J.Joyce, “Dublin’in görüntüsü bir gün yeryüzünden silindiğinde, bir rehber kitap gibi Ulysses’e bakarak yeniden eksiksiz bir biçimde kurulsun istiyorum.” der. Galiba Yahya Kemal, Tanpınar, Abdülhak Şinasi Hisar da bunun peşindeydi. Aziz İstanbul ve Beş Şehir’i, nostaljik bir içe çekiliş olarak görenler elbette yanılıyorlar. Tam tersi bu kitapların her satırı yaşadığımız ve yaşayacağımız zaman- mekân ilişkilerinde, olan ve olacak olan kayıpların işaretleriyle doludur. Tanpınar, “Biz mukavemet fikrini kaybettik; ne yeniye, ne eskiye, hiçbir şeye mukavemet edemiyoruz. Şehrin sahibi değiliz, sadece içinde oturuyoruz; devletin ve belediyenin misafiri gibi”… derken, hayatiyetlerimizdeki kopukluğun, kimliksizliğin, bu  mukavemetsizlik”ten kaynaklandığını söyler.

Evet, insanlar şehirleri kurarlar ve ruhlarını mekâna üflerler ve fakat yapıp etmelerimizde, görüp gözetmelerimizde de mekânın, zamanlaşarak ruhumuza üflediği devamlılık vardır. Bugün şehre, sadece eski mimari ve manzaralar şeklinde bir kimlik kazandırılması isteği, modern sömürge ekonomisinin mekân algısının kültürel ve turistik olmasının sonucudur. Görüntü çağının başlamasından sonra ise mekân algımız neredeyse tüketebileceğimiz malları sergileyen simgesel binalarda kilitlenip kaldı. Televizyonun evlerimize girmesinden sonra penceresiz monadlara dönüştük. Mükemmel gerçeksi kurgu ve görüntülerle dolup boşalan belleklerimiz, odalarımızın, evlerimizin, caddelerimizin ve şehirlerimizin bellekleriyle ne olgusal ne de simgesel hâlleşmeleri yaşamıyorlar. Sanki şairlerimiz ve öykücülerimiz de artık bir mekânın ve insanın içinde değil de sadece yazdıklarının içinde yalıtılmış durumdadırlar. Ahmet Oktay’ın dediği gibi, postmodern şiir, dev bir imge koleksiyonu gibi, her şeyi ve hiçbir şeyi bir arada barındırmaktadır. Oysa orijinalin ve sonsuz yenilenenin ne olduğu mekânların hafızasında durmaktadır. Bu hafızanın, Maraş’ın peteklerinde sıkıştırılmış olarak bulunduğunu imleyecek bir otobiyografi, bir roman, bir şiir, bir şehir kitabı beklemeye devam ediyorum. Herhâlde böyle bir kitaba, düş kurmanın eşiğinden girer gibi girerdim. Girer ve şöyle Uzunoluk’ta boylu boyunca yatar ve hemen çeşmeden yüz metre kadar aşağıdaki yorgancıdan bir yorgan ister, üstüme örterdim. Düşümde bu yorganın şehrin çatısı olduğunu; yorganın her kıvrımının, Maraş’ın bir sokağı olduğunu görürdüm. Her sokakta önüme çıkan bulutsu insanlardan düşen çiğleri, rutubet sandığımı anlar, can havliyle af makamına geçer, çiğlere gözyaşlarımı karıştırırdım. “Her çiçek kendi çekirdeğinde gizlidir” şeklinde duyduğum sesin hangi taraftan geldiğini anlamak için başımı çevirdiğimde, anamı görürdüm. Düşümün içinde anamın düş gördüğünü anlardım. Anam “Sana Dulkadır İzzettinin kızını istedik, bundan böyle evimizin çatısı akmayacak.” derdi. Sevincimden Ulucami’nin minaresine çıkar, kaleye bakardım. Kalede zeytin toplayan adamlar da kim dediğimde, anam, “korkma onlar, burunlarında tek delik olan karabasanlardır.” derdi.

Maraş’ın peteklerinde sıkıştırılmış olarak duran hafızayı imleyecek bir kitaba, düş evine girer gibi girerdim. Atımı bir delikli taşa bağlar, Ahır Dağı’nda sâlep toplar, ovaya doğru bir keçi gibi seke seke inerdim. Birden, bir gün, çocukluğumuzun namazlarından birine yetişmek için dağdan aşağı inerken düşüp yaraladığım dizimi görürdüm. Kan revan içindeki dizimden duyduğum acının yüksek ateşlerle beraber günlerce devam ettiğini hatırlardım. Anam ne tavuklar kesmezdi ne şerbetler içirmezdi ki! Hele o gül şerbetleri. Anam, en şifalı güllerin, Sezai Efendi’nin konağının haremlik girişinde olduğunu söyler, oradan alır getirirdi. Düşümde, Saraçhane’nin oralarda anamı kaybederdim. Çarşafına tutunduğum kadının anam olmadığını anladığımda, bezirgânlardan birinin ağlamamam için bana şalvar kumaşı ölçtüğünü görürdüm. Sonradan babamdan öğrenirdim ki bu bezirgân, müşterilerinin kendisinden iki parçadan fazla eşya almasına müsaade etmeyen, üçüncü parça için müşterilerini komşu allefe gönderen Hacı Muzaffer Efendiymiş. Hemen aklıma gelirdi ki bu efendi, kışları konağının avlusunda, yazları bağ evinin meyve bahçesinde toplaşıp uzuneşek, birdirbir, oynadığımız; bu güzel yüzlü ihtiyar bize bir kere bakıp “kerratalar” desin diye sıraya girdiğimiz adamdır. Maraş’ın peteklerinde sıkıştırılmış hafızayı imleyecek bir kitaba, düş çölüne düşer gibi düşerdim. Düşerdim de kervanlarını düşlerimin ortasına salan mal bulmuş Maraşîlerin fincanlarını kırardım. Sonra divanhanede sabıkasız hokkaların kokusu altında, gurbetin boynunu vurarak sohbet ganimeti devşiren Maraşlı Şeyhoğlu İlbeyali’nin hikâyelerini dinlerken uykuya dalardım. Rüyamda alçacıktan uçan bir can hüması gibi olan dedemi görürdüm. Dedemin, Saraçhane Cami bitişiğindeki ticarethanesini, bu gün de elhamdülillah kazasız belasız kapatıp geldiğini, eline Mushaf’ı almasından anlardım. Öyle sükûn ve tevekkül içinde olurdu ki, onun, çocukluğunda da Kanlı Köprü’den korkmadığına hükmederdim. “Ben niçin bu köprüden korkuyorum?” diye düşündüğümde aklıma, Çocuk Bahçesi’nin duvarları üzerinde oturup okuduğumuz tommiks, teksaslar gelirdi. Evet, ben de bir Maraş kitabında düşe dalmak için bekleyenler arasındayım