Rasim Özdenören - Cahit’in Maraş’ı Ya Da Ya Maraş Yoksa!

1.
Elimdeki kartpostalların hiç birinde Cahit’in (Zarifoğlu) Maraş’ını yakala- yamıyorum. Onun, Yaşamak’ın bir yerinde “Ya Roma yoksa!” diye evhama ka- pılmasına benzer bir evhama kapılmaktan kendimi zor koruyorum. Çarşılarında “yasin okunan tütsü tüten” bir kenti arıyorum bu düzenli görünmesi için özenilmiş fotoğraflarda. Ama galiba, görüp göreceğim sulara zamanın dert getirmiş olduğunu görmek olacak. Çünkü içinde eski balıkların yattığı kayalar yontulup savaşan in- sanların elinde balta ve mızrak şekline dönüşmüştür. Gene de aranıyorum o kenti:

 

Aradan daha ne kadar zaman geçti ki! Cahit’le karşılaştığımız o daracık Maraş sokağında, beni görmeden geçmiş olmasına hayret etmiştim. Yalnızca hayret etmiş olmakla kalsaydım, gene de iyiydi: kırılmıştım ona. Çünkü o tarihte, onu daha, yakından tanımıyordum. Onun da beni tanımış olduğuna ihtimal vermek, şimdiden geriye bakınca, zor görünüyor. Ama mesele bu değil şimdi. O daracık, o herhangi bir arabanın, bir at arabasının bile geçemeyeceği kadar dar olan o sokağın halen yerinde durup durmadığını merak etmem gerekiyor. Bu fotoğraflara bakılırsa şimdi ne o sokak yerindedir, ne lise binası, ne Abarabaşı’ndaki Yeni Sinema.

 

Kartpostalın arkasında “Kaleden kentin gece görünümü” açıklaması yer alı- yor. Renge silme mavi ton hükümran olmuş. Kamera, kartpostalın tam ortasında duran Ulu Cami’ye odaklanmış. Sarı, parlak bir aydınlık saçılıyor oradan. Ulu Cami diyorum ama, onu tanıdığımdan değil; bu kartpostalın Maraş’ı göstermek için çekilmiş olduğunu bildiğimden söylüyorum bunu; tahmin ediyorum demek daha doğru aslında. Gece manzarasının ufkunda muazzam binalar: nerdeyse gökdelenler diyeceğim. Bu kartpostalın nereye ait olduğunu bilmesem de, bana, burada görünen kentin neresi olduğunu tahmin etmemi isteseler, sanırım, “Şikago” demekte fazla tereddüt etmezdim. Gene de garip bir sükûnet gözleniyor: kentin üstüne mavi bir jelatin kağıdı geçirilmemişse, o mavi kağıttan gözlük seyircinin gözüne yerleştirilmiştir. Böyle bir perdenin arkasından görünüyor kent ve ortalarda hiç bir canlılık belirtisi yok: ne bir araba görünüyor herhangi bir caddeden geçen, ne de insan siluetleri belli oluyor kımıldayan. Hayır, dalların arasından bir otomobil görünmüyor değil, ama öyle örtülü bir görünüş ki bu, farlarının yanıp yanmadığı belli olmadığı için, pekâla oraya terkedilmiş bir otomobil diye bakılabilir ona.


Şimdi de, elimde, bir gündüz manzarası var. Hayır, kendimi ne kadar zor- larsam zorlayayım, bu kartpostalda tanıdık hiçbir figür seçemiyorum. Hiçbir ayrıntı bana aşina gelmiyor. Muazzam apartman binaları, iri kütleler hâlinde yan yana sıralanmış gidiyor. Ön kısımda küçük, yeşil bir alan: hiçbir özelliği yok, her yerde rastlanabilecek türden bir yeşil alancık: ağaçları da daha büyümemiş. Arka kısımdaysa sadece, karmakarışık bir çatı tarlası uzanıp gidiyor: bir tepenin üstüne yığılmış alışılmış bir varoş görüntüsü. Üstelik bu kartpostalda herhangi bir minare de görünmüyor. Bundan ne çıkar diyeceksiniz? Bundan şu çıkar: Cahit’in ve benim otuz-beşbinlik o zamanki Maraş’ında, biz Kale’den elliye yakın minare sayardık. Şimdi, kentin, yeni meydana gelmiş bu kesiminde her- hangi bir minare görünmüyorsa, bu, bu mıntıkanın baştan aşağı yeni meydana getirilmiş olduğuna delalet eder.


Elbette. Bir kenti, kartpostaldan seyretmek, onu, tümüyle bir imge hâline getirmek demek olur. Ben şimdi, üstü mavi jelatinle kaplanmış böyle bir kente bakıyorum ve Cahit’e ait olmayan bir kent olarak tahayyül ve tasavvur edebiliyorum. Biraz daha ileriye gidip kartpostallara yansımış bu Maraş görüntüsünde bir ruh bulamadığımı da söyleyeceğim. Çünkü:


Bu kartpostallarda, Cahit’in şiirinde dile getirdiği camiler, bu camilerin avlu- ları, bu avlulardaki havuzlar, bu havuzlardaki sular görünmüyor. Ayrıca: Güneşin bütün renklerini görmeden babalarının dükkânına nenelerinin ocaktan koyduğu kaynar yemekleri götüren çocuklar da görünmüyor. Bunların yer almadığı kart- postallarda, Maraş’ı Maraş yapan ruhu görmenin de imkânı kalmıyor. Çünkü bir kente ruhunu veren onun yalnızca binaları değil, o binalarla birlikte kentin tüm mimarisine anlam katan, babalarının dükkânına sefer taslarıyla yemek taşıyan çocukların görüntüsüdür.

2.
Kartpostallarda görünen Maraş’tan söz açmış olduğumu unutmuyorum. Orada, jelatin kâğıtları arkasına gizlenmiş bir kentte o kentin ruhunun görün- mediğini ileri sürerken herhangi bir yanılma payına ihtimal tanırken, her şeye rağmen gerçeklikten izler yansıtıldığını da inkâr etmemek gerekiyor. Öyleyse son sözü söylemek için acele etmeyelim. Ancak son söze gelmeden önce böyle bir ruhsuzluğun ortalarda dolaştığını vurgulamaktan da geri durmayalım.


Bu halay çeken çetelerin oyun esnasında tespit edilmiş figürleri de durağan: bir örnek börkleri, sırma işlemeli cepkenleri, ipek/saçaklı kuşakları, ağır şalvarları ve ayaklarındaki edikleriyle bir tiyatro sahnesinden çıkıp davul zurnanın eşliğinde halay çekiyorlar. Arkada görünen sık ağaçlar da insan eliyle büyütülmüşlüğün bütün işaretlerini taşıyor. Her şey, alfabedeki at gibi dört ayağı üstünde duruyor. Hiçbir eksik bırakılmışlığa müsaade edilmemiş bu tabloda: her şey yerli yerinde, boyunlara bağlanmış fularların salınışı bile bir örnek. Beyaz ipek kuşakların arasına sıkıştırılmış mavi renkli peşkirler de, o tiyatro kostümcüsünün elinden çıkmışlığı bağırıyor. Oysa Cahit’in şiirinde dile getirdiği erkeklere bakın: “Başı ve yüreği şahbaz/Kaleleri ağırlayan kadınları/Süslerini kemerlerini/Başlarını ağırlaştıran/ Ağır siyah şelale saçlarını/Tutunca gençleşirdi erkekler.”


Bu erkekler, demirinde gül suyu şişeleri asılı pencereleri olan Cahit’in sahici kentinde yaşardı. Bu kentin, duvarlarına akrep tutturulmuş odaları vardı; duvar akrebin altında gezinirdi; duvar loş akrep sarhoş olurdu; lambanın büyük şafağında çocuklar mutfağa gidip gelirdi; kilerde kirpiler olurdu, kirpiler çuvalların dibinde peynir küpünün içinde görülürdü: her şey böylece, bu kadar sahiciydi. Bir evde kavun çekirdekleri kavrulurdu ve bir çocuk kızgın kavun çekirdeklerini alıp ağzına değdirirdi ve belki tam o sırada toprak süyüklerden yağmur sallanırdı. Dahası da var: “Bütün kozlu dere künbet yıldız avında /yıldızların yanında onlarla sahi/ onlardan biri/topraktan tutmuşum yıldızım ne zaman kayacak/ve şan şan açılır kitaptan sayfa/bir küçük kıyamet yatırılmış içine/üç parmak eninde/gerçek ta- vanda dönen fare.”


Bütün bunların bir kartpostalda görünemeyeceğini itiraf ve kabul ediyorum. Bütün bunları Cahit’in zihni bize görünür kılıyor. Ama onun bahsettiği kentin, şimdi kartpostallarda görünen kent olmadığını da hatırlamamız gerekiyor. Şimdiki Bahçelievler semtinin camisini resmeden bir kartpostaldaki caminin de Ayasofya ile Süleymaniye’ye benzetilmek istenmiş olduğunu bu görüntüde fark ediyorum. Belki de hayattan kartpostala aktarılan görüntünün kendisidir cansızlaşan ve ruhsuzlaşan. Çünkü bu caminin serin avlusu aslî gerçekliğinde bu kadar donmuş ve dondurulmuş değildir; bilakis, onun avlusu insanda sürekli abdest alma hevesi uyandırır.


Her şeye rağmen, bir şeyi keşfetmek istiyorum bu fotoğraflarda: kendi dışsal bilgimi de katarak bu fotoğrafların görünmeyen yüzünde var olduğunu bildiğim o şeyin, görüntüde, tecelli etmesini bu keşfime dahil etmek istiyorum: Benim elimdeki kartpostallar Cahit’in ve benim Maraş’ımın görüntülerini yansıtmıyor. Damlarında tarhana kurutulan Maraş’ın yani. Kışlık şıraların, yıllık zahirelerin tedariklendiği Maraş’ın da... yani bizim bildiğimiz geleneksel Maraş’ın. Eski, geleneksel Maraş, bu kartpostalların tümüyle dışında bırakılmış. Ortaya çıkan ruhsuzluğun sebebi, budur diyorum. Ama ancak benim gözümle fark edilebilen minicik ışıklar serpiştirilmiş gene de oraya buraya: tarihin tümüyle dışlanmak istendiği bu tablolarda bile fark edebiliyorum onları. Kentimizin kalesi yok benim elimdeki fotoğraflarda, çünkü onlar zaten kaleden alınmış. Böylece bu fotoğraflarda yansıyan bütün manzaraların “modern bir makas” tarafından “modern bir bakışın” buyruğuna uyularak kesilip biçilmiş olduğunu söylüyoruz. Gene de bu çerçevenin dışında duran o eski Maraş’ın hâlen var olduğuna ben kendimi inandırdığım için, eskiden orada duran, oranın yerleşik merkezi olduğu bilinen gül adacıklarının zaman içinde, kartpostallarda görünen Maraş manzaralarına da sirayet edeceğini ummak istiyorum.