Zeynep Kevser Şerefoğlu - Maraş’ın Öyküsü Yazıldı Mı

 

MARAŞ’IN ÖYKÜSÜ YAZILDI MI?

    

Maraş ‘şairler diyarı’ derler ya… Bir o kadar öykü şehridir aslında…

 

Nasıl mı?

 

Hikâye/öykü, gerçek veya tasarlanmış olayları anlatan bir düz yazı türü; Tanzimat’tan sonra hayatımıza giren. Öncesinde yok muydu? Vardı elbet, fakat “tahkiye” unsuru olarak dizeler arasında yer bulmuştu kendine. Geleneksel edebiyatımız olan Klâsik Türk Edebiyatı’nda, edebiyatın merkezine oturan şiir, hikâyeyi de anlatmıştı bize… Daha öncesine gidersek, Dede Korkut Hikâyeleri’nin kahramanları dizeler arasından konuştu birbirleriyle.

Sonra modern anlamda hikâye ile tanıştık. Kimi zaman olay etrafında şekillenip, ‘giriş, gelişme, sonuç’ çerçeveleriyle kurgularını tamamladı hikâye; kimi zaman olaydan, konudan vazgeçip kameranın bir an bir portre üzerindeki çekimi esnasındaki birkaç dakikalık görüntüsüyle; hatta görüntüyü bile tam vermeden bir içsel serüvenle ya da psikolojik değerlendirmeyle, bir entelektüel bunalım aktarımıyla yetindi.

 

Ancak iş tarife gelince hep, ‘romandan nâkıs’ kısımları belirlenmeye çalışıldı. “Romana göre sayfa sayısı az”, “romandan farklı olarak ‘şu’su yok”, “romana nazaran göre tip ve karakter sayısı…” şeklinde devam eden cümlelerden hangisini giyineceğini düşünüp durdu hikâye.

 

Her ne kadar artık son dönem edebiyatında türler arasındaki geçiş olanca hızıyla saydamlaşmaktaysa da, illâ bir türün yanına koyup da boyunu ölçeceksek öykünün, ben şiiri tercih ediyorum. Modern anlamda hikâye yokken hayatımızda şiirle anlatılan hikâyelerin tadını çok sevmekten, Fuzuli’nin ‘Leylâ vü Mecnun’unu bıkıp usanmadan okumaktan mıdır bilmem, ‘romanın kardeşi’ değil, ‘şiirin ağabeyi’ olarak görmek istiyorum öyküyü. Belki de şiirin ve müziğin imkânlarından öncelikli olarak faydalanan hikâyenin damakta bıraktığı tadı ben de önceliyorum. Modern şiirin imkânlarından ne kadar çok faydalanıyorsa hikâye, aslına; şiirden gelmiş hâline o kadar çok yaklaşıyor. Öyküsü yazılan her olay, bir parça şiirleşiyor; öyküsü yazılan şehirler gibi…

 

Bir şiir/şair şehri olan Maraş’ın öyküsü olmaması imkânsız. Bir şehir, bu kadar şaire ilham verecek ruha sahipse, nice öyküler de barındıyordur içinde. 

 

Daha önce bir kısmını okumama rağmen bu gözle bakmadığım öykülere yeni bir heyecanla dönüyorum. Çevirdiğim her sayfada “acaba” diyorum; “aktarılan damıyla, çaput minderiyle, balyalarıyla, poyrazıyla, tarhanacısıyla; ‘Kale’, ‘Çarşıbaşı’, ‘Yeni Kasaplar Çarşısı’, ‘Kayabaşı’, ‘Arkbaşı’, ‘Abdallar Mahallesi’, ‘Kanlıdere’, ‘Uzunoluk’, ‘İstasyon’ gibi mekânlarıyla; şu an kendisinin bile geriye doğru uzanırken erişemediği bir zamanlarki hayatını buluyorsa şehir; bir yazarın öyküye dönüşmüş satırlarında, o zaman bu, o şehrin öyküsü müdür?”

 
Maraş için Ankara’ya…


Bu sorunun cevabı için öykülerin çıkışındaki zihne yönelmek, bütün tanıdıklıkları, aşinâlıkları, bunları resmeden sayfaların sahibine, Rasim Özdenören’ e sormak olacaktır, en doğrusu… 


Üzerinde düşünülecek hikâyeler, sıradan bir yolculuğa razı olmaz elbette. Bu yolculuk için tren seçilmeli, Anadolu’ya Haydarpaşa’dan geçmenin tarihî anekdotları içinde hikayeler yeniden, yeniden düşünülmelidir. Sorular; tren raylarıyla ilk kez karşılaşmanın, yeni tanışmanın şaşkınlığı içinde raylar boyu uzar gider. İstanbul’dan Ankara’ya gidip “Maraş”ı konuşacak olmanın, Rasim Özdenören’le bu şehirde sohbet edecek olmanın verdiği his; yenmeye çalışır Ankara’nın Şubat soğuğunu…

 

Başkentin devasa ve soğuk binaları arasında Devlet Planlama bulunur. Büyük asansörlerden çıkılarak, her nasılsa heyecandan ağırlaşan adımlarla tarif edilen odaya doğru yönelinir. Ancak kapısından mahcup bir baş eğmesiyle girilen oda, daha ilk saniyelerde tanıdık bir ortama dönüşüverir. Sonrası… Başkentin sesi tok saatlerinin arasından süzülerek Kahramanmaraş’a doğru çıkılan yolculukta şehre belki de hiç bu gözlerle bakmadığını anlamanın şaşkınlığı; şehre bir “yazar”, bir “düşünür”, bir “derdi olan adam”, bir “derinlik gören göz”ün bakışlarının farklılığı…

 

Öykülerdeki Mekânlar/İnsanlar

 

  1940’ta Maraş’ta doğar. İlk ve orta öğrenimini Maraş, Malatya, Tunceli gibi Güney ve Doğu şehirlerinde tamamlar. İ.Ü. Hukuk Fakültesini ve İ.Ü. Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirir. Devlet Planlama Teşkilatı’nda uzman olarak çalışır. Bir ara araştırma amacıyla ABD’nin çeşitli eyaletlerinde, 1970-1971’de iki yıl kadar kalır. 1975 yılında Kültür Bakanlığı Bakanlık Müşavirliği görevine gelir. Aynı bakanlıkta bir yıl da müfettişlik yapar. 1978’de istifa ederek ayrıldığı devlet memurluğuna bir süre sonra tekrar döner.
 

Denize Açılan Kapı adlı eseriyle 1984 yılında Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Hikayecisi Ödülü'ne layık görülür. İki Dünya adlı deneme kitabı da 1978'de Türkiye Milli Kültür Vakfı tarafından fikir dalında Jüri Özel Ödülü'nü kazanır. Çok Sesli Bir Ölüm ve Çözülme adlı hikayeleri ayrıca TV filmi yapılır, bunlardan Çok Sesli Bir Ölüm, Uluslararası 1977 Altın Prag TV Filmleri Festivali’nde Jüri Özel Ödülü alır. Bu ödül de, TRT Televizyonu’nun ilk ödüllerindendir.

 

Yazmaya 1956 yılında, henüz bir lise öğrencisi iken başlayan, Kafka’yı, onun yanında Faulkner ve Dostoyevski’yi de okuyan, bu yazarlardan etkiler aldığını söyleyen, özellikle Dostoyevski’yi bir üstat olarak gören;  1976 yılında, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Aleaddin Özdenören, M.Akif İnan, Nazif Gürdoğan ve Hasan Seyithanoğlu ile birlikte edebiyat dünyamızda önemli bir yeri olan Mavera dergisinin kurucu kadrosunda yer alan yazarın eserleri şöyledir: Denemeler: Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler, Yeniden İnanmak, Kafa Karıştıran Kelimeler, Müslümanca Yaşamak, Aşkın Diyalektiği, İpin Ucu, Ben ve Hayat ve Ölüm, Çapraz İlişkiler, Kent İlişkileri, İki Dünya, Yazı, İmge ve Gerçeklik, Eşikte Duran İnsan, Yaşadığımız Günler, Red Yazıları, Acemi Yolcu, Yüzler, Köpekçe Düşünceler,  Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı, Düşünsel Duruş,  Yeni Dünya Düzeninin Sefaleti, Ruhun Malzemeleri. Hikâyeler: Toz, Çarpılmışlar, Çözülme, Çok Sesli Bir Ölüm, Denize Açılan Kapı, Hastalar ve Işıklar, Kuyu, Hışırtı, Ansızın Yola Çıkmak. Roman: Gül Yetiştiren Adam.

 

Arif Ay, Yedi İklim Dergisi’nin Rasim Özdenören'e ayrılan Şubat-Mart 1999 sayısında "Bir Portre" başlığı ile Rasim Özdenören'in farklı bir biyografisini yazar: “İlk ve ortayı Sütçü İmam'da okudu. Varlık Lisesi'ne devam etti. Büyük Doğu Üniversitesi'nden mezun oldu. Diriliş İslam Medeniyeti Enstitüsü'nde yüksek lisans, Edebiyat Ortadoğu ve Yeryüzü Enstitüsü'nde doktora yaptı. Mavera'da kürsü açtı, öğrencilerini mezun etmedi. Etnikle değil, etikle ilgilendi. Cümle mühendisi; yazılarına pusula koyarsanız, hep kıbleyi gösterdiğini görürsünüz. Şeksiz-şüphesiz Muhammedî insan ve yazar. Yüzüyle güler; gamını gamzeleriyle gizler. Kahvede oturmaz. Nicedir öğle sonları gittiği -Nuri Pakdil'in deyişiyle- Giyotin'de Cehennem'e onyedinci kattan bakar. Gazetelerdeki köşesini dergi gibi kullandı. Piyasa gündemine takılmadı. Kendi güncelini -insanlığın güncelini- gündemleştirdi. Türkiye ölçeğinde, insan idrakinde gerileme durur ve bugünden itibaren gelişme başlarsa, ancak yüzyıl sonra, yazdıkları zihinlerde karşılık bulur.”
 

 

Bu soru için 2002 yılında Ankara yollarına düşme fikrinin mimarı danışman hocam, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı Profesörü Sn.M.Fatih ANDI’dır. Kendisine bu ve bundan sonraki çalışmalarımda bana açtığı ufuk için burada bir kez daha teşekkür etmeyi borç bilirim.

 

Mahalleler, sokaklar, yokuşlar… birleştirildiğinde bir şehir haritası oluşturacak; davranışlar, selamlaşmalar, bakışmalar, konuşmalarsa, bu haritayı bir ortak ruhla besleyecek şekilde satırlar içinde itinayla yer alırlar. Özdenören öyküsünde anlatılan bu mekânlar, yazarın birebir tanıdığı, Maraş’ta bırakıp gittiği yerlerdir. Yazar, bazen hikâye içine dağıttığı, bazen de yüksek bir yere çıkardığı kahramanına baktırıp ona sıralattığı Maraş’ın belli başlı bu mekanlarıyla adeta bir kroki üzerine, bize ait bir yaşam, bir hikâye çevreler.

 


‘Çarpılmışlar’ kitabında yer alan öykülerdeki kasaba ve kasabanın betimlemelerinin aynen aslı gibi aktarıldığını, öykülerdeki evlerin, sokakların, camiinin; hepsinin Maraş olduğunu özellikle belirtir yazar. 

 

Bu kitaptaki hikâyelerden biri olan “Ay Doğarken Geceleri” Öyküsünde, akşam olmak üzereyken, “dar birbirine girmiş evlerin aralarında kendiliğinden oluşmuş sokaklar”ın arasından geçen kahramanı ve şehrin insanlarını tanrısal bakış açısıyla anlatan anlatıcı, sonra sözü şehrin belli başlı muhitlerine getirir: 


“Kanlıdere: Kimbilir hangi korkunç olayın anısına bu adı alan çocuk zihinlerde yatağından su yerine kan aktığı izlenimini uyandıran kupkuru uzun hendek/çevresine nasılsa yaban otlarının boy attığı çevreden lağımların boşandığı kuru dere ay ışığı altında uğultulu bir sessizlik içinde/ince bir bataklık

 

Uzunoluk.Eskiden koca bir tahta içinde gür bir su akarmış sonradan oluk çürüyüp yıkılmış taştan bir geçit yapılmış onun yerine üstü de kapatılıp yol olmuş şimdi küçük bir çarşı var orada fırınıyla kebapçısıyla bakkalıyla bir de küçük bir çeşme taştan/bir kurtuluş yiğidi adına dikilmiş

 

Ayın gümüşsü sarı ışığı
Engizekdağı.Yayla
Bertiz. Uzakta bir köy

 

Toprak damlar yalnız poyrazın uçmaması için değil kırat kırat tarhanaları kurutmak içindir de
Ahırdağı. Görkemli bir silsilenin son kırıntısı kupkuru bir dağ poyraza engel olsun diye önüne çok yüksek bir çin seddi örmeyi birkaç kişi hayal etmiştir

 

Yatsıdan sonra bütün el ayak çekildi ortalıktan

 

Boğazkesen. Ana yol. Işıklar yalnız orda parıldıyor tek tük/şehrin en işlek kesiti/boğazkesen/korkunç ad/vaktiyle büyük bir yangın oldu şimdi yangın yerinde yepyeni pırıl pırıl bir yapı var/aşağıda eski belediye alanında bitiyor yol/orası yalnızca eski belediye alanıdır daha ötesi çarşı başının daracık yolu tek yön giriş yok yalnız çıkış/üst yanda abarabaşı yani it tepesi/eski bir kilise taş/eski bir hastane taş/itler esrarkeşler

 

Sarı ışığın ayı gümüşsü

 

Boğazkesenin sol yanında kalenin görkemli bedeni/burçlar onarılmış/poyrazda savrulan ampuller/kalenin dibinde evler/Boğazkesende kimsenin boğazının kesildiği görülmemiştir/kale dibi başka/Tekke başka/evler birbirinin tepesindedir Tekkede/yolları geçit vermez/çamurdur

 

Çürük. Hortum. Hacaslanın delisi/parmağına iplik bağlasan yerinden kıpırdayamazdı yaz ve kış yalnayak

 

Boğazkesen alanında küçük küçük dükkanlar tamirciler gezgin lahmacun satıcıları yağ cobulu gevrek gevrek kâhgeler kazan çörekleri Düvenönü kalaycıları küçük esnaf kalaycı çırakları/kaleden başlayıp Arkbaşına doğru yol alan son menzili Şahadil olan köpek tersi toplayıcısı çocuklar/hayat yok/istikbal yok

 

Çarşıbaşı. Bakırcılar semerciler bezirgânlar billuriyeciler kavaflar nalburiyeciler ciğer kebapçıları kundura tamircileri işportacılar atarlar yemeniciler külekçiler çıkrıkçılar eski tuz hanı arasa
Ayın ışığı sarı gümüşsü”  

 

Özdenören kasabasını sadece mekânlarıyla işlemez hikâyelerinde. Bu samimi yerin insan ilişkileri, alışkanlıkları, tutumları da inceden inceden bir ağ örer satırlardan sayfalara. Bir Anadolu şehrini sıcak hayatı canlanır hafızalarda.. “ ‘Ocak’ öyküsünde bütün ilişkiler Maraş’a özgüdür”, diye belirtir yazar. 

 

Bilmediğimiz bir sebepten girdiği hapisten çıktıktan sonra, uzun zamandır uzak kaldığı şehrine dönerken, “öbek öbek kırmızı alancıklar oluşturan kırmızıbiber tarlalarının çoktan kaldırıldığını”, “kıraç tepelerin arındığını” gören  kahramanın evin önüne geldiğinde karşılaştığı manzara yabancı değildir:

 

“Kapının halkasına vuruyorum, halkanın vurulduğu yer oyulmuş, erimiş. Aslında kapıyı omuzlayıp açabilirim, ama bunca ayrılıktan sonra içime sinen o garipliği yabansılığı, kendi evime, babama, anama, evdeki herkese karşı gelişmiş o tuhaf utangaçlığı silkip atamıyorum. Kapı açılıncaya kadar toparlanmalıyım, kendimi yatıştırmalıyım. Oysa beni beklediklerini, kapının önündeki taksinin sesi daha duyulur duyulmaz beni gördüklerini, şoförü, taksinin sahibinin kim olduğunu bile tanıdıklarını biliyorum. Her zaman olduğu gibi ayazlığın kafesinden seyredilmiştir bunlar. Kapının arkasından, ayazlığın trabzanına bağlı ipin çekilmesini bekliyorum yukardan. İp çekiliyor. 


İpin ucunda bacım. Merdiven sahanlığından eğilmiş bakıyor. Kapıda beni görünce birkaç basamak inip bekliyor. Sevecen bir sesle: “Hoş geldin” diyor. İşte o sırada keskin bir bebek viyaklaması işitiliyor: oğlum. “Hoş bulduk oğlum” diyorum içimden “hoş bulduk. Sen de hoş gelmişsin.” Merdiven başında bir an karşı karşıya kalıyoruz bacımla, diyecek bir şey bulamamanın sıkıntısıyla. Biraz süzülmüş mü ne? İğreti bir gülümseme yerleşiyor yüzümüze. Ayakkabılarımı çıkartıyorum sahanlıkta. Bacım hizmet etmeye alışmış bir kadınsılıkla çiftleyip öteki ayakkabıların yanına bırakıyor benimkini de. Ah, ne kadar beceriksizim böyle durumlarda./Haydi, bir şeyler söyle. Konuş./ “İyi misin?” diyorum sadece. Ayakkabımı silmeye aldığı çaput, elinde öyle durarak, aydınlık bir yüzle aşağıdan yukarıya bakıyor bana. “İyiyim ya.” bu ayazlıkta ne kadar çok koşuşurduk, ne kadar gizli saklı yerleri vardı. Komşu çocukları geldiğinde saklambaç oynardık. Şimdi aşağıda, taşlığa atılmış o taksi kanepesinin altına nasıl sığardım. “Eniştem burada mı?” diyorum. “Akşam gelir” diyor bacım “seni soruyordu o da.” İşte anam. Çenesinin altındaki derisi sarkmış, buruşmuş. Elini öpüyorum. İlkin çekinerek kucaklıyor beni, sonra kollarını belime sarıyor. İçini çekerken hıçkırdığını duyuyorum. “Anan ölsün, anan ölsün” diye mırıldanıyor. “Düşümde gördüydüm, ama gecikince…” Sözünü bitirmiyor. “Hadi içeri girin” diyor bacım “soğukta… babam içerde.”

 

Odanın kapısı açılır açılmaz ekşimiş, bayatlamış bir ter kokusu dolduruyor genzimi. Sidik ve toprak kokusu. Oğlanın bezlerini soba borusuna yerleştirilmiş askılara asmışlar. Ama onu göremiyorum: anası köşede sırtını dönmüş emziriyor: tülbendinin ucunu ağzına sıkıştırmış başını yarım çevirip bakıyor, bir an/kısacık bir an/ göz göze geliyoruz. bu, merhaba demek. Görmemişim gibi yaparak babama yöneliyorum. Babam yatakta, yorganını dizlerine dolamış, oturuyor. Diz çöküp iki elimle kurumuş, nasırlı ellerini yakalıyorum. Karşı koymadan uzatıyor. “Allah razı olsun, berhudar ol.”/ Hepsi bu kadar, bütün tören bundan ibaret./ 

 

 

Bu babanın çocuklarına karşı tutumu ve onlara hitabı da bir eski Maraş karesi şeklindedir. “Kırnabın bir ucunu dişlerinin arasına sıkıştırarak”, “çemreli kollarından mavi kara damarları kabarmış” şekilde ara sıra, “kırnap mumladığına”, “eşeğin semerini onardığına” şahit olduğumuz baba, çocuklarına bayram akşamları getirdiği kunduraları heybeden çıkarırken, “Giy lan şunu deyyus” der. Kahraman için bu söz gülümsenerek hatırlanacak bir anıdır: “Bizi severken kullandığı kelimelerdi bunlar. “Lan deyyus” lafını duyunca neredeyse şımarırdık.” 

 

 

Babanın tavrı gibi, kahramanın sonradan döndüğü bu evin dekoru da, bunca yıl kocasını görememiş olan hanımının ona karşı sitemi de bildiktir: 

 

“Gözüm birden sofanın duvarına asılmış üstünde Kâbe resmi olan, babamın hacdan getirdiği halıya takılıyor. Yeri değişmemiş.

Yüzümü yıkamak için banyo olarak kullandığımız bölmeye geçiyorum. 

 

Bölmecin önünde karım elinde havlu bekliyor. Ben çıkınca havluyu uzatıyor. Kimsenin işitmesini istemediği bir sesle:

               

            ‘Hayın’ diye mırıldanıyor. 
Bu bir özlem mi, sitem mi, geç kalmış bir merhaba mı, nedir, bir türlü kestiremiyorum.
Yüzüne bakıp kalıyorum öylece.
Dalgın dalgın.” 

 

Başka bir hikâyede, bir kahraman isminde çıkar karşımıza Maraş: “Ejder”… Bu ismin Maraş dilinde yer alan şekliyle orijinal hali “Eşder”dir. “Salat Ejder, Malik Ejder, bir sahâbi makamı”dır der Özdenören. “Bir rivayete göre bir sahâbinin adı, bir rivayete göre ise Selçuklu komutanının adıdır. Maraş’tan başka yerde pek olmayan bu ismi, tam da bu özelliği sebebiyle tercih ediyorum.”  

 

Maraş’ın bir zamanlarki çocuklarının sıklıkla oynadığı ancak şimdikilere sorsanız adını bile yadırgayacakları “Çomçalı Gelin” oyunu da yer bulur hikayelerde. Bir ağır hastanın ve beklenen bir ölümün arasında geçen, her şeyden habersiz çocukların oyun derdine dair sahne oldukça canlıdır: 

 


“Cennet ana bana çaput ver diye bağırdı Zahide Ne çaputu kız dedi anam çömçeli gelin dedi Zahide şimdi sırasıydı dedi anam Hadi dedi Zahide Türemiyesin emi dedi anam Hadi dedi Zahide Cennet iki çubuğu birbirine tutturmaya çalışıyor çubukların biri gelinin kolları olacak öteki çubuğa da gelinin başını koyacak çaputları sarıp gelini süsleyecek sonra gelinin  iki kolundan tutup sokağa çıkacağız ÇÖMÇELİ GELİN NE İSTER BİR KAŞIKÇIK TUZ İSTER torbamıza bulgur koyacaklar yağ koyacaklar sonra da yağmur yağacak Cennet ilini süslerken hepimiz onu seyrettik sonunda bitirdi gelini ama ağzı burnu gözü yok gelinin Zahide ocaktan kömür getirdi ağzı burnu gözü de oldu gelinin Cennet sen bu kolundan tut dedi Zahideye Ben de tutayım diye bağırdık Saniyeyle dört kolu yok gelinin siz arkadan yürüyüp bağırın dedi Cennet ÇÖMÇELİ GELİN NE İSTER diye bağırdık hep bir ağızdan Kızlar dedi anam Bi şey yapmıyoruz dedi Cennet Susun dedi anam Ayıp bi şey değil ki çömçeli gelin dedi Cennet Ölünün körü dedi anam Sokağa çıkıyoruz dedi Cennet Geberin dedi anam sokağa çıktık ÇÖMÇELİ GELİN NE İSTER BİR KAŞIKÇIK TUZ İSTER TUZ OLMAZSA YAĞ OLSUN TEKNEDE HAMUR ÜÇ GÜN YAĞMUR VER ALLAHIM VER evlerin önünde bağırdık kapıları çaldık dudu bacıdan başka kimse bir şey vermedi bize bir o bir tas bulgur verdi yağmur da yağmadı torbamızı doldursaydılar yağmur da yağardı poyraz esiyor şimdi oh olsun inşallah evlerini toprakla doldurur da görürler.”  

 


Yazarın, “önceki öykülerdendir o; ilk öykülerden” dediği ‘Arasat’ öyküsü de realist atıflarıyla; tahta kapıları, gölgelikleri, pencereleri, kapı tokmakları, toprak damları, küsküç oynayan çocukları, esnafıyla, etli, kanlı, canlı bir Maraş öyküsüdür: 

 


“Evlerden yanmış keskin soğan kokuları geliyordu. İğri büğrü toprak yollar daracık sokaklar çinko kaplamaların üstüne nal mıhlarıyla süs yapılmış veya çıplak tahta kapılar kapıların üzerinde gene tahta gölgelikler kafesli pencereler aslan başlı tunç kapı tokmakları toprak damların dışarıya fırlamış hezenleri sert toprak yolun çirkef sularıyla yumuşamış duvar diplerinde entarili sümüklerini yalayan bağırıp çağırarak küsküç oynayan çocuklar dam başlarında acemi kuşlarını göğe salmış helecanla ıslık çalan kuşçular…” 

 


“…çarşının ikindi sonu kalabalığına karıştı baharat satıcılarının hırdavatçıların önünden geçti uzaktan bakırcıların çekiç sesleri duyuluyordu yeni kasaplar çarşısının oraya dönen yola saptı orada daracık isli içi duman dolu bir ciğer kebapçısına girdi.” 

 

Örneklerde görüldüğü gibi hem Maraş mekanları hem de davranışları hikayelere dağılmıştır. Peki, Özdenören’in bütün hikayelerindeki eski mekanlar acaba Maraş mıdır? Anadolu yaşamına dair hikâyelerin bazılarında yer adlarıyla belirginleştirilmiş, haritasal anlamda çizilmiş bir Maraş tablosu bulmakla beraber, açık bir yer gösterme, ya da net bir tarifle karşılaşmadığımız hikâyelerde, “denizin bilinmediği, kimsenin deniz görmediği bir yerdir” gibi bir yargıyı görüp, “ahşap gıcırtısı” duyduğumuzda hikâyenin geçtiği mekânla ilgili olarak kafamızda bir ibre K.Maraş’ı göstermeli mi, yoksa R.Özdenören, memleketinden yola çıkarak başka memleketleri de hikâyesine taşımış mıdır acaba? 

 

Öğreniyoruz ki, Maraş’la ilgili mekânların dışında, yer yer İstanbul’un Eyüp semti de var hikâyelerde; yazarın uzunca yıllar Eyüp’te de yaşamasının etkisiyle. Yani, kimi zaman kasaba derken, yazarın aklında tuttuğu yerlerden birisi de Eyüp… Zaten, Maraş’ı Eyüp’ten ayırmak gerektiğini düşündüğü zaman, “deniz görülmeyen yer”, “denizi olmayan yer” gibi ifadeler kullandığını belirtiyor yazar. 

 

“Yankı” Hikâyesi mesela, Eyüp’te geçiyor. Hikayede kahramanın “Ev sokağın köşesinden, yokuşun orta yerinde görününce tutku birden canlandı. … Bıraktığım yerde buldum. Köşesinden bakınca yokuşun, hep ne kadar eskimişse öyle haliyle. Tâ baştanberi o ilk eskiliğiyle.”   diye tarif ettiği evin, dededen kalma ve şimdi yerine apartman yapılan Eyüp’te bir ev olduğu bilgisini paylaşıyor Özdenören.

 

 Aynı ev, “Profil” Hikâyesi’ndeki de  şu betimlemeyle yer alıyor: “Kalın, kara akşam şeritleriyle görünmez uzaklıklara doğru ak bir siluet konak. Biraz tepede gibi. Biraz tepenin yukarı sınırlarına doğru gibi. … Önümde birden açılan bahçe kapısı, onun ardından sedef kaplamalı iç kapı. Giriyorum. Burayı tanıyorum ben, eskiden görmüş gibiyim.” 

 

Öte yandan Özdenören, Mehmet Kaplan’ın ‘Hikâye Tahlilleri’ adlı eserinde incelediği ‘Aile Öyküsü’ ndeki mekânın; “belki ilginç gelecek ama” diyerek, Maraş’taki mekânlarla, Eyüp’teki mekânların mecz edilmesinden oluşmuş bir mekân olduğunu ve bazı öykülerde bu tarz ihtilatlar bulunduğunu belirtiyor. Bazen evler mekân olarak Eyüp, mimari olarak  Maraş veya tam tersi olabiliyor. “ ‘Kundak’Hikâyesi’ndeki ev, tam da böyle bir evdir” diyor yazar ardından. Öyküde pencereden bakan kahraman, “Uzakta, deniz puslu, ince bir çizgi halinde çatıları bütünlüyordu.”  derken; evet, bu kahramanın yaşadığı ev Eyüp’tedir; ancak, kerevetli avlulu evin mimarisi Maraş’a özgüdür. 

 

Söz bu kadar hikayelerdeki mekanların deşifresine gelince, ağzından kaçırıveriyor yazar, kendi oturdukları evi de hikayelerin birkaçında mekan olarak kullandığını. Ama pişman olmuyor sonra, “yıllar geçti artık” diyor, “zararı yok”. “Sütçü İmam Çeşmesi’nin arkasından kaleye doğru giden yolda, Sütçü İmam Çeşmesi’nden otuz-kırk kilometre ilerde ayrılan ve halk dilinde adı; “Boklu Sokak” olan sokakta bulunan bir ev”miş bu. İçinde Özdenören’in akrabalarının uzun süre çorapçılık yaptığı, karşısında CenikCenup Pınarı olan, büyük dedelerden kalma bir ev. “İşte, Dönüş Öyküsü’ndeki ev; bu evdir” derken, gözleriyle daldığı derinliğin kapısını nereyse kapatıp gidiyor, ben erişemiyorum oraya. Bir süre sessizlik hüküm sürüyor odada.

 

Özdenören’in kendi hayatından bir mekânla taçlanan ‘Dönüş Öyküsü’, avlunun kerpiç duvarlarına çarparak dağılan çıkrık sesiyle başlıyor. Çıkrığın sesinin sürekli odalara dolduğu, ortada çorap kırpıntılarının, çaputlar ve tavana asılı iplik çilelerinin durduğu bu evde; babasını kaybettiğinden beri evin sorumluluğunu sırtına almış ama işsizlik ve haylazlıkla geçen yıllardan sonra ne yapacağını şaşırmış, birkaç günde bir iğrilmiş çorap iplerini pazara götürmekten başka bir iş yapamamanın, bir baltaya sap olamamanın verdiği içlilik, eski bir soylu olmanın getirdiği kendine yediremezlikle yorulmuş, çalak delikanlılığının yerinde yeller esen ve hırpalanmış bir ömrün sözcüsü gözlerle etrafa bakan dayıyı, teyzeyi, nineyi kahraman olarak görüyoruz. 

 

İlginç bir öykü olan ‘İskelet’ Öyküsü’nde de aynı eve atıfta bulunduğunu söyler yazar. Ancak bu öyküdeki evin içinde sadece bir kadın kahraman vardır. Öykünün başında evin cümle kapısıyla, biç avlusuyla, kapının yanında duvarda asılı duran kol demiriyle karşılaşırız. Ardından evin önünde, yazarın daha önce Cenup Pınarı olduğu bilgisini verdiği pınarın kuruduğunu söyler anlatıcı:


 

“Evlerinin önündeki pınar kurumuştu. Çocukluğunda pınarın sesini, suyun çıkardığı düzensiz hışırtıyı dinleyerek uyurdu. Pınar kurumuş şimdi. Pınarın sesi belki de dedesinin ve babasının dirimliliğiyle anlam taşıyordu.”  

 


Evde, kendi başına, dışarı bir memlekette çalışan, girdiği işi fazlaca benimseyerek ve biraz para biriktirme isteğiyle eğitimini de yarıda bırakan, ağabeylerinin, annesinin ve babasının cenazesini kaldırmaya yetişemeyen, artık kaldıracağı ya da yetişeceği cenazeye kimsesi kalmamasına rağmen işinden ayrılarak kasabaya dönmeye karar veren, pişmanlıkla boğuşan, evlenmemiş ve geride bir ölü sevgili bırakmış bir kadın kahraman; Zehra; yaşar. Daha düne; babası hayatta olduğu güne kadar kendini hala küçük bir kız olarak göre göre kısmetlerini tepen Zehra, babasını kaybettiği an, elli yaşına geldiğini, olgunlaştığını ve hatta yaşlandığını anlar. Sonunda evde, sevgilinin iskeletiyle karşılaşır, hatta onunla konuşur. Belki de evde ve hayatta yapayalnız kalmanın, kendine sorular sorup durmanın verdiği psikolojiyle onunla karşılaştığını ve konuştuğunu zannedecektir. Zehra, çareyi abdest almak için davranmakta bulur; hikâyenin bize anlatılan kısmı biterken. 

 

Şu an hâlâ Uzunoluk’tadır Tutuk Öyküsü’ndeki bir başka ev de. Bu evde sürekli pencerede gördüğü yaşlı kadın, Özdenören’in hikayeci muhayyilesine yer etmiş ve satırlar arasında bir kahramana dönüşüvermiştir: “Evin kapısı sokağın içindedir, cephesi Uzunoluk Caddesi’ne bakar. Buradaki yaşlı kadın, bir taraftan Uzunoluk Caddesi’ni, bir taraftan da göçmen evlerini seyreder. Aynı hikâyedeki heybetli olarak tasvir ettiğimiz çınar da gerçektir, yani o da bire bir tasvirdir. İnsan yaşadığı yerden, anılarından soyutlanamıyor, neticede.” diyen yazar, tıpkı gerçekte olduğu gibi hikâyede de bu yaşlı kadını pencereden baktırır:

 

“Az aşağıda dar sokak, ana yoldan başlarken daha genişçe, öbür ucunda bir çeşmeyle daralarak karanlığa sokulu. Bir de yapraklarını pencerelerden sokan, sıra sıra, yaşlanmamış ev boyunca çınarlar, yolun süsleri, dallarına özel günlerde renkli ışıkların asıldığı. Yuvarlak, ince boyunlu elektrik direkleri. Ev bu çınarların birinin yakınında, hantal. Yoksul ama geniş, pörsümüş, heybetli duruşuyla kimler için böyle yapayalnız, böyle baş eğmiş? Bilinmez. Soğuk, iğrenç odaları, kocaman direkleri, kiremitli çatısı: ne denli de alışılmış bıkılmış usanılmış. Kolay değil, yıllarca hep aynı merdivenler taşlık hep aynı kiremitli çatı dökük sıvalar. Kadın, gözlerini ışığın o kıvrık rengine dikmiş pencereden bakıyor.”   

 

Bu evlerin dışında hikâyelerde karşılaştığımız tanıdık bir mekân da, istasyondur; Maraş İstasyonu. Yazarın, aile içi tartışmalardan bunalan, etraftan, hayattan sıkılan, hatta kendisinden kaçan insanı ‘istasyon’a götürdüğünü gözlemleriz hikâyelerde:

 


“Arka sokaklardan yürüyerek istasyona doğru gidiyordu.” 

 

“Ben galiba tren istasyonuna gidecektim diye düşündü ama istasyona giden yolun buradan geçtiğini hatırlayamadı.”   

 

“Namazdan sonra dolaşmak istedi. Ama nereye gidecekti? Bu küçücük şehirde nereye gidebilirdi? Son zamanlarda kimseyle karşılaşmak, kimseyle görüşmek istemiyordu. Dalgın dalgın yürümeye başladı. …İstasyona geldiğini göz kapaklarına vuran çiğ elektrik ışıklarından anladı. Beş on lojman vardı burada. Perona yürüdü. Hiç kimse yoktu görünürlerde. Kara yük vagonlarından tıs çıkmıyordu. Yol geçeğinde değildi istasyon, bu yüzden kördü, buradan öteye yol gitmezdi.”  

 

gibi örnekler çoğaltılabilir. Kahramanların birçoğu başka bir yerleşim birimine gitme amacı gütmese ve bir yere gitmese bile istasyona, tren garına -neredeyse- sığınır.  Maraş için düşünüldüğünde, bunda, istasyonun şehre uzak oluşunun etkisi olup olmadığını yazara sorduğumdaysa Özdenören’in şaşkınlığına şahit oluyorum: “Öyle mi yapmışım, bu yeni ve önemli bir tespit. Bazı öykülerde insanların, -bu çocuk olabilir, büyük olabilir- bir kaçış duygusu yaşadıkları görülür. Maraş istasyonu, hele de bizim Maraş’ı anlattığımız dönemdeki Maraş istasyonu, kentin iki kilometre dışında, insansız bir yerse kuruludur. Burada sadece istasyonda çalışan insanlara mahsus bir kaç lojman binası ve bir de istasyon binası vardır. O haliyle bu istasyon, kendisi zaten kaçılacak ve ya sığınılacak bir mekân konumundadır. Ayrıca Maraş istasyonu kör bir istasyon olduğundan yani tren yolu güzergâhında bulunmadığından, bu istasyona otuz kilometre ilerisindeki Narlı’dan bir banliyö hattıyla gelindiğinden, öyle her isteyenin, her istediği zamanda kaçabileceği bir yer de değildir. Yani o istasyona giden insan bir bakıma kentten kurtulmuş olur. Ama bu kez de istasyonda mahsur kalır. (Rasim Bey, burada “Canım Maraş’ım beniiim” diyerek iç geçiriyor.) Bir çaresizlik yani…”

    

Son Öyküler

 

Örnekleriyle gördüğümüz, yazarın ilk öykülerindeki mekân olarak Maraş’a sıkı sıkıya olan bu bağlılık, son yazılan öykülerde gittikçe belli mekânlardan soyutlanma şekline dönüşür. Bu değişimi, kendisinin de sonradan fark ettiğini belirten Özdenören, “son öykülerin genelde hangi kente, nerde olduğu bilinmeyen, sadece belki bir deniz kenarında veya bir dağ yamacında olduğu hissedilebilen bir otelde veya motelde geçtiği”nin altını çizer. Artık sanki anlatılan mekânın, zamanın önemi kalmamış, öne çıkan insani ilişkiler mekânı bir noktada geri planda bırakmıştır. “Bugünün ilişkilerini bir mekâna ve zamana dayayarak anlatmaya kalkışsaydık, belki de asıl anlatacağımız, anlatmamız gereken konuyu tahrif etmiş olacaktık.” diyen yazar, son dönem ilişkilerindeki giriftliğin, karmaşıklığın, iç dünya bunalımlarının yansımalarının; yazarı, “anlatılacak konunun zamanın ve mekânın dışına çıkarılıp sadece ilişki türüyle ortaya konması” noktasında mecbur bıraktığını belirtir. Maraş’a ve mekana sıkı sıkıya bağlı olan “Çarpılmış”daki insan ilişkileriyle; son dönem ilişkilerine daha çok yer veren “Hışırtı” ya da “Ansızın Yola Çıkmak” kitabındaki ilişkiler, farklı türden insani ilişkilerdir. Bu son kitaplarda Maraş yoktur artık…

 

Yazar, toplumsal gelişme veya değişmeyi gösterme kaygısıyla hareket etmese de, genelde eleştirmenler, bu son öykülerde Özdenören’in, Cumhuriyet’ten bu yana vukû bulan toplumsal değişikliklere atıfta bulunduğunu söylerler. Ancak Özdenören bunu şuurlu olarak yapmadığını özellikle belirtiyor. O, nasıl daha önce gördüklerinden ve tespitlerinden yola çıkarak yazdıysa, bugün de aynını yapıyor, başka yerlere gitmek ve başka hayatları yazmak için uğraşmıyor, ancak insanların ve ilişkilerin onu götürdüğü yer artık daha farklı. “Daha önce mekânla ilgili en azından somut, gösterilebilir bir  yer varsa da; bir istasyon, kafeterya, motel gibi, şimdi onlar da yok.” diyor; “sadece bir kaos var… Olayın geçtiği mekânın ne olduğu – kaos mu, mahşer yeri mi, başka bir şey mi– belirsiz.”

 

Neden Maraş?

 

Evet, birkaç örnekle göstermeye çalıştığımız bu mekânlar, Maraş’tır. Bu kahramanlar Maraşlı’dır. İnsanların gelenekleri; alışkanlık, davranış ve tutumları; gündelik hayatın düzeni, aile içi akrabalık ilişkilerinin yaşanma şekli Maraş’a özgüdür. Rasim Özdenören’i Maraş’ı, bazı öykülerinin çevresi, çerçevesi olarak işlemeye yönelten şeyse, “öykülerin gerçekçi tabanını gerçek bir çevreyle oluşturulabileceğini düşünmüş olması”dır. Gerçek öyküler, gerçek hayatlardan, gerçek mekânlardan çıkar. Onun öyküleri de hayatının en gerçek şehrine aittir; çocukluğunun geçtiği şehre…

 

Burada “Bir Şehrin Yazarı ya da Bir Yazarın Şehri” yazısında Rasim Özdenören ve Maraş ilişkisi ile ilgili düşüncelerini dile getiren Hüseyin Durukan’a kulak vermek gerek: “Bir insanın çocukluğunun ve ilk gençlik yıllarının geçtiği yerin, o insan üzerinde unutulmaz kalıcı anıları vardır. Bu çocukluk anılarının geçtiği yıllar, o kişinin daha sonraki hayatında zaman zaman mümkün olsa da yeniden dönme gereği duyacağı -ama asla dönemeyeceği- kaybedilmiş özlem dolu yıllardır. Sonraki hayatımızda tatlı-acı elde ettiğimiz bir takım deneyimler sonucunda yakalayamadığımız, elde edemediğimiz boşluklara uysa da uymasa da küçüklükte çekilmiş fotoğraf karelerini yerleştiririz. Çoğu zaman da bu fotoğraf karelerine yerleştirdiğimiz resimlere bakarak teselli buluruz. Çocukluk yıllarında elde edilen kazanımlar insanı ister istemez sürekli olarak etkiler, belki de yönlendirir. Küçükken yaşanılanlar, karşılaşılan olaylar çocukluk döneminden kalma levhada silinmeden durur. İşte bu yönden söz konusu ettiğimiz etki sürekli ve kalıcıdır. Bu, gündelik anaforun içinde boyuna dönenip duran günümüz insanı için daha çok geçerlidir. 

 

Çocuk yaşta elde edilen bu etki, şüphesiz bir sanatçının hayatında daha bariz ve daha dışa vurulmuş çizgiler halinde kendini gösterir ve eserlerine yansır. Olayın kendisi ile olayın geçtiği yer arasında doğrudan doğruya bir ilişki vardır. Bazen de mekân ön-plana çıkar. Çocuk zihni, sadece yalın bir şekilde olayın kendisini değil, olayın kendisi ile mekânı ve diğer unsurları da birlikte canlandırır.” 

 

Kendisi de bir yazısında, “Öykücü yalnızca gördüklerini (bu görülenler ilişkiler olabilir, durumlar olabilir, olaylar olabilir, her şey olabilir) anlatır. Üstelik öykücü bir insan olarak içinde yaşadığı kültürün bir ürünüdür ve o kültürün ona sunduğu bazı perspektifler vardır: öykücü de herkes gibi, istese de istemese de, beğense de beğenmese de, reddetse de, benimsese de, baktıklarını o perspektiften görür. O perspektif irdelenmez değil, ama onun irdelenmesi başkalarının işidir. Öykücü, öyküsünü yazarken "mevcut durumu" veri olarak kullanır.”   diyen Özdenören, aslında yaşadıklarını ve gördüklerini yazmış ama bunu yaparken de düşünür yanının etkisi, edebiyatçı kimliğinin gücü ile ruhunu asla görmezden gelmeden, şehri öykülerle ölümsüzleştirmeyi bilmiştir.

 

Özdenören’in Maraş’ı Değişti Mi?

 

Maraş, Rasim Özdenören’in çocukluk ve ilk gençlik yıllarının geçtiği mekândır. Sıkı ve yıllar yılı devam edecek, birlikte yürünecek yollarda kol kola girip birbirlerine her daim omuz verecek insanların dostluklarının temellerinin atıldığı; onu dinleyenlere kendi kendini kurtarmanın hikayesini anlatmaktan yorulmayan ve onu anlayanlara bu kurtarmanın cesaretini aşılamaya çalışan bir kasabadır; çocukluğunun kasabası… Şimdi o kasabadan geriye oldukça az şey kaldığını gördükçe de hayıflanmadan edemez yazar. Modern yapılaşmanın özgün Maraş’ın çehresini bozmuş olması; her yeni gidişinde tanıyamadığı ve ruhunu yitirmiş yeni mekânlar görmek üzer onu…

 

Kimi hikâyelerde Maraş’tan belirli bir süre ayrılan kahramanların döndüklerinde etrafta ve insanlarda gördükleri değişmişlik hâlini ve kendi içlerinde hissettikleri gariplik duygusunu Maraş’a bazı dönüşlerinde kendisi de yaşamıştır aslında. Çocukluk günlerinde yaşadıklarından bir tanesinin etkisi ise büyük olmuştur onda: “Çocukluğumda tayin sebebiyle Malatya’ya gidişimizden bir yıl sonra tatil için Maraş’a döndüğümüzde okuduğum ilkokulu ziyaret ettiğim gün hayretler içinde kalmıştım. Bir yıl önce hiç bitmezmiş gibi görünen okulun bahçesi küçülüvermişti. Ben dokuz yaşındayken Maraş’tan ayrıldık. Üçüncü sınıfa geçtiğim tatildi. Bir yıl içinde o bahçe küçülmüş. Sonraki yıllarda da her defasında farklı mekânlarda aynı şaşkınlığı defalarca yaşadığımı hatırlıyorum.”

 

Rasim Özdenören bunu, Cahit Zarifoğlu'nun bir ölüm yıldönümünde kendisiyle de bağlantılı olarak yazdığı bir yazıda ifade eder: "Elimdeki kartpostalların hiçbirinde Cahit'in Maraş'ını yakalayamıyorum. Onun, Yaşamak'ın bir yerinde "Ya Roma yoksa!" diye evhama kapılmasına benzer bir evhama kapılmaktan kendimi zor koruyorum. Çarşılarında "Yasin okunan, tütsü tüten" bir kenti arıyorum bu düzenli görünmesi için özenilmiş fotoğraflarda. Ama görüp göreceğim sulara zamanın dert getirmiş olduğunu görmek olacak. Kartpostallara yansımış bu Maraş görüntüsünde bir ruh bulamadığımı söyleyeceğim. Çünkü: bu kartpostallarda Cahit'in şiirinde dile getirdiği camiler, bu camilerin avluları, bu avlulardaki havuzlar, bu havuzlardaki sular görünmüyor. Bunların yer almadığı kartpostallarda Maraş'ı Maraş yapan ruhu görmenin de imkânı kalmıyor."  

 

Peki, “yeni mekanlar ne katmıştır şehre?” “Maraş modern yapılaşmasıyla ‘şehir’ olabilmiş midir bugün?” “Ruhunu yitirdiğini düşünülse de, eskiler onu tanıyamasa da, yeni kriterlere göre bir şehir midir artık?” 

 

Bu soruların cevabı üzerine konuşurken, bir yerleşim yerini kent veya kasaba yapan şeyin, onun yüzölçümü veya nüfusu olmaması gerektiğinin ısrarla altını çizer Özdenören. Teknik olarak bakıldığında belki bir iki faktöre öncelik verilebilirse de, öykücü bakışıyla değerlendirildiğinde şehrin modernliği ile ilgili kriterlerde, beşeri ilişkilerin öne çıktığını/ön aldığını belirtir ve bu anlamda da Maraş’ı hâlâ bir kasaba olarak görür. Gerçi Türkiye’de nereye modern bir kent denilebileceği de tartışmalıdır. Bu ülkede, modern kent (metropol) anlamında –zorlarsak- sadece İstanbul ve bir ölçüde de İzmir vardır; onun değerlendirmesiyle. Ankara deyim yerindeyse “genç irisi bir kasaba”dır; “vaktinden evvel büyümüş ama çocuk kalmış, hala büyüyememiş, bürokrat kesimi dışta tuttuğumuzda geriye kalan kocaman bir kasaba…”

 

Maraş Hikâyesi “Anadolu Hikâyeciliği”nin Neresine Düşer?

 

Maraş bir Anadolu şehri… Maraş’ı satırlarına taşıyan yazarımız, kimi zaman millî bir çizgide; kimi zaman da (tekniği hiçe saymacasına bile olsa) emek – sermaye aralığından bakılarak, toplumcu gerçekçi bir çizgide Anadolu’ya ve Anadolu insanına yönelen Anadolu Hikâyeciliğinin, öykülerinde bir şekilde akis bulduğunu düşünüyor mudur? sorusunu içimden geçirip, bu soru için uygun cümleleri kurmaya çalışırken, yüzü değişiyor Özdenören’in. ‘Bir dokun’duğumu, ‘bin âh’ın ilk birkaç cümlesinden sonra fark edebiliyorum: “Bizim televizyon filmi yapılan bir öykümüz vardı: ‘Çok Sesli Bir Ölüm’. Bu öykü, hasta babasını at sırtında köyden kente taşıyan on yedi yaşındaki bir çocuğun öyküsüydü. Filmde bu çocuğun yaşı küçültüldü, on ikiye indirildi. Dramatik vurguyu öne çıkartabilmek için kızgın temmuz güneşi, karlı ve soğuk kış gününe dönüştürüldü. Artı, bu yolculuk esnasında köyün yolsuz, hastanesiz, doktorsuz olması gibi unsurlar bir sosyal eleştiri olarak öne çıkartıldı. Oysa ben bunların hiç birini kaâle almadan sadece on yedi yaşındaki bir çocuğun çektiği yalnızlık sıkıntısını ortaya koymak istemiştim.”

 

Evet, ‘Çok Sesli Ölüm’ film haliyle, bir toplumcul gerçekçi düzlem ve bakış açısı ürünü görüntüsü verse de, bu Özdenören’in istemediği ve planlamadığı şekilde olmuş. Ancak konuyla ilgili herhangi bir yaptırıma gitmemiş yazar. “Benim öyküm yine şimdi dediğim noktada duruyor” diyor; “Ama o öyküden bu filmi yapan arkadaşların çıkardığı türden mesajlar almak isteyen olursa bu sadece onların bileceği bir iştir. Bir edebiyat ürünü, karşımızda tıpkı bir tabiat parçası gibi durur. Tabiat parçası bize hiçbir şey söylemez. Ama biz ona bazı şeyleri söylettiririz. Eğer bir Aristo, bu tabiat parçası karşısında konuşursa, bize taşın düştüğünü, çünkü taşta düşme hassası olduğunu; dumanın uçtuğunu, çünkü dumanda uçma hassası olduğunu söyler. Eğer konuşan Newton olsaydı; bu düşme olayının cismin bünyesindeki çekim gücünden ileri geldiğini söyleyecekti. Einstein da aynı tabiata bakarak “E=m.c2” (Enerji=kütle.ışığın hızının karesi) diyor. Bir öykü de, bu anlamda bir tabiat parçası gibidir. Yorumcular, onda bazı anlamlar bulabilirler ve ya ona bazı anlamlar izafe edebilirler. Mesela, “Aile” Öyküsü için, rahmetli Mehmet Kaplan hocamız, “öykünün asıl kahramanı ‘zaman’dır” demişti; öyle bir yorum getirmişti.  Ben, buna karşı hiçbir itirazda bulunamam. Çünkü bu yorumlar öyküyü zenginleştirir; fakirleştirmez, katılmasam bile… Öykü yayınlandıktan sonra ben de ona bir eleştirici gözüyle bakıyorum. Nitekim deminden beri söylediklerimin bir kısmı, öykünün yazarı olarak söylenmişken; bir kısmı da dışarıdan bir eleştirmen olarak söylenmiştir.”

 

Evet… Yazılmıştır…

 

Evet, sıcacık bir şehrin öykülerinin yazarıyla, kimi zaman onun da öykülerine karşı “dışarıdan bir eleştirmen” koltuğuna oturduğu bir söyleşi yaptık bu ‘mabetsiz şehir’de olduğumu unuttuğum bu saatler boyunca. Maraş’ın öyküsüyle ilgili sorular etrafında gezindik.

 

Evet, Maraş’ın öyküsü yazılmıştır; Rasim Özdenören tarafından yazılmıştır. Hikâyeleri “sağlam örgüye sahip”  ve “kendi mantığı içinde tutarlı ve başarılı bir anlatım tekniğine ulaşmış” , ”öncü ve yetkin öykü anlayışıyla Türk edebiyatında, Türk öykücülüğünde seçkin bir yer edinirken, kendinden sonra gelen pek çok öykücüyü de etkileyen  bir yazar tarafından yazılmıştır. “Zira hayatının bir bölümü Maraş'ta geçmiş şair ve yazarlar arasında bu şehrin izlerini; bu şehrin insanlarını eserlerinde onun kadar taşıyan bir yazar daha yoktur.  

 

Evet, bu şehir Rasim Özdenören’e kendisini yazdırtmış, ona ‘yazar-şair-düşünür ruhu’ndan üflemiştir. Tıpkı Necip Fazıl, Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Akif İnan, Abdurrahim Karakoç, Bahattin Karakoç, Alaaddin Özdenören, Rüştü Şardağ, İsmail Kıllıoğlu, Ahmet Taşgetiren, Hikmet Özdemir, Şeref Turhan, Osman Sarı, Vehbi Vakkasoğlu, Hayati Vasfi Taşyürek, Derdiçok, Aşık Mahzuni, Tahsin Yücel, Şevket Bulut, Şevket Yücel, Fatih Okumuş, Mevlana İdris Zengin, Ömer Aksay, Ömer Erinç, Atıf Bedir, Bejan Matur, Nedim Ali Zengin, Ali Karaçalı, Kamil Aydoğan, Necip Evlice, Mehmet Narlı, Ali Büyükçapar, Mehmet Gemci, Bünyamin K ve adını sayamadığımız daha bir çok şair ve yazara üflediği gibi…

 

Evet, daha nice başka öyküleri, romanları ve destanları da yazılabilir. Maraş’ta geçen olayları başka komşu memleketlerde geçiyormuş gibi göstermekten çekinmeyenlere rağmen; dizisi de, mevcuttakinden başka filmleri de çekilebilir. 

 

Şayet edibi/sanatkârı bu şehrin ruhundan nasiplenebilmişse…