Ben, Maraş ‘kahramanlığını’ almadan doğmuşum; kimliğimde Maraş yazıyor; bu yüzden belki de salt ‘Maraş’ demeyi daha uygun buluyorum. Merkezini kaybetmediği zamanlardaki adıyla Maraş. Yeni bir merkeze göre konumlandığında, taşranın sosyal, ekonomik, kültürel ve ruhsal konumu değişiklik gösterebiliyor. Bunu bir kazanım olarak görenler de var, kaybediş olarak görenler de. Maraş bana ruhsal bakımdan hep aynı Maraş gibi görünüyor. Ekonomik göstergeleri bir hayli değişmiş olabilir, ama ruh yönünden aynı. Ulu Camiini 500 seneden fazladır hâlâ koruyor, korumayı başarıyor. Saat kulesi yok, saat kulesine ihtiyaç duymuyor. Biberini kurutuyor hâlâ, dondurmasına gerçek salep katıyor. Yaza doğru, güzü geçene kadar yaylaya çıkıyor. Velhasıl Maraş hâlâ Selçuklu. Hâlâ Beylik. Hâlâ göçebe. Maraş, kendi kendine, kendine has bir biçimde direniyor. Doğal bir düzende direnmeyi biliyor.
Bugün Maraş kendini ne kadar savunuyor pekâlâ? Bir taşra şehri olarak, 12 Şubat’ta kendini savunan ve istiklalini kaybetmeyen Maraş, bugün kendini ne kadar savunuyor? Hangi sisteme direniyor, hangi yozlaşmaya karşı duruşuyla ünlüdür Maraş? Bir ‘Anadolu Kaplanı’ olarak mı yırtıcılığıyla kendine yer açıyor, yoksa “yırtarım dağları (Ahır Dağı) enginlere sığmam (Aksu’dan) taşarım” mı diyor? Bunu ne kadar seslendirebiliyor Maraş? Ne kadar yüksek sesle? Maraş, kendi göbeğini kendisi kesen yerleşimlerden biri. Bu özelliği Türk İstiklâl Harbi’nde de göstermiştir, Türk edebiyatında da. Modern Türk şiirinde Maraş, kişilikli bir yerde durur, kişiliğini korur. Cahit Zarifoğlu gibi enteresan ve sıkı bir şairin memleketi olan Maraş, yetiştirdiği Zarifoğlu’nun modern Türk şiirindeki yerini, konumunu da belirlemiştir sanki. Maraş sadece Zarifoğlu’nun değil, Alâeddin Özdenören ve Erdem Bayazıt gibi başka enteresan şairlerin de beşiğidir. Maraş’ta her zaman ve her dönemde özgün, cins şairler yetişmiştir. Maraş’ın toprağında, havasında, suyunda bir şey var, bir ateş… Kendini taşrayla da, taşranın dış duvarıyla da sınırlamaz. Başı dik bir şehirdir; merkezî konumdaymış gibi kendine güvenir, kendine sahip çıkar. Tıpkı şair Zarifoğlu’nun şiiri gibi cesaretle, şaşırtarak, yepyeni; tıpkı şair Bayazıt gibi gür bir sesle; tıpkı Pakdil gibi boyun eğmeden; tıpkı Özdenörenler gibi derin bir tecessüsle…
Lût Gölü’ne kadar uzanan dev bir çöküntü çukurunun kıyısında durduğunu bilir. Yaslandığı Ahır dağının eteğinden başlayan bu tektonik çöküntüyü, kültürel bir çöküntünün yüze vuran izleri gibi görmeyi bilir. Bu yüzden içine kapanır. Ruhsal çöküntüye maruz kalacak kadar bahçesinden taşra çıkmaz, gül yetiştirir. Eski Maraş evlerinin iç bahçeleri vardır, evle bütünleşmiş olan bu mekânlar dışa kapalıdır. Evin de sırtı dışarıya, yüzü bu iç bahçeye dönüktür. Taassupla şahsiyetine ve mülkiyetine sahip bir şehirdir Maraş. Maraş, yüzyıllardır orada duruyor, İstanbul’u hep önemseyerek; yüzü ve gönlü hep İstanbul’a dönük. Değil mi ki, İstanbul’un Fatih’i, Dulkadiroğulları’nın kızıyla evlenmişti. Değil mi ki, İstanbullu Necip Fazıl, baba tarafından Dulkadiroğulları’na dayanır.