “Ablak Sarı Mullam ablak Gıyık da vurmadım şablak Yenil oğlum yenil dedim Yeniyor mu gara tobrak?” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Sarı Mulla (Mullacık )’nın Ağıdı - 1, Kaynak Kişi: Celil Dalkıran) |
şad etmek |
: |
Eğlendirmek, hoş tutmak. Ala gözlerini sevdiğim dilber Şâd edip elleri gülmeseneydin Muhabbettir güzelliğin nişanı Bakıp uğrun uğrun gütmeseneydin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.544 |
şad eylemek |
: |
Eğlendirmek, hoş tutmak. Aşkın ataşı bu sînemi deler Dîvâne gönlümü gâhi şâd eyler Sanırım vücudum Cennet'te gezer Yârimi koynuma aldığım zaman Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.523 |
şad olmak |
: |
Neşeli olmak, sevinmek, mutlu olmak. Karac’oğlan der ki Hak'tan bu nazar Biçildi kefenin kazıldı mezar Eller yârin almış şâd olup gezer Hemen kara yazın bana mı felek Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.472 |
şadeli |
: |
Müzikli, uyumlu. “Ağlayamadım şadeli Asvap giyerdi modalı Aslan Adana’da galdı Karaçadır ağ odalı” (Derleyen: İbrahim Davutoğlu, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
şadenlik |
: |
Bahşiş. |
şadennig, şa:dennig |
: |
Bahşiş. |
şad şadıman olmak |
: |
Aşırı derecede ilgilenmek. |
şadıman |
: |
Şen, neşeli. |
şadıravan, şadırvan |
: |
Fıskiyeli birkaç oluklu küçük havuz. Munbuç'un kapısı altun tokalı Kimse yaptırmamış felek yıkalı Ulu şadırvanlı çatal birkeli Kastalında abdest alanlar hani Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.454 |
şadu hurrem olmak |
: |
Neşelenmek, sevinmek. Niçin böyle melil melil gezersin Şad ü hürrem olup gül kömür gözlüm Arzu eder gönlüm gurbet elleri İşte gidiyorum kal kömür gözlüm Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.515 |
şafak |
: |
Atın başına hakim olamaması. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
şafak bendi |
: |
Tan kızıllığı, sabah olması. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
şafaklamak |
: |
1. Gözleri havada yürümek. 2. Sabahlamak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Elini alnına götürüp kaş hizasına siper yaparak uzağa bakmak. “Ne o bire ulan, eyice gocayıksın elleham… Şafaklayıp duruyon.” (İbrahim Boysal, Zurba “Eşkıyalar” Kadirli Eğitim ve Kültür Vakfı Yayın No: 2, Kadirli 2007) |
şafa:nan |
: |
Şafakla birlikte, erkenden. “Can veriyor bibimoğlu Ben de başında oturdum Gınaman komşular beni Şafânan cenaze getirdim” (Mehmet Temiz Yüksek Lisans Tezi Andırın Ağıtları Apandistten Ölen Kadir Demir’in Ağıdı Ağıdı Yakan: Duran Hacımehmetoğlu) |
şafkarmak |
: |
Aydınlanmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
şagşag |
: |
Alkış. “Osman Bölükbaşı isimli hitabet sanatı çok güçlü olan politikacı, bir genel seçim sonrasında K.Maraş’ta, Kıbrıs Meydanı’nda topladığı çok büyük bir kalabalık kitlesine yaptığı bir konuşmada “Kahramanmaraş’ın galleş evlatları! Şagşagları bana verdiniz oyları Demirel’e! diyerek bir seçim sonrası nasıl da sitem ediyordu.” |
şagşahı |
: |
Alkış. |
şagşahıcı |
: |
Yaltaklanarak alkış tutan. |
şah |
: |
1. Devlet adamı, devlet başkanı. Açıldı dehanım söyler zebanlar Sana muhtaç bunca şâhlar gedâlar Al yeşil hırkalar türlü libaslar Böylece münâsib geymek isterim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.501 2. Gözbebeği. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Ağacın yeni sürgünü, dalı. 4. Parça, şak. |
şaha kalkmak, şaha kakmag |
: |
Öfkelenmek, öfke ile fırlamak, ayağa kalkmak. |
şaha şaha etmek |
: |
Parçalara ayırmak. |
şahan |
: |
Şahin, çevik, şahbaz. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) Ovalar ovalar engin ovalar Didem yaşı birbirini kovalar Yüce dağ başında şahan yuvalar Öter garib bülbülleri sılanın Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.536 |
şahbaz |
: |
1. Doğan türü bir kuş. Koç yiğidin koluna şahbaz gelir Yen(ile sevdiğinden nice vaz gelir Bugün sıcak gider yarın güz gelir Güzelin koynunda kışlamak gerek Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.472 2. Hızlı, çabuk, atik. “İçeriye kurdum düğün Gızlar da oyun oynasın Gızım şahbaz goyun sağar Çerkezler satmasın goyun” (İhsan Şimşek, Aşık Hasibe Hatun, TFA, C.9 S.187, 12 Şubat 1965) |
şahle |
: |
Nergis. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
Şahı Merdan |
: |
Yiğitlerin şahı, Hz. Ali. Şâh-ı Merdân idi adı Cömert sofrasın kim kodu Ali'ye aslan'ım dedi Ayruk Ali gelmemiştir Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.613 |
şahılamag |
: |
Ses çıkaracak şekilde vurmak. |
şahımag |
: |
Şakımak. |
şahınlık |
: |
Şahinlerin yaşadıkları sarp kayalıklar. |
şahmerdan bakırı |
: |
Maraş bakır ustaları tarafından kullanılan bakırcılığa ait bir kavram. Eskiden pres şeklinde ezilen bakıra denir. (Cavit, Polat, Osmanlıdan Günümüze Maraş’ta Bakırcılık, Kahramanmaraş Belediyesi, Kahramanmaraş, Şubat 2014. s. 40) |
şahna |
: |
Tahsildar, Tahıl vergisi toplayan görevli. |
şahniş |
: |
Kafesli çıkma. |
şahpaz |
: |
1. Yemek sofrası. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Ayağına çabuk, tez canlı. “İki idi babamın oğlu iki Biri gitti kaldı teki Şahpazımış babam oğlu Şehirde yükledi yükü” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
şahrık |
: |
At, eşek vb. hayvanlara odun yüklemekte kullanılan, dört çatal ağacın ikişer ikişer bağlanmasından oluşan araç. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
şahvezir |
: |
Balaban soyundan nesli tükenmiş bir alıcı kuş. “Kuşların destanın söyleyem sana Şahvezir Balaban’ın soyudur İspir Miralay, Doğan Binbaşı Soyak dedikleri onun tayıdır” (Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I) |
şak |
: |
1. (Halı ve kilim için) Parça, bölüm, kısım. 2. Yanma, yıkılma. 3. Parçalara ayrılmış, ortadan ikiye ayırma, ayrılan parçaların her biri.. |
şakak |
: |
Yar, uçurum, kayalık alan. |
şakasoyak |
: |
Çocukların bir çoğunun günümüzde adından bile haberdar olmadığı bir tür çocuk oyunu. |
şakıl |
: |
Eşeğin sırtına iki yana su tenekesi koymaya yarayan araç. “Ulan Hamza, ulan Hamza Gozan’dan öte Tomarza Hardallık’da Hacı Merza Şakıl yitti görmedin mi?
Cinniler’in çocukları Hamza sever sucukları Dumanların gücükleri Şakıl yitti görmedin mi?
Gopil Ahmed’in boyu cüce Minibüs sürer gündüz gece Cinniler’de Gadir Hoca Şakıl yitti görmedin mi?
Golcu Osman’ın gazları Cinni Osman çalar sazları Gızıloluk’un gominis gızları Şakıl yitti görmedin mi?
Bakın Hamza’nın işine Neler geliyor başına Sorun hocanın keşine Şakıl yitti görmedin mi?” (Kaynak: Andırın Büveme Köyü’nden Cinnilerden Ahmat Kıvrak Cinne-met) |
şakıldak |
: |
1. Koyunların sidiğiyle pisliğinin karışarak yünlerine yapışması ile ortaya çıkan hal. “Kepeği katar ununa Şakıldak bağlar donuna Kocası almamz yanına Daha kız bekar oturur” (Aşık İmami) 2. Değirmende, hazneden dökülen tanelerin dökülüşünü ayarlamak ereğiyle yapılan düzenek, ki değirmen taşının üstüne konulan ve hazne ile bağlantısı olan, taş döndükçe şakır şakır ses çıkaran tahta. “Değirmenin şakıldağı Döner fırlanı fırlanı Eğer eşim sağ gelirse Çifte keserim kurbanı” (Anonim - Gizik Duran’ın Ağıdı)
“Sele gitmiş değirmeniŋ şakıldağı aranmaz.” “Değirmen sele gitmiş, sen şakıldak arıyorsun.” (Andırın Atasözü) |
şakıldak gimi |
: |
Çok fazla ürün ya da meyve veren bitkiyi anlatır. “Şakıldak gimi.” |
şakımak |
: |
1. Şen şakrak olmak, neşeli olmak. Şu yalan dünyaya geldim geleli Şakıyıp gülmedim hey zalim felek Her ne tuttum ise aldın elimden Nice bir dîvâne dolanam felek Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.471 2. Ötmek. Hocasına vardım sabakın okur Dostun bahçasında bülbüller şakır Ne İstanbul gerek ne Diyarbakır Sılam seni terk edeyim bir zaman Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.522 3. Çok ağrımak, sancımak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
şakır |
: |
Şakıyan. Dosta doğru gider yollarım olsa Bülbül gibi şakır dillerim olsa Kayık oynatacak göllerim olsa İçi dolu ördek inen kaz inen Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.531 |
şakırdak |
: |
Değirmende, hazneden dökülen tanelerin dökülüşünü ayarlamak ereğiyle yapılan düzenek, ki değirmen taşının üstüne konulan ve hazne ile bağlantısı olan, taş döndükçe şakır şakır ses çıkaran tahta. “Değirmenin şakırdağı Döner fırlanı fırlanı Eğer eşim sağ gelirse Çifte keserim kurbanı” (Derleyen: İbrahim Davutoğlu, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
şakirt |
: |
Çırak. “Yârimin zülüfü destedir deste Verirler şâkirdi öğretir usta Bir alma getirdim gümanım dosta El sürüp koynunu aramadım ben” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 528 |
şakna |
: |
Fasülye , bakla gibi bitkilerde kapsül. Küncü şaknası. |
şakşahıcı |
: |
Alkışçı. |
şakşak |
: |
1. İri habbe (tane)'li süs tesbihi. 2. Değirmende un öğüten taş. |
şakşakı |
: |
1. Değirmen taşına buğday veren ve bu esnada şak şak diye sesler çıkaran titreşimli oluk. 2. Kavrulmuş fındık ve peynir şekeri karışımı çerez. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
şakül |
: |
Duvar terazisi. |
şal |
: |
Bir cins kalın kumaş. Kadınların omuzlarını örtmek için kullandıkları geniş atkı. Hocasına vardım dersini okur Bahçasına vardım bülbüller şakır İbrişim içinde halılar dokur Şal kuşaklı ince belli bir gelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.551 |
şal atmak |
: |
İstenmeyen bir görüntüyü gizlemeye çalışmak. |
şalak |
: |
1. Yük, tay. 2. Büyümemiş kavun, karpuz. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
şalak-şulak |
: |
Karpuz için küçümseme sözü. |
şalaşura |
: |
Olmayan şeyler, dalavere. |
şalfar |
: |
Şalvar. |
şalgaba, şalkaba |
: |
Keven gibi meşhur bir yayla bitkisi olup dikensiz ve daha geniş yaprakları vardır. Boyu 50-60 santime kadar yükselir. Kumluk ve kayalık yerlerde yetişir. Yumru köklü, sarı çiçekli olup ilaç yapımında ve kauçuk elde etmede kullanılır. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
şalva:lı |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; şalvarlı. |
şalvar |
: |
Kadın ya da erkeklerin pantolon yerine giydikleri bol dökümlü üst giyeceği. Yazın siyah veya koyu renkte şalvarlar, kışın ise yün şalvarlar giyilir. Peyiği yani peşi geniş olur.Boyu ayak bileğindedir ve beli uçkur denilen bağ ile bağlanır. Bir güzel gördüm de şalvarı parlar Düşmemiş eşine menendin arar Seni gören yiğit sararır solar Göreni ataşa yakar bu gelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.552 |
şalvar ayak |
: |
Ayağı şalvarlı, giyimli. |
şalvar bırakmak |
: |
Güreşte galip tarafa ve baş güreşçiye verilen ödül. |
şalvarı kaptırmak |
: |
Fırsat vermek. |
şam |
: |
Akşam. |
şam u seher |
: |
Akşam sabah, daima. Be felek senin elinden Ah ediben ben ağlarım Şâm ü seher ağlar gözüm Başımı döver ağlarım Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.490 |
şamata kutusu |
: |
Radyo. |
şamdan |
: |
Üzerine mum yerleştirilen ince uzun aydınlatma aracı. Heves kaldım pınarının başına Altun yağmış toprağına taşına Ulu Câmisi'nin kandil başına Altun şamdanı da yanar Hama'nın Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.537 |
şampirti |
: |
Ayakdaş. |
şane |
: |
Baş tarağı. |
şap |
: |
Eğri, yamuk, çarpık. |
şapalmak |
: |
Hızardan çıkmış tomruğun çalışması, eğilip bükülmesi. |
şapaz |
: |
Hızlı, çabuk. “İzmir’in de yeri geniş Kak da binbaşına danış Şapaz benim sürmel’eşim Gel otur yanıma gonuş” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Askerde Ölen Gencin Ağıdı, Kaynak Kişi: Güllü Gülmez) |
şapda |
: |
Çatı ve dam yapımında kullanılan 5-6 metre uzunluğunda ince kavak. “Şaptalarını ta: Goca Hapıs’ın başından getirdi Yusuf Usda.” |
şapga |
: |
Şapka. “Foter şapgası başında Sedef düğmesi döşünde Sên Gediği’ni aşmış Mukdarın gızı peşinde” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Gebenli Karcı İs-mail (Kahveci)’İn Ağıdı, Kaynak Kişi: İbrahim Gök) |
şapıḫ, şapık |
: |
Çabuk. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
şapılamah̬ |
: |
Ses çıkarmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
şapıldak |
: |
Alkış. |
şapırdatan yakalamak |
: |
Kaçan ya da kaçmaya çalışan bir kimseyi ani olarak tutmak, yakalamak. |
şapla |
: |
Uzun ve düzgün boynuzlu öküz. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
şaplak |
: |
1. Delikanlı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Elin içi ile vurulan tokat. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr. İç. Osm. Ada.) “Ablak gar” İsmet’im ablak Gıyıp da vurmadım şaplak Ben sana doymadım guzum Doysun gayrı gara toprak” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
şaplak çalmak |
: |
Elle alkış tutmak. |
şaplaklamak |
: |
Şaplakla vurmak, tokat atmak, tokatlamak. |
şapşak |
: |
1. Bakır ya da teneke maşrapa. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Her söze atılan. 3. Çamaşır ve banyoda kullanılan ve su kabağının ağız açılmasıyla yapılan su kabı. |
şapşap |
: |
Sinek öldüreceği. |
şapta |
: |
Hayma yapımında dalları tutmak için kullanılan sundurmalar, ince, uzun, ağaç. |
şar |
: |
1. Şehir, belli günlerde kurulan köylü pazarı. Günlük hayatta bugün neredeyse kullanılmayan bir kelime. Dinleyin ağalar size söyleyim Arş u kürsü gider yolun var dağlar Kar'ardıçlı kamalaklı yüceler S Selvili söğütlü yerin var dağlar Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.578 2. Tükenmez. 3. Şehir. 4. Sevinçli, iyilikle, güzellikle donanmış. “Babamın oğlu var idi Anamın oğlu bir idi Topuz kardeşim var iken Öksüzce başım şar idi” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
şargada |
: |
Yaramaz, kavgacı. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
şargadan |
: |
Kavgacı, geçimsiz, dirliksiz kimse. |
şa:riye |
: |
Şehriye. |
şarık |
: |
Yük hayvanında kullanılan ağaçtan heybe. |
şarıltı |
: |
Büyü, sihir. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
şark |
: |
Doğu. Ben seni severim çoktan Kaşın yay kirpiğin oktan Yâr kervanı gelir şarktan Aslı Hotenli Hotenli Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.421 |
şarlağan |
: |
Derelerdeki küçük çağlayan. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
şarlak |
: |
Çağlayan, şarıldayarak akan su. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) “Dam üstünde yuvarlak Dere akıyor şarlak Benim sevdiğim yarim Doğan aylardan parlak” (Veli Aba, Seyfi Metin, Ö. Tuğrul Kara, Osmaniye Manileri, Adana 2011) |
şarlamak |
: |
Su için şar şar diye ses çıkararak akmak. |
şarlavık |
: |
Çağlayan. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
şarlavuk |
: |
Çağlayan. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr. İç.) |
şarmıta |
: |
1. Şer saçan, şirretli kadın. 2. Ahlaksız, hoppa kadın. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
şarp |
: |
(Yakalamak için) Şıp diye, birdenbire. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
şarpada |
: |
Aniden, birdenbire, ansızın. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) “Ala gözlerini sevdiğim kel gız Benim göonüm sâ düştü gürpede Âelde bir yol yanândan öpeyim Camız suya sıçrar gibi şarpada” (Anonim bir Türkü) |
şarpadan |
: |
Aniden, birdenbire, ansızın. “Tarlada sürdüm gemi Atlara verdim yemi Olan oldu bikere Şarpadan öptü beni” (Veli Aba, Seyfi Metin, Ö. Tuğrul Kara, Osmaniye Manileri, Adana 2011) |
şarpındırık |
: |
(Et için) Arık, yağsız. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
şarramak |
: |
Su için şar şar diye ses çıkararak akmak. |
şarşalak |
: |
Sakar. |
şarşar |
: |
(Yağan yağmur, akarsu için) Çok ve sürekli. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
şartlak |
: |
Şelale. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Antakya’da Dede Postu denilen ufak bir şelale vardır. Orada insanlar buna şartlak demektedirler.” (Ali Rıza Yalman - Cenup’ta Türkmen Oymakları, Hazırlayan: Sabahat Emir, Kültür Bak. Yay. Ankara, 2000, C.I) |
şartlan |
: |
Şelale, çağlayan. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
şaş |
: |
Şaşı. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
şaşık |
: |
Şaşmış, şaşırmış, hata yapmış, yanılmış. “Şaşık nazlı eşim şaşık Yumuluk evine düşük Dokuz senelik gelinim Kolum sallamadı beşik” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
şaşırdık |
: |
Aptal, sersem. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
şataf |
: |
1. Taze sürgün. 2. Üzümün ya da limonun ikinci meyvesi. |
şatafatlı |
: |
Gösterişli. Beğlerimiz Arab atlı Dilberlerin dili tatlı Ünlü şanlı şatafatlı Bu dil bizim diller değil Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.478 |
şateri |
: |
Zubun, Halep’ten getirilip diktirilen kumaş. “Kabaktepe kar yatağı Sarıyecek gül biteği Kardeşimin gelinleri Şateri zubun eteği” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
şatlak |
: |
Kasap çırağı. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
şavflık |
: |
Işık, aydınlık. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
şavhı |
: |
Şavkı, yansıması, ışığı, aydınlığı. Eve geldi ki Gündeşli-zı biyâz gonân içinde garyolanın üsdünde üç günden belli uyhusuz döşaçık, lambanın şavhı gendine düşmüş gendinin şavhı da lambaya düşmüş.” (Ahmet Caferoğlu, Anadolu Ağzı Derlemeleri, Maraş Bölümü, Kaynak kişi: Tokmaklı’dan Ehmet Kılıç) |
şavhıl |
: |
Şakül, çekül. |
şavılamak |
: |
Rüzgarın uğultusu. “Kar geldikçe durmaz dilim çatılar Yel vurdukça şu dağlar da şavılar Osman, Mehmet birbirini gıvılar Göz görmüyor yüce dağlar duman hey” (Afşin’in Ağıtları, Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Arıtaş Ağıtları, Derleyen: Şenay Günel, Kaynak Kişi: Suna Dikici) |
şavır |
: |
Durum, davranış biçimi. |
şavır vermek |
: |
İp ucu vermek, haber vermek. |
şavırlamak |
: |
Kendinden yana çekmek amacıyla söz ve yazı ile etkilemeye çalışmak, propaganda yapmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
şavik |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; aydınlık, ışık. |
şavk |
: |
Işık, pırıltı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. Osm.) “Mezerden gördüm şavkını Bir yürüdüm bir de durdum Benim analığım batsın İki eve kilit vurdum” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)
Yeşil ördek sulanıyor gölekte Altun küpe şavk veriyor kulakta Cennet-i Âlâ'da hörü melekte Aceb gezsem mavi donlum var m'ola Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.386 |
şavkarmak |
: |
Aydınlanmak, parlamak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
şavkartmak, şavgartmak |
: |
Aydınlatmak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
şavkı |
: |
Yansıma. “Arhadaş bâ müsaadedin. Tâbi üç günnük gelinim vardır. Atlarızı görün. Heç kimsenin habarı olmadan gedek, deyi cuvabını verdi. Eve geldi ki Gündeşli-zı biyâz gonân içinde garyolanın üsdünde üç günden belli uyhusuz döşaçık, lambanın şavkı gendine düşmüş gendinin şavkı da lambaya düşmüş. Elboğlu bunu görür görmez, içerisi yanıp aldı sazı eline bahak ne söylemiş.” (Ahmet Caferoğlu, Anadolu Ağzı Derlemeleri, Maraş Bölümü, Kaynak kişi: Tokmaklı’dan Ehmet Kılıç) |
şavkı vurmak |
: |
Işığı yayılmak, parıltısı yansımak. “Ayın şavkı vurdu.”
Havayi hey deli gönül havayi Ay doğmadan şavkı vurdu ovayı Türkmen kızı katarlamış mayayı Geçip gider bir gözleri sürmeli Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.444 |
şavkımak |
: |
Pırıl pırıl etmek, ışın saçmak. “Ova boyunca su, güneşte şavkıyor.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
şavlar |
: |
Apış arasına gelen yeri çok bol olan, bele uçkurla bağlanan, geniş üst donu, şalvar. “Dar ikindin geldik bele Öldüm yalvarı yalvarı Ayan olsun sürmel’eşim Kürtler de geydi şavları” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
şavşalak |
: |
Şaşkın, davranışlarında düzensiz, haldır huldur, beceriksiz. |
şavşırı |
: |
Ters, eğri, düzgün olmayan. |
şay etmek |
: |
Dedikodu çıkarmak, herkese yaymak, duyurmak. “Ala gözlü yârim yakıp yandırma Şay edip âleme bildirme beni Açıp ak gerdanın durma karşımda Ecelimden evvel öldürme beni” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004 |
şayak |
: |
1. Pembe. 2. Yünden ya da pamuktan kaba olarak dokunmuş kumaş, erkek şalvarı. |
şaybalak |
: |
Sakar. |
şa:yir |
: |
Şair. Ala gözlü yârim yakıp yandırma Şay edip âleme bildirme beni Açıp ak gerdanın durma karşımda Ecelimden evvel öldürme beni Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.455 |
şayhal şayhal etmek |
: |
Dengesiz yürümek. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
şayit |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; şahit. |
şayka |
: |
Çivi. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
şeb |
: |
Gece. “Söyledikçe lezzet verir sözünde Rûz u şeb hayali iki gözümde Hüda emriile o mâh yüzünde Ak güller açılır güldüğü zaman” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 623 |
şebeden |
: |
Hoş kokulu, yalnız koklamak için yetiştirilen bir kavun cinsi. |
şebit |
: |
Yufka, bazlama. |
şecereli |
: |
Raporlu deli. “Tescilli şecereli.” |
şaddat gibi |
: |
Fazla hızlı ve seri; hareketli. |
şefdeli |
: |
Şeftali. |
şefdeli yemeni |
: |
Ham deriden bir tür ayakkabı. |
şefe:t |
: |
Şefaat. “Gayın babam darılıyor Ağlıyamam sana bebek Cennetde şefêt eylesin Bir ben dâl yedi göbek” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, İclâl’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Emine Gök (Hodul Emine)) |
Şefket |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; Şevket. |
Şefku |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; Şevki. |
şeflek |
: |
Yakışıklı. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
Şefre |
: |
Şerife. |
şeftalipazarı |
: |
Güzeller topluluğu. Sallanı sallanı vardım köyüne Güzeller başıma derilsin deyi Herkes sevdiğini almış yanma Şeftali pazarı kurulsun deyi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.467 |
şefteli |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; şeftali. |
şehadet |
: |
Şehitlik. |
şehben |
: |
Şohben. |
şeher |
: |
Şehir. “Develinin yükü şeker Şeherden şehere çeker Anası dul gendi bekar Vermen beni develiye” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Kına Türküsü, Derleyen: Ergün Küçük) 2. Başa bağlanan, bir çeşit eşarp, cılgı da denir. İlkin şehirden geldiği için bu adla anılmıştır. “Halevik’ten gelen şeher Gelin bana etme kaher Gelmiş Yusuf uğramamış O senin kardeşin değil” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I), S. 52) |
şehre |
: |
Biçilmiş ekinin yığın şeklinde değil de çember şeklinde istiflenmesi. |
şehrî |
: |
Şehirde yaşayan, şehir halkı. Her nereden baksam parlayıp gezer Sunam göz yaşını göle düşürür Şehrî gibi mor beliğin parlatır Atar sümbül saçın bele düşürür Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.629 |
şeirt |
: |
Çırak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
şek şek konuşmak |
: |
Ters ters konuşmak. |
şeke: |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; şeker. |
şeker şerbet |
: |
Çok hoş, çok tatlı. On birinde bir yâr sevdim Yeni açmış güle benzer On ikide şeker şerbet Oğul vermiş bala benzer Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.595 |
şekerdennig |
: |
Şeker konacak kap. |
şekere |
: |
1. Küçük tarlaları çeltik ekmek üzere dutmaya vermek, Sehm usulünün tersi. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 2. Tarlanın bir bölümüne ya da küçük bir tarlaya bir dost ya da akraba için ekilen tahıl, sebze vb. |
şekerelik |
: |
Evin yakınında bulunan ve bostan ekilen tarla. “Kabaklığın yan tarafındaki hopuru Hacer dezzemgil yaylaya geldiğinde kullanmaları için şekerelik yaptım.” |
şekerimin şiltesi |
: |
Yakınım, değer verdiğim insan,dostum. “Şekerimin şiltesi.” |
şekerin suya mı düşdü |
: |
Acelen ne? “Şekerin suya mı düşdü, nedir bu telaşın?” |
şekerlice olmak |
: |
Bir yemeğin bir malzemesi fazla kaçmak”. Yeme:ŋ duzuşekerlice olmuş. “Yemeğin tuzu fazla kaçmış”. |
şekerlirek |
: |
Şekeri biraz çok. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
şekva |
: |
Şikayet. |
şekva etmek |
: |
Şikayet etmek, dert yanmak. Ezelden de ondurmadın kendimi Ben yaparım sen yıkarsın bendimi Bana mı sınadın olan harbini Kime şekva edem elinden felek Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.471 |
şe:le |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; şeyle. |
şeleği üstüne almak |
: |
Sorumluluğu almak. “Şeleğini üstüme aldım.” |
şelek |
: |
1. Şaşı. 2. Biçilip desteler durumuna getirilmiş ekin. Ekin biçilip deste yapıldıktan sonra desteler bir araya getirilip sırtta harman yerine taşınır ki sırtta taşınan her ekin yükü bir şelektir. Yalnızca ekin destesi değildir elbette şelek. Sırtta taşınabilecek miktarda küçük dallardan, çalılardan ya da odunlardan meydana gelen yüke de şelek denir. “Gövdeli avradı götürmüşsün şeleğe.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006)
“Oğlan yetir, kız yetir yine şeleği sen götür.” (Andırın Atasözü)
Karac’oğlan der ki fenadır fena Nice bir ataşta yüreğim yana Derdimin üstüne derd koydun yine Ağırdır şeleğim götüremedim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.485
Şikayetim vardır benim felekten Kurtar Mevlâ’m bizi ağır şelekten Zabitim talimde tutar kulaktan Efratların gözü yaş oldu gene” (Yaşar ALPARSLAN, Derdiçok (Ömer Lütfi PİŞKİN) ve Şiirleri, Kahramanmaraş, 2019) s. 96 |
şelek çekmek |
: |
Şeleği yüklenip harman yerine götürmek. “Sonra harman yapmak için anasıyla birlikte şelek çekti.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
şelek olmak |
: |
Yük olmak. |
şem, şem’a |
: |
Mum, ışık. Bir adam hasmını utandıramaz Elde külliyetli var olmayınca Pervane şem'ini uyandıramaz Başta sevdâ kalbde nâr olmayınca Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.382 |
Şem eli |
: |
Şam eli, biladüsşam olarak ta adlandırılan bölge. Bu bölgede Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin devletleri bulunmaktadır. |
şema:den |
: |
Şamdan. |
şema:lli. |
: |
Yüz şekli. |
şeme |
: |
Ekşimsi, küçük kavun. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
şemedan |
: |
Bir kavun türü. |
şememe |
: |
Ekşimsi, küçük kavun. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
şemermek |
: |
Nemlenmek. |
şemini uyandırmak |
: |
Mumunu yakmak. |
şemis |
: |
Şems, güneş. “Gözlerin şemistir gün yüzün kamer Seni seven yiğit zekatın umar İnce bel üstüne cevahir kemer Şöyle bir salın ki bel incinmesin” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 559 |
şemkirmek |
: |
Karşılık vermek. |
şemsili |
: |
Parlak. “Kabaktepe Koçdağı’na Binerler sığın avına Şemsili kabut geyerdi Kurban olduğum boyuna” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
şemşa:mer |
: |
Ay çiçeği. |
şemşi |
: |
Nem çekip yumuşamak (Kuruyemişler vb. için kullanılır). |
şemşimek |
: |
1. Saç için dökülmek. 2. Cevizleri kabuğundan ayırmak için karanlık biryere koyup soymak için kolay hȃle getirmek. 3. El dokunmasıyla tüyü dökülmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
şende |
: |
Şu. |
şenderde |
: |
Şurada. |
şendere |
: |
Şuraya, uzakta bir yere. |
şendöyle |
: |
Şu şekilde. |
şeŋelmek |
: |
(Bir yerleşim yeri) Nüfusça artmak, gelişmek. “Afet evleri yapıldıkdan sonra çok şenelmiş buralar.” |
şeŋelti |
: |
Eğlence, şenlik. |
şeŋgi |
: |
Şunu. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
şeŋgüne |
: |
Kötü kadın. “Şengüne, şengüne le câanım.” |
şennik |
: |
Şenlik, eğlenmek için bir araya gelmiş kalabalığın yaptığı şey. “Biri gelinini getirmie ne,biri de gız evinden gelen şenni:, misafiri bindirmie ne. İşde başga dutan olmassa, iki tagsi:nen gedilirdi.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
şenola |
: |
Kahramanmaraş’ta düğünlerde oynanan bir oyun. Sağ ayakla başlayarak üç adım ilerlenir, havada kalan sol ayağın pençesi üç kez yere vurulur ve geriye doğru sol ayakla başlanarak üç adım basılır, havada kalan sağ ayağın pençesi sol ayağın yanına vurulup (bağlama) çekilir. Aynı hareket bir kez daha yapılır ve sağ ayak havada kalarak adım cümlesi başa döner. II. Adım Cümlesi: İlk 3 sayıda sürükleme yapılır, diğerleri aynıdır. III. Adım Cümlesi: 2. Adım cümlesinin hoplatması yapılır. (Hatice Fatoş Derebent, Çağlayancerit Halk Kültürü, Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi, Kahramanmaraş, Mayıs 2015. s. 94) |
şepe |
: |
Yufka ekmeğinin küçüğü. “Gözlemeden büyükçe açılır, yağsız ve peynirsiz olarak yenen kalınca bir yufka türü.” |
şepeden |
: |
Küçük ve hoş kokulu ancak yenmeyen bir kavuntürü. |
şepik çalmak |
: |
Alkış tutmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
şepildirik |
: |
Başaklanmaya yüz tutmuş ekin. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
şepit |
: |
1. Uzun dar ve ince yufka. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) 2. Küçük ve az pişmiş bazlama. 3. Bazlamadan büyük, yufkadan küçük ekmek. 4. Yufka ekmek yapmak için hamurun küçük parçalara ayrılmış her bir parçası. “Bazlamanın yapıldığı hamur topağına beze, şepe yapılan hamur topağına da şepit denilmektedir.” |
şe:r |
: |
1. Şehir. 2. Bölgemiz göçmen ağzında; şehir. |
şer |
: |
Musibet, kötülük, kavga. “Silkinir de biner ata At altında dört bükülür Sürmel’eşim güçcük ama Alem şerrinden sakınır” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Öldürülen Kocanın Ağıdı, Kaynak Kişi: Eşe Baraklı)
On beş yaşadım yirmiye yol oldu Otuzunda çevre yanım göl oldu Kırk yaşadım hayrım şerrim bell'oldu Hayrımı şerrimi bildirdin ben Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.458 |
şeran |
: |
Şeriata göre. |
şera:tiŋ gözü kızgın |
: |
İş sarpa saracak, sonuç kötüye varacak anlamında. |
şerbet |
: |
Meyve özlü tatlı bir içecek anlamına gelmekle beraber, ölüm anında hastaların içtiği kabul edilen hayali içecek, cel şerbeti. Nazlı yâr elinden bir selâm geldi Ecel şerbeti de bağrımı deldi Kibar yâr alnına bir yağlık çaldı Yeşil midir oflaz mıdır al mıdır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.606 |
şerbet ezmek |
: |
Şerbet hazırlamak. Yüce dağ başında sığınlar gezer Derindir göllerin bahrîler yüzer Dilin şeker olmuş şerbetler ezer Altun tas içinde bala dönmüşsün Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.575 |
şerbet içme |
: |
Küçük nişan töreni. |
şerbetlemek |
: |
Birini herhangi bir şeye karşı alışkın, dayanıklı duruma getirmek. |
şerbetli |
: |
1. Alışkın, dayanıklı. 2.(Yılan akrep sokması gibi) Tehlikeli durumlara karşı korunduğuna inanılan dua almış kimse. “Eskiden Hatay’ın Dörtyol ilçesinde Hacı Macit isimli bir efsuncu vardı. Televizyon ekranından veya telefon ile insanları şerbedli hale getirirdi.” |
şerbetlik |
: |
Şerbet takımı, kız istemede söz kesilirken verilen armağan. “Şerbedliğimizi de getirdik hısım.” |
şergada |
: |
Sürekli kötülük üreten, yaramaz kimse. “Göde Hamid’den habar gelir gelmez akrabalarını ve kimine öküz kimine para sözü verdiği birkaç şergada adamı bir araya getirip, Tokmaklı’nın yolunu dutmuştu.” |
şerha şerha |
: |
Parça parça, dilim dilim “Nice ulu beyler astı Din gayreti bugün kardaş Asıp şerha şerha dildi Din gayreti bugün kardaş” (Balkan Harbi’nde Edirne kuşatması altında Orçan Karyesi imamı Molla Hasan tarafından söylenen türküden alınmıştır.) |
şeriat |
: |
Adalet kuralları, hukuk yolu. Ustalar yapıyı tersine yapar Esnaflar işine hiyleler katar Zamâne kadısı altuna tapar Doğru hak şeriat sürülmez oldu Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.639 |
şerim şerim üstüne işerim |
: |
Söz dinlemem. “Şerim şerim üstüne işerim. Daha da üstüme gelirsen mezerini deşerim.” |
şerim şerim, üzerine işerim |
: |
Üzerime fazla gelme yoksa sana zararım dokunur anlamında kullanılan bir deyim. “Şerim şerim üstüne işerim.” |
şerini sapaya satmak |
: |
Sorunu başkasıyla çözmek. “Şerini sapaya sattım.” |
şerini sürdmek |
: |
İnsanları rahatsız etmek. “Şerini sürdme.” |
şeş |
: |
1. Tülbent, yazma. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. İç.) 2. Dolgun vücut. “Şeşine de Karacoğlan şeşine Kurban olan yârin ablak döşüne Gök kıratınan da çakır kuşuna Geri dur hey benli sunam geri dur” (Karacaoğlan, Saim Sakaoğlu, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.628) 3. Karlşı, ileri, ön. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 4. Dantelsiz oyasız kadın başörtüsü. “Kalk gelin yokarı deşir şeşini Emmi dayı bitirsinler işini Damlatmadan sil gözüyün yaşını Al gelin almaya geldik almaya Güllerin dermeye geldik dermeye” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
şeşber |
: |
Ortaçağ dönemine ait bir silahç |
şeşine |
: |
Dümdüz. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
şeşitli |
: |
Çeşitli. |
şeşlemek |
: |
Doğrultmak, nişan almak. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
şeşmek |
: |
Çözmek. “Kaşları benziyor eğri kaleme El kavşıram dîvan duram selâma Bilmem ay mı doğdu gün mü âleme Yoksa yârim düğmelerin şeşdimi” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 643 |
şetil |
: |
Sitil, küçük helke. |
şetle |
: |
Sırtta taşınan odun parçası. |
şetsiz |
: |
Şekilsiz, çirkin. |
şevka: |
: |
Yakınma, şikayet. |
şevketli |
: |
Güç sahibi, büyüklük. “Şevketli efendim sultanım vezir Altmış bin kılıçlı yanında hazır Deryalar yüzünde boz atlı Hızır Benliboz’a binmiş o da geliyor” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 616 |
şevşiri |
: |
Eğri, çarpık. (TDK Derleme Sözlüğünden İç. Ada.) |
şevteli |
: |
Şeftali. “Tobuz tobuz dedikleri Gül şevteli yedikleri Tobuz’un göçü geliyor Sıçıraşır bodukları” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Topuz’un Ağıdı, Kaynak Kişi: Fatma Bakacak) |
şeyda |
: |
Çılgın, kendisinden geçercesine âşık olan bülbül vb. “Dinle sevdiceğim mehdin eyleyim Açılmış baharda gülün sevdiğim Şirin’in aşkına söylen sözümü Şeydâ bülbül gibi dilin sevdiğim” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 494 |
şeytan azdırmak |
: |
Genç erkeğin uyurken rüyasında cinsel ilişkiye girmiş gibi kendi kendine boşalması, ihtilam olması. |
şeytandüğünü |
: |
Kasırga, bora. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
şeytanın beleş amelesi |
: |
Menfaat beklemeden gerekli gereksiz her işte çalışan. “Şeytanın beleş amelesi.” |
şıbınlık |
: |
Cibinlik. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
şıbkın |
: |
Fırtınayla yağan sert yağmur. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
şıfan |
: |
Yulaf. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm.) |
şıfanak |
: |
Yabani yulaf. |
şıfka |
: |
İnce. “Ak ellerim şıfka parmak Ellerin dokurdu örnek Bu da bizden ganil kalsın Halakada beşik kalmak” (Yaşar Kemal, Ağıtlar Folklor Derlemesi, Adana Halkevi 1943) |
şıfkoca |
: |
Sürgün gibi, filize benzer, şıvgınca. “Hupların serdarı Muzu’yu gördüm Seherde açılmış gonca gül gibi Yaşta güçcük amma boyda münasip Sallanışı bir şıfkoca dal gibi” (Ahmet Caferoğlu, Anadolu Ağzı Derlemeleri, Maraş Bölümü, Kaynak kişi: Tokmaklı’dan Ehmet Kılıç) |
şıh |
: |
Şeyh. |
şıh eşşeğinden usda olmak |
: |
İyice terbiye edilmiş, iyice ustalaşmış anlamında. “Şıh eşşeğinden usda olmuş.” |
Şıh Ömer |
: |
Gülnar’ın aynı adı taşıyan köyüne ismini veren kişi. Orada yaşamış hikmetli bir kişi olan şıh Ömer’in kabri bu köydedir ve bölgede “Anamur Fatihi” olarak bilinmektedir. |
şıhırtı |
: |
Şıkırtı. “Su şıhırtısı, akce şıhırtısı, ille de gelin kikirtisi datlı olur.” (Hacı Ali Özturan, Maraş Merkez Ağzı, Ukde Kitaplığı, Kahramanmaraş 2009) |
şıhrana |
: |
İçinde üzüm çiğnenen tekne, tahta araç. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
şıhranalık |
: |
Pekmez imalathanesi. |
şıkırdım |
: |
Haddinden fazla, bol, çok, sık. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr. İç. Ada.) |
şıkırdım gibi
|
: |
Genellikle ağaçtaki meyve, toplanmamış fasulye, domates gibi sebze, toplanmamış koza için pek sık pek çok anlamına kullanılır. Bolca, çok sayıda. “Pamuk tarlaları şıkırdım gibiydi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
şılamak |
: |
Parlamak. |
şıldır şıldır |
: |
Işıl ışıl, ışıltılı. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
şıllık |
: |
Susamyağı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
şılta:na boğmak |
: |
Yaygaraya vermek. |
şıltak |
: |
Bağırıp çağırarak suçunu bastırma, yaygara koparma, bağırıg, çığırıg. |
şıltakçı |
: |
1. Yaygaracı. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Nizahçı, kendi kusurunu gizlemek için bağıran çağıran kimse. “Her yerden ayrı bir şor geliydi. O şıltakçınıng dediğine mi inanıng, bu yardakçınıng yeminine mi ganang bilinmez amma şorung essahlarından biri de şuydu ki, Gılavuzlunung oriye bir “Gominist” gelikti. Gahveci kazım, “Goministing tırık bir hayvana benzediğini söyliy, Nalbur Omar da onung bir tür adı batasıcadan, cin taifesinden olduğundan ya: şor veriydi. Bu şorların hepicânı iki urub akliyneng yorumlamiye çalışan Hacı Aslan’ıng Delisi’ning aklına tarpadan bir hinlik düştü ki; “Gominist” bir insan diyaldı. Ortalıkta dolanan bu şıltakçılara göre bu zontoroşlu bir hayvan da diyaldı. Adı denmez, eyi saatte olsunlardan, “ci”lerden olsa, göze görünmezdi. O vahıt, neydi bu cenebet mahlukat? Hacı Aslan’ıng Delisi bitiy bunu düşündü; yürağ yekindi.” (Atilla Diş, Hacı Aslanıng Delisi, Edik Dergisi, Sayı: 50) |
şılta:na bo:durma |
: |
Herhangi bir konuda haksız olmasına rağmen kendisini haklıymış gibi göstermek için ortalığı velveleye vermek. “Şıltâna bôdurdu.” |
şına |
: |
Araba tekerinin demir çemberine verilen isim. “Kapıdaki boyasız, ağaçları çatlamış, tekerleklerinin şınası paslanmış bir arabanın altında tavuklar, köpekler yatıyorlardı.” (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) |
şına:tçı |
: |
Kavgacı, tartışmacı. |
şınık |
: |
8 kilogramlık tahıl ölçeği. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
şırlak |
: |
1. Düz ve parlak. 2. Münasip, uygun. |
şırlamak |
: |
Suyun az ve ince bir şekilde akarak çıkardığı ses. |
şırlap di: |
: |
Ses çıkaracak şekilde, sertçe. |
şırlık |
: |
1. Çamur. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Keçiboynuzu ağacından ya da ağaçtaki olmamış meyveden damlayan yapışkan sıvı. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) 3. Tahin, susamyağı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Maraş’ta şirik denen tahine Tarsus’un yaylalarında şırlık denildiğini duyunca doğrusu pek şaşırmadım.” |
şırlık yağı |
: |
Susam yağı. “Maraş’ta da şirik yağı derler şırlık yağına.” |
şırrak |
: |
Kel. |
şıvara |
: |
Aşık. |
şıvarak |
: |
Şaşkın, perişan. |
şıvga |
: |
1. Kaburga kemikleri. 2. Ağaçların her yıl büyüyen taze dalları; düzgün, ince, uzun, taze filiz; ışkın. “Oradan bir dalı zorla kırdı, yapraklarını, küçük şıvgalarını budadı, getirdi Meyremceye verdi.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006)
“Güzel derler bir dilbere uğradım Siyah zülfü mah yüzüne gül gibi Boyu kısa, amma kendi münâsib Uzar gider bir şıvgacık dal gibi” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 435 |
şıvgacık |
: |
Taze dal, ağacın yeni sürgünleri. “Okur derler bir güzele uğradım Siyah zülfü mâh yüzünde gül gibi Boyu kısa amma kendi münâsib Uzar gider bir şıvgacık dal gibi” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 435 |
şıvgın |
: |
1. Sürgün, filiz. 2. Eğimli yağan yağmur. Fırtınayla yağan sert yağmur. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
şıvkmak |
: |
Çamaşırı çitilemek Taşın başında bȫyle şıvǥa şıvǥa vururduḳ. |
şibidik |
: |
Alkış. |
şibigli |
: |
(Gözü) Çapaklı. |
şibik |
: |
Çapak, göz çapağı. |
şibik şibik terlemek |
: |
Siyim siyim terlemek. |
şif |
: |
1. Tarla içinde biriken su. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Pamuk kozası. 3. Üzüm, dut vb. meyvelerin suyu sıkıldıktan sonra geriye kalmış atık kısmı. 4. Pamuk çalısında toplamaya hazır hale gelmiş pamuğu içinde barındıran kap. “Kara Mehmet söze yalan mı kattım Dalları kereste hep ihraç ettim Şiflerinden koca bir gemi yaptım Üç günde okyanus aşdım duydun mu” (Kaynak Şahıs: Celil Çınkır, Aşık Kara Mehmet) |
şifa |
: |
Sağlık verme. İçli köfte gerek yola gidene Bumbar doldurması benzer harane Baklavayla börek şifa bedene Yedikçe elinim yumuk isterim Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.501 |
şifan |
: |
Taneleri insan beslemesinde kullanılmakla birlikte genel olarak hayvan yemi yapılmak üzere ekilen otsu bir tarım bitkisi, yulaf. |
şifanak |
: |
Buğday içinde biten yabani yulaf. |
şiflemek |
: |
1. Pamuk kozasının pamuğunu çekip kabuğunu bir yana koymak. 2. Fişlemek. |
şifon |
: |
1. Yulafa benzeyen ve ekini bastıran zararlı bir ot. 2. Bir tür kadife, ince bir başörtüsü kumaşı. “Eskiden atın başı kız tarafının hazırladığı şifon ve peşkirlerle süslenir, kızın dokuduğu nakışlı heybe hediye olarak atın üstüne atılırdı. Seçilen at, çevrenin en gözde en güzel atı olurdu. At, gelinin ve oğlanın yakınları tarafından kız evinin önüne getirilir, kız bindirilirdi. Gelinin başına ayna takılırdı. Atın başını oğlanın yakınları tutardı. Gelinin evinden çeyizler develere yüklenir, gelinle birlikte oğlan evine giderdi. Develer de süslenir, develere büyük çanlar takılırdı. Çanlar, develerin yürüyüşüyle, ahenkle çalardı.” (Ayşe Başçetinçelik, “Adana Düğünlerinde Gelin Alma” isimli makalesinden) |
şifor |
: |
Şoför. “Boyalıya yetiş oğlum Şifor vuruyor firene Hüseyin yollamış geldi Bindirmiş kara tirene” (Derleyen: İbrahim Davutluoğlu, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72) |
şihit |
: |
Şehit. |
şikar olmak |
: |
Ender bulunur hale gelmek, kıymete binmek. |
şikara geçme |
: |
Naz etme, nazlanma. |
şikarlanmak |
: |
Kıymetlenmek, işi ağırdan almak, nazlanmak. |
şika:t |
: |
Şikayet. “Beyaz mintanına siyah yeleği Kime şikât edem ben bu feleği Kabul olsa Güllü kızın dileği Emir böyle diye geldi ne fayda” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Kırkikilerin Ağıtı, Derleyen: Mustafa Çayıroğlu, Kaynak Kişi: Mehmet ve Rabia Küçük) |
şika:tçi |
: |
Bölgemiz göçmen ağzında; şikayetçi. |
şikir |
: |
surat, yüz, çehre, yakışık. |
şikirsiz |
: |
Suratsız, yakışıksız, meymenetsiz. |
şiklet |
: |
Yüz, çehre. |
şikleti azgın |
: |
Kızgın, öfkeli. |
şikleti bozuk |
: |
Çirkin. |
şikletsiz |
: |
Çirkin. |
şildirşip |
: |
Çarçabuk, alelacele. “Şildirşip kakdı getdi.” |
şilifi düşmek |
: |
Eski formunu kaybetmek. “Şilifi düştü.” |
şilifi düşük |
: |
Elden geçirilmiş sıpa. Anlayamayanlar birkaç kez okumalılar. “Şilifi düşük.” |
şilte |
: |
Küçük çuval, telis. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
şimden |
: |
Bunbdan böyle, bundan sonra. Farımaz da deli gönlüm farımaz Akar gözlerimin yaşı kurumaz Şimden geri benim hükmüm yörümez Azil oldum güzellere beğ iken Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.531 |
şimden geri |
: |
Bundan böyle. “Ağlayı ağlayı Dadal’ım söyler Vefasız dünyayı şu insan neyler Bin yiğidi bir kötüye kul eyler Şimden geri yaşanması güç oldu” (Hacı Ali Özturan, Maraş Ağzı Köroğlu, Ukde Yay. Kahramanmaraş 2009) |
şimden kelli |
: |
Bundan böyle. |
şimden sonra |
: |
Bundan böyle. Dilber senin ile yiyip içtiğim El atıp ta düğmelerin çözdüğüm Fayda etmez şimden sonra kaçtığın Soyunup koynuma girmeseneydin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.544 |
şimdicike |
: |
Şimdi, hemen. “Dizine bir dert oldu da Korkuyom gövdeye hatlar Şimdicike yalan m’oldu Kısır kestirdiğin yurtlar” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)) |
şimdik |
: |
Şimdi. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) “Andırın’dan kakdık yayan Dayan hey dizlerim dayan Şimdik emmilerin gelir Kimi atlı kimi yayan Nenni bebeyim neni” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, BoşBeşik Ağıdı (Bebegin Ağıdı), Kaynak Kişi: Safiye Temiz) |
şimil |
: |
1. Gülümseme, tebessüm. 2. İşaret. |
şimrimek |
: |
Şımarmak. |
şimşek |
: |
1. Yıldırım. 2. Sivri, ince. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Osm. Mr.) |
şimşekten korkmuş dana gözü |
: |
Safça ve anlamadan bakan. |
şimşeltmek |
: |
Sivri duruma getirmek, sivriltmek. |
şimşetmek |
: |
1. Hayvanı şaha kaldırmak. 2. Sivri duruma getirmek, sivriltmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr. Osm.) |
şimşirtmek |
: |
Ucunu sivriltmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
şimşitmek |
: |
Ucunu sivriltmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
şimşitme |
: |
Kışkırtma. “Şimşidip şimşidip gönderme veledlerini üsdüme.” |
şina:d |
: |
Bağırıp çağırma, gürültü koparma, ortalığı velveleye verme. |
şina:dçı |
: |
Nizahçı, velveleci. |
şinana |
: |
İdare lambası. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
şinci |
: |
Şimdi. |
şincik |
: |
Şimdi. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
şinden kirde |
: |
Şimdiden sonra. |
şindi |
: |
Şimdi. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) “Gadan alıyım Efendi Şindi bizden geçicin mi? Gül dudaklımı alıp Meyremçil’e göçücün mü?” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
şindicik |
: |
Şimdi. |
şindiden |
: |
Bundan böyle, şimdiden. “Dolandım geldim bucağı Elinde demir nacağı Şindiden kerli Düşmanın batkın ocağı” (Afşin İlçe Milli Eğitim Kültür Yayınları Serisi: 1, Afşin Ağıtları, Feridun’a ve Hatice’ye Ağıt, Derleyen: Ferhat Kuzu, Kaynak Kişi: Emine Böke) |
şindig |
: |
Şimdi, bugünlerde. “Şindig ben heç oynien çocug görmiüm. Şindi çocugların bin bir tene oyuncagları var.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
şindik |
: |
Şimdi. “Hızır’ım Bazar’da okur Osman’a ederim şükür Şindik gelir babam oğlu Zencirlisi güpür güpür” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
şinik |
: |
1 tas, 1/4 külek, 1/2 tenekeye eşit, yaklaşık 8 kg.lık tahıl ölçeği. (TDK Derleme Sözlüğünden İç.) |
şipbatan |
: |
Yapraklarının ucu dikenli küçük bir ot. |
şipidik, şipitik |
: |
1. Kızarık, hasta (göz). “Yıkık bir huğun önünden geçerlerken gözleri şipidik şipidik, çapaklı, beli bükülmüş bir yaşlı adam onları çağırdı.” (Ali Püsküllüoğlu, Yaşar Kemal Sözlüğü, YKY, Euromat, İstanbul 2006) 2. Alkış. 3. Terlik. 4. Yürürken terlik ya da pabucun çıkardığı ses. |
şipiletmek |
: |
Yüze elle usulca vurmak. |
şipitmek |
: |
El ucuyla tokat atmak. |
şira:ne |
: |
İçinde üzüm ezilerek şıra yapılan yer, şirehâne. |
şire |
: |
1. Her çeşit tatlı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) 2. Tat, şıra, üzüm suyu. 3. Bal. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
şire şorası |
: |
Pekmezle yapılan bir çeşit aşure. |
şirelenmek |
: |
Yerken ele bulaşan pekmez, reçel, bal, vb. şeylerin eli yapış yapış etmesi. |
şireli |
: |
Tatlı. |
şirgin |
: |
1. Şımarık. 2. İştahla ve hızla büyüyen bitki. |
şiri bülbül |
: |
Sevimli, sesi güzel. |
şirif |
: |
Saygınlık. |
şirigli |
: |
Üstü başı kirli. |
şirik |
: |
1. Kandil yağı. 2. Susamın ezilmesi neticesinde ortaya çıkan ürün, yani tahin. “Camiin taşları kan ile yundu Meraş vilayeti şirike döndü Dördüncü orduyu fesada verdi Söylendi dillerde halın Adana” (Adana Vakası üzerine söylenen türküden alınmıştır.) |
şirin |
: |
Tatlı. “Erhan, Turgay, Suna kızı Ali’min şirindi sözü Ağaç vurmuşparçalamış Gül Ali’min sarı yüzü” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008)
Hanı görünmez elleri Çok şirin söyler dilleri Baktım koynunda gülleri Açılmamış taze gelin Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.545 |
şirin şirin |
: |
Tatlı tatlı konuşan dil. Çıkmış yücesine avını avlar İnmiş enginine ceyran kovalar Değmen şu ceyrana beğler ağalar Şirin şirin söyler dilleri bir hoş Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.636 |
şirincelik |
: |
(Düğünlerde)Şerbet içme. Kız verildikten sonra yenen tatlı. |
şirinli çorba |
: |
Aşure. “Çarşamba günü de çorba bişerdi, şirinli çorba.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
şirinlik |
: |
Nişan töreninde içilen şerbet ve yenilen meyve. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
şirinmek |
: |
Büyüklenmek, gururlanmak. |
şirinnik |
: |
Nişan öncesi yenen tatlı. İstenen kız verildikten hemen sonra yenir. |
şirinni şovra |
: |
Pekmez, dövme vs. karışımı çorba. |
şirinnig musgası |
: |
Karşıdakini kendine bağlamak için yazılan muska. |
şirmen |
: |
Tatlımsı. “Yav şirmen şirmen oluk; suyu da sünmeye başlamış; sen heç eşgi yapmayı beceremeyici, ilâ geberesice!... diye bânmiyeceanden gorkduğu için oğlunu, eline verdiği iri bir sahan ile o komşuya gönderir ve anamın başı arıyormuş da ıcık sirke, istedi desin isterdi.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan 1, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
şirnemek, şirnimek |
: |
Şımarmak. |
şirnitmek |
: |
Şımartmak, arka çıkmak. |
Şirval |
: |
Şalvar. |
şirvani |
: |
Kahramanmaraş’ta düğünlerde oynanan bir oyun. |
şiş |
: |
Ekmek pişirmekte kullanılan ağaç çevirgeç. |
şişeg |
: |
Kuzu ile koyun arası dişi koyun. Bir yaşını doldurmuş ve henüz doğurmamış koyun. |
şişek |
: |
Kuzu ile koyun arası dişi koyun. Doğurmamış koyun. 1-2 yaşındaki koyun. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada. Mr. Osm. İç.) “Kurunca çadırı kesilir şişek Misafirler gelince atılır döşek Hasreti giderip her gün buluşak Ziyaretin özlemi başkadır yaylam” (Mustafa Kıreker, (Kösepınarı)Ericek Yaylası İsimli Şiiri, Çukurova’dan Dünya’ya Kadirli Dergisi, Haziran 2008, Sayı: 24) |
şişenkele |
: |
Bukalemun. |
şişerkeler |
: |
Bukalemun. |
şişgin |
: |
1. Onurlu, kibirli. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Şımarık. “Şişginniği de elden bırakmıyor.” |
şişhane |
: |
Eskiden kullanılan namlusu altı yivli tüfek. |
şişman |
: |
Kahramanmaraş’ta düğünlerde oynanan bir oyun. Maskara da denir bu oyuna. Dam başında veya meydanda oynanır. Oyundaki karakterler: 1. Her yerine kömür karası sürülmüş, şişmanın kızlarıdır bunlar. 3. Bir erkek yaşlı kadın kılığına girer, şimanın eşidir. 4. Üç tane de çete giysisi giydirilen erkek vardır. 5. Şişmanın eli tüfekli inat bir oğlu vardır. 6. Muhtar ve iki aza bulunur.7. Asker kılığında iki erkek. Oyun öncesi yapılan hazırlıklar: tavuk kesilerek kanı alınır ve bir şişeye doldurulur. Şişedeki kan bir hortumun içine konulur. Kadın kılığındaki erkeğin birinin göğsüne konulur. Hortumun iki ucu da bağlanır. Kömürle şişman başı her tarafını simsiyah boyar. Şişman başının sağ tarafında Karadağ toplusu denen bir tabanca bulunur. Bir sahanın (tabağın) içine kömür karası konulur. Bu tabak bir kaputla (uzun erkek kabanı) örtülerek dam başına götürülür. Bu hazırlıklar kimseye gösterilmeden yapılır. Şişman yalnız olarak dam başına çıkar. Muhtarı çağırır. Azalar da gelir. “Van’dan geliyoruz, oturma izni istiyoruz” der. Muhtar ve ahali hoş geldin der. Şişman; “Ben gideyim, çocukları da getireyim” der ve kızlarını ve karısını alıp dam başına gelir. Muhtarı tekrar çağırır. “Biz buranın garibiyiz, kızlarım sana emanet, bir yanlışlık olmasın”, der. Ailesiyle beraber halay çeker. Kızlarına çiftetelli oynatır. Muhtarı tekrar çağırır. “Gençler, kızlara sarkıntılık ediyor”, diyerek, şikayet eder. Muhtar zabıt tutar. Gençleri karakola gönderir. İki asker gelir. Arayı bulmaya çalışır. Şiman da affeder. Gece olur ve yatılır. Sabah kalkınca kızın biri kaybolur. Şiman durumu muhtara bildirir. Muhtar kızı kaçıran genci yakalar getirir. Arabuluculuk yapıp evlendirmek için şiman başını ikna eder. Şişman başı bir şart sunar. “Damadın nikah için fotoğrafını çekeceğiz, eğer çekilen resimde yüzü ak çıkarsa kızı veririrm, çıkmazsa vermem”, der. Muhtar da kabul eder. Kız ile oğlanı yere oturturlar. Kaputla dama örtülür. Şişman elini kömür karasına bulayarak, kaputun kolundan damadın yüzüne fotoğrafı çekme bahanesi ile sürter. Muhtarı çağırır; “Cemaat pazarlığımız şuydu. Ak çıkarsa kızı vereceğim, kara çıkarsa vermeyeceğim. Kaputu kaldıralım”, der ve herkes kömür karası olmuş suratı görür. Oğlan farkında değildir. Şişman, oğlana ayna tutar ve oğlan yüzünü görünce şaşırır. Tekrar halaylar çekilir. Gece olur ve yatılır. Sabah olunca iki kız kaybolur. Şişman çeteleri kızları bulsun diye gönderir. Çeteler kızları getirir. Şişman “Sizi kim kaçırdı”, diye sorar. Kızlar inkâr eder ve söylemez. Israrla tekrar sorar ama kızlar söylemez. Kızın birini yere yatırır. Boğazından tutup, bıçağı boğazına dayar. Kanlar fışkırır. İzleyenler ne olduğunu anlayamaz. Kestiği hortumdur. Şişmanın eşi ağlamaya başlar. Muhtar zabıt tutar. Şişmanı cezaevine götürür. Kızlar da bakılmak üzere muhtara teslim edilir. (Hatice Fatoş Derebent, Çağlayancerit Halk Kültürü, Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi, Kahramanmaraş, Mayıs 2015. s. 123-125) |
şişmek |
: |
Böbürlenmek, onurlanmak, kibirlenmek. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr. Osm. Ada. İç.) “Şişim şişim şişerdi adeta.” (Arif Bilgin, Terk Eden Elbistan II, Bassaray Matbaası, İzmir, II. Baskı 2007) |
şitil |
: |
1. Sebze bahçesi. 2. Evin tek çocuğu, kıymetli çocuk. 3. Fidan, tohumdan elde edilen fide, domates, sebze fidesi. “On beş sene dul oturdum Yeni aklımı yetirdim Hasan Dayı, Hürü Dezze Biricik şitil yitirdim” (Doç. Dr. Esma Şimşek, 8. Yıl Türk Folkloru- Sayı 78, 3 Ocak 1986)
“Karac’oğlan der ki hele n’ideyim Başım alıp diyar diyar gideyim Varıp bir şitile hizmet edeyim Dökülmüş yaprağın perin kalmamış” Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s. 632 |
şittet |
: |
Şiddet. |
şivan |
: |
Ağır acıyla oluşan figan, feryat, ağıt |
şive |
: |
1. Söyleyiş özelliği. Sevdiğim üstüne dört libas geymiş Bir kara bir yeşil bir al bir beyaz Güzellere dört şey âdet olunmuş Bir şive bir cilve bir edâ bir naz Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.648 2. İşve, naz. |
şivşek |
: |
Şimşek, ucu sivri. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
şivşirici |
: |
Kışkırtıcı, insanları birbirine düşüren. “Haşim öldürüyor. Haşim, onun yüzünden ışgıye çıkıyor, Haşim de sonra otuz üç ışgıyayınan Sarıçam’da öldürülüyor. Ekine at dıkılıyor. Orda bir de şivşirici var, şuna bakala, şuna bakala!. Birbirini öldürtüyor” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
şivşirikçi |
: |
Birini, birine karşı dolduran kişi. |
şivşirmek |
: |
Kışkırtmak. |
şo |
: |
(Biraz uzakta bulunan için) Şu, o. “Şo göçen ellerde gördüm bir güzel Yüzleri yaylanın karı mı bilmem Geldi geçti hiç aslını sormadık Şorda bir kötünün yari mi bilmem” (Celil Çınkır, Andırın Sözlü Kültür Varlıkları Envanter Çalışmaları - I, “Beşbucaklı Aşık Halil”.) |
şo:dar |
: |
Şu kadar. “Ben dedi, Maraş’da dedi, şôdar polislig yabdım.” (Mine Kılıç, Kahramanmaraş Merkez Ağzı, Ukde Yayınları, K.Maraş 2008) |
şoğra, şo:ra |
: |
Çorba. |
şohor |
: |
Şoför. |
şol |
: |
Şu. Karac’oğlan der ki edelim aman Şol yüce dağlan bürüdü duman Dünyada Kur'an da Ahret'te îman Sualsiz Cennet'e girse varımız Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.650 |
şom |
: |
Kötü ağızlıya denir. |
şor |
: |
Laf, söz, dedikodu, haber, sohbet, tozlu yer, ot. Oğlan senin şorun duyar küserim Küserim de zülüfüme asarım Küffar kalesinden yeğdir hisarım Varmam şimden geri beğoğl'isen de Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.404 |
şor deyince yatıya geder |
: |
Konuşmayı, sohbet etmeyi pek sever. “Şor deyince yatıya geder.” |
şor heykat |
: |
Söz, bir konu üstünde tartışma. |
şor şovradan datlı gelir |
: |
Konuşmayı ve laf taşımayı seven insanlar sözü ve sohbeti yemekten üstün tutarlar. “Şor şovradan datlı gelir ona. Daha tanıyamadın mı gonşunu?” |
şor vermek |
: |
Konuşmak, anlatmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) |
şo:ra |
: |
1. Çorba. 2. Şura. “Çırayı elinden almış Kibriti şoraya koymuş İki gözü kör olası Gelin samanlıkta ölmüş” (Nakleden: Muzaffer Sümbül, Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Zekiye Çağımlar, Hikayeleri İle Avşar Ağıtları, Adana BŞB Kültür Yayınları, Altın Koza 72, S. 236) 3. Tuvalet. |
şo:ra |
: |
Çorba. (TDK Derleme Sözlüğünden. Mr.) |
şo:racı |
: |
Çorbacı. “Gördüm mağlum alimleri Okudun mu ilimleri? Hep toplanıb geldiniz mi? Şôracı’nın gelinneri” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Ögrenci’nin Ağıdı, Kaynak Kişi: Sariye Gök) |
şorada |
: |
Şurada. “Cahil gafa gezenin mi? Hak defteri yazanın mı? Şorada duran iki kiraz Biri senin mezarın mı?” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
şoradan |
: |
Şuradan. “Memmed geliyor şoradan Bunu galdırın aradan Kimsiye bulmam mahana Bizi böyl’eden yaradan” (Mehmet Temiz, Yüksek Lisans Tezi, Andırın Ağıtları, Kavgada Öldürülen Kara Ahmet’in Ağıdı, Kaynak Kişi: Rabia Duman (Güngör)) |
şorcu |
: |
Lafçı, dedikoducu. “Elleri gezme gelinim Duyduğun deme gelinim Şorculuk etme gelinim Gördüğünü söyleme gelinim” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
şorda |
: |
1. Şurada, ileride. “Goşdum vardım mezarına Nurlar doğmuş üzerine Şorda bir oğlan yatıyor Benzer Avşar gözeline” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) 2. lafta. |
şordan |
: |
Şuradan. “Niye böyle davranıyon Şordan gelirdin gülerek Neçe sensiz kağnı çektim Başımın kanın silerek” (Ahmed Z. Özdemir, Öyküleriyle Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Cilt I)I) |
şorevi |
: |
Aşiretlerde bir takım anlaşmazlıkların toplum karşısında çözümlendiği yer. |
şorlamak |
: |
1. Fışkırarak akmak, şarıl şarıl akmak. (TDK Derleme Sözlüğünden Mr.) 2. Söyleşmek, dereden tepeden konuşmak. |
şorlaşmak |
: |
Konuşmak, laf atmak. |
şorutmak |
: |
Sorutmak, yüzünü ekşiterek ayakta beklemek. |
şoruldamak |
: |
Fışkırarak akmak, şarıl şarıl akmak. |
şovra |
: |
Çorba. “Eskiden yaylada her sabah gatıklı dö:me şovrası içerdig. Her evde çay olmazdı ki.” |
şovra kazanı |
: |
Üst kısmı hafif dar, alt kısmı üste göre daha geniş olan kazanlardır. |
şoy |
: |
Kıvam. |
şoylanmak |
: |
Çorba için kıvama gelmek, suyu azalmak. |
şoylu |
: |
Kıvamında. |
şöğle |
: |
Şöyle. |
şöğle böğle |
: |
Şöyle böyle. “Evimizin önü fındık Fındığın dibine gonduk Gerki cehez şöğle böğle Baş bilenim yeşil sandık” (Ali Karaosmanoğlu, Toroslar’da Ağıtlar, Tirşik Yay. No:1, İstanbul 2008) |
şö:le |
: |
Şöyle. “Aslında var ya şö:le şö:le edece:ŋ, ondan so:ra da, şunu yapaca:ŋ.” (heç gerçekleşmiyecek, yapılmıyacak) şeklindeki gonuşmalarımız incilerimizin başında gelenlerindendi.” (Kadirli Bekereci Köyünden Ekrem, Kaynak: www.bekerecikoyu.com.) |
şörrüklü |
: |
Pasaklı. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
şörüglü |
: |
Sulugöz, gözü sulu. |
şörük |
: |
1. Gözdeki çapak, pislik. 2. Ağız suyu. |
şöyleyelek |
: |
Şöylece. |
şu tehi ye de yat |
: |
Sen bu işe karışma, sesini kes. “Şu tehi ye de yat.” |
şuba |
: |
Şube. |
şud |
: |
Şu. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
şule |
: |
Alev, parlaklık. Sabahtan uğradım yârin sesine Saçları dökülmüş ak sînesîne Neden posunursun bağ gölgesine Yüzünün şulesi bağı yandırır Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.602 |
şunca |
: |
Şu kadar. Geydireyim yeşil ile al ile Besleyeyim kaymak ile bal ile Anan bana versin şunca mal ile Kokulayım bil domurcuk gül gibi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.435 |
şuncağız, şunca:z |
: |
Bu kadar. |
şunca:z |
: |
Bu kadar. |
şunda |
: |
Şurada. Şunda güzel olan sultan sayılır Fidan gibi sevdiğine salınır Allı morlu türlü libas geyinir Yeşilin üstüne al incinir mi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.454 |
şuninen |
: |
Şununla. |
şuniyinen |
: |
Şununla. |
şunnar |
: |
Şunlar. |
şunnara |
: |
Şunlara. |
şunuynan |
: |
Şununla. |
şupur şupur |
: |
(Gözyaşı için) Bol bol. (TDK Derleme Sözlüğünden. İç.) |
şur |
: |
Tuz. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
şurdana:rı |
: |
Buradan başlayarak, ileriye doğru. |
şuriye |
: |
Şuraya. “Gelin de şuriye gonak Bacıma da habar salak Birisine sığmadılar İki tene yapdım dünek” (Doç. Dr. Esma Şimşek, Kadirli ve Osmaniye Ağıtları, Kültür Ofset Basımevi, Antakya 1993) |
şuru |
: |
Şurası. |
şuruya |
: |
Şuraya. |
şuün |
: |
Şu gün. “Şuün uçun onun adından bilem bahsedilmiyor.” |
şüdürgü |
: |
Kamış dilli düdük. (TDK Derleme Sözlüğünden Ada.) |
şükretmek |
: |
Allah’a minnet duygusu sunmak. Deniz kenarında mecnun gezerken Elime bir cura saz ırast geldi Nice şükretmeyim Bârî Hudâ'ya Şahan arar iken baz ırast geldi Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.440 |
şükür |
: |
Allah’a duyulan minneti dile getirme. Ne zenginim ne de fakir Yaradan Mevlâ'ma şükür Aşkın kitabını okur Sırtı kürklü beğler d'olur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.621 |
şükür olmak |
: |
Allah’a karşı duyulan minneti dile getirmek. Arılar da konmaz oldu pürene Şükür olsun bu sevdayı verene Sabahtan kalkıp da dostu görene Dostun saçı çığ örgülü tel olur Saim Sakaoğlu, Karacaoğlan, Akçağ Yay., Ankara 2004, s.622 |
şünedir |
: |
Sakar. |
şüpe |
: |
Şüphe. |
şütür |
: |
Deve. |