1.
İnsan; dünyasına doğduğu kültürün ürünüdür. Yaşayışında ve inanışında bunun izlerini taşır. Oradan elde ettikleriyle hayata tutunur.

 

İçine doğduğu kültürün evreninden uzaklaşmasıyla da bunalımlara düşer. Açmazların meddücezrinde ufalanır. Kayaları çatlatan hayâsızlıkların oyuncağı olur. Vaktin en büyük değerlendirici olduğu gerçeğinden habersizleşir. Bilemez, hangi gözle neye bakacağını!

 

Kirlenmiş görüş açısıyla yaşamak alevini söndürür. Hilkatin işleyen yasalarını göremez. Çakılıp durduğu zamansızlıkta, mekânsızlıkta ütülür. İçindeki tortuları ayıklayacak ölçütlerin keşfini başlatamaz.

 

Tarih algısına, kültür algısına ve coğrafya tutkusuna lakaytlaşır. Hiççiliğin çıldırtan anaforunu mesken tutmayı yeğler. Bilemez, değerlerden arındıkça kay- bolacağını! Gövdesini eliyle tutuşturacak ateşlere odun taşıyacağını!

 

Coğrafya, kültür ve onun besleyeni inançla yok olmaktan kurtulur insan. Bunlardan üreyen mazmunlarla yediverenleşir hayat. Yaşamak arzusu palazlanır kalpte. Duyargalarını hangi dünyaya çevireceği bilgisine erer insan.

 

Kültürüne, toprağına kopmamacasına bağlanmak ister. Yersizlik, yurtsuzluk ona acı verir. Durduramaz içerdeki yıkılışı. Yerinden kopuşu bela tonunda görür. Elinden, oymağından onun için ayrılmak istemez.

 

Hatıraların izi sürüldükçe kökleşir hayat. İnsan; tarihsizlik âfetinden korunur. Emniyette olmak duygusu filizlenir kalpte. Bu adanış ve arayışın neticesinde uygarlıklar oluşur. Yaşamayı kolaylaştıracak alet edevatın icadına başlanır.

 

Medeniyetler arası alışverişe kayıtsız kalınamaz elbette. Ancak her medeniyet köken örneğini kendisi üretir. Oradan aldığı ilkeler istikametinde evini, şehrini kurar. Bir başka uygarlığın kök örneğini kopyalamaz. Mekân tasarımı aşı tutmaz çünkü.

 

Batı şehirciliği ile İslâm şehirciliği bu noktada birbirinden ayrılır. Batı’da şehir mimarisi bulvarlar merkez alınarak biçimlenir. Hayat; buralardan canlanıp akışına devam eder. Paris bundan dolayı önemlidir. Batı şehir planlamacılığının örnek şehridir. Şehirleşmedeki modern algının kök örneğidir.

 

Bulvar düşüncesi isyancıları kontrol altında tutabilmek, isyanları kolayca bastırabilmek amacını gerçekleştirebilmek için ortaya çıkmıştır. Bütün sokaklar, caddelere, bulvarlara açılır. Bundan başkası çıkmaz sokak olarak ucu kör yollara düğümlenir.

 

İslam uygarlığında ise şehirler Ulu Camiler etrafında kurulur. Evler; merkez noktasını oluşturan Ulu Camilerin çevresine yapılır. Şehir; ihtiyaç duyuldukça buradan çevreye doğru genişler. Bu ilkeliliğin bir göstergesi olarak Maraş da Ulu Cami bölgesinde kurularak çevreye doğru genişlemiştir.

 

Kale, Taş Mescit ve Ulu Cami şehri kendinde toplar. Yollar aynı güzergâhta birleşir. Buradan birbirine bağlanır. Tarihle mimari doku burada bütünlük arz eder. İnsana geçmişten şimdiye iz sürmek kalır.

 

Modern dönemlerin tasavvuru olarak; bir bulvar etrafında bütün yolları birleştirme temayülü, şehrin iç dokusunu görmezden gelmek istemiştir. Ancak taşa toprağa kazınan bu dokuyu dağıtamamış, müdahale etmesine rağmen ortadan kaldıramamıştır. Yapılanlar neticesinde sunilik ortaya çıkmıştır. İstenilmese de şehre dil verenlerin arzuları merkez noktasında muhafaza edilmiştir.

 

Maraş’ta hâlâ bütün yollar silme Ulu Cami’ye çıkar. Oradan başka yerlere gidilir. Bu durum taşa işleyen emeğin kutsallığından başkasıyla izah edilemez.

 

Şehirde sonradan oluşan mahallelerde oturanlar için de durum değişmez. Evinden günlük işleri için ayrılanların yolları buraya düşer. Gündelik telaşların ardından evlere de buradan gidilir.

 

Belki bu durum şehrin geçiş yolları üzerinde olmayışıyla ilgilidir. Çünkü Maraş’a giriş varken Maraş’tan çıkış yoktur. Coğrafya tarafından adeta paranteze alınan şehir, böyle bir kaderi yaşamak zorundadır. Onun için müstağnidir. Olur olmaza kaptırmaz gönlünü. Kendine yetebilir olmanın kanaviçesini örer. Turist gözüyle bakanlara dünyasını açmaz. Yaklaşılmasını, içerden bakılmasını ister hep.

 

‘Bundan dolayı tesadüfen gidilmez Maraş’a. ‘Azmedilerek gidilir’ ancak.

 

‘Ahır Dağı eteklerine kurulmuş olan şehir; son zamanlara kadar dünyayla ilişki kurmaya ‘tenezzül etmemiş’ konumunu sergiler. Çevresiyle bağı olabildiğince azdır. Kendi yağıyla kavrulmaktadır. Kimsenin iç dünyasına uzanmasına razı değildir. Başkası eldir, yabancıdır, burada yaşayanlara göre.’

 

Sözü edilen şehir; 1940’lı 1950’li yılların Maraş’ıdır. Rasim Özdenören’in doğduğu, çocukluğunun geçtiği yerdir. Şehir, otuz beş bin nüfusludur. Doğusunda Pınarbaşı, batısında Batıpark, kuzeyinde Arkbaşı kırlarının yer aldığı sınırdan güneyde Karamaraş’a uzanamayan dar bir alan içindedir.

 

Kasaba görünümündedir. Bundan dolayı Rasim Özdenören’in öykülerinde de kasaba olarak resmedilir.

 

O; ‘Bir Maraşlı olarak zaman zaman karşılaştığımız bir soru var: Nasıl oluyor da, diyorlar, Maraş gibi küçücük bir kentten bu kadar çok ad bir anda ortaya çıkabiliyor?’ sorusuna; Maraş’ın esas itibariyle dışa kapalı bir coğrafyada konumlandığını söylemiştim. Dışarıya doğru açılmayı ve genişlemeyi düşünmeyen Maraşlı, içe ve kendine doğru derinleşmede mesafeler kat etmiştir.’ cevabını verir.

 

Ona göre Maraş insanını; ‘ağırbaşlı, biraz durgun ve içine dönük, kendini tahlil edebilen, bu derinliği ve marifeti kendinde bir kabiliyet olarak taşıyan, mizah ve trajedi duygusuna aşina bir insan olarak tanımlayabiliriz.’

 

Onun öykülerinde resmettiği Maraş, yukarda anlatılanları doğrulamaktadır.

 

Kitaplarının yayımlanış tarihlerini dikkate alarak; öykülerde anlatılan şehrin fotoğrafına bakalım istedik.

 

2.
Çocukluk; hudutları bitirilemeyen bir ülkedir. Yazar; bilinçaltı yolculuklarını oradan başlatır. Oradan edindikleriyle kozasını örer. Yılların birikimiyle içte derinleşir. Yazmak dünyasını kurar böylece.

 

Rasim Özdenören; öykülerinde, çocukluk günlerini derinlemesine anlatır. Dinç bir zihinle, hafızasının dip akıntılarını okura sunar. Söyleyeceğini doğal bir akış içerisinde söyler. Yapaylığa fırsat vermez.

 

Yayımlanan ilk kitabı ‘Hastalar ve Işıklar’da, bireyi ele alır. Her şey bireyin içinde olup biter. Bireyin bilinçaltı derinliklerini eşeler. Ruhsal çözümlemelerde bulunur. Hastalıklı halleri anlatır hep. Olaylar, yaşayışların ardından gelir.

 

Maraş; bu öyküler toplamında sessizce vücut bulur. ‘Hastalar ve Işıklar’ı okuyanlar; 1940’lı, 1950’li yılların Maraş’ında geçmiş zaman yolculuğuna çıkar.

 

3.‘Çözülme’de yer alan kimi öykülerde Maraş izleri alenen görülür. Aile öyküsünde tipik bir Maraş ailesi ailesinin fotoğrafı çizilir. Aslında aynı fotoğrafa Anadolu kasa- balarının çoğunda rastlanır. Genellikle yoksul kişilerden oluşan aileler; zaman içinde eriyerek yavaş yavaş çözülür. ‘Aile’ öyküsünde söz konusu trajik durum anlatılır.

 

 

‘Çözülme’ öyküsü tv filmi olarak da çekilmiştir. Orijinal gözlemlere dayanır. Şehrin ana yapıları anlatılır önce. Bu yapıların inşasında kullanılan yapı malzemelerinden şehirdeki mekân tasarrufuna varıncaya kadar görülenler kare kare aktarılır.

 

Yazar; şehrin eski merkezinde oturanlardan, burada bulunan yapılardan bahsederken;

 

‘Ragıbın evi, şehrin orta yerindeydi. Şehrin eski merkezi burada olmakla birlikte, genişçe bir alan, şimdi terkedilmiş, orada sadece taş yapılı büyük han eskileri, kemerli, kubbeli yapılar kalmıştı. Bu yapıların çoğu yıkılmış, boş duruyordu. Yapıların, kullanılabilecek kadar sağlam kalmış oda veya bölmelerini kalaycı, demirci, bakırcı gibi esnaf, iş yeri olarak kullanıyor, genellikle taban katta olan öteki bazı odalarda da, bu esnafların bekâr kalfaları oturuyordu.’ der. Bu yapıların kaderine terk edilmişliğini gündeme taşır.

 

Sözünü ettiği hanlardan birisiyle ilgili olarak; ‘Kerim, eski, taş hanın büyük, kaplama demirleri bütünüyle paslanmış, üstündeki kocaman mıhları, perçinleri yer yer sökülmüş kapısından girdiğinde, sokak lambaları yanmıştı. Burası, dört bir yanı odalarla çevrili, iki katlı, kocaman bir yapıydı.

 

Üst kata çıkmak için, her bir duvar boyunca malta taşlarından ikişer merdiven yapılmıştı. Merdivenleri taşları aşınmış, yerlerinden sökülmüştü. Avlunun şurasında burasında hurda demir yığınları duruyordu.’ açıklamasına yer verir.

 

Şehir merkezinde yer alan yapıları anlatmaya devam eder. Hükümet binasına gelmiştir sıra. İnce bir gözlemle;

 

‘Hükümet binası, taş yapılı, eski bir binaydı. Şehrin ana caddesi üstünde, çarşının bir kenarındaydı. Çevresinde başka yapılar olmadığından, bulunduğu yerde, çok büyük ve sevimsiz görünüyordu.’ der.

 

Kalenin çevresi, burada yer alan çarpık yapılaşmanın anlatımına geçer sonra. Gelişigüzel serpilmiş evlerin yerleşim tarzları konusunda okuyucuya açıklamalarda bulunur. Evlerin birbirine yakınlığını vurgular. Burada oturanlar arasındaki dayanışmayı anlatırken çekemezliklere değinmekten de kaçınmaz. O;

 

“Kalenin dibi, arka taraflarında kerpiç ev yığınlarıyla doludur. Evler öylesine gelişigüzel yapılmış, öyle düzensiz yapılmıştır ki, buraya yukardan bakan birisi, bütün bu evleri tek bir ev veya bir toprak yığını sanabilir. Sokaklar dar ve düzensizdir. Şurada burada, herhangi bir zenginin hayrat olarak yaptırdığı bir çeşmenin suyu havuzundan taşmış, sokağın o bölümünü çamura belemiştir. Evler, genellikle avlulu ve iki katlıdır. Çoğunun duvarları birbirine bitişik veya müşterektir. Burada, herkes birbirini tanır, sokağın bir başında geçen bir olay, anında öbür başında duyulur. Şehrin öbür mahallelerinde yaşayanlar, burada yaşayanlara küçümseyerek bakarlar ve herhangi bir davranışından dolayı birini kınamak istedikleri zaman ‘Kale dibinden mi geldin, be adam?’ derler.’ tespitinde bulunur.

 

4.
Çok Sesli Bir Ölüm öyküsündeki Şehmuz; kuzeybatı köylerinden birisinde oturur. Üç yanı dağlarla çevrili bir mezrada! Hem köyden, hem de kentten çok uzakta! Kentle bağlantısı yoktur. Kışın dünyayla bağlantısı da kesilir. Buradakiler içlerine büzülerek yaşamak mecburiyetindedir. Kendilerinden başka tutamakları yoktur hayatta. ‘Burası, “M” ilinin bir köyüne bağlı, ama hem köyden, hem kentten çok uzakta, yolsuz, üç yanı dağlarla çevrili, önü “D” ırmağıyla kapalı bir mezraydı. Kente bağlantısı olmadığından havaların kötü gitmesi, olumsuz etkilerini en çok bu çeşit yerlerde gösterirdi. Kışınsa, burası bütün dünyaya kapanır, bütün bütün kendi içine çekilir, hiçbir canlılık belirtisi göstermeden açlıkla, ölüm korkusuyla boğuşarak, her hangi bir umudu çoğu zaman beklemeyerek, hırçın, acımasız bir soğuğun baskısında bahara ererdi.’

 

Sabah Aralığı öyküsünde de Halil; evine ikindi vakti geçerken gelir. Kapıyı hızlı hızlı çalar. Kapıyı açmakta geciken karısına sinirlenir. Telaşlıdır her bakımdan. Karısından atı hazırlamasını ister. Adı bir cinayete karışmıştır. Gidip kardeşinin evinde gizlenecektir. Korunmaya çalışacaktır böylelikle. Karısınınsa olan bitenden haberi yoktur. Sözsüz bir konuşmayla;

 

‘Birlikte girdiler odaya. Kadın, bir şey demeden ekmek sandığından birkaç yufka ekmek çıkardı. Testiden ılımış suyu büyücek bir taşa boşalttı. Sofra bezinin üstündeki ekmekleri ıslattı. Sonra, başka bir sandıktan birkaç parça pestil, üzüm sucuğu, samsa getirip bıraktı ekmeklerin yanına.’ Yemeklerini birlikte yedikten sonra yola çıkarlar.

 

‘Kentin dışındaki bahçelerin arasındaki dar, taşlı yolu geçip de, dağa kıvrılan keçi yoluna vardıklarında, tepede, ardından ay ışığı vuran “yalnız ardıcı” gördüler. Ağaç çıplak dağın doruğunda, sarı sarı parlayan karanlığa, dağın alt ucunda görkemli bir boşluk içinde yüzen vadiye, gecenin sessiz gizemsel hışırtısına karşı, tek başına, meydan okurcasına duruyordu. Keçi yolu, dağın taşlı yamacından kıvrıla kıvrıla o ağaca değin uzanırken bir görünüp bir yitiyor, oraya hiç ulaşamayacakmış izlenimi uyandırıyor, ulaşsa bile oradan sonra birdenbire bitecekmiş gibi geliyordu. Gecenin boşluğunda, uzun, acıklı bir çakal uluması bir anda küçük ak taşları, sarı karanlığın yüzeyini sıyırtıp geçti, bilinmeyen bir yerlerde tökezleyip yapış yapış kaldı. Sessizlik. Sonra sessizlik, yönsüz öteki çakal ulumalarıyla, gecenin hışırtısını işe yaramaz küçük bir paçavranın yırtılışını andıran bir sesle, ölü ardından uğunanların sesiyle, parçaladı. Bu sesler, onlar dağı aşıncaya değin tehdit edici bir uğursuzluk halinde çevrelerinde dönendi, sürüp gitti. Gece, dağ, ayaklarının altından kayıp giden ak, küçük taşlar, karanlığın sarı yüzü, tek bir kaynaktan çıkar gibi görünen ya da her yandan birden çıkan bu sesle eridi.’ğini görürler. Jandarmalar kendilerinden önce kasabaya varmıştır. Kardeşinin evini ararlar. Kasabadaki kahveye gidip sorarlar. Ama Halil’i bulamazlar. Bütün yolları tutarlar. Halil ve karısının ayak sesleri gecenin karanlığında duyulur. Ateş edilir onlara doğru. Yürüdükleri sokaktan geri dönüp kaçmayı düşünür Halil. Sırtındaki heybenin ağırlığından kurtulmak için onu atmak ister. Buna da zaman bulamaz. Öldürülür sonunda.

 

Çok Sesli Bir Ölüm televizyon filmi olarak yapılmış olup Uluslararası Prag Tv filmleri yarışmasında jüri özel ödülünü almıştır.

 

Söz konusu öyküdeki Şehmuz, Kamber, Hatiç, Arap Baba, Bakaç Ali gibi tipler kendilerine has özellikler taşıyan Maraş tiplemeleridir.


Öyküde; Yufka ekmek, pestil, üzüm sucuğu, samsa gibi yöresel yiyeceklere, bağ ürünlerine de yer verilir.

 

Çok Sesli Bir Ölüm’de yer alan öykülerden Kan ve Çatışma’yı da aynı kategoride değerlendirmek mümkündür.

 

5.
Çarpılmışlar’daki Ay Doğarken Geceleri öyküsünde Maraş gezisine çıkarılır okur.

 

Şehrin anlatılmasına Kanlıdere’yle başlayan yazar;

 

‘Kanlıdere. Kimbilir hangi korkunç olayın anısına bu adı alan çocuk zihinlerde yatağından su yerine kan aktığı izlenimi uyandıran kupkuru uzun hendek/çevresinde nasılsa yaban otlarının boy attığı çevreden lağımların boşandığı kuru dere ay ışığı altında uğultulu bir sessizlik içinde/ince bir bataklık

 

Uzunoluk. Eskiden koca tahta bir oluk içinde gür bir su akarmış sonradan oluk çürüyüp yıkılmış taştan bir geçit yapılmış onun yerine üstü de kapatılıp yol olmuş şimdi küçük bir çarşı var orada fırınıyla kebapçısıyla bakkalıyla bir de küçük bir çeşme taştan/bir kurtuluş yiğidi adına dikilmiş

 

Ayın gümüşsü sarı ışığı Engizekdağı. Yayla. Bertiz. Uzakta bir köy

 

Toprak damlar yalnız poyrazın uçurmaması için değil kırat kırat tarhanaları kurutmak içindir de

 

Ahırdağı. Görkemli bir silsilenin son kırıntısı kupkuru bir dağ poyraza engel olsun diye önüne çok yüksek bir çin seddi örmeyi kaç kişi hayal etmiştir

 

Yatsıdan sonra bütün el ayak çekildi ortalıktan

 

Boğazkesen. Ana yol. Işıklar yalnız orda parıldıyor tek tük/şehrin en işlek kesiti/boğazkesen/korkunç ad/vaktiyle büyük bir yangın oldu şimdi yangın yerinde yepyeni pırıl pırıl bir yapı var/aşağıda eski belediye alanında bitiyor yol/orası yalnızca eski belediye alanıdır daha ötesi çarşı başının daracık yolu tek yön giriş yok yalnız çıkış/üst yanda abarabaşı yani it tepesi/eski bir kilise taş/eski bir hastane taş/itler esrarkeşler

 

Sarı ışığı ayın gümüşsü

 

Boğazkesenin sol yanında kalenin görkemli bedeni/burçlar onarılmış/poyrazda savrulan ampuller/kalenin dibinde evler/boğazkesende kimsenin boğazının kesildiği görülmemiştir/kale dibi başka/tekke başka/evler birbirinin tepesindedir. Tekkede/yolları geçit vermez/çamurdur

 

Çürük. Hortum. Hacaslanın delisi/parmağına iplik bağlasan yerinden kıpırdayamazdı yaz ve kış yalnayak
 

 

Boğazkesen alanında küçük küçük dükkânlar tamirciler gezgin lahmacun satıcıları yağ cobolu gevrek gevrek kâhgeler kazan çörekleri Düvenönü kalaycıları küçük esnaf kalaycı çırakları/kaleden başlayıp Arkbaşına doğru yol alan son menzili Şahadil olan köpek tersi toplayıcısı çocuklar/hayat yok/istikbal yok

 

Çarşıbaşı. Bakırcılar semerciler bezirgânlar billuriyeciler kavaflar nalburiyeciler ciğer kebapçıları kundura tamircileri işportacılar attarlar yemeniciler külekçiler çıkrıkçılar eski tuz hanı arasa’yla şehri betimlemeyi bitirir.

 

Çarpılmışlar’da yer alan Ay Doğarken Geceleri adlı öyküden alınan yukarıdaki bölümde yazar; Maraş’ta bulunan kimi köy, mahalle, cadde isimlerini de vererek buraların özelliklerine dikkat çeker.

 

Aynı kitapta Maraş’ta çokça kullanılan Ejder, Duran, Durdu, Elif, Saniye, Güllü, Ökkeş gibi isimlere de yer verir.

 

Şehirde yer alan Mağaralı, Tekke, Düvenönü, Arkbaşı, Kayabaşı, Şahadil, Kümbet, İt Tepesi, Çukuroba Cami, Abdallar Mahallesi gibi semtlerin isimlerini de unutmaz.

 

Bunun yanı sıra cobul, mırtık, kâhge, mitil, cangama, yekinmek, kırat, bazlama, bulgur aşı, gazep, öllünün körü, türemiyesi, teres, sasımak, daraba gibi yöresel söyleyişlerde öyküdeki yerini alır.

 

Çürük, Hortum, Hacaslanın delisi de şehrin vazgeçilmez figürleri olarak öykü tiplemeleri arasına girer.

 

6.
Rasim Özdenören; Denize Açılan Kapı’daki Ocak öyküsünde hapisten çıkmış bir adamın büyük bir özlemle Maraş’a girişi ve bir taksi tutarak evine gidişi anlatılır.

 

Bir Adam öyküsünde ise sabah namazı vaktinde buğday almak için yola çıkan bir kimsenin Maraş kalesinin kıble tarafından, şehrin merkezinde bulunan Ulu Cami’ye doğru taş yapılı eski Müftülük binasının oradan adım adım ilerleyişi dile getirilir. Yürüyen kişi; ‘Ara sokakları geçip şehrin ortasındaki alana geldim. Burda, eski bir taş yapı vardı. Ulu cami de bu yapının civarındaydı. Kale buradan bütün heybetiyle görünüyordu. Ama buraya gelince, beton binalardan, heybetli karkasların arasından artık Hitit hükümdarını ve onun acayip zırhlara bürünmüş nöbetçilerini, kapıda bekleyen aslanlarını, hep uyukluyor da olsalar soluklarının yaydığı kükremeleriyle dehşet salan aslanlarını artık hayal edemiyordunuz. Ortalık ağarmaya başlayınca kale de zaten turistik bir gezi yerine dönüşüveriyordu.’ der.

 

Denize Açılan Kapı’da da horanta, bıldır, daraba, partal, şilte, deveme, Şekerdere, çerçi, döğme, savan, tosbağa, sofa, incoz, zerdali, mintan, garbi yeli, soyka, arasa, kerevet, kahbe avratlılar, kahbe dölleri, deyyus, keven gibi mahalli söyleyişlerin kullanıldığı görülür.
 


7.
Gül Yetiştiren Adam; şehrin, insanın ve mevsimlere, aylara göre değişen hayatın tasviriyle başlar. Okur; tarihten günümüze Maraş fotoğrafının seyrine davet edilir. Hafızasını yitiren insana yeniden tarih aşısı yapılır. Şehrin ve şehir insanının hayatını belirleyen aylar, mevsimler anlatılır. Adı geçen aylarda, mevsimlerde yapılacak işler dile getirilir. Şehrin panoramasını çizen yazar;

 

‘Şehir yıkıntıları. Ve insan yıkıntıları. / Kadavralar. Kadavralarla uğraşarak bir/ yere gelinir mi?/ Büyük bir kale/ muazzam bir toprak yığını şehrin göbeğinde/ minareler/kubbeler/ dar sokaklar/ sokaklar/ topraktan./ ANA CADDE./ eskiden parke taşı döşeliydi/ şimdi asfalt/ parke/ taşları/ asfaltın/ altın/ da/ kaldı./ Bu şehri sonbaharda/ poyrazın deli deli estiği/ bir ikindi vaktinde görmelisiniz./ Sallanır/ poyraz/ her yanından/ sarsar/ çinko kaplamalı çatılar ıslık çalar/ yalnız damlarda değil/ sokak aralarında/ ve/ şehrin altında/ kavşak noktalarında/ bir yalnızlığın ortasındadır/ ilk çağlardan kalmıştır/ yüzlerce yıl yalnız kalmıştır./ Aylar/ TEMMUZDUR/ AĚUSTOSTUR/ EYLÜLDÜR/ şire vakti// EKİMDİR/ bağdan dönülür/ kışa hazırlanılır/ KASIMDIR/ ARALIKTIR/ amansız soğuklar/ rutubetli soğuklar/ yayla/ dağ havası/ OCAKTIR/ ŞUBATTIR/ odun sobaları/ sobalardan çekilen ateşler/ yorganların altına kürsü kurulur/ nedir kürsü bilir misiniz?/ MARTTIR/ NİSAN- DIR/ hulâsa/ geçen/ ZAMANdır/ İnsanlar neyi arar bu şehirde? Sokaklarda/ çarşı içlerinde/ dar gediklerde/ İnsanlar nereye gider? Pınarbaşı/ mesiredir/ Şahadil kabristan.’ hatırlatmasını yaparak fotoğrafın son karesini gösterir Maraşlıya.

 

‘Gül Yetiştiren Adam’ın objektifinden bakılır şehre. İsteksizliğin, usancın ay ışığından uzak çapaklı bir aydınlıkla Ahır Dağı’na çarpışını gören yazar;

 

‘GECE / KANLIDERE KÖPRÜSÜ. ABARABAŞI. / AY UZAKLARDA. / ÇA- PAKLI BİR AYDINLIK, / YENİ DOĚMUŞ BİR BEBEĚİN GÖZLERİ/ GİBİ/ KIRAÇ
AHIR DAĚI’NIN YAMAÇLARINA VURUYOR, / ARZUSUZ.’ betimlemesini yapar. Hayata karşı arzusuzluk sinmiştir dağa taşa. İlence batmıştır insan. Olanlar bek- lentilerin tersine zuhur etmiştir. Şimdi karakışını yaşamaktadır şehir.

 

Her mevsimin kendine mahsus tadı vardır burada. Yaz kışa hazırlıktır. Her şey ‘Kışları göç içinizedir.’ buyruğu mucibince gerçekleşmektedir. Çalışıp didinme aşamasıyla birlikte murakabe aşamasına gelinir. Şenlik haliyle geçecek yazlar beklenir. Olanlar olmadan önce hazırlık yapılır. Rehavete yol açmamak için uğraşılır. Yaz mevsiminde bağı olanlar bağlarına taşınır. Şimdiki gibi yalnızca piknik için gidilmez bağa.

 

Hayatın ritmik akışı bunu gerektirir. Dinlenmekle çalışmak bir bütünlük arz eder. Bağlarda; bir yandan Maraş’a özgü kış hazırlıkları yapılırken, diğer yandan da eğlenilir. Binbir Gece, Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre, Yusuf ile Züleyha gibi halk hikâyeleri bilenlerce anlatılır. Tören havası içersinde geçen bağbozumu mevsiminde çocuk belleği kurulur böylece. Bütün bunlara çocuk ruhuyla tanık olan Rasim Özdenören;

 

‘Yaz sonlarına doğru rüzgar iyice şiddetleniyor, kasaba toz toprak içinde; ailelerin çoğu bağlara göçmüştür, bağlar yalnızca bir gezi, bir mesire yeri değildir, kışlık zahire hazırlanır orada, pekmez çıkarılır, üzüm sucuğu yapılır, meyveler toplanır, kuruya ayrılacak olanlar kurutulur, kısaca bütün bir yaz çalışılır, bağa gidildiğini ilk kez algılayan çocuklar için, durum başkadır elbet: onlar için her şey yenidir, koşulacak bir alan, tırmanacak bir ağaç, yeni icad edilen bir oyun, her şey bütün doğa. İkindi vakti, bağ çubukları arasında boy atmış otlar toplanır, bunlar büyük bir yığın haline getirilir, otlar iyice kurumuştur, akşam, güneş battıktan sonra bir tören havası içinde o kocaman ot yığını, açıkta bir yerde ateşe verilir, alambaçtır bu, çocuklar sevinç çığlıkları içinde dönerler ateşin çevresinde, yaz sonlarına doğru üzümler iyice olgunlaşmıştır, selelerle olgun üzümler toplanır, üzümler salların içine tepeleme bastırılır, ezilip suyu çıkarılır, üzüm suyu bezlerin üstüne serilip kurutulur, bastık yapılır, sonra bastıklardan samsa yapılır, bütün bunlar günler, geceler, haftalar boyu sürer, geceleyin çalışılırken- bu, oturarak sürdürülen bir çalışmadır- ağzı, söze yakışanlardan bir kadın ya da erkek masallar anlatır, Binbir Gece, Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre, Yusuf ile Züleyha... çocuk zihinler bu masallarla gelişir, atılır, zamanın nasıl geçtiği bilinmez, gündüz çalışıp yorulmuş bedenler yavaş yavaş uyuşur, genç kızlardan biri kalkıp dama ya da evin önündeki toprak açıklığa yatakları serer, ay ışığında, milyarlarca yıldızla döşenmiş muhteşem göğün altında uykuya varılır, gece böceklerinin hışırtıları eşsiz bir doğa müziğidir, bir yerlerde bir böcek ya da bir kuş düzenli aralıklarla durmadan öter, bir yarasa keskin bir çığlıkla karanlığa doğru ok gibi atılır, purluk ay ışığında bembeyaz pırıldar, ay döner, at elmasının koyu, karanlık, kocaman gölgesi alacalı bir leke halinde kuru toprağa dökülüp yayılır, sabahleyin uyanınca, nar çiçekleri patlamış olacaktır, incirleri kuşların gagasından kurtarmak için onlardan daha erken kalkmak gerekir, arada bir şurda burda görülen o efsanevi kara yılan hâlâ öldürülememiştir, kimine göre bilek kalınlığındadır, kimileri de hezen gibi olduğunu söyler...’ Keklikleri havada uçarken vurduğu bilinen avcı Ali’ye yılanı öldürmek ödevinin düştüğünü anlatır. Bir takım halk inanışları da yer alır burada. Çocuklar; anneleri tarafından aya bakmanın iyi olmadığı, sabahleyin gözünü açar açmaz yeşile bakmanın gerektiği yönünde uyarılır. Anneler, sabah soğuğuna karşı çocuklarından ceketlerini sırtlarına almasını ister. Sonraki yılın hazırlıklarına gelir sıra. Kuruyan meyve ağaçları kesilir. Dalların kuruyanları kesilerek ağaçlar temizlenir. Kış için odun yapılır. Zerzevat ekmek için bahçe düzenlenir. Su arkı bakımdan geçirilir.

 

Gül Yetiştiren Adam bütünüyle Maraş’ın romanıdır. Romanda adı geçen Çarli, Si- tare, Zelda, Marya gibi tiplemeler dışardan oluşlarıyla dikkat çekerler. Ömer, Burhan, Tansel vb. tiplemeler ise bunlara eklemlenmiş, ruh köküne yabancılaşmış kişiliklerdir.

 

Yaşanılanlardan bir kişilik yoğurmaya çalışan Gül Yetiştiren Adam ise kaybedilen ruh kökünü arar. Evinde güller yetiştirmekle uğraşır. Onun, gül yetiştirme eylemine kimse bir anlam veremez. Yaşayışı garipsenir, anlaşılmaz hiç.
 


O, kendi iç bütünlüğünü örmeye odaklanmıştır. Camiye gidiş gelişlerinde de yalnızlığına bürünerek kimseyle halini paylaşmaz. Cami içinde de yapayalnızdır. Bir muammadır gördükleri!

 

Gül Yetiştiren Adam’da geçen; Ahır Dağı, Batıpark, Pınarbaşı, Çarşıbaşı, Şahadil, Antep yolu, Uzunoluk, Bahçelievler, Arkbaşı, Kanlıdere Köprüsü, Abarabaşı gibi isimler halen şehir içerisinde ve şehrin etrafında yer alan semt adlarıdır.

 

Romanda ayrıca alambaç, samsa, sucuk, bastık, purluk, hezen, daraba, nahır, mâsere, çarşı ekmeği gibi mahalli söyleyişlere de yer verilir.

 

Gül Yetiştiren Adam tiplemesinin karşılığı somut bir kişiliği ifade etmez. Bir duruşu anlatır okura.

 

Ancak Hüseyin Yorulmaz’ın da belirttiği gibi Gül Yetiştiren Adam’ın mazmunları arasında Sütçü İmam, Rıdvan Hoca ve Bahçeci Hoca’yı saymak mümkündür. Çünkü bunların her biri Maraş insanı için bir dünyayı işaretlemektedir. Sütçü İmam; ‘Zor zamanda halkın gözü önünde bağımsızlığın, kurtuluşun yolunu açan, halkının içindeki küllenmiş koru eşeleyerek tutuşturan, ateşleyen bir sembol şahsiyet’tir. Rıdvan Hoca da Ulu Cami minberinden okuduğu hutbede; ‘Kalesinde düşman bayrağı dalgalanan bir şehirde Cuma namazı kılınmaz.’ diyerek halkın içindeki ‘çıngı’yı tutuşturmuştur.’ Bahçeci Hoca ise ‘sade bir hayat yaşayarak kendi kozasını örmüştür. Radyo tamirciliği, fare fakı, ciltçilik, köşgerlik, köşger iğnesi ve yorgan iğnesi imal ederek geçimini sağlamıştır. Ürettiği malzemeler Diyarbakır, İskenderun ve Mersin’e kadar ihraç edilmiş ve piyasada tutulmuştur. Mucit bir yanı vardır. Almanlar onu cazip para teklifleriyle Almanya’ya götürmek istemişlerse de reddetmiştir.’ 

 

Kaynakça:

 

1- Rasim Özdenören, Hastalar ve Işıklar, İz Yay., İstanbul, 1998. 2- Rasim Özdenören, Çözülme, İz Yay., İstanbul, 1998.
3- Rasim Özdenören, Çok Sesli Bir Ölüm, İz Yay., İstanbul,1998. 4- Rasim Özdenören, Çarpılmışlar, İz Yay., İstanbul, 1998.
5- Rasim Özdenören, Denize Açılan Kapı, İz Yay., İstanbul, 1999. 
6- Rasim Özdenören, Gül Yetiştiren Adam, İz Yay., İstanbul, 2006.
7- Rasim Özdenören, Benim Maraş’ım.
8- Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Yorulmaz, ‘Rasim Özdenören’in Yazılarında Maraş’, Kahramanmaraş Sempozyumu, c. II. , İstanbul, 2005.