Ağacın adı Yalızardıç’tır. Bulunduğu mevkide bundan başka ardıç kalmamış olduğundan dolayı bu ad verilmiştir. Yani yalnız(yalınız veya ‘ı’ harfi biraz uzatılarak yalîz) olarak söylenen bu kelime; bir, tek, kimsesiz, eşi dostu olmayan anlamına gelmektedir. Yıllardan beri Kahramanmaraş’tan bile seyredilebilen bu ağaç, yamaçta tekti, kimsesiz, eşi dostu yoktu; lakin ne hikmettir herkes tarafından bilinmekteydi. 1952’den önce o civarda bağı bulunan Mehmet Ağa’nın daveti üzerine askeriyeden (yüzbaşı, binbaşı vb. gibi rütbeli) bir hayli dostlarından gelenler olur ve o zaman bolca resmi çekilir Yalızardıç’ın. Kim bilir; bu resimler, belki de ilk ve son resmi olur. Yanan bu büyük ardıca halk arasında Yalızardıç, altındaki küçük ardıçtan birine Horoz Ardıç, diğerine de Tavuk Ardıç denilmiştir. Denilmiş derken yanından geçen yerli yabancı, bildik bilmedik herkesin söylediği isimler olmuştur. Yalızardıç’ın 900 m ilerisinde ve bunun kök filizlerinden yetiştiği söylenen Horoz Ardıç, 6 m civarında bir boya ulaşmıştır.


Gerçekten de güneybatı cephesi tamamen horoza benzemektedir. Tavuk Ardıç da Horoz Ardıç’tan 400 m daha aşağıdadır. Bu da aynen tavuğa benzemektedir. “Halk tarafından yerine yenisi geldi.” denilerek ve Tavuk Ardıç’a karşı derin bir muhabbeti dile getirilmiş olur ardıç, marangozların bir çöpünü kulaklarının ardına koyarak kokusunu almaya çalıştığı kokulu ardıçtır. Gençlerce pek hatırlanmamakla birlikte, yaşlıların kırmızı ardıç dediği kokulu ardıçtır. Ağacın bir hayli yaşlı olması gerekmektedir. Yaşını bilen görülmemiştir, duyulmamıştır. Zaten şu anda ağacı ancak yaşı kırkın üzerinde olanlar tanırlar. Ardıç, birinin unutamadığı bir ifadeye göre; 12 Mart Muhtırası senesi, evlerin bağlara göçtüğü bir yaz mevsiminde yanar. Yangın şiddetli bir yağmurlu günün ikindi vaktinde başlar, iki gün iki gece aralıksız devam eder. Yalızardıç, adını bulunduğu mevkiye vermiş bir ulu ağaçtır, öyle bir ağaç ki, mevkiinde bir eşinin bulunmadığı, yalnızlık çeken, hasretini geceleri Maraş’ın ışıklarına bakarak gideren; yaşlı, ama heybetli; uzun ama görkemli; içi oyuk, ama hâlâ dimdik, büyümeye azimli ve iştahlı. Adını mevkiye öyle bir vermiş ki, sanki mermere, demire kazınmış gibi zihinlerden silinmiyor. Yedikuyu’ya giden yol güzergâhında oluşu ne güzel şans, garipliği hafiflemiş; insan görüyor, hasret gideriyor. Yedikuyu’nun öğlen sürüsü onun gölgesinde barınıyor. Başkasına faydalı olmak, herkese nasip olmayan bir şans, bir haz. Dallarını insanlara yataklık, gölgesini davara örtü ve barınak ediyor...


Yüksekliği kırk metre civarındadır, görenler öyle diyor ve ekliyorlar; “Arkadaşlarla üzerine çıkarken yorulurduk, usanırdık. Epey yerine kadar çıkardık, ağaç gerçekten boyluydu, genişti. Aşağıdakiler de bağırırlardı; daha yukarıda ne kadar yer var, haberiniz var mı?” Altında bir sürü rahat gölgelenirdi. Zira çobanlar sürü yatağı olarak bir çöpün gölgesinin bulunmadığı Yedikuyu yerine, öğle sıcağında buraya gelirlerdi. Güneyden kuzeye doğru yirmi metreden fazla bir dal genişliği vardı. Dallar çardak gibiydi, kalın ve düzdü; aşağıdaki dallarının üzerinde çekinmeden, rahatça yürünürdü. Tabii bu arada aşağıdaki birkaç sıra dallardan kesilmiş olanlarda vardı. Çobanlar yıllarca parça parça keserek kimi zaman evlerine götürdüler, kimi zaman da oracıkta yaktılar. Ardıcın çevresi oldukça genişti. Toprağa yakın bir metrelik kısmı alabildiğine fazlaydı. Bir buçuk iki metreden yukarısında, ağacın çevresinde yedi sekiz kişi elleşse birleşemezlerdi.


Her bir kişinin kolunun uzunluğunu asgarî bir buçuk metreden hesap etsek, demek ki çevresi en az on bir metre gelirdi. Birisi, ardıcın büyüklüğünü anlatırken kötü kaderini de haber veren ifadesinde; “İçine dört kişi rahat rahat oturur. Keven yakar ısınırdık; kısır yapar yerdik. Yani dört kişilik sofra kurardık, daha da her birimizin arkasında bolca yerimiz artardı.” demişti. Yukarıdaki hesaba göre, ardıcın çapının asgari üç buçuk metre olması gerekmektedir. Yalnız bir metre veya daha aşağısında ise çapı gittikçe büyümesi gerekiyor. Bu da doğal olarak aşağıya doğru indikçe çevresinin genişlemesinden kaynaklanıyor.


Ağacın daha önceleri başına gelen kazaları bilemiyoruz. Bildiğimiz odur ki, ardıcın içi zaman zaman oyulmuştur. Üşüyen çobanlar, avcılar veya dağdan gelip geçenler içine girip ateş yakmış, ısınmışlardır. Canlılar âleminde insandan gayrı ikinci bir nankör varlık var mıdır? Doğrusu bilemiyorum. Eğer kendine bu mükemmel akıl nimeti verilmemiş olsaydı, belki de bu kadar tahripkâr olmayacaktı. İnsan, ama mütecaviz; insan, ama hem zalim hem de mazlum; insan, ama riyakar.. Ve Allah’ı unutmuş. Peygamberimiz(s.a.v.): “Kul; akıl gibi sahibini hidayete erdiren ve yanlış yoldan uzaklaştıran, bir şey kazanmamıştır!..” demektedir. Bunun tabii bir sonucu olarak Allahu Tealâ mükellefiyeti, akıl sahibi olan insana yüklemiştir.


Hz.Ömer’ül-Faruk ise şöyle der:


“Kulun aslı akıldır! Hasebi (asaleti); dinidir! Mürüvveti de; insanlık ve ahlâkıdır! Akıllı kimse, aklıyla dostlarını memnun eder; düşmanlarına, zulümle karşılık vermez. Adaletiyle düşmanlarının elinden tutar!.. Ahmaklar ise, hem kendisi dalâlettedir, hem de başkalarını sapıklığa sürükler!” Demek ki insan, ama akılsız! İnsan, ama akılsız! Akılsız !.. Hepsi mi? Asla!.. Öyleyse yine de artılardan olalım. En azından aynı safa ve seviyeye düşmemek için artılardan yana olalım, öylece bakalım, öylece görelim. O Rabb’ül-âlemin olan Allah bile mağfiretini gazabına galip kılmıştır. İlâhi adalet budur!..


Şu anda ağaçlandırılmış olan bu mevki, çok enterasan bir benzeyişle Elbistan’ın batısında, Şar Dağı’nın eteğinde, Mekân denilen bağlık ve biraz da bahçelik yerin az yukarısına benzemektedir. Mekân denilen yerin bir ara şişelere doldurulup Elbistan’da içmek için satılan içimi çok güzel bir suyu vardır. Burada da bir bahçelikten içtiğim suyu, eğer yorgunluğun verdiği lezzet değilse, içimi kolay, hafif bir su olarak gördüm. Hatta şöyle rahatça oturup terimi de soğuttuktan sonra suyu içerken Mekânı hatırladım. Benzeyen bitki çeşidine gelince, keven Ahır Dağı’nın her tarafında olduğu gibi burada da vardır. Fakat Mekân’ın ki gibi biraz canlı gördüm. Belki de ayakaltı olmadığından böyledir. Ama Ahır Dağı’nın Yalızardıç’tan Yedikuyu ve daha ötesine kadar, yani Milcan’a doğru görmüş olduğum çakşır (veya çaşır) Ahır Dağı’nın başka yerlerinde yoktur. Hatta ne Yavşan Dağı ne Başkonuş ne de Dıvık’ta vardır. Buralarda görmedim. İşte benzerlik; Mekân’ın üstünde de çakşır yetişmektedir. Ta küçüklükten biliyorum. Çünkü kışlık tandır ekmeği yapmak için buradan çakşır toplar eşeklere yükler getirirdik. Emsalleri kesildiği için yalnız kalan ve bu yalnızlığı ad olarak alan Yalızardıç gibi mekânın da üstünde, yani Şar Dağı’nda kalın ardıç gövdelerine yani gövde artıklarına rastlanılmaktadır. Yalnız, bunlar yıllar önce gördüğüm manzaralardı. Şu anda artıklarını koydular mı bilemiyorum. Elbistan’daki gördüğümüz ve hâlâ bazıları ayakta duran eski evlerdeki kamalak (sedir) ve ardıç mertekleri nasıl ki Şar Dağı’ndan geldi ise; eski Maraş evlerinin de ardıç, kamalak mertek ve hezenleri Ahır Dağı’ndan gelmiştir. Belki de bu benzerlik, mertekler ve dilmelikler yerindeyken ne mevki Yalızardıç, ne de ardıcımız yalnızdı.


Eğer Milcan’ı hesaba katmazsak, en son kar Yedikuyu ve Kılalân yolunun geçtiği Akdere’nin üstünden ve Yalızardıç’tan kalkar. Birisi rahmetli birini anlatır gibi, “Yağmurlu bir yaz günüydü, yani herkesin bağlara göçtüğü bir zamandı. Bir öğleden sonra yanmaya başladı, iki gece, iki gündüz sönmemek kaydıyla yandı. Alev Maraş’tan rahatlıkla görülüyordu. Yangından arta kalan kısmını Göllülüler götürdüler odun ettiler. Arta kalan sanki bir kösâ (köseği) parçasıydı; öğrendiğime göre bu yanık kösâ parçasından altmış dört yük odun çıkmış.” demişti. Bilhassa o yöredeki bağ sahipleri olmak üzere, Göllü ve Sarıkaya (Homburlu) köylülerinden başlamak üzere Yalızardıç’ı ve yöresini bilmeyen çok az insan vardır. Çocuklar ve gençler dışında herkes ya bu ağacı görmüş veya birinci ağızdan duymuştur. Dolayısıyla yandığına acımakta, yazık oldu demektedirler. Hatta yakanı veya sebep olanı Allah’a havale edenler vardır. Bir ara Ağrılı bir öğretmen arkadaşım bir arı kovanı hediye etmişti. İçinde Ağrı’dan getirdiği yarım peteklik arı ile kovanı dama koymuştum, orada duruyordu. Israrına dayanamayarak aldığım ve korkudan bir türlü yanına yaklaşamayarak devam ettirdiğim bu arıcılığım çok enteresan bir sonla bitti, ama dikkatimi çeken şu olmuştu. Arılar hep doğu tarafa gidiyor, yine doğu taraftan geliyordu. Bu yöreleri gayet iyi tanıyan bir yakınım, “Bu arılar. Yalızardıç’tan geliyor, göreceksin bunların balı çok güzel olur.” demişti. Gerçekten doğru söylemişti. Balı fevkalade rayihalıydı. Baharda dama konan kovan daha yaz ortasında arıyla, balla dolmuştu. Tadına bakanlar; “Çevrede yediğim en tatlı, en güzel bal bu olsa gerektir.” diyordu. Arıcılığımız bir yana, Kahramanmaraş’a geldiğim zaman “Yalızardıç” adını böylece ilk defa duymuş oldum. Mevkiinin kimi yerinde boz, kimi yerinde de kırmızı bir toprağı vardı. Kırmızı topraklı yerlerde çoğunlukla bahçe yetiştirilmiş ve etrafında da bağlar yer almıştır. Havası serin olduğu için yeri sevilmiştir.


Toplum olarak ağaca, hele seçkin nadide ağaçlara bakış açımızı herhalde değiştirmemiz yani bir yolunu bulup gözden geçirmemiz gerekiyor. Aslında yurdumuz baştan başa ulu ağaçların dolup taştığı bir vatandır. Vatan sadece toprak parçası değildir herhalde. Vatan, üstünde her türlü canlının birbirine kavuştuğu, karıştığı ve kaynaştığı; bedeli aziz şehitlerimizin kanı ve kokusu misk olan toprak parçasıdır. Bir kısım insanların idrakinin alamayacağı bu toprak aziz ve mübarektir. Bu yüzdendir ki, “Vatan sevgisi imandandır.” Mevki hâlâ ardıcın adıyla anılmaktadır. Mevki adı anılırken mutlaka ulu ardıç hatırlanmakta ve bazılarınca üzüntü kaynağı olmaktadır. Durnalı ve Güzlek bağlarında oturan bağcılardan bazıları, Maraş’taki kıymetli komşularına veya bağa gelen hatırlı misafirlerine sahan içinde cevizli, fıstık veya bademli hatize (hapsa) ikram ederken, üzerine Yalızardıç’tan getirilen el kadar küçük bir dal konurdu. Yani hatize çerezle birlikte ardıcın dalıyla süslenirdi. Burcu burcu kokan ardıç dalı hatizeyi yiyenlere ayrı bir hoşnutluk verirdi. Bazıları “Bu Yalızardıç’ın dalıdır.” diyerek burnuna götürür, uzun uzadıya koklar ve misk gibi kokusunu içine çekerdi. Onu yakından tanıyanlar gibi, Kurtlar köyünden Cuma ve Bekir Büyükkurt bile “Ta buradan biz bile yandığını gördük, o zaman bizim de içimiz yanmıştı. Çünkü adını çok duyduğumuz bir ağaçtı.” diyerek bir defa daha içini çekti. Ardıcın bulunduğu yerde herhangi bir tarihi yapı kalıntısı yoktur. Yalnız, ağacın üzerine eski Türkçeyle bir isim yazılmış, ağaç kalınlaştıkça yazı da genişlemiş ve okunmaz hale gelmiştir. Yukarıda belirtildiği gibi; ağaç yanmış, kalanı da Göllü’ye hayvanlarla çekilmiştir. Yeri kireç ocağı çukuru gibi genişçe oyulmuştur. Tabii zamanla bu çukur da kaybolacaktır, ama Yalızardıç asla unutulmayacaktır. Yine ifadelere göre, yukarıda da belirttiğimiz üzere çok çeşitli ağaçları sinesinde barındıran Ahır Dağı’nın bu kısmında da soyu tükenen ardıç ağaçları vardır. Bir vakitler “Basra ve Birecik’te yapılan gemilerin kereste ve diğer levazımı Maraş, Besni, Antep, Kâhta, Güvercinlik, Andırın, Kars-ı Zülkadriye (Kadirli), Hısn-ı Mansur bölgelerinden temin ediliyordu.” “1730’da Basra’da yapılacak fırkateler için Maraş dağlarından 20100 (yirmi bin yüz) kereste kesilip Birecik’te depo edilmişti. Buradan, Fırat’ın suyu çoğaldığı zaman gemilerle Rıdvaniye İskelesine nakledildi.” denilmektedir ki; bu dağlar arasında Engizek Dağı ile Ahır Dağı ve onun uzantısı olan Öksüz Dağı’nın bulunduğunu sanıyorum. Ağaçlandırma çalışmalarını yerinde görmek elbette sevindirmiştir. Gün gelecek dazlaklıktan kurtulup, yöre o eski yeşil donunu giyecektir.Yalızardıç’tan sonra onun soyu olarak kabul edilen ve biri horoza benzediği için Horoz Ardıç, diğeri de tavuğa benzediği için Tavuk Ardıç diye isimlendirilen iki ardıç, Yedikuyu’nun yolunun yapımı sırasında bir dozerci tarafından bilinmeyerek sökülür. Kökleri sökülen, mevkiin son örneği ve Yalızardıç’ın son hatırası, umudu iki ardıç ora ahalisinin muhabbetine rağmen kurur gider. İnsan olsaydı “Ruhu şad olsun.” diye söze başlayacak, yerinde yetişecek yeni nesli müjdeleyecektik. Dileriz ki, Yalızardıç’ı yakan o kafa yapısı ve düşünce ölür de henüz dikilen ağaçlarımızın her biri Yalızardıç yerine “yağız ardıç” olarak gözümüzü, gönlümüzü doldurur. Bir yanda Menzelet, Kılavuzlu, bir yanda Sır ve diğer bir yanda Kartalkaya baraj göllerinin maviliğine karşılık; Ahır Dağı’nda bir orman denizi. Doyabilirseniz seyredin siz; gök mavi, yer mavi, Ahır Dağı yemyeşil!.. Diyorum ki, insanımız kadar dağlarımız da yeşile hasret, yeşile lâyıktır!.. Öyle değil mi?