İstanbul şaire ilham veren, şiirlere konu olan, kendisi şiir olan bir şehir...

Bir de şiirle hemhâl olan, şiirle adeta soluklanan şehir var ki herhâlde orası da Maraş olsa gerek. “İnsanın yolu Maraş’tan tesadüfen geçmez. İnsan Maraş’a azmederek gider.” diyordu Rasim Özdenören bir yazısında. Farklı coğrafyaları görmeye çalışan bir tabiatım olmasına rağmen Maraş’a ancak iki kez gidebildim. İkisi de bu tespiti haklı çıkaracak şekilde azmederek yapılmış geziydi. İlki bir belgesel çalışmasının Maraş’la ilgili bölümünü çekmek için yapılmış; tüm ayrıntıları planlanmış, belli amaçları olan bir ziyaretti. İkincisi de bu şehrin şiirsel yanıyla alakalı bir yolculuk...

Yolumun ikinci kez Maraş’a uğramasına azmettiren saike geçmeden önce, Maraş’ta karşılaştığım ve bu şehrin şiirle hemhâl oluşu anlamında bana son derece çarpıcı gelen birkaç olayı zikretmeliyim. Maraş çarşısında, bakırcılık sanatının son temsilcileri henüz kepenk indirmeden biraz da hüzünle gezinirken selam verdiğiniz bir esnaf, yazdığı bir şiirin fotokopisini mahcup bir edayla elinize tutuşturuyorsa... Çarşı içinde Bayazıtlar’dan kalma caminin imamı yayınlanan son şiir kitabını kıvançla uzatıyorsa... Katıldığınız bir salon toplantısında yanınıza oturan üniversiteli genç çıkardıkları edebiyat dergisinin son sayısını mütevazı bir edayla takdim ediyorsa... Ve tüm bunlar Sezai Karakoç gibi bir şiir ustasını konu edinen bir toplantı için geldiğiniz Maraş’ta karşınıza çıkıyorsa o şehrin benliğinde şiirden bir damar olduğunu kavrarsınız.

Hafta sonu “Kahramanmaraş’ta Sezai Karakoç’la Kırk Saat” başlıklı bir sempozyum için gittiğim Maraş’a dair bende oluşan izlenimi tek kelimeyle özetleyebilirim: şehir ve şiir. Maraş şiirle hemhâl olmuş bir şehirdir. Aslında Maraş’a yolun düşmesi ile azmetme arasındaki zorunlu ilişkide olduğu türden daha çok kendiliğinden geldiği düşünülen şiirle azmetme arasında doğrudan ilişki var. Şiirin kendisi de hayat ve var oluş karşısında azmederek gerçekleşen bir oluş değil mi? Azmedişle zorlama arasında nasıl temel bir çelişki varsa, şiirle hayat karşısındaki ‘azmediş’iniz arasında da doğrudan bir bağlantı kurmak gerekir. Sezai Karakoç’un daha çok ortaokul yıllarını geçirdiği Maraş’ta şiirin ufku olmuş bir ustanın anılması, tanıklık ettiklerimle örtüşünce farklı bir anlam kazanıyor. Sempozyumda bence en önemli sunumu İbrahim Demirci yaptı. Sezai Karakoç’un dili üzerine, bir dil ustasının titizliği ile medeniyet çatışmalarından kültür dönüşümüne (bu arada Köksal Alver’in “S. Karakoç’ta toplumsal çözülme” konusunu ele aldığı sunumu da kayda değerdi) uzanan geniş bir tahlil yaparken Sezai Karakoç’un dil seçimi ile yapmak istedikleri arasındaki ilişkiyi çok iyi kurdu. Bir dönem (hâlâ da öyle) sanat ve düşünce dünyamızdaki ideolojik kamplaşmanın dil üzerinden yapıldığı göz önüne alındığında, bizzat hitap ettiği kesim tarafından bile yer yer yadırganan Türkçesinin onun uzun yürüyüşü içinde nereye oturduğu, dil-amaç-araçsallık ilişkisi göz önüne almadan kavranamazdı.

Rasim Özdenören, bu zamana kadar dile gelmeyen pek çok hatırayı aktarırken kalemi kadar sohbetinin de ne kadar güçlü olduğunu gösterdi. Ve Sezai Karakoç’la arasındaki münasebetlere dair ilk defa açıkladığını söylediği hatıralar onun anlaşılmasına olduğu kadar, düşünce ve sanat hayatımızda belli kesimlerde etkili olmuş birçok isim arasındaki ilişkiyi aydınlatır mahiyette idi. Doğrusu Nuri Pakdil’den Cahit Zarifoğlu’na kadar pek çok düşünce ve sanat adamıyla aynileşen bu şehrin Sezai Karakoç’u hatırlamasının şiir, şair ve şehir bağlamını aşan bir anlamı var. Düşüncesinin merkezî eksenini medeniyetin oluşturduğu bir şairin, şiirle hemhâl olmuş bir şehirde, dilini bir bakıma şiirle gerçekleştirmiş bir medeniyete gönül verenlerce ele alınmasını, eksikliklerine rağmen önemsiyorum. Böylesi bir vefa örneği sergileyen Maraş Belediyesi’ne ve Duran Boz’a teşekkürler...