Ahır dağı eteğine cenuptan şimale doğru enlemesine tırmanarak yaslanan Maraş’ı şimalden cenuba doğru çatlak bir yarma hâlinde kıvrılarak inen bir dere ikiye ayırır. Zorlu bir zelzele yarığına benzeyen derin derenin dibindeki su, cılız bir pırıltıdır. Zaten çatık duruşlu çatl ak yarmaya bir de “Kanlıdere” diye korkunç bir ad takmışlar. Fakat bu ad ona dışardan takılmadı, dere kendi adını koynundan kendisi çıkardı. Yavuz, Çaldıran dönüşünde Dulkadir devletine nihayet verdirdiği vakit, Maraş’a, Dulkadirlilerden Ali Bey’i vali, Beyazıt kasabası beylerinden İskender Bey’i de çavuşbaşı tayin etmişti. Ulucami, Dulkadirlilerin en ünlü hükümdarı Alâüddevle’nindir.
Şehre ziynet olan Beyazıdlı Cami’sini de İskender’in oğlu Hacı Abdullah Bey yaptırdı. Dulkadirliler derenin şarkında, Beyazıdlılar garbında, birinci hanedan eski bir devlet olmakla, ikinciler de Maraş’ta Yavuz’un ilk askerlik mümessilliğini yapmakla övünüyorlar. Dere, iki tarafından iki soylu aileye de hak verdi, fakat iki taraf ortalarındaki dereye bir türlü rahat vermediler. Birbirine rakip iki hanedanın arasında kavgalar oluyor. Katiller yapılıp kanlar dökülüyor. Bazan iki tarafın taraftarları arasında toplu çarpışmalar. Bazan bu çarpışmalar enikonu bir harp şeklini almaktadır. Arasıra mütareke ve musalâha yaparak dinleniyorlar. Yorgunluk geçti mi yeniden cenk. Asırlarca süren bu kızıl patırtılar hep bu derede geçti. Dere iki tarafın hududu; dere şehir cenginin bel kemiği; şehri ikiye ayıran dere, şehirliyi de ikiye böldü. Ona Kanlıdere denmesi, bu, onun adı değil, kendidir. Zaman zaman iki aileden de Maraş’ın en yüksek makamında bulunan ünlü adamlar yetişti. İşte 1795’te Antep’deki Seyidlerle Yeniçeriler arasındaki kanlı hâdiseyi bastırmaya memur edilen Maraş Beylerbeyisi Ömer Paşa Dulkadiroğullarındandı. Yolda bir pusu kurşuniyle şehit düştü. Ve işte ondan kırk yıl sonra Mısırlı İbrahim Paşa kuvvetlerini Maraş’tan kovan o yiğit ve afacan vali Süleyman Paşa da Beyazıtlılardandır. Böyle adamlar yetiştiren bu iki aile Kanlıdere’de niye çarpışıp durdular? O, çarpışan iki aile değil, tarihti. Maraş’ın Yavuz’dan önceki geniş tarihi Yavuz’dan sonra sadece şehrin içine sıkıştırılınca deprentiler yapıyor. Denizi dalgalandıran rüzgârdır; rüzgâr kesilir, fakat dalga hemen kesilmez, ölü dalganın rüzgârı yok, fakat hareketi var. Yavuz, Maraş’ın tarihini gömdü. Kanlıdere gömülen o tarihin ölü dalgasıdır.
Gömülen tarih; ne çalkantılı ve ne oynak tarihti o: Maraş ilk zamanlar Emevî ve Abbasî Müslümanlarıyla Bizanslılar arasında, futbol topu gibi, devletten devlete atılan bir serhad beldesiydi. Ötedeki devlet mi kuvvetli, berideki mi? Maraş’a bak: Orada ezan okunuyorsa Müslüman devleti ayaktadır, yok çan çalınıyorsa anla ki Müslümanlara tefrika düştü ve Bizans’a fırsat. Selçuk geldi, Bizans kalktı, öteden de Arap devleti gitti. Türk geldi. Maraş artık ikinci Kılıçaslan’la Suriye hükümdarı Nureddin arasında alınıp verilmektedir. Eskiden ezanla çan şehri sanki ufuktan ufka atıyordu; şimdi olduğu yerde hiç tınmadan duruyor: Gelen de Türk, giden de. Selçuk kuvvetli; Maraş, Anadolu’nun cenuba karşı serhaddidir; Moğol yüzünden Selçuk zayıf, bu sefer de Maraş, Mısır’ın Anadolu’ya karşı serhaddi. Hep iki devlet ten birinin ya şimalden cenuba, ya cenuptan şimale karşı; ya ilk yumruğu, ya ilk yumruklanışı olup durmak; nedir bu? Dulkadiroğulları burayı ele geçirdi. Maraş artık serhad değil, devlettir. Devlet, fakat küçük; küçük fakat yan böğründe kocaman Mısır devleti var; adamı rahat bırakır mı? Devlete adını veren Dulkadir, devleti kuran onun oğlu Karaca Bey; Mısırlılar Karaca’yı yendi, Mısırlıları yenen onun oğlu Hâlil Bey’i de Mısırlılar kendi kardeşi İbrahim Bey’e öldürttüler. İşte Karaca’nın öteki oğlu Sulu Bey de Mısırlıları yendi, gene aynı silâh; Mısırlılar bu sefer de onu yeğeni Ali Bey’e öldürtüyorlar. Dışarıdan ordular yen, içeriden hiyanete yenil. Bereket öte taraftan kendisiyle hudutlaşan Osmanlı devletine. Maraş iki kuvvet arasında sıkışmış değil, iki büyük devlet arasında muvazeneleşmiştir. Bak Hâlil’in oğlu Nasıreddin Mehmed’e: Mısırlıya gül, Karamanı yen, Osmanlıya gül, Kayseri’yi al.
Hele onun oğlu Şişman Süleyman: Ne harp, ne gürültü; ye, iç keyfine bak. Hüküm sürmekten ne çıkar; safa sürülmezse. Dört kadın ve sayısız cariye; her gün sarayında kırk beş beşik sallanıyor. Yetişkin beş kızının güzelliği dillere destan. Âşıkpaşazade anlatır. İkinci Murad veziri Çandarlıya dedi: “Hâlil, dilerim ki oğlum Mehmed Sultanı everen. İllâ Dulkadir oğlunun kızın alam dirin. Ve hem Türkmen bizimle doğruluk eder.” Beş kızın en güzeli Siti Hatun’u Fatih’e verdiler. Damadı İstanbul’u aldığı vakit ne kadar övünüp böbürlenmişti. Süleyman Bey neş’e ve zevkten öldü! Dört oğlundan büyüğü İskender tahtta, ikincisi Budak, Mısır’da, üçüncüsü Şehsüvar da Fatih’in yanında, Mısırlı Budak vasıtasıyla, İskender’i öldürtmüştü. Fatih, Şehsüvar’ı göndererek, Budak’ı kovdurttu. Mısır, Şehsüvar üzerine büyük bir ordu yollar, feci şekilde yenilir. Bir ordu daha, o da öyle. Artık desiseye başvuruş; Türkmen beyleri el altından satın almıyor. Üçüncü cenk, hiyanet cengi: Kahraman Şehsüvar Kahire’de asıldı. Dört kardeşten sonuncusu, Alâüddevle, asıl ismi Bozkurt; Dulkadirlilerin en yamanı. İri yarı, al yanaklı, hey betli bir adam. Tahta, Fatih’in yardımıyla geçti. Kızı Ay şe Hatun’u Beyazıt’a veriyor. Bu kadın Yavuz’u doğuracak. Diğer bir kızını da Mısır sultanına verdi. İki tarafın da iki şanlı damat; Dulkadir ülkesi kemalinin son had dinde; Alâüddevle artık ak saçlı dinç bir ihtiyar. Kızı Benli Hatun’un güzelliği İran sarayına kadar ün salmış olacak. Şah İsmail istiyor, Şii’dir diye vermez. Genç ve mağrur şah her yeri yıkan zelzeleli bir ordu ile apansız Maraş’a çöktü. Alâüddevle dehşet içinde dağlara kaçar. Şah, Dulkadirlilerin ölülerini mezarlardan çıkartarak kemiklerini yaktırır ve Alâüddevle’nin ele geçirilen bir oğlu ile üç torununu ateşte kebap ettirip askerlerine yedirtti.
Yedi sekiz yıl sonra Yavuz Çaldıran’a gidiyor. Alâüddevle için ne güzel fırsat; işte şahtan tam intikamını alacak. Fakat ne o? İhtiyar Dulkadirli şaha değil, padişaha düşmandır. Yavuz’u arkasından vurmaya çalışıyor. Bizim tarihler buna hiyanet der. Hâlbuki o asıl tehlikenin nereden geleceğini sezmişti: Şahtan intikam almak çok tatlı, fakat padişaha istiklâlini kaptırmak, bu büsbütün acı. Bir tarafta uzaklaşan dünün hatırası, bir tarafta yakın yarının tehlikesi. Zevk, şaha yüklenmek; vazife; padişaha karşı durmak; bir yanda his, bir yanda irade; doksanlık Alâüddevle zevki vazifeye yendirip istiklâli intikamdan üstün tuttu ve kalbinin sesini kafasiyle bastırmayı bildi. Sahiden yaman adammış. Çaldıran dönüşünde Yavuz, Sadrazam Sinan Paşa ile Şehsüvar oğlu Ali Bey’i Alâüddevle’nin bertaraf edilmesine memur ediyor. Maraş’ta ele geçen Dulkadir hazinesi Şah İsmail’inkinden kat kat zengindir. Cenkte Alâüddevle’nin doksan yıllık kellesi uçtu. Yavuz onun kızının oğlu, Ali Bey de kardeşinin oğlu; kelleyi uçuran yeğeni ve uçurtan da torunudur. Dulkadirlinin istiklâli gitti, tahtı kaldı. O tahta oturan Ali Bey’in başında taç yok, fakat yüreğinde sadakat var. Çaldıran ve Mercidabık’ta çok yararlıkları görülmüştü. Süleyman’ın ilk zamanlarında da en tehlikeli isyanları bastıran hep odur. Fakat Serdar Ferhad Paşa onu kıskanıyor. Padişah adını Türkmencesine bir kabalıkla zikr etmiş diye padişahı kışkırtıp katline ferman aldı: Türkçe konuşmak uğruna koca bir Türk yiğidinin kellesi gidecek. O hâdiseden bahseden bütün Osmanlı tarihlerinin dalkavukluğuna karşı yalnız müverrih Âli’nin “Künh-ül-ahbar”ı işi mertçe anlatır. Ehemmiyetli kuvveti olan Ali Bey’i açıkça katlettirmek kolay değildi. Onu kancıkça el de etmeye kalktılar. Sefere gidilecek diye orduya davet ediyorlar. Dört oğlunu da yanına aldı. Çocukların kalbine bir şey doğmuş olacak. “Mecmuumuz birden gitmek hayır değildir, ya siz gidin, ya biz gidelim” dedikleri zaman, o “ben Ali Osman doğrusuyum, kimden ne korkum var?” demişti. Meğer beridekiler Allah’tan da korkmazmış. Onu dört oğluyla beraber boğazladılar. Kanlıdere, Kanlıdere, onun iki tarafındaki iki aile tam dört asır niye çarpıştı? Onun bir tarafında tarihin hıncı, öte tarafında Yavuz’un hatırası oturuyor. Dulkadirlilerle Beyazıtlılar iki devletten kalma iki semboldü. Kanlıdere kanlı bir tarihin homurtulu hesaplaşmasıdır. İmparatorluk çöktü. Maraş’a Fransızlar girdi. Kanlıdere’nin artık sağ tarafı ve sol tarafı yok, ortada Maraş Türklüğü’nün bütünlüğü var. Şahlanan o bütünlük tankları ve bataryalariyle Fransızları kovuyor. Dört asırlık Kanlıdere o yirmi üç günlük cenkle birden şanlıdere oldu, Kanlıdere imparatorlukla beraber gömülmüştür.