Güneyin coşkun, verimli kırlıkları, kokulu parlak renkli çiçekleri, güneşle kızarmış meyveleri içinde doğmuşum ben. Benim içimdeki kırlar, yani benim kırlarım, bana solumasını ve düşünmesini öğreten Toros kırlarıdır. Çocukluğumun içlendirici kırları, gençliğimin eğitici, ateşlendirici kırları. Kuruluğuyla, yabani çiçekleriyle, meşeleriyle, güneyin yakıcı güneşi altında kavrulan incirleri, zeytinleriyle, biberleriyle benim kırlarım.
Şimdi anılarımı tazeleyince kış olsun, güz olsun, bahar olsun hep yağmurlu günler, bulutlu ama aydınlık bir gök, keskin bir rüzgâr, için için çalışan ve yorulan topraktan yayılan soğuk bir hareketsizlik geliyor aklıma. Yer değiştiren gezginci bulutların ardından bir görünüp bir kaybolan ve bulutların arkasına her saklanışta yeryüzünü daha karanlık gösteren bir güneşçik hatırlıyorum. Hele Ocak ve Şubat aylarının o poyrazlı kısacık günlerini bu günmüş gibi hatırlıyorum, ince bir buz tabakasıyla kaplanmış yolda hızlı hızlı yürürken adımlarımızın çıkardığı sesler duvara çarpıp yankılanırdı. Bu yürüyüşten eve döndüğümde ayaklarım acır, yüzüm pençe pençe yanardı. Yine de sanki bir zaferden dönmüşüm gibi kendimi gerilmiş ve kuvvetli hissederdim.
Bağ evlerini hatırlıyorum. Akşama doğru yakılan alambaçları hatırlıyorum. Biz çocuklar için şiir yüklü, ne büyük bir sevinçti. Sonra yataklar damların üstüne serilirdi. Yemeklerimizi yer yemez hemen yataklara girerdik. Yeryüzüne iyice yaklaşmaya başlayan yıldızları seyreder, Allah’ın ululuğunu, büyüklüğünü, yüceliğini düşünür, akan yıldızların arasında uykuların en safına dalardık.
Bağ bozumu günleri büyüklerin anlattıkları tadına doyum olmaz heyketleri (masalları) dinlerken, lüks lambasının hüzünlü ışığı altında gözlerimize bir ağırlık çöker, dalar giderdik. Hayat çok basit ve sadeydi, ama insanlar huzurlu ve mutluydu. Çocuklar mutluydu. Radyolar, televizyonlar, kalorifer kazanları, çamaşır makineleri, deterjanlar yoktu. Ocaklar ve isli lambalar vardı, ama insanlar huzurlu ve mutluydu.
Sonra babamın memuriyeti gereği şiir ülkesinden ayrıldık. O vakitler yedi sekiz yaşlarında bir çocuktum. Bu bizim ilk gurbete çıkışımızdı. Büyük bir kısmı Malatya’da, birazı da Tunceli’de geçen, toplam altı yıl süren bir ayrılıktan sonra yeniden şiir ülkesine dönüş. Gençliğe ilk adımlarımızı attığımız yıllar. Bir daha anlıyorum ki bu taze, özgür dünya ile aramdaki bağlar hiç kopmamış, her geçen gün biraz daha kalınlaşıp sağlamlaşmış. Artık şiire doğru ağır ağır yaklaşış.
Hamle dergisiyle tanışıyoruz. Nuri Pakdil ve arkadaşları çıkarıyor. Maraş Lisesi edebiyat kolunun çıkardığı bir dergi. Orada ilk kez Sezai Karakoç’un bir şiiriyle karşılaşıyorum: “Sen kış güneşi misin / Yakarsın ısıtmazsın / Bir ırmağın ortası yoksa / Seni mi hatırlayacağım”, mısralarını tekrarlayıp duruyorum. Bana değişik ve güzel geliyor. Güzel şiirler ve yazılar okuyorum Hamle’de. Hamle liseli gençlerin çıkardığı bir dergi ama Türkiye genelinde yankı uyandırıyor. Şiire olan tutkum giderek artıyor. O zaman lise kışlanın yanında, Almanlardan kalma taş binada. Bahçede dolaşırken, şimdi kim olduğunu hatırlayamadığım bir arkadaş Sezai Karakoç’un ünlü Mona Rosa şiirlerini tutuşturuyor elime. Bu şiirler çarpıyor beni.
Sonra Nuri Pakdil’in Hamle’deki küçük hikâyelerine ve düz yazılarına, eleştirilerine tutuluyorum, önümde yeni ufuklar açılıyor. Nuri ağabeyle tanışmamız daha sonra olacak. Daha sonra Hamle bizim elimize geçiyor. Değerli hocamız Mustafa Atatanır’ın gözetiminde biz çıkarıyoruz Hamle’yi. Hiç mi hiç hatırlamıyorum; Cahit Zarifoğlu ile Erdem Beyazıt’la, Ali Kutlay’la, Sait Zarifoğlu ile, Hasan Seyithanoğlu ile Faruk Balık’la, Akif İnan’la Acaba nasıl tanıştık? Bir Şeref Turhan’la nasıl tanıştığımızı hatırlıyorum; askerden yeni dönmüştü, Nuri ağabey tanıştırmıştı. Sonra bütün gecelerimiz birlikte geçti. Ben, Şeref, Cahit, Erdem, Akif şiir tutkunuyduk. Ahmet’le, Hasan edebiyat dünyasının dışındaydılar, ama yine de yakın arkadaştık. Edebiyatla ilgilenmeleri çok sonradır. Faruk iyi bir dinleyici idi. Geceleri kışla yolunda okuduğum şiirleri dinler, birlikte içlenirdik. Evet, geceler... Şiir ülkesinin geceleri… Sait de şiirler yazardı, fakat nedense bir çizgi tutturamadı. Kardeşi Cahit bunu çok yazmasına bağlamıştı bir gün. Gerçekten de tomar tomar şiirler yazardı Sait. O şiirlere ne oldu acaba? Sait’in bir yanına değinmeden edemeyeceğim; altın gibi bir kalbi vardı, saf özlü bir kalb. Hâlâ da öyledir ya. Ben ders çalışmazdım, edebiyatın dışında, felsefenin dışında hiçbir şey ilgilendirmezdi beni. Bu yüzden bütünlemeye kalırdım cebirden, geometriden daha bilmem neden. Sait beni çalıştırmak için fellik fellik peşimden dolaşırdı Pınarbaşı’nda. Liseyi bitirmemde büyük ölçüde Sait’in katkısı olmuştur. O olmasaydı elimize belgeyi tutuşturmuşlardı. Her neyse yine şiire dönelim.
O vakitler Varlık dergisini okurduk. Şiire ve edebiyata olan ihtiyacımızı o gideriyordu. Bir de Abidin Kısakürek’in çıkardığı bir dergi vardı*, adını şimdi hatırlamıyorum. Ama bu dergi Varlık’ın yanında sönük kalıyordu, onunla at koşturamıyordu. Bir de İstanbul diye bir dergi çıkıyordu. İstanbul daha seviyeli bir dergiydi ama Varlık’ın etkinliği onda da yoktu. Abidin Kısakürek’in dergisi ile İstanbul sağ bir görünüm içindeydi. Varlık’sa daha yenilikçi gibi bir şey. Ama Varlık dergisinin bizi şiddetle rahatsız eden bir yanı vardı: Din düşmanıydı. Bizse her bozulmamış, beyni yıkanmamış Anadolu çocuğu gibi, Allah’a ve Peygambere inanıyorduk ve bu inanç bilinçli bir inanç olmamakla birlikte köklü bir inançtı. Dine “yeşil tehlike”, Peygamberimize “çöl bedevisi” diyen yazılara rastladıkça tüylerim diken diken olur, nasıl oluyor da bu cesareti gösterebiliyorlar diye hayret ederdim. Günlerden bir gün Erdemlerin evinde Mehmet Bayazıt’la tanıştık. Yaşı bizden oldukça ileriydi ve de çok ilginç bir insandı. O zamana kadar duymadığım şeyleri anlatıyordu bana. Önümde derin uçurumlar açılıyordu ve milletimin tarihte eşine rastlanmamış ihanetler dizisiyle karşı karşıya kaldığını algılıyordum. “Tarihin yaprakları arasından sızan kanı” görüyordum. Büyük Doğu ile tanışmamız da Mehmet Ağabey vasıtasıyla oldu. Ve o arada Büyük Doğu yeniden yayınlanmaya başladı. Üstad’ı büyük bir iştahla okuyorduk, ruhumuzda fırtınalar esiyordu. Ve yine o arada Pazar Postası diye haftalık bir dergi çıkmaya başladı, daha doğrusu elimize geçmeye başladı. Şeref ’in Çocuk Bahçesi’nin yanındaki kitapçı dükkânına geliyordu dergi. İkinci Yeni’yi orada gördük. Önce yadırgadık, ama bu akımı benimsememiz uzun sürmedi. Artık biz de kervana katılmaya başladık. Maraş’ın, bu eşsiz şiir ülkesinin poyraz uğultulu gecelerinde, arkadaşlarla bir aşağı, bir yukarı dolaşarak şiirler, şiirler, şiirler okuyorduk. Varlık dergisi İkinci Yeni akımına karşı koyunca, etkinliğini yitirdi, sönüp gitti. Gelen, zamanın gerektirdiğini yapan, bir ihtiyaca cevap veren akışa karşı durmak mümkün mü?
Daha sonra ver elini İstanbul. Lise son sınıfı İstanbul’da okudum. Sonra Edebiyat Fakültesi ve 1960 İhtilali. Nuri Ağabey asker. Bir mektubu geliyor. Se zai Karakoç’la tanışmamızı istiyor bu mektubunda, adresini veriyor. Gidiyoruz Rasim’le birlikte. Karakoç o sıralar Karaköy’de maliye kontrolörü. Tanışıyoruz. Bu kez yepyeni bir dünya açılıyor önümüzde ve devam ediyor. Ve ben şiirlerimde sürekli olarak Maraş’ı yaşıyorum. Dolaylı ya da dolaysız olarak şiir ülkesinin verimleri vardır tüm şiirlerimde: “Bizim oralarda hüzün / Geceleyin gündüzün / Göğüslerde dağlanır / Gözlerde oyalanır / Ağaç dallanır / Sularla kanlanır / yenilen hüzündür / içilen hüzün / Geceleyin gündüzün.”