Antep yolundan gelirken şoför uzaktan bir yeri parmağiyle işaret ederek işte “Maraş” dediği zaman şaşırdım: Toprak sırtlı, boz renkli ve çıplak Ahır dağının eteğine doğru, içindeki evcikleri güçlükle seçilen yeşil bir gölge uzuyor, köy gibi ve dağa yapışmış gibi bir şey, Dulkadiroğulları’nın bu kadar zaman taht kurduğu ünlü Maraş bu mu? Yağlı boya tablolara uzaktan bakılır. Meğer Maraş’a yakından bakmalıymış. İşte şehir kıyısındaki mezarlığa geldik. Karşımızda dağa, sağa ve sola doğru, ağaçlıklarla sarmaş dolaş, tepelerle dalgalı, enli enli ve geniş bir serpiliş. Ben de demin o kadar uzaktan neye bakmışım sanki. Şehre girdikten biraz sonra şose tıpkı bir tüneli andıran çarşıya daldı. Tünelin üstüvanî kubbesindeki yarıklardan ışık parçaları dökülüyor. Kalabalığı yarmalıyabilmek için biteviye korna yaparak birkaç yüz metre sonra tekrar aydınlığa kavuştuk. Ulucami’nin önünden geçerken şöylece avludan bakıyorum: Üç oluğundan şırıl şırıl sular akan taş çeşme ve üst istilâktitleriyle bir mihrab gibi işlenmiş cami kapısı. Hatırladım, Mısırlı İbrahim Paşa, Maraş’ı aldığı zaman ilk cuma namazını burada kılmıştı. Kapıdan girdiğini görünce kürsüdeki vaiz hemen ayağa kalkıyor. Bütün cemaat de ayağa kalkar. İbrahim Paşa o kadar yufka yüreklidir ki “camide herkes müsavidir” diyerek cemaat i bir iki dakika daha ayakta tutmamak için hemencik şu kapının arkasına oturuverir. O paşa ki, bir asker başkasının sütünü içtiği için adalet yapacağım diye askerin karnını yardırarak sütü akıtmış; Osman adındaki sevgili kölesini, kendinden izinsiz hamama gittiği için, öldürterek köpekler yesin diye vücudunun yarısını da mezardan dışarıda bıraktırmıştı; tam bir asır önce şu cami içindeki kalabalık ona “ne dindar adam” dedi!

 


Paşamız şöyledir, böyledir ama, punduna getirince nüktedanlık yapmayı da bilir. Camideki müezzinin sesi gayet berbatmış. Namazdan sonra etrafındakilere der ki: Sultan Mahmud beni Anadolu’dan çıkarmak için ordular göndereceğine şöyle beş, on müezzin gönderseydi ben kendiliğimden çıkar giderdim! Şehrin ortasındaki bir tepe üzerine kurulmuş kale üstünden bütün Maraş panoramasını seyrediyoruz: Kale sahası beş, altı dönümlük bir düzlükten ibaret. Ne burçlar, ne duvarlar, eski gövdeden sadece yer yer birkaç temel kabartması kalmış. Şarkta Divanlı tepesi; tepeden dereye doğru, su içmek için inen bir davar sürüsü gibi sarkmış evlerin yukarısında, iki şerefeli minaresiyle Div anlı camii uzun asasını dikerek sürüsünü gözetlemekte dir!  Şarkla şimal arasında Abarabaşı mevkii, üstte İtalyan Cizvitlerine ait kilise yeşillikler içine gömülü bir villâ gibi duruyor. Tam şimalde dağa yaslanan Kayabaşı sem ti; bunun da yukarısında öksüz yurtları ve hastaneleriyle Alman kolonisi; onun biraz daha garbında, bermutad iri iri gövdeleriyle Amerikan kolejleri. Şehrin en hâkim yerin e sıralanmış bütün bu ecnebi binalarının artık ne saçaklarında bayrakları, ne içlerinde milletleri var. Hepsi eski emellerin tehlikesinden sadece birer hatıradır. Beri taraftaki, dört dıl’ında dört mustatil oturan içi kalabalık kışla, ortadaki çıkkın kısmını bir göğüs gibi gererek onl ara askerce erkek erkek bakıyor. Cenup cephesi Maraşaltı denen yer. Yukarıdan aşağı zikzaklama inen tek yol, buradan in ağzı gibi görünen çarşının karanlığı içinde kayboluyor.

 


Topraktan dümdüz damiyle Ulucami hiç de gösterişli değil. Bu semtin evleri hep kerpiç. Sağdaki tepeye vadinin sıska evleri tırmanmak isterken yarı yolda soluyarak kesile kalmışlar. Cenubun bütün süsü şehrin en kıyısındaki çeltik fabrikasıdır. Hele bacası: Minare boyunda çelik bir soba borusu havanın boşluğu içine kuzgunî bir çizgi hâlinde uzanmış. Önümüzde alabildiğine engin bir ova. Ovanın ortasında beyaz bir hendese şeridi gibi dümdüz uzayan Fevzipaşa şosesi. Ovayı büklüm büklüm kavisleyerek pirinç tarlalarını besleyen Aksu’nun kendi sinmiş, ırmaktan yer yer cam kırıklarının pırıltısını görüyoruz. Ovanın karşı ufkunda en haşmetli bir çerçeve: Gâvur dağları dalga dalga uzadıkça tabaka tabaka kabararak yarı göğü kaplıya kaplıya gerilip duruyor. Şehrin garbına pek bakma; bir tümsek üstünde Acemli Mahâllesiyle, onun daha üstünde Mağaralı Mahallesi, ikisi de fakir birer köy öksüzlüğe boyunlarını bükmüşler. Bu iki mahâlleyi de gördükten sonra üstünde bulunduğumuz Kaletepe’nin eteklerini çevreleyen ev dolanışına da şöylece bir göz atınız; Maraş’ın panaroması tamamlanmıştır. Dağın eteği üstünde; dereli tepeli, oynak bir eda ile serpilen, içi ve etrafı hep ağaç dolu bu yemyeşil Maraş’ın en iyi evleri bile niye kiremitli değil de hep çinko kaplıdır? İç Anadolu’dan gelen poyraz 1300’lük Ahır dağını aşınca, kızgın ovanın hafif havası içine birdenbire bir gülle gibi düşüyor. Deli poyraz kiremit bırakmaz ki. Şehrin içini geziyoruz: Meğer ortada belde var, be lediye yokmuş. Bir aşağıdan yukarı gelen şose, bir de hük ümet konağından Pınarbaşı’na giden yol; gerisi eğri büğrü, daracık, bakımsız sokaklar. Anladım. Maraş’a ne çok uzaktan bakmalıymış, ne çok içinden. Zaten Maraşlı da pek şehriyle değil, yukarıda yaylâsı ve aşağıda ovasiyle övünüyor olacak; orada darbı mesel gibi söylenen şöyle bir söz var. Peygambere sormuşlar, “en güzel belde neresi?” diye. Peygamber cevap vermiş : “Altında çeltik, üstünde keklik nerede varsa!”. Burada keklik kafiye hatırı için söylenmiş olacak. Yoksa yaylâ asıl kekik otu yiyen davarlariyle ünlüdür. Evliya Çelebi’nin anlattığı masala bakın: Ömer zamanın da Müslümanlar gaza için buraya geldikleri zaman Maraş’taki Cimcime nam Kayser’in tepede beslenen yetmiş binlik davarı varmış. Çobanlar sağdıkları kantarlarla süt ü tepedeki mermer havuza dolduruyorlar ve sütler mermer borularla saraya geliyor. Masal masaldır ama içinde apaçık bir hakikat gizli.

 


Pınarbaşı mesiresinin sık ağaçlı bahçesindeyiz. Yanımızda gürbüz bir ark akıyor, öğle güneşinin kızgınlığı dışarıda kalmış; kaçkın bazı ışık parçaları yeşil yapraklardan süzülerek çimenin üstünde benekleme titreşmektedir. Ellerinde kakmalı iki saz, bıyıkları kara, göğüsleri yanık, dirseğe kadar yarım kollu cepkenlerinin altından bileğe kadar mintanları taşan iki halk şairi bize Maraş çenginin türküsünü söylemek için sazlarını akord ederken yanımdakilerden o menkıbeyi dinliyorum: Cuma günü, Ulucami dopdolu. Apansız bir haber: Kaledeki Türk bayrağı yerine Fransız bayrağı çekilmiş. Derhâl binlerle yiğit, kol kol, ellerinde silâh, önlerinde bayrak, tepeden yağan kesif düşman ateşine rağmen, devrilenlerin üstünden saldıranlar sıçrıyarak işte bir hamlede kaleye çıkmışlar ve düşman tepelenip al bayrak tekrar yerine dikilmiştir. Miralay Abadi’nin kitabında kendileri de itiraf eder: Üç hafta süren amansız sokak harplerinden sonra Fransızlar şehri boşaltarak kaçıyorlar; 1920 şubatının kışı o kadar şiddetliymiş ki yüzlerle Fransız askerinin yollar da ayakları donmuş ve ricat eden Ermenilerden de binlerle kişi ölmüş. Antep dayanmıştı, Maraş atmıştır. Antep, hem hakkan, hem kanunen Gazi oldu; Maraş’a da umumen kahraman denir. Maraşlılar her yıl kurtuluş gününde kaleye yapılan o hücumu aynen temsil ediyorlar: Kışladan gönderilen bir kıt’a asker düşman rolünü yaparak kaleden bizim bayrağı indirir, hususî manevra fişeklerinin ortalığı ateşe ve dumana boğan cenk gürültüleri içinde, ilk günkü o hücum olduğu gibi yaşatılır. Bu, bir temsil değil; bu, toprakta oynanmış bir tiyatro değil; bu, hakikati kendi sahnesinde tekrardır. Maraşlılar bu yirmi üç günlük cengi baştan başa destanlıyarak şi’re ve besteliyerek saza geçirmişler. Güftenin sözü basit, bestenin temposu aynı, ne çıkar, o eşsiz yiğitliği canlandıran davudi iki hançerenin sesi ruhlara dökülmektedir. Türkü, hazırlanış günlerini anlatarak başlıyor:


Bir beşli mavzer on beş liraya.
Alın arkadaşlar namus günüdür.


Saldırış günü:


Mercimek tepeye çıktığın duyduk
On iki cepheden saldırıp vurduk.


Ve kaçırış günü:


Topları da bırakıpta kaçtılar!


Peki, Maraş kurtuldu. Fakat Antep kuşatılmıştır. Maraş’ı kurtaranlar şimdi de Antep’in yardımına koşuyorlar. Türkünün sonu şöyle biter:


Dayan Antep dayan Maraş geliyor!


Bayrak nedir? Hepimizi bir yapan büyü. Türk birliğini söyleyen o tek mısraı Pınarbaşı’nın bahçesi içinde bir bayrak gibi selâmladım.