Maraş; güzel insanların, yalnızlıkların, hüzünlerin, birlikteliklerin, dostlukların ve ayrılıkların nahif şehri.


Mevsim kışsa; Ahırdağı’n eteklerinde, ak börkünü giymiş bir derviş heybetiyle duran şehrin üstüne, bir arınma töreni gibi üfleyen deli poyrazdır.


Yazsa; kekik, tarhana, kırmızı biber, salep ve meyankökü kokan garbi yeline saçlarını savuran gelinlik bir kız gibidir.


Kuzey rüzgârlarına göğsünü geren Yalnızardıç’ın yalnızlığına, güneyde kentin manevi bekçisi Malik Ejder eşlik eder.


Maraş şehri bu. İçinde hep bir ‘RED’ barındıran; kuşatmalara, işgallere, dayatmalara asla teslim olmayan;


‘gül yetiştiren’ zarif ‘adam’ların, ‘onu hiç giymedim


giymeyeceğim inşaallah’ diyen onurlu insanların şehri.


Teslimiyeti yalnızca Allah’a teslimiyet bilip, bunu taşına toprağına bir gül kokusu gibi sindiren mütevekkil şehir.


Nuri Pakdil’in Bir Yazarın Notları (dört cilt) kitabında Maraş’a dair izlenimler, anılar geniş bir yer tutar. Pakdil, Notlar’da Maraş’ı yeniden tanımlar; bilmediğimiz, belki de farkında olmadığımız yanlarını anlatır. Sokaklarında, caddelerinde, çarşılarında yürüdüğümüz, gezindiğimiz Maraş bambaşka bir anlama bürünür onun yazılarında.
 


Notlar’dan önce yazarın Biat II adlı eserinden bir yazı ile girelim Maraş’a. Gecedir; ayışığı altında güney yolundan Aksu Köprüsü’ne doğru yaklaşıyoruz ve Nuri Pakdil’e kulak veriyoruz: “Bir yanda ayışığı, bir yanda sönmemiş ruhlar. Daha küçük küçük yerleşim noktalarından da geçtikten sonra küçük bir ırmak köprüsüne yaklaşırken, kentin inanç simgesi gibi, tepedeki mezar size el eder: Malik Ejder: derlenip, toplanıp saygınızı sunarsınız. Bu ırmak her gece kenti yıkar; kentin yıkanmış olarak ayın koynuna girme töreni sık sık yinelenir... Birazdan K. Maraş’ta sabah olacaktır.”


Yazar için Maraş’ın birçok anlamı vardır; ama bunların içinden Maraş’a en çok yakışanı hüzündür. Yazarın kendi Maraş’ını anlayabilmek için anah- tar sözcük hüzün, anahtar cümle ise: “Maraş’ta hüzün 1923’lerde tüm kenti kaplayan kara bir örtüdür.” cümlesidir.


Bu cümlenin izini sürerek Pakdil’in Maraş’ını, Maraş’ın insanlarını anla- maya bir adım daha atmış oluruz. Çünkü yirmi üç sürecine babası, amcaları, daha doğrusu tüm aile bireyleri çok yakından tanık olmuşlardır. Bu sürecin devamındaki yönetim insanları korkutmuş ve sindirmiştir.
İnsanlar günde beş kez katılmak zorunda oldukları topluluğa yüzlerindeki bu korku ve hüzünle katılmaktadır. “Özü devrimci olduğu halde mahallenin bu küçük topluluğu, toplantı yerine büyük bir korku içinde mi gidip geliyordu? Gerici yönetsel sürecin boğuntusundan, bu devrimci öz, çok mu korkmuş ve diplere çekilmişti?” Oysa bu korkuya anlam veremeyen bir çocuk için, “So- kaklarda korkulacak ne vardı ki?”


İlkokula giden bir çocuk babasının, amcasının ve diğer duyarlı insanların yüzünde bu korku ve hüznü görmektedir. Ama, her şeye rağmen bu insanlar devrimci özlerinden bir şey yitirmemek için çırpınmaktadırlar. “Bu acılı am- calar, bu acılı babalar, bu acılı büyükler; gene de, yaklaşabildikleri denli bir derinlik içinde kalabilmeyi başararak, devrimci özü algılamak için çırpınan insanlar olmamışlar mıydı?”


Aile bir bunalım yaşamaktadır. Özellikle baba, bunalımı çok yoğun bir biçimde yaşamaktadır. Ne ki, özel bir bunalım değildir bu: ulusça yaşanan bunalımın yansımasıdır aileye. “Ailemdeki bunalım, genel bunalımın yalnızca bir parçası mıydı?” sorusunu sordurtur bu da.


Sokaklarda korkulan şeyin ne olduğunu anlamaya çalışan çocuk; kor- kunun evlere girdiğine de tanık olur. Bunun sonucu olarak babası bazen on, on beş gün eve kapanmakta ve sokağa çıkmamaktadır: “Korkunun seçtiği bir kurban mıydı babam?”
 


İnsan içiyle dışıyla bir savaşım içindedir. Bu korkuya ve bunalıma rağmen direnmelidir. Belki de çocuğun babası direnci bu şekilde koymaktadır ortaya. Bu bir red ve tepkidir. Çocuklarını ilkokula geç başlatmaları, ilkokuldan sonra bir süre ortaokula göndermeyişleri de bir çeşit direnmeydi belki. Ama sonra boyun eğmek ve ‘peki’ demek zorunda kalırlar. “Ailenin bu ‘peki’ si gene, dönüp dolaşıyor; uzun serüvenlerden sonra ‘redde’ mi çıkıyordu?”


Çocuk okula ara verdiği dönemde kapalı çarşıda bulunan babasına ait ma- nifatura dükkânına gidip gelmektedir. Özellikle babası evden çıkmadığı günler kendisi açmaktadır dükkânı. Ama, dükkânı açmaya giderken ayağında soyut bir zincir hissetmektedir. Dükkânı açmadan önce; zihninden ayağındaki görünmeyen zincirleri çözmesi gerekmektedir.


İşte Maraş Kapalı Çarşısı’nda dükkânda çalışan çocuğun düşü: “Arasıra da apansız gelen bir coşkuyla, Kapalı Çarşı’dan göklere süzülür, bir kanadımda annem, bir kanadımda babam; uç babam uçar mıydım? Derken Ahırdağ’ın eteklerinden, bir masal ordusunun başında marşlar çalınırken, kente mi girerdim? Tüm Maraş ayakta beni mi karşılardı?”


Kapalı Çarşı’nın hemen yanında bulunan Bakırcılar Çarşısı ise çıngı çıkaran çekiçlerdir: “Maraş’ta Bakırcılar Çarşısı’nda, çıngı çıkaran çekiçler de vardır, Ba- yım; sönecek gibi olurken, her çıngı birden ‘Çete’ olur ve kayar Kapalı Çarşıya!”
İnançlarla koşulların çelişkisi yaşanmaktadır tüm ülkede. Her yere kir bu- laşmıştır. Tutunacak ince bir dal bile bulunmamaktadır. Maraş da payını almıştır kuşkusuz yaşanan bu kirlilikten. Ulus kimliğini yitirmiştir ve tüm değerler aşınmıştır.


Maraş’ın caddeleri sokakları başka bir anlam içerir Nuri Pakdil’in Notları’n- da. Belki de bu sokak ve caddelerin gerçek anlamı budur. Örneğin “Boğazkesen Caddesi’ni geçmeyegöreyim, her yanım böğüren bir dana mı olurdu? Uzunoluk caddesi de; boyunlarında çıngırakları, durmadan bir aşağı, bir yukarı gidip gelen kuzulara mı dönüşürdü.”


Maraş’ın tüm kenti toz dumana boğan, kendine özgü poyrazı da Pakdil’e göre korkunun habercisidir: “Özellikle kışın, Maraş’ın o ürkünç poyrazı, korkunun habercisiymişcesine, çatılarda durmaksızın çırpınır mıydı?” Poyraz, özellikle yaz aylarında Maraşlılar için başka bir anlam ifade eder. Çünkü yaz ayları tarhana yapma mevsimidir ve tarhana ancak poyrazlık havada kurur. Garbi yeli ise her şeyi yumuşatır, munisleştirir, nemlendirir. Havanın garbilik gitmesi evlerin damlarına serilen tarhanaların kuruması için hiç elverişli değildir. “Itırlardan, menekşelerden, kekliklerden, Maraş evlerinin damlarında kuruyan tarhanalardan hiç örselenmemiş yeni bir lacivert eklenir işçilerin gömleklerine.”
 


Sıcak yaz günleri bir bardak ‘meyan şerbeti’ soğutur insanın içini. Maraş sokaklarında, sırtlarında şerbet güğümleri, önlerinde sıra sıra bardaklar ve mut- laka bardakları yıkamak için bir bakraç suyu ile ‘şerbeet’ diye bağıran bir adam gördünüz mü durun ve için bir bardak buz gibi meyan şerbeti. Bardağı başınıza ilk dikişte garip bir tat verecektir. Şerbeti içtikten kısa bir süre sonra ağzınızda hoş bir tat bıraktığını hissedersiniz: “Meyan kökünün yeğni, büyülü, sağlıklı kokusunu duyarsınız yeryüzünde. Dinç kaslarla bir insana, ‘Merhaba’ dersiniz.”


Maraşlı yaz geldi mi kentte pek durmaz. Köy kökenli olanlar köyüne, Ahırdağ’ın eteklerinde bağı, bahçesi olanlar da bağ evlerine giderler birkaç aylığına. Yazarın çocukluğunda bu durum daha yaygındır. Notlar’da bağ evine gitmek önemli bir yer tutar. “Varır varmaz asmalardan üzüm mü koparırdık? Her bağda da, ufacık asmalar mı olurdu? Altlarına oturup dinlenir miydik? Sonra sepetlere üzüm doldurulur, sepetlerin üzerleri de asma yapraklarıyla kapatılır mıydı? O küçük bağlarda yediğimiz peynir ekmekle üzüm çok mu tatlı olurdu? Doğa üzümlerin rayihasını biriktirir biriktirir, hatta damıtır, o gün bizim yediğimiz üzümle bize mi sunardı?”


Bir Yazarın Notları’nda kentleri tersinden okuruz. Kentleri ve insanları ele geçirme rehberi de diyebileceğimiz bu notların, elimizden tutup bizi ortasına bıraktığı kentlerde, hiç yabancılık çekmeyiz. Ortasına bırakıldığımız kenti satır satır okuyup, sırlarını bir bir çözeriz. İşte kent, tüm yalanlarından eklemelerden, çıkarmalardan, bölmelerden arınmış, çırılçıplak durmaktadır karşımızda.